28 Mart 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Taksici. Dikkat!

Taksi açık trafikte normal bir hızda ilerliyor. Yola hakim, saçları kırlaşmış taksici. Bakıyor ve görüyor kırk metre kadar ötede yavaştan yola çıkan aracı. Sorun değil. Aynaya bakacak, yavaşça sola doğru kayacak ve… Birden arkadaki yolcunun eli önünde beliriyor. Ucunda para var.
“Ağbicim al şu parayı, inicem ben!” lafı gereksizce çınlıyor içeride.
Yolu göremiyor taksici hızla dönmesine rağmen. Yana kayamıyor. “Ulan,” diyor sadece ve fren yapıyor, her yanını saran içgüdüyü dinleyerek.
Fren sesi.
Arabanın yerde kayışı.
Çatıırt
Sarsılan araba.
Kısacık bir suskunluk, motorun gürültüsünde yitip giden.
“Ah be oğlum,” diyor taksici yanda sallanmaya devam eden eli hırsla iterek. “Naaptın!”
“Pardon ağbi,” diyor arkadaki tip. "Ben sadece şeyedecektim..."
Sıkıntıyla baktığında, öndeki arabadan şaşkın ve sinirli bir tipin aşağıya indiğini, kafasını sallayarak ona doğru yürüdüğünü görüyor taksici. Kendisi de iniyor öfleyerek ve neler diyeceğini, düşünüyor. Arabadaki hasar ne acaba? Hay anasını be. Şimdi gel de aracın sahibine laf anlat.
Ayağını yere basıyor. Doğruluyor. Kendi arabasının kaportasına bakan adama doğru bir iki adım atıyor ve birden sağ taraftaki kapının kapandığını ve seri adımların yere pat pat vurduğunu duyuyor. Yan gözle bakıyor hemen ve daha o “dur” falan diyemeden yolcu koşturup çarpılan arabanın şöför koltuğuna atlıyor, hiç beklemeden de çalışır bırakılan vasıtayı gazlayıp gidiyor.
İkisi de garip bir morlukta ve dilsizmiş gibi kekeleyerek kalıyorlar arkada.
Şimdi sadece önü çökmüş bir taksi var ellerinde ve taksimetre hâlâ işliyor…
Ha ha ha!

FossurGama Sunar: Canlandırma – Ağaç

Arabanın kaygan zeminde, yoldan çıkıp son sürat uzun, geniş bol dallı bol yapraklı bir ağaca çarptığını ve ilk şoku atlatan karı kocanın birbirlerine bakıp “Verilmiş sadakamız var,” sözlerine başladıkları anı canlandırın gözünüzde. İşte tam da o sırada dala bir türlü tutunamayan koca ayı arabanın üstüne düşer. Kaporta tenekeden bir yastık gibi içe göçer ve zavallı hayvan sanki aracı o an sürüp gidecekmiş gibi oturup kalırken, ezdiği ikilinin üstünde şaşkınca etrafına bakar.

FossurGama Sunar: Ne Diş Ama

Dişçi koltuğunda, uyuşturucu iğneden iki adet yese de inlemesi kesilmeyen Nuri’nin azı dişi çekiştirilip duruluyordu yumuşacık bir doktor eli tarafından. “Aıhh!” diye bir ses. Ve birden pensede kalıverince diş geriye sendeleyip zar zor toparladı kendini doktor. Sonra “İyisiniz değil mi, geçti gitti işte,” dedi. “Bakın, yaramaz dişimiz de bur…” Lafını kesip dişi döndürdü pense benzeri aletin ucunda. Sonra yaklaştırdı başını hafif ve sanki gözleri büyüdü.
Kan ve balgam dolu ağzıyla “Noolfddu?” şeklinde bir şeyler geveledi Nuri. Meraklanmıştı. Sanki dişine kanser atlamış ya da bir orada bir keçi boku duruyormuş gibi öyle şüpheli şüpheli ne bakıyordu bu herif de be!
“Yok bi şey, yok da, dur bi bakalım…” Yürüyüp masasına otururken asistanını da yanına çağırdı dişçi. “Hımm,” dedi biraz sonra o da. “Çok ilginç,” diye söylendiler ardından. Eğilip uzayan bir büyüteci yanlarına çekmişlerdi ve oldukça ciddi görünüyorlardı.
Balgamı suyla tükürüp ayağa kalktı Nuri çenesindeki uyuşukluğu falan unutarak. “Noolufyo yaa! Bi şey mi vaar doktoo bey?”
“Şeey,” dedi adam. “Sanki dişinizin ortasına bir oyuk açılmış da bir şeyler sokulmuş gibi görünüyor. Hiç görmedim böyle bir şey. Nano teknolojiyle falan yapılmış olmalı…”
“Afedersiniz,” dedi asistan gözlerini kısarak. “Casus musunuz yoksa?”
“Ne casusu yaa,” dedi Nuri. “Nerden çıktı şimdi bunlar. Allaallaaa!”
Ve bundan sonra işler daha da çetrefilleşti. Hemen telefonlar edildi. Nuri ve diğer dolgusu yerinde bekler, o da söylenip dururken doktorlar laboratuarda toplanıp olayı çözüme ulaştırmak için var güçleriyle çalışmaya başladılar. Diş kesilip, söz konusu küçücük şerit ortaya çıkarıldığında polisler de olay yerine varmışlardı. Hastanenin en güçlü mikroskobu da bir hademenin elinde ortadaki masaya getirilip konduğunda tüm doktorlar ve araya sıkışabilen herkes acaba profesör doktor Ahmet Kumcu’nun ağzından ne çıkacak diye beklemekteydi.
Hafif daha yaklaştı ve hecelemeye başladı profesör. “Buuu…”
Çekildi geriye birden ve şaşkın bir halde tepesine toplaşmış doktor kadrosunu süzdü.
“Evet hocam,” dedi birisi. “Bu!”
“Bu dişi çeken ibnedir yazıyor arkadaşlar!”

27 Mart 2008 Perşembe

Kavram Kargaşası Olmasın

Son gözaltıları temiz eller değil "Fetocu Kadayıf Eller" olarak adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Evet, isim budur.

Oray Eğin Besleme Emre Aköz İçin Ne Yazmış

Emre Aköz yazısının sonuna "İnşallah 83 yaşındaki İlhan Selçuk'a gözaltında iyi bakılır. Aksi takdirde hükümetin üzerine kalır" diye not koymuş... Çirkin bir ifade. Ben mesela "Bedava yedikleri restoranlar Emre Aköz ve karısına iyi baksın, şişip patlarlarsa üzerine kalır" yazsam yakışık alır mı?

Ha ha haa. Kalemine sağlık Oray.

“Temiz Eller” Taklitlerinden Sakınınız – Nilgün Cerrahoğlu

“Temiz Eller” ekibinin duayen savcısı Francesco Borelli, emekliye ayrılmak üzere yargının açılış yılı vesilesiyle yaptığı son konuşmasını “Direnin, direnin, direnin!” sözleriyle tamamlamıştı.
“Mücadelemizi istediğimiz sona ulaştıramadık. Medya imparatorluğuyla siyasi gücü ele geçiren Berlusconi hükümetinin çok ağır baskılarıyla karşılaştık. Ama arkadan gelen sizler, bayrağı yere bırakmayın. Demokrasinin olmazsa olmazı hukuk devleti mücadelesinden yılmayın.”
“Temiz Eller” hiçbir zaman, iktidarlarca yönetilen bir icraat ya da operasyon olmadı… Tersine, “bağımsız yargının” yoz iktidarlar ve siyasi sınıfa karşı hayata geçirdiği bir süreç olarak yaşandı. Bağımsız yargının, kendisini “dokunulmaz” gören siyasiler ve ikitidarların yolsuzluklarına, yozluklarına karşı açtığı bir savaştı “Temiz Eller”.
Savcı Di Pietro “Dokunulmazlığın kaldırılması şart mı?” şeklindeki soruma şöyle yanıt vermişti: “Bunu Türkiye’ye ayak bastığım ilk gün söyledim. Kanunsuz işlere son vermek istiyorsanız, savcıların parlamenterleri soruşturmasına olanak vermelisiniz. Biz bu zırhı kaldırabildiğimiz için Temiz Eller’i yapabildik.”
Yargı bağımsızlığı olmadan “Temiz Eller” olamaz. Döne döne vurgulanan bu “yargı bağımsızlığının” pratikteki anlamı nedir? En kısa tanımla “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”nun Adalet Bakanlığı’ndan bağımsız olması. Çizme’deki durum böyle. Adalet bakanı bizde olduğu gbii HSYK’ye başkanlık etmiyor.
Di Pietro ekibindeki üçüncü savcı Piercamillo Davigo’nun çizdiği “kirli sistem portresini” Türkiye açısından da çok aydınlatıcı bulduğum için burada aynen aktarıyorum: “Siyasi yolsuzluk, partilerin yapısı ve işleyiş biçiminden kaynaklanıyor. Bizde önseçim yok. Listeleri lider yapıyor. Listeyi denetlemek için, parti apartusunu ele geçirmek gerekiyor. Bu, delegeleri satın almak demek. Bu, büyük paralara gereksinim yaratıyor. Bu da partilerin yasadışı yollardan finansmanına yol açıyor. Ne kadar paranız varsa partide o kadar güçlü oluyorsunuz. Ne kadar güçlüyseniz, o kadar mevki sahibi oluyorsunu. Ne kadar mevki sahibiyseniz o kadar yolsuzluk yapıyorsunuz. Ne kadar yolsuzluk yaparsanız, o kadar güçlü oluyorsunuz. Böyle bir kısır döngü yaratıyor sistem ve namuslu insanlar politikadan dışlanıyor.”
Yani Temiz Eller için gerekli 3. şart lider sultasının kalkmasından geçiyor.

Kapatma Davasına Hülle Düşünenler İçin Anayasadan Cevaplar

Diyelim ki Japon, Alman, Venedik uygulamalarını içeren bir anayasa değişikliği AKP’nin oyları ile gerçekleşti. O “yeni anayasada” bugünkü 68. maddede yer alan “siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletin bölünmez bütünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriye ilkelerine aykırı olamaz fıkrasından vaz mı geçeceğiz?
Böyle bir girişim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 1. maddesindeki “Devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2. maddesindeki Cumhuriyet’in nitelikleri ve 3. maddesindeki hükümler değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez” hükümleri ile nasıl bağdaştırılacaktır? (Orhan Birgit)

AKP diyelim ki anayasa değişikliği yaparak Yüksek Mahkeme’nin kapatma yetkisini elinden aldı veya pratikte anlam ifade etmeyecek bir kerteye düşürecek biçimde kısıtladı: Her şeyden önce bu girişimin önünde anayasanın “mahkemelerin bağımsızlığı” ile ilgili 138. maddesi var. Bu değişiklik, “görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisi’nde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz” diyen 138. maddenin ikinci fıkrasının hükmüyle çelişmeyecek mi? (Ali Sirmen)

AKP’yi Kapatma Değil BOP Davası – Deniz Som

İddianameden bir tümce: “Şeriat hedefine ulaşmada, demokrasiyi bir araç gören bu zihniyet, gerçek amacını doksanlı yıllardan sonra dünyada küreselleşmenin merkez güçlerinin ülkemiz ve bölge ülkeleri için ürettiği “ılımlı islam” ideolojisi ve onun siyasi hedefi Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanları sıfatıyla söylemlerini insan hakları, demokrasi din ve vicdan özgürlüğü, öğrenim hakkı gibi asıl referansları olan şeriatla hiç bağdaşmayan kavramların araksına gizlenerek göstermişlerdir.
İddianameden Başka Bir Bölüm: Davalı partinin iktidarda olduğu yaklaşık beş buçuk yıllık süreçte Türkiye’nin uluslararası camiadaki laik ülke imajı da erozyana uğramış, dünya ülkeleri, özellikle Avrupa Birliği ülkeleri nezdinde Türkiye bir “ılımlı İslam cumhuriyeti” modelinde algılanmıştır. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde ise bu bakış açısı resmi söylemlere de yansımış, başta eski ABD Dışişleri Bakanı Colin L. Powell olmak üzere birçok ABD yetkilisi Türkiye’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukukk devleti olduğu gerçeğini görmezden gelerek ülkemizi bir “ılımlı” İslam Cumhuriyeti olarak tanımlamışlar, bu söylemlerindeki cüretkârlığı bir ABD projesi olan ve kapasmındaki ülkeleri ılımlı İslami rejimlerle yönetmeyi amaç edinen Büyük Ortadoğıu Projesi’nin eşbaşkanı olduğunu her fırsatta tekrarlayan T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söyleminden ve davalı parti iktidarlarının dini istismara dayalı icraatlarından, kutsal dini duygularını devlet işlerine ve politikaya karışıtırmalarından, devleti dini esaslara göre şekillendirme amaç ve faaliyetlerinden aldıkları gözlenmiştir.
AB’nin ve ABD’nin, AKP’ye kapatma davası açılmasından neden hoşlanmadıkları şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bu iddianame, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizm tarafından kendisi için biçilen “ılımlı islam” modeline karşı hukuki ve demokratik direnişidir…

Burası Türkiye mi? Ve İlhan Selçuk’a KonulanYurtdışına Çıkış Yasağı

İstihbaratı, ABD’ye bağladık. Ekonomiyi IMF’ye. Yasaları, AB’ye. Telefonu Arap’a verdik. Cep, İngilizin. Öbür cep Lüblanlının. Bir limanı, İsrailli’ye sattık. Bir limanı HongKongluya. Garaj, Dubaili’nin. Araç Muayene’ye, Alman bakıyor. Petkim’i Kazak aldı. Kazak’ı bir çıkardık fanila Ermeni. Sigorta, Fransızın. Çimento fabrikaları da. Rakı, Amerikalı’nın. Sigara British-American. Banka, Yunanlı’nın. Öteki, Hollandalı’nın. Televizyon Amerikalı’nın. Radyo, Kanadalı’nın. 90 metrekarelik kooperatif evinden köründe polis zoruyla alınan, 83 yaşındaki İlhan Selçuk’a “yurtdışına çıkış yasağı” getirildi bu arada. Aman dikkat edin ha! Yabancıya mabancıya gider… Biteriz.
(Yılmaz Özdil)

21 Mart’ın Önemi

Sümerler’de beş bin yıl önce: Ana tanrıçanın sevgilisi Tammuz, her yıl ölüp yeraltına girermiş! Yer altı tanrıçası üzerine can suyu serptiğinde, sevgilisi bitkiler ile birlikte martta yeniden doğarmış…
Kutsal Kitapalara göre: … ve tanrı Adem’i 21 Mart’ta yaratmış! …ve tanrı Nuh’un gemsini 21 Mart’ta selamete çıkartmış!
Anadolu’nun yerli halkı Hattiler’e göre: Kışın verimsizliğini, baharın gecikmesini yeraltında bitkilerin kölerini yiyen “Illuyankaş” adlı bir dev yılanla yorumlarlarmış. Tarılardan biri mart ayında yılanı öldürünce “Purulliyaş” (toprak) bayramı ile baharın gelişi kutlanırmış.
Hititler ise martta “an tah sum(çiğdem)” bayramını törenlerle kutlar; baharı, yeni yılı karşılarlardı.
İÖ. 560’ta kadim Yunanistan’da 9-13 Mart arasında “bahar-yeni yıl” eğelencelerle karşılanır, geceleri çıralarla odunlar “ateş”lenirdi. (Miladi takvime göre 9 martın 21 Mart olduğu belirlendi)
İÖ 487 Pers Kralı Büyük Darius Persepolis’teki görkemli sarayında martta “nev-ruz”u (yeni gün) kutlar oldu.
Kürt inançlarına göer; aynı tarihlerde Mezopotamya’da Asurluların zalim kralı, baharın gelmesini yılanlarla engelliyordu. İki Kürt genci, yılanlara kurban edilen her iki çocuktan birini kurtarmaya, Kava adlı bir “demirci” kurtulanları eğitmeye başladı. Kava’nın önderliğinde 20 Mart’ta saraya yürüyüşe geçtiler. Kava, bir çekiç darbesi ile kralı öldürdü. Kava, tepelerde yaktığı ateşlerle zaferi kutladı. Ertesi günü 21 Mart’ta da ülkeye bahar geldi.
Hristiyanlara göre 21 Mart İsa’nın “yeniden doğum” günüdür. (Paskalya)
Trakya’da Müslümanlar da “yarı kuzu” dedikleri haşlanmış yumurtaya karabiber-tuz ekip 21 Mart’ta yiyerek baharı karşılarlar.
Müslümanlara göre Hz. Ali 21 Mart’ta halife olmuştur. Alevilere göre ise Hz. Ali 21 Mart’ta doğmuştur.
16 yy’da Mutasavvıf Hekim Merkez Efendi’nin Manisa’da Sultan Camii minaresinden 21 Mart’ta atmaya başladığı, 41 değişik “bahar-at”tan oluşan mesir macununun “üretim” gücüne inanılır.
Türk mitolojisinde, Orta Asya’nın Türkleri çıkışı olmayan dağlar arasında kalır (Ergene(vadi)kon(sarp)), sonradan bir demirci dağda demir madeni olduğunu, eriterek çıkabileceklerini Kağan’a anlatır ve dağda ateşler yakarak 21 Mart’ta kurtuluşa ulaşırlar.
Güneşin ekvatora tam dik açıyla geldiği 21 Mart’ta hem gündüzle gece eşitlenir hem de dünyanın güneyi ile kuzeyinde de bu eşitlik gerçekleşir.
Haa, bir de 21 Mart’ta Cumhuriyet’in yılmaz savaşçısı İlhan Selçuk Türklere tek çıkış yolu olan Atatürk’ün laikliğinin aydınlanma olduğunu gösterdiği gerekçesi ile Ergenekon suçlaması ile gözaltına alınmıştır.
(Bilgiler ve yorumlar Özgen Acar’ın Kavşak köşesinden alınarak derlenmiştir.)

25 Mart 2008 Salı

Hodi Podi

www.hodipodi.com
Türkiye'nin ilk fantastik üçlemesine kaliteli bir imza atmış Barış Müstecaplıoğlu'ndan okul öncesi çağı için zevkli ve yaratıcı bir çocuk kitabı...

21 Mart 2008 Cuma

ERGENEKON REZALETİ

Ergenekon çetesi İlhan Selçuk'u bünyesine katabilmek için Cumhuriyet Gazetesi'ne üç bomba atmış, sonra da Danıştay cinayetlerini işlemiştir.
Herhalde savcının iddiası bu yönde olacak ve hepimizi kıkır kıkır güldürdüğü için şımaracak kerata.
İddianamesi olmadığı için mafya oluşumu mu, derin devlet mi, ne olduğu bir türlü ortaya konmayan bu yapı AKP'nin elinde, türbandan sonraki ikinci oyuncaktır.
BOP'a ve büyük ülke talanına karşı koyan vatanperver aydınlarımızı, savcılarımızı karalamakta kullanılacak bu oyuncak, ülkeyi kutuplaşmaya, belki de çatışmaya götürmek amacıyla, uluslararası güçler ve ılımlı islam simsarları tarafından, bayağı bir çeteden devşirilerek piyasaya sürülmüştür.
Buradaki esas soru, dinci gazetelerin ve yazarların dava sürerken, gizli bilgilere ve telefon mesajlarına nasıl ulaştığı, gözaltına alınacak kişilerin isimlerine nasıl önceden sahip oldukları ve hukuk devletinde böyle bir kepazeliğin nasıl cezalandırılamadığıdır.
Aklımıza gelen bir başka şey de bir taşla iki kuş vurma gayretidir. Yani hem "yargıya müdahale etmeyin" diyen yığınları düzmece bir suçlamayla "alın size yargı" anlayışıyla cezalandırmak, hem de bu karışıklıkta kamuoyunu AKP'nin kapatılma davasından uzaklaştırarak diktatorya anayasasını ve sosyal güvensizlik yasasını rahat bir şekilde yürürlüğe koymaktır.

18 Mart 2008 Salı

Günün Müzik Menüsü

TV On The Radio “Province” – Morrissey “Hang The DJ” – Queen “Spread Your Wings” – The The “Slow Emotion Replay” – Anthony and The Johnsons “My Lady Story” – Tom Waits “Jokey Full Of Bourbon” – Pink Floyd “One Of The Few” - Kate Bush "Running Up That Hill"

Mutlak Arayışta Unutmak

Her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, âdemoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir mâsum, gördüğü anda O’nu tanıyabilirdi. Bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu. Ölmek aslında, içindeki şarabı tamamen döküp billûr kadehi boşaltmak gibi, her şeyi ebedîyen unutmak ve artık hiçbir şey bilmemek demekti. Nasıl ki ancak boş bir kadeh Îsâ’nın kanıyla doluyorsa, aynı şekilde sadece her şeyi unutan bir gönül ilahî esintiyle dolardı…
(Suskunlar – İhsan Oktay Anar)

TÜİK'in Hesapları AKP İçin Nimet! - Türkel Minibaş

Bir sabah uyandık ki 74 milyondan 69-70 milyona inmişiz. 2005 verilerine göre hesaplanan, paylaşılan milli gelir 255 milyar YTL iken ne olmuşsa olmuş yine 2005 sabit yıl olmak üzere 409 milyar YTL’ye çıkıvermiş. Nüfus inip paylaşılan gelir rakamları yükselince... Kişi başına düşen gelir de 2.500 dolar artarak 7.500 dolara yükselivermiş.
Ekonominin aşil topuğu haline gelen cari açığın milli gelire oranı yüzde 7.6’dan yüzde 5.5'e, butça bütçe açığının ulusal gelire oranı yüzde 2.1 'den 1.7'ye gerileyivermiş.
Aç tavuğun kendini buğday ambarında sanması gibi sevindirik olmamak mümkün mü? Hele hele Dünya Bankası verilerine göre riskli ülkeler sıralamasındaysanız!
Gelin görün ki, Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) "küresel standartlara uyum'' doğrultusunda yaptığı hesaplama: Farklı gelir grupları arasındaki farklılıkları azaltmadığı gibi gelir artışına rağmen yaşam kalitesinin yükseldiğine dair ipuçlarına da sahip değil.
Zaten aksi de bu kriz ortamında mümkün değil. Düşünün bir kere:
• Enflasyon daha şimdiden yıllık yüzde 4 hedefinin yarısı kadar. Bundan sonraki aylar da hiç artış olmasa bKe 2007'den kalan yüzde 4.39’luk stok enflasyon nedeniyle yıl sonunda yüzde 8.39'un altına düşmesi olanaksız.
Ama üzülmeyin... TÜİK, enflasyonu geriletmenin de ilacını bulmuş. Enflasyon hedeflemesine fiyatların büyük oranda düştüğü harcama kalemlerini katmış! Cep telefonu. şehirlerarası görüşmeler de dahil olmak üzere haberleşme fiyatları bunlardan sadece birkaçı!
• Malum, çalışma yarşındaki her 100 kişiden 16’sı işsiz! Her ne kadar, iş bulma umudu olmayan, işe başlamaya hazır olmasına rağmen iş aramayanlar da bu orana dahilse de… Çalışma yaşındaki nüfus bir yılda 730 bin artmışken çalışan sayısındaki artış 235 bin! Yani, TÜİK’e rağmen Türkiye işsizler ülkesi.
• Kredi borcunu ödeyemeyen tüketicilerin sayısı 2007’de yüzde 130 artmış.
• Protestolu senetlerin para tabanındaki yeri ise yüzde 103 artmış.
• Ya karşılıksız çek sayısındaki artış? Yüzde 70!
Kısacası, 7500 dolara çıkan kişi başına artan gelir, gelir dağılımına yansımayacak.
Tabii ki TÜİK bunun da ilacını bulmuş! Nüfusun en yoksul yüzde 5’lik diliminde yaşayan 336 bin kişinin aylık ortalama gelirini de 50 YTL olarak hesaplarken… En zenginleri gösteren yüzde 5’lik dilimdekilerin ortalama gelirini de 1063 YTL’cik olarak kabul etmiş.
AKP bunu niye mi yapıyor?
Tabii ki Tayyip Erdoğan’ın 2013’te kişi başına 10 bin dolarlık ülke düşünü gerçekleştirmek için yapmıyor.
1- Farklı gelir grupları arasındaki bilinen uçurumların azaldığı imajını yaratarak… AKP hükümetinin politikalarına muhalefet riskinin yok denecek kadar az olduğu mesajını vermek için yapıyor.
Böylelikle hem küresel sermayeye grev, iş bırakma, sokak gösterileri gibi karışı çıkışlarla karşılaşmayacakları izlenimini sağlamaya çalışıyor. Hem de AKP’ye oy verenlerin de katıldığı muhalefetin yerel seçimlere kadar büyümesini engellemenin yollarını oluşturuyor.
2- Bir yandan çalışabilir yaştaki nüfusu 49 milyona çekerek Türkiye’nin ucuz iş gücü cenneti olmaya devam ettiğini… Yani? Güneydoğu Asya’nın işgücüne doyan, emeğin boğaz tokluğunun da altında çalıştığı Çin ve Hindistan’a kayan küresel sermayeye Türkiye’yi adres gösteriyor.
3- Diğer yandan işgücüne katılma oranını gösteren İKO’yu 0.2 oranında aşağı çekerek işsizlik oranının 2007’de artmadığına toplumu inandırmaya çalışıyor.
4- 5.5 milyon civarındaki çalışan kadını ve 19 milyon civarındaki çalışma yaşında olup da çalışmayanları yatırımcının vitrinine koyuyor. Yüzde 47’sinin tarım, yüzde 38’inin de hizmetler sektöründe istihdam edilen bu kadınların çoğunun kayıt dışı çalıştırılıyor olması vitrini daha da zenginleştiriyor.
Kısacası, Türkiye kadın çalışanlar ekseninden de küresel sermaye için bir cennet. Tekstil, konfeksiyon gibi emek yoğun sektörlerin yanı sıra mimarlık, reklamcılık, insan kaynakları gibi nitelikli eğitim isteyen sektörler için de sömürülmeye hazır kadın iş gücü burada!
Sözün özü: İster küresel uyum içn deyin, ister AB’ye tam üyeliğin şartı için deyin TÜİK’in yaptığı yeni düzenleme;
• AKP’ye içerde yerel seçim çalışmalarında artan muhalefeti frenleme olanağı verirken…
• Küresel sermayeyle yandaşlığı pekiştirmekten başka bir işe yaramayacağını göstermektedir…

Geleceksiz, Aç Çocuklar Neyinize Yetmiyor?

(Hüseyin Baş’ın Cumhuriyet’teki Değişen Dünyadan köşesinden derlenmiştir.)

Nüfus artışı gezegen için yaşamsal önemde bir sorun sayılmaktadır. Günümüz artış hızıyla gezegenin nüfusunun bugünkü 6.5 milyardan 2050’de 9 milyara ulaşacağı hesaplanmaktadır. Günümüz nüfusunun 2 milyarı kötü beslenmektedir. 854 milyonu ise günlük 2200 kaloriyle açtır. 9 milyarı beslemek için tarımsal üretimin bugünün iki katına ulaşması gerekmektedir. 2030’da 8.2 milyara ulaşacak nüfusun başı salt, hızla küçülen tarım alanlarıyla belada değildir. Dünya ekonomisi son yıllardaki büyümesi devam ettiği durumda otuz yılda iki katı artmış olacaktır. Hammadde talebi ise (tarım ürünleri, madenler, fosil enerjisi, orman ürünleri, su) yüzde 60’a ulaşacaktır. Buna karşılık uluslar arası sahneye yeni çıkan Brezilya, Rusya, Çin ve Hindisitan gibi büyük oyuncuların bu konudaki talepleri yüzde 160’a dayanacaktır. Özetle, uzak olmayan bir gelecekte gezegenimizin durumu da parlak görünmemektedir. Bundan, kuşkusuz ülkemiz de payını alacak, bilim yerine dinsel olanın referans alındığı; eğitimin, sağlık sisteminin, tarımın çökertildiği; üretimin tökezlediği, işsizliğin devasa boyutlara ulaştığı, dışa bağımlı ekonominin sürekli kırılganlığı, çağdaş laik Cumhuriyet’in köküne kibrit suyu ekilmeye çalışıldığı hesaba katıldığında, Türkiye için durum daha da vahim olacaktır.
Ülkemizde, 1930’larda 15 milyon olan nüfusumuz yüzde 2 gibi hatırı sayılır bir hızla artarak bugün 75 milyonun kapısına dayanmıştır. Yüzde 20’si işsizdir. Annelerimizin her yüz doğumda 28’i ölmekte, bebeklerin ise Batı’daki binde beşe karşı binde otuzu yitip gitmektedir. Fazla çocuğu ne yapacaksınız? Tuzu kuruların, yandaşlarının, üç beş yılda semiren yeni İslamcıların çocuklarının dışında kalan, sağlıktan, işten, aştan yoksun milyonlarca çocuk size yetmiyor mu?

Küçük Bir Matematik Hesabı

Yüzde 54 yüzde 46'dan daha büyüktür.

Demagoji Sanatı ile Saçmalık Arasındaki İnce Çizgi

Adalet ve Kalkınma Partisi, davanın Ergenekon çetesi çökertildi diye açıldığını iddia ediyor. Ha ha ha! Böylesi bir demagoji, böylesi bir çarpıtma sanatı, bu devşirme partinin nasıl da büyük bir panik içinde olduğunu gösteriyor. Davanın gerekçeleri belli. Sizin irticaya yönelik faaliyetleriniz. Hangisi Ergenekon çetesinin faaliyet alanına en ufak bir yarar sağlıyor?
Lütfen komik olmayalım.
Devletin içine sızan derin bir örgütle başetmeye çalışıyorsanız adres belli, Fethullah'ın askerleri, müslüman kardeşler, nakşi cemaatler Türkiye'nin her yerinde faaliyetlerini büyük bir aymazlıkla sürdürüyor, laik Cumhuriyet'i çökertmek için her alanda kadrolaşıyor.
Hikmet Çetinkaya'nın söylediği gibi: "Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Anabilim Dalı Başkanı Doç Dr. Şahin Filiz, "Kur'an'da başörtüsü yok, bu Yahudi geleneği," dediği için profesör yapılmadı... Bugün devlet okullarının hemen hemen tümünde mescit açılmadı mı? Bugün 13-15 yaşlarındaki öğrenciler cuma günleri topluca camiye götürülmüyor mu? Devletin öğrenci yurtlarında zikir ve ayin yapılmıyor mu? Güneydoğu'da El Kaide militanları, Türk İstihbarat birimlerinin değil, CIA ve MOSSAD'ın bilgisiyle ele geçirilmiyor mu? Süryani ve Aleiv kökenli öğrencicler din kültürü ve ahlak bilgisi derslerine girmeyince, yoklamalarda "yok" yazılmıyor mu?"
Sivas Katliamı'nın, Hrant Dink, Uğur Mumcu vb... cinayetlerin arkasındaki derin devleti bulmaya niyetiniz var mı?
Altı yıl içinde 170'den fazla irticai olay meydana gelmiş. Cevabınız var mı?
Sağlam demokrasilerde anayasaya aykırı söylemlerde bulunan, azınlığı ezmeye çalışan, çoğulcu faşizmine kucak açarak yargıya ve anayasaya saldıran partiler kapatılır. Yoksa demokrasi ve demokratlar ezilir. Almanya'da 1950'den sonra beş parti kapatılmıştır. İspanya'da Eta kapatılmıştır. Avusturya'da sağcı başbakana görevden el çektirilmiştir.
İşte gerçekler.
Araf suresine atıfta bulunarak, AKP gibi düşünmeyenleri hayvanlıkla, cehennemlikle suçlayan bir insanın demokrasi adını ağzına alması ne kadar komik bir çelişki...

16 Mart 2008 Pazar

FossurGama Sunar: Foto Finiş

Atlar kumlu pistte delice bir hızla gider, jokeyler kısa kırbaçlarını kaba etlerine indirirken, Gökhan bir eliyle arkadaşının ceketini yakalamış, sarsıyor, “Kop da gel be oğlum, üzme bizi be, hadi lan!” diye bağırıp duruyordu. Fakat tüm o sert sözler birbirine girmiş üzgün kaşların, ağlamık suratın çaresizliğini örtemiyordu. Arkadaşıyla birlikte son paralarını da şu Selamet denen ata yatırmışlardı ve liderin beş metre gerisinden geldiğine göre, şu son düzlük onların yıkımı olacak, bir daha bellerini falan toparlayamayacaklar demekti. Nasıl da inanmışlardı lan şu orospu çocuğu Hamdi’ye. Aaah ah!
“Hadi be yavrum, yürü bee!” Ses acıklı bir şekilde titrerken metreler nalların altında eriyip gitti. “Kop da gel be yavrum!” Son otuz metre. Durdu Gökhan. Bağırmayı bıraktı, bir dakika kadar önce sesi soluğu kesilen arkadaşı gibi. “Yandık anasını satayım, yandık ki ne yandık” dedi ve o sırada patladı bir silah. Yankılar uçuşurken Gökhan öndeki atın tökezleyip yuvarlandığını, jokeyinin savrulup gittiğini gördü. Dilini yutmuştu herkes. Sessizliğin içinde döndü ve Serdar’a baktı yutkunarak. Elindeki silahı indirip “Sen paraları al,” dedi arkadaşı. “Karıma, çocuğuma bakarsın. Ben yatarım bir süre çıkarım!”

İşte Nedenler!

AKP’nin kapatılması, demokrasiye de, hukuka da, insanlık onuruna da, ulusal itibara da, müslümanlığa da uygundur. Zengini kollayan, fakire zulüm eden, ülkesinin kaynaklarını uluslararası güçlere peşkeş çeken, halkını, emekçisini, insanını emperyalist güçlerin projelerine meze yapan, din gibi kutsal bir olguyu çıkar hesapları için kullanan bir parti siyaset sahnesinde olmamalıdır. Yüzde kırk altı hasamet edebiyatı yüzde elli dördü karanlığa sürüklemek için bir bahane değildir ve tabi ki devletin savcıları, yargıçları anayasanın öngördüklerini kollamak için o görevdedirler, çoğunluğu ele geçirenlerin at oynatması, pervasızca "halk isterse şeriat da gelir" demesi için değil.

14 Mart 2008 Cuma

FossurGama Sunar: Kraliçe

Çimenlere serilmiş, küçük beyaz bulutların geçişini izleyerek kır havasının tadını çıkarmaya çalışıyordu Yavuz. Ama onu bir süredir rahatsız eden şeye dayanamadan tekrar dikildi. Bir ses. O pastoral atmosferle, insanlardan, evlerden arınmış saf yeşillikle alakası olmayan bir ses. Ayağa kalktı ve kulağını iyice vererek ilerledi. Yürüdü yürümesine ama bir mırıldanmadan öteye geçmeyen o lanet olası gürültünün kaynağına bir türlü ulaşamadı. Ne var ki yükselmişti ses. Sonra birden döndü. Olabilir mi dedi içinden. Soru falan sorma zamanı değildi. Yürüdü temkinli adımlarla. Telleri atlayıp geçti. Soluğunu bile tuttu kutunun oraya varırken. Hayvanları kızdırmamaya dikkat ederek yavaşça eğildi ve güçlü soprano ses kulaklarına gayet net, içerideki çeperlerde doğan yankılarla ulaşıverdi.
Seda Sayan’ın Geri Gel’ini neredeyse aynen söylüyordu kovandaki Kraliçe Arı!

FossurGama Sunar: Tahammülsüz

Zafer denen adam, otostop yapan kızı arabasına alalı on dakika ya olmuş ya olmamıştır. Bu süre zarfında bir şeyler konuşmuşlar, hatta kız birkaç kere gülmüştür bile. Sorar Zafer fırça gibi saçlarını geriye atmaya çalışarak. “İşin var mı şimdi? Bizim eve gitmeye ne dersin?” Bıyıklarının altında ıslak ıslaktır dolgun dudakları.
Asılır kızın yüzü hafif. “Yok, benim şeye gitmem lazım.”
“Neye gitmen lazım.”
“… Eve gidicem.” Kesin ve aksidir kızın ses tonu.
“Tamam, sorun değil,” der Zafer ve uzanıp paneldeki büyükçe bir düğmeye basar.
Birden yüksek bir zırıltı eşliğinde tavan açılmaya başlar.
“Naapıyorsun?” der kız, kendince havanın soğuk olduğunu ima etmeye çalışarak.
Ama cevap vermez Zafer. Önündeki yola kilitlemiştir gözlerini.
Ve birden müthiş bir hızda havaya fırlar kızın koltuğu, altındaki yayın boşalışıyla. Haykırış havaya karışır. Kız yandaki araziye doğru uçar gider ve yavaşlayıp döndürür Zafer arabayı. Başka bir kız bulabilme umuduyla yeniden üniversite çıkışına doğru yönlenirken koltuk da gıcırtılarla yerine oturmaktadır…

Üç Yetmez Beş Olsun

Bektaşi su kenarında çamurdan heykeller yapıyormuş. Görenlerden biri merak edip, yanına gitmiş ve sormuş:
- Kolay gelsin Erenler, ne yapıyorsun?
Hınzırlığı tutan Bektaşi gülerek cevap vermiş:
- Çamurdan insan yapıyorum.
- Tövbe estağfurullah, hiç öyle şey olur mu? demiş meraklı er kişi.
- Rızkını vermeyecek olduktan sonra, neden olmasın diye yanıtlamış bizimki.
Gerçekten Türkiye’nin sistemini özetlemek gerekirse şunu söyleyebiliriz: Ürettiğinden çok üreyen insanların düzeni.
Aile planlaması aslında Türkiye’nin bir numaralı sorunudur. Sağlıksız, eğitimsiz, iş olanakları olmayan, avanta ve talan ekonomisinin çarkları içinde, ancak bunlarla sınırlı düşleri olabilen genç nüfus ne anlam taşır ki?
Ama sorun şu: Toplumun eğitim, akıl sağlığı, üretim düzeyi ve vizyonu daha yüksek olsa, bugün iktidarın dizginlerini elinde tutanlar orada kalabilirler mi?
İşin püf noktası buradadır.
Bakın bütün araştırmalara! Tayyip Erdoğan’ın seçmenleri, toplumun en az eğitilmiş, en kötü beslenmiş, en umutsuz, sadaka ekonomisine el açan kesiminden gelmiyor mu?
O zaman toplumu daha geri, daha kötü beslenmiş, daha az eğitilmiş bir düzeye mahkûm etmek isteyen “En az üç çocuk yapın!” çağrısını anlamak kolaylaşıyor…

(Ali Sirmen’in Dünyada Bugün köşesinden derlenmiştir.)

Yalanın Adı: Sosyal Güvenlik Reformu

Sosyal Yıkım Reform paketinin iç yüzündeki gerçekler şöyle:
Deformla birlikte çalışan 21.5 milyon kişinin emekliliklerindeki maaşları, mevcut emeklilik maaşının üçte birine düşürülecek.
Emekli Olacaklar İçin: Emekli aylığına gelişme hızının yüzde 100’ü yansıtılıyordu, şimdi sadece yüzde 30’u yansıtılacak. Aylık bağlama oranı yüzde 65’ti, şimdi yüzde 50’ye indirilecek. En az 540 YTL aylık alacaktı, zaman içinde bu 213 YTL’ye düşürülecek.
Çalışanlar İçin: Kadın ve erkek çalışanların emeklilik yaşı kademeli olarak 65’e prim gün sayısı kademeli olarak 9 bin güne çıkacak. (Yılda yüz gün eklenerek)
Hastalanacaklar İçin: Yasayla verilmiş tedavi olacakları yöntem, ilaç ve tıbbi malzeme miktar ve sürelerini belirleme yetkisi ellerinden alınarak Sosyal Güvenlik Kurumu’na devrediliyor. Ayakta tedavi için bugüne kadar 1 YTL öderken, şimdi 2YTL ödeyecekler. Özel hastanelerden yararlanabilmek için hizemet edelinin yüzde 20’sini ceplerinden karşılayacaklar.
İş Kazasıyla Sakat Kalacaklar İçin: 420 YTL gelir bağlanacaktı. 175 YTL’ye düşürülecek.
Malulen Emekli Olacaklar: En az 540 YTL aylık bağlanacaktı, zaman içinde 213 YTL’ye düşürülecek.
Eşini Kaybedecek Kişiler İçin: Asgari ücretin üç katı tutarında aldıkları cenaze yardımı bir katına iniyor. Çocuksuzsa, eşinin aylığının yüzde 75’i bağlanıyordu, şimdi yüzde 50’ye düşecek.
Sigortalılar: 5 yıl sigortalılık süresini tamamlayıp 900 gün prim ödediğinde malullük ve ölüm ayılığına hak kazanacaklardı. Sigortalılık süresi 10 yıla, prim gün sayısı 1800’e yükseltiliyor.
Şimdi Yıpranma Payı Olanlar İçin: Kaynakçı, gazeteci, uçuş personeli, şeker işçisi, posta dağıtıcısı olanların 360 günde 90 gün yıpranma hakları kaldırılacak.
Anneler İçin: Süt emzirme yardımları 6 aydan 1 aya iniyor.
İşten Atılacak ya da İstifa Edecekleri İçin: Altı ay süreyle yararlandıkları sağlık hizmetlerinden şimdi yararlanabilmek için sağlık sigortası primi ödemeleri gerekiyor.
Yoksullar İçin: Geliri 214 YTL’yi geçenler yoksul kabul edilmeyecek ve 25 YTL olan genel sağlık sigortası primi ödeyecekler.
Burası Türkiye: Gerçeği söyleyenler yalancı. Ülkeyi sömürenler demokrat. Yalaklar liberal. Gazeteler tuvalet kağıdı…
Yazıyı Mustafa Balbay'ın bir saptamasıyla bitireyim: "Türkiye'de halen prim ödeyen çalışan sayısı 14 milyon 980 bin. Emekli sayısı ise 7 milyon 600 bin. Karşılaştırdığında 1.9 prim ödeyen karşılık 1 emekli var... Dünyanın hiçbir ülkesinde bu sistem yürümez! Temel çözüm ne? Prim ödeyen aktif nüfusun artmasını sağlamak. Yani kayıt dışılığı ortadan kaldırmak. Hükümet işe buradan başlamak yerine, kayıttakilerle ne yapabilir sorusuna yantı arıyor ve prim verene yükleniyor..."

TERS İŞLER

Cumhurbaşkanımız, İçişleri bakanımız, Meclis başkanımız DTP'yle bir güzel konuştuktan sonra Başbakanımız, ben PKK'yı terör örgütü saymayanlarla görüşmem diyor. Ha ha haaaa. Yahu parti olarak birbirinizden habersiz misiniz? Yoksa yine, parti tabanına başka, Amerika'ya başka, ilgi merciiye başka mesaj verme peşinde mi? O zaman niye çağırdınız bir kedi bile vermeyecek, PKK'ya bir kez bile terör örgütü demeyen Talabani'yi ABD diyalog kurun mesajını geçer geçmez Türkiye'ye? Avrupa Birliği ülkeleriyle neden diyalog halindesiniz o zaman. Onlar terör örgütü olarak görüyor mu PKK'yı.

Muhteşem Kürt Paketini ve güney doğuya yapacağınız 12 milyar dolarlık yatırımı neden önce New York Times duyuyor peki? BOP'a yönelik hamlelerin Türk kamuoyunu ilgilendirmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?

Ya bir gecede halkının her bireyini 2020 dolar daha zengin yapmak. Bu hangi iktidarın elinden gelir. Hem de halkına bu sefer sadece kömürü bulguru dağıtarak değil kaz yumurtası, pastırma, deve eti yedirerek.

Peki ama, Uşak'ta kendisine af yok mu, diye soran bir vatandaşa "Katili affetme yetkisi maktulün varislerine aittir," diyerek laik hukuk sistemi yerine şeriatın kısasa kısas ilkesini koymaya hangi başbakan cüret edebilir?

Saçmayla komik içiçe. Gülmek gelmiyor insanın içinden.

13 Mart 2008 Perşembe

Ney'den Çıkan Ses

Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârların bezediği o vâsî füseyfisâda raks vve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler. Amam füsûs ki, üflendikçe gönüllerdedki menhûs ufûnetin üfûl olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vüs ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems'in üfûl ettiği ufka gönderilen canlardan ibâret bir demet vüfûd idiler.

(İhsan Oktay Anar - Suskunlar)

Dervişlik İşi

Parttime dervişlik işi arıyorum. Bunun için Renault Clio arabamı satmaya hazırım. Duyurulur.
Not: Âsâm yok.

AKP FAKİRİ SEVER - Serdar Turgut

AKP’nin kitle desteğini kaybetmemesi için fakirliğin sürekli bir kitlesel yaşam biçimi halinde tutulması gerekiyor. Çünkü AKP’nin, fakirlere yardım, sadaka gibi davranışları, yönetim politikası ve ideolojisinin ana unsuru haline getirdiğini görüyoruz.

Örgütlü yardımlarla yaşatılan fakirler, dini değerleri en kolay kabul eden kitledir. Çünkü din onlara yaşamın gerçeklerinden kaçış imkanını sağlıyor. Bu durumda parti hem kitle tabanını tutup ideolojisini de sürekli kılabiliyor.

AKP iktidara ilk gelişinden önce, merkez partilerce sahip çıkılmadığına inanılan fakir insanların umudu olmuştu. Onlar AKP’yi fakirlikten kurtuluş yollarının bir umudu olarak görüyorlardı. Ancak toplumda fakirliği silecek politikalara rağbet edilmediği gibi, bir yandan fakiri daha da fakirleştiren politikalar sürdürüldü, öte yandan da fakiri sadece var olabilmesi için ayakta tutacak yardım, sadaka sistemi başlatıldı.

Partinin fakirlerden oluşan kitle tabanı ise, olayın sadece yardım, sadaka ve dini tarafını görerek fakirlik durumunun sürekli kılınmasına göz yumdu.

Açıkça söylemek gerekirse; bu durum AKP’nin eline büyük bir güç veriyor. Bir partinin fakirleri bu kadar karşısına aldığı halde onları kendi karşısında görmemesi tarihte ender görülmüş bir olaydır.

Bu durum AKP’ye müthiş bir hareket serbestisi veriyor. Onlar da bundan yararlanarak çok önemli değişiklikleri, dar gelirli insanların durumunu daha da bozacak ve yaşamını zorlaştıracak düzenlemeleri yapma cesaretini buluyorlar.

Örneğin; son olarak kıdem tazminatının kaldırılması yolunda bir çalışma var. Bu konularda Türkiye’nin önde gelen uzmanı ve yazarımız Ali Tezel’in yaptığı tespite göre, bundan sonra sıra asgari ücretin kaldırılmasına da gelecek.

Bu tür düzenlemeler, toplumda AKP’ye muhtaç fakir insanların durumunu kalıcı kılmanın yanı sıra yeni zengin zümresinin yaratılmasını da kolaylaştıracak.

AKP kendisine muhtaç fakir kitlesini yedekte tutarken kendi zenginini de yaratmak amacında olduğundan, yeni zengin sınıfın sermaye birikimlerini kolaylaştıran kıdem tazminatı ve asgari ücretin kaldırılması gibi uygulamaları da yapacak.

Türkiye’de fakir kitleyi AKP’ye muhtaç olmaktan kurtaracak, fakirlere sadece lafta değil ideolojik olarak ve tutarlı politikalarla sahip çıkacak siyasi hareketlere ihtiyaç var. Yoksa bu kısır döngü bir türlü kırılamayacak...

Brezilya ve Türkiye Arasında 2002-2008 Ekonomik Karşılaştırması

Mart-Nisan 2003’te Brezilya borsası Bovespa ile bizim İMKB hemen hemen aynı endeks değerindeydi: Yaklaşık 11.000
Ocak 2004 başında, Brezilya borsası yaklaşık 24.000, Türkiye 19.000 oldu
2004 sonunda rakamlar 26.000 ve 24.000 idi.
2005 yılı sonunda Bovespa 33.500’de kalırken İMKB endeksi 39.777’ye fırlamıştı.
2006 yılı biterken, Bovespa ile İMKB arasındaki fark, bizim aleyhimize döndü: Bovespa 44.473 İMKB 39.117.
2007’nin Temmuz’unda Bovespa endeksi 57 bini aşarken İMKB ise 47bine gerilemişti.
2007’yi Bovespa 61 bin, İMKB ise 55.000 ile kapadı.
31 Ocak 08’de bizim borsa 42 bine iniyor, Brezilya borsası ise 63 binde kalıyordu.
Ocak ve Şubat aylarında küresel krizler nedeniyle borsalar düşerken Brezilya borsasının 59.000-65.000 arasında bizim borsanın ise 42-44 bin arasında seyrettiğini görüyoruz.
SONUÇ: Hükümet yetkilileri boşuna böbürlenmektedir. Küresel likidite bolluğunda Dünyanın çoğu ekonomisi müthiş değer kazanmış, ancak Türkiye bu ülkelerin arasında en fazla kırılganlığa sahip dışa bağımlı yönetimlerin kararları sonucu kriz öncesi büyük değer kaybetmiştir.
Şu anda ise krizdedir aslında. AKP ekonomiyi batışa götürmektedir. Hem de dünyanın en yüksek faizini vermesine rağmen. Bu sürdürülemez ekonomik yapıda, bağlanan tek umut da bilerek değer kaybettirilen şirketler ve kurumlarımızın ucuza kapatılmasıyla ülkeye girecek sabit sermayededir.
(Orhan Bursalı’nın yazısından bazı öznel eklemeler yapılarak derlenmiştir

12 Mart 2008 Çarşamba

Öldüren Sorular

Türbandan korkan psikiyatra başvuracaksa aydın beyinlerden korkanlar donsuz mu geziyor? Ya da ne?
Talabani’nin yanında hediye olarak bir Kürt kedisi getirmemesi misafirliğe sığar mı?
Evrim teorisine inanmayanlar, normal olarak evrimleşmemiş olduklarına göre çağdaş bir beyin yapısına sahip olmamaları anlaşılır mıdır?
YÖK Başkanı nereye kadar gidecektir? Başına türban giyip, donunu da çıkararak üniversiteye girip mağdur yüzde birlik kızlarımızın önünü açmaya çalışacak mıdır? Bir mikrofon kazası daha yaşasalar da emir kulunun yeni görevlerini anlasak.
ABD’nin üst düzey yetkilileri ağızlarından Kürdistan lafını düşürmezken, devlet yetkililerimizin hesap soramaması nezaketten mi ileri gelmektedir, yoksa o sırada başka bir şey mi düşünmektedirler?
Çalışanların sosyal haklarına vurulan ufak bir makas darbesi Yunanistan ve Macaristan’ı sallar, medya, sendikalar, halk ortak eylemlerle seslerini duyururken emekçilerimiz altlarından pantolonlarının, içlerinden böbreklerinin mi alınmasını bekliyor?
Sosyal Güvensizlik Yasası hiçbir zaman emekli olamayacak çalışanlara emekliliklerinde ne vaat ediyor, bir önemi var mıdır?
Önemli yasaları onaylamak için harekatı bekleyen Cumhurbaşkanımız, bundan böyle ordumuzu bayağı bir meşgul edecek, her ayımıza bir sınır ötesi harekât düşmeyecek midir?

Türkiye’de Kadınların Fiili Durumu

Çalışma yaşındaki her yüz kadından ancak 24’ü iş bulmuş. AB’de ise 57’sinin işi var.
Her 100 çalışan kadından 75’i kayıt dışı çalışmakta.
Kadınlara verilen ücret ortalaması 47 YTL
Ama en az üç çocuk yapma ve üniversite kapılarında türban mücadelesi verme hakları var.
Bunu da azımsamamak lazım.
Gerekli mercilerin önünde diz çöküp el öperlerse iş imkânı da gani.
Sorun yok yani.

9 Mart 2008 Pazar

FossurGama Sunar: Bu da Kim Lan?

Mezara inmiş şapşal şapşal bakınıyordu Selim. Demek doğruydu bulduğu harita. “Amman be yavrum, vurdum sonunda voliyi be!” deyip ilerledi, elindeki gaz lambasının ışığında tilki gibi dört bir yana bakınarak. Sonra yerdeki altın lambayı gördü. Yakutlarla, kehribarlarla, akiklerle ustaca işlenmiş, insanın gözünü bırakın, kalbini de alıp sünger gibi sıkıyordu. Allaaah!” diye bağırıp üstüne atladı Selim. Alıp dikkatlice kaldırdı havaya. Dayanamayıp okşadı göğsüne yapıştırarak. “Ne güzel lan! Oooh!” Bir daha okşadı. “Zengin oldum ulen, zengin, hem de ne biçim.” Bir kez daha. “İstanbul’u alırım lan bununla, Boğaz köprüsünü alırım amına koyayım!” Garip bir uğultu, bir duman, sarsıldı lamba. Tuttu sıkıca Selim ve bir anda karşısına konuverdiğini gördü garip giyimli bir adamın. Şarlatan gibi giyinmiş, ayılama bir herif. Arap yüzüyle yaklaşıp konuştu: “Beni kurtardın, şimdi söyle sahip…”
“Siktir git lan,” diye var gücüyle haykırdı Selim ve bir anda tekme tokat girişti bedevi kıyafetli araba. Dışarı attı kendini cin ne olduğunu anlayamadan, üstüne başına inen darbelerden korkarak ve sonra kaçtı bu manyakla baş edemeyip yok olarak. Selim de hiç beklemeden koşturup gitti ağaçların arasında. Kurtarmıştı lambasını bir beleşçiden ve başkaca hiçbir şey yoktu o tömberlek kafasında. Var gücüyle koşuyordu evine doğru…

FossurGama Sunar: İki Yakın Arkadaş

Dalgalar kıpır kıpır birbirinin içine geçer, güneş tepeden insanların üstüne ateşini kusarken denizde ağır ağır yüzüyordu iki herif. Ortak noktaları şişko, kel, kırklı yaşlarda olmaları ve ikide bir ebleh bir şekilde birbirlerini dürtüp üzerlerine su atmalarıydı.
“Harbiden lan,” dedi burnunun dibi kaşlarının üstüne çıkmış gibi görünen, bir de utanmadan dişlek olan. “Niye daha çok buluşmuyoz anasını satayım. Kardeşim gibi seviyom lan seni. Allahsız pezevenk!”
“Ben de öyle amına koyayım,” dedi gergef suratlı olanı. Pörtlemiş gözleriyle sevecen bir şekilde bakmaya çalışıyordu. “Öl de öleyim bilader. Senin için köpek boku yerim Allahıma lan.”
“Yemek dedin de, ne yicez lan öğlen, şöyle et met alalım bi cız bız yapalım.”
“Ayıp ediyon abicim,” dedi öbürü, “Sana kuzular, danalar feda olsun.” Daha da konuşacaktı ama arkadaşı öbereey, diye bir ses çıkarıp götüne neft yağı sürülmüş gibi kendini denizden beline kadar dışarı atınca ve dönmeye çalışınca o da kafasını çevirip telaşla baktı ve o kara yüzgeci kendi gözüyle nah hemen karşısında gördü. Amanın! Nın nın nın nın sesleri kulaklarında, iskeleye doğru şapadak şupadak, birbirlerini iterek, ayaklarıyla vurup diğerini arkada bırakmaya çalışarak, sonra daha da abartıp kulaklarından falan çekerek yüzdüler. Kıyıdaki herkes delice bağırışlarından rahatsız olup dikilmiş onlara bakıyordu ve gördükleri, sonunda iskelenin merdivenine ulaşmış, birbirine okkalı tokatlar atarak bağıran, aşağı çeken adamların bu yüzden bir türlü yukarıya çıkamadıklarıydı. Arkalarında da bir yüzgeç tatlı tatlı salınarak yaklaşıyordu bu arada. Önce dişlek olan çıktı, peşinden de diğeri ve tıkanarak kendilerini yere attılar. Soluklarını düzenlemeye çalışırken doğruldular hala dehşet içinde ve peşlerinden yüzgeç oyuncağıyla iskeleye çıkıp aralarından geçen sarı çocuğu izlemek zorunda kaldılar, bir süre gerçekten de ne olduğunu anlayamayarak. Ardından yine birbirlerine baktılar ve insanların kıkırdamaları kulaklarında ayağa kalktılar.
“Gidip şurda bir bira içelim lan yemekten önce,” dedi pörtlek göz, kanayan yüzünü eliyle tutup gizleyerek.
“İçelim amına koyayım,” dedi dişlek. Kaşı iyice açılmıştı ve bir dişi de kırılmıştı sanki.

FossurGama Sunar: Bar Hizmeti

Birasından soğuk, esaslı bir yudum çekip çevresine bakındı Kerem. Bir iki kız vardı topu topu ama yine de keyifli bir atmosferle sarılmıştı bar. Müzik de kıyaktı. Fakat birden garip bir acı hissetti dudağında. Korktu da hissettiği soğuklukla. Hemen elini götürdü ve yıvış yıvış bir şeyler algıladı orada. Çekmeye çalıştı iğrenerek ama gelmedi o yapış yapış şey ve canı daha çok acıdı. Garson tepesinde bitmişti bir anda. “Bir şey mi oldu?”
“Bu ne be?” dedi Kerem kalkmaya çalışarak, “Çabuk al şunu!”
“Dostum,” dedi garson anlayışlı bir şekilde gülerek. “Sülük o, zararlı bir şey değil ki?”
“Sülük mü?” dedi Kerem, hayvanın kuyruğu ağzına girdiği için zor bela.
“Evet, yeni hizmetimiz bu. Biralara koyuyoruz. Müşteriler bira içerken onlar da kirli kanı temizliyor. Sanki ol.”
“Haa!” diyerek oturdu yerine Kerem ve utanarak birasına baktı. Salak gibi hissetti kendini korktuğu için ve “Bir patates getirsene bana bilader,” dedi.
Giderken “Çok tuzlama patatesi, çıkar o zaman yerinden,” dedi garson…

Kaptan Alatriste – Arturo Perez-Reverte, Carlota Perez-Reverte

Kılıç Ustası’ndaki performansını beğendiğimiz Arturo Perez-Reverte’nin böylesi zayıf bir tarihsel-macera’ya imza atması şaşırtıcı. Kitap şövalye romanlarında ne olmaması gerekiyorsa onu becermek için yola çıkmış bir yazarın gevelemelerinden oluşuyor. Karakterin betimlemesi zayıf olmakla beraber, bir de sevimsiz. Arkadaşları boş laklaklarla ve gereksiz huysuzluklarla inanılırlığı zedeliyor. Anlatıcı karmaşasında ön plana çıkan asistan genç ve onun şeytani aşkı kurguyu vasat bir alana çekip konsantrasyonu bozuyor. İşi kılıcıyla temizlik işleri yapmak olan Kaptan Alatriste’in, öldürmeleri gereken İngilizlerin acı feryatlarıyla birden iyi yönünün ortaya çıkması öylesine pes dedirtiyor ki, buna bir de dönemle ilgili ayrıntılı siyasi lakırdılar eklenince okunması bu kadar zorlaşan bir kitabın, katıksız tarihi macera hayranlarını bile zorlayacağını düşünüyorum.
Michel Zevaco’ların, Alexandre Dumas’ların ne kadar büyük beyinler olduğunu anlamak için okumak yararlı olabilir.
İşin komiği bu beyhude çabanın bir de büyük film prodüksiyonuna dönüşmesi. Demek ki bu alanda ciddi bir kıtlık söz konusu. Yazarlara ve senaristlere duyurulur.

Kaptan Alatriste – Arturo Perez-Reverte, Carlota Perez-Reverte - Meridyen

3 Trilyon Dolarlık Savaş

Nobel Ekonomi Ödüllü Joseph Stiglitz ve bütçe sorunları uzmanı Harvard Profesörü Linda Bilmes’e göre Irak savaşının gerçek maliyeti 3 trilyon dolara ulaşmıştır.
Savaşın maliyeti 12 yıl süren Vietnam savaşından daha fazlsdıdr. Kore savaşının giderinin ise iki katıdır. Birleşik Amerika Irak Savaşı’na her ay BM’nin yıllık bütçesine eşit 16 milyar dolar harcamaktadır. Yazarların hesaplamalarına göre, 3 trilyon dolarla 8 milyon konut inşa etmek, 15 milyon profesör yetiştirmek, 530 milyon çocuğa sağlık hizmeti vermek, 43 milyon öğrenciye burs sağlamak, Amerikan halkını elli yıl boyunca sosyal güvenliğe kavuşturmak işten bile değildir. Birleşik Amerika’nın Afrika’ya yaptığı kalkınma yardımı ise yılda sadece 5 milyar dolardır. Çin bile bu konuda Amerika’yı geride bırakmak üzeredir. Söz konusu 5 milyar dolar ise Amerikan ordusunun on günlük masrafına eşittir.
Yazarlar ayrıca, savaşın ekonomi için her zaman yararlı olduğu efsanesinin de doğru olmadığını ortaya koymuşlardır. Örneğin savaşın amaçlarından biri petrolün güvenli ulaşımının sağlanmasıdır. Oysa petrol fiyatı beş yılda 25 dolardan 100 dolara yükselmiştir.
(Hüseyin Baş’ın Cumhuriyet’teki Değişen Dünyadan köşesinden alınmıştır.)

Yaşamdan Dakikalar

Bu programdaki sanat olgusunun antitezi dört insanın yaptıkları geyik ötesi yorumları dinleyenlerin de, söz konusu yozlaşmış adamcıkların da en hayırlısı bit pazarında satılması, satıştan gelen paranın sanata yatırılmasıdır.

2 Mart 2008 Pazar

FossurGama Sunar: Tanıdın mı Beni?

Bankta oturmuş boğazdaki enfes manzarayı seyrediyordu Necati. Arkasında bir ses duydu ama böylesine bir şey de beklemedi hiç: Birden iki el gözlerinin önünde kavuşmuş, bir herif onu olduğu yere mıhlayıp, geri dönmesine izin vermeden kikirdemiş ve beklemişti.
“Nooluyo lan,” gibisinden haşin laflardan sonra “Kimsin oğlum? Serkan, sen misin?” demiş ve beklemişti Necati. Ama ne yanıt gelmiş ne de kafasını saran mengene bir gıdım gevşemişti.
“Hayati?”
“Kerem?”
“Muharrem?”
“Eee, yeter artık lan, bırak, sikicem bak.”
Sinirle dönmeye çalıştı, dirseğini bankın üstünden geçirip böğrüne indirmeyi denedi ama hiçbirisi kâr etmedi. Saymaktan başka çaresi yoktu. Bir sürü isim. Ve sonunda. “Adem!”
Gevşeyip çekildi eller. Kalktı hemen Necati banktan. Gözlerini ovuştururken döndü ve pala bıyıklı, iri yarı, yoluk yoluk yağlı saçlı, hiç de tanımadığı bir herif gördü karşısında pişkin pişkin gülen.
“Ben, ben, seni tanımıyorum ki arkadaşım,” dedi hafif çekingen.
“Ben de seni tanımıyom amına koyayım,” dedi herif ve gülmeye devam etti.

Köpek Katliamları

Türkiye’de, özellikle Ankara ve İstanbul’da köpekler katlediliyor. AB’ye uyum çalışmaları kapsamında sokakların hayvanlardan arındırılması gündemdedir. Son aylarda hayvanlara zulüm uygulanmakta, ormanlık ve ıssız adalara sürgün edilmekte, sağlıksız yaşam koşullarına sahip barınaklara tıkılmakta ve zehirlenmektedirler. İstanbul da 2010 Kültür Başkenti’ne katliamla hazırlanmaktadır.
Tüm hayvan dostlarına yazıyorum. Uyanık kalın ve kavgaya hazır olun.

CHP Yönünden Türkiye Açmazı

(Deniz Kavukçuoğlu’nun Pano köşesinden alınmıştır.)
CHP, özü itibarıyla ve çok partili hayata geçildiği 1945 yılına kadar ‘devletle özdeşleşmiş’, hedef seçmeni kentliler olan bir siyasal partidir; kırsal CHP’yi , parti müfettişlerinin vali olarak atandıkları baskıcı devlet partisi döneminde tanımış, benimsememiştir, siyasal tercihi hep muhafazakar-popülist partilerden yana olmuştur. Bu partiler, politikalarında köylü kitlelerinin dinsel duygularını kışkırtan söylemlerini yoğunlaştırdıkça kırsalda daha da güçlenmişlerdir. Aynı durum, büyük kentlere yerleşen kırsal göçmenlerin yaşadıkları bölgelerdeki siyasal ilişkiler için de geçerlidir. Örneğin, Bülent Ecevit’in büyük kentlerin varoşlarına yönelik uyguladığı 'sol popülist’ politikaların da görece başarısı kısa sürmüş, bu yerleşim bölgeleri gettolaştıkça bir süre sonra dinci-muhafazakar partilerin ‘sürekli/kalıcı’ oy depolarına dönüşmüştür.
Baştaki iktidarın uygulamalarından hoşnut olmayan muhalif kitlelerin önemli bir kesimi CHP’ye yönelik bir beklenti içindedir. Dinsel muhafazakarlık başat üstyapı olarak kapitalist altyapı üzerinde gelişip kurumlaştıkça CHP’nin işi daha da zorlaşmaktadır. CHP’den bir ‘seçim zaferi’ beklentisi içinde olan seçmenlerini her seçim sonrası düş kırıklığına uğramalarının nedeni budur, ‘beklenti hesabı’ tutmamaktadır. Türkiye’nin kendine özgü koşulları kaba tanımıyla ‘altyapıda kapitalist’ üstyapıda ‘feodal’ olma durumu var oldukça bu hesabın orta değil, uzun vadede detutması nesnel olarak olanaklı görülmemektedir. Bu –eğer düşünülüyorsa- CHP’de bir lider değişikliği ile çözülebilecek bir sorun olmanın da çok ötesindedir.

Yıldızlardan Dönüş - Stanislav Lem

Beynim yeniden akıllıca bir şeyle buluştuğu için nasıl da mutlu hissediyorum kendimi!
Rasyonel bir akıldan dökülen bilimsel çözümlemeler müthiş duygu patlamalarıyla başat gidiyor. Sabırlı bir şekilde, ustaca kuruyor Lem örgüyü ve asla batı işi (okur oranını arttırmaya yönelik) macera istemine yenik düşmüyor kitap. Dili dengeli ve akıcı. Alt metin bilimkurgu olsa da bir tür romanı değil bu. Uzay zamanıyla on yıllık bir bilimsel yolculuğa çıkıp 100 yıl sonra geri dönen bir astronotun, yazgısının ağırlığı altında ezilmemeye çalışan bir adamın şaşkınlığını, öfkesini, dehşetini, yeniden buluştuğu aşk duygusunu okura tümüyle yansıtan iyi bir edebiyat…
Tavsiye ediyorum.
Not: Romanda Lem’in geliştirdiği bir kavram var. Betrize olmak. Kahramanımız döndüğünde insanların ve hayvanların doğdukları anda betrize edildiklerini, böylece risk alma, şiddet uygulama gibi şeyleri yapamaz hale geldiklerini öğrenir. Bu Burgess’in Otomatik Portakal’ının ana teması olunca yazım tarihlerine baktım ve Burgess’in kitabının bir yıl sonra yani 1962’de çıktığını öğrendim.

Bir Yaşamsal Sabun Köpüğü Vakası: Sinan Çetin

Tüm yaşam sistemini Ayn Rand’ın objektivist, bireysel çıkarı ön planda tutan, kapitalist ruha uygun rasyonel bencilliği üzerine kuran Sinan Çetin neden önemsenmektedir ve neden söyledikleri ciddiye alınmaktadır?
Onun hiçbir zaman bir auteur yönetmen olamadığını biliyoruz. Yavuz Turgul tarafından yazılan Çiçek Abbas ve Ömer Uğur tarafından yazılan 14 Numara dışında dişe dokunur bir filmi olmadığını da, ki bunlar yönetmenlik bazında hiçbir yenilik getirmeyen, tamamen senaryonun gücüne dayanan yapımlardır. Sonuçta egosuna yenilip, kendi mutfağından (yönetmenlik, senaryo ve görüntü yönetimini üstlenerek) çıkarttığı yapımlarda nasıl da bir kurgusal-örgüsel açmaz içine girip debelendiğini ve pelikürün bataklığında çırpınırken kendisini yine küstah-ukala-vurdumduymaz açıklamalarla kurtarmaya çalıştığı da malumumuz.
Türk sinema tarihine vurduğu esas damga, Amerikan sinemasında binlerce kere denenmiş, sinemaya yabancı, medyatik bir ismi filme katarak reklam yapmak ve bu tür dandik haberlerden beslenen medyayı harekete geçirip, çok az sayıda üretimin yaşandığı ve rakibin pek bulunmadığı sinema sektöründe aç seyirciyi kapmaya yönelik stratejiyi kurmasıdır. Ki Mustafa Altıoklar gibi yeni dönem sinemacıları da bu reklamatif hakareti seyircilere yöneltmekten çekinmeyecek etik yoksunluğa sahip oldukları için aynı yönteme balıklama dalmışlar ve nitelikten çok sansasyonun egemen olduğu bir döneme de yine çokbilen Sinan bey tarafından geçilmiştir. (Son numarası da çektiği filmleri vizyona sokmak için beş altı yıl beklemesidir ki, bunun başka bir alanda örneği olmayıp sadece kendisine ait bir uygulamadır.)
Paraya ulaşma olanaklarını bir tilki gibi sezdiği ve bunun için en özel ilişkilerini bile ustaca kullandığı-kurduğu için kaliteli sanat arayışındaki (ve tabi ki fakir) insanları hor görmesi de aynı döneme denk gelmiştir. Anca liboş gazetecilerde görülebilen o büyük kaçışı gerçekleştirmesine ve kapasitesine daha uygun bir alanda yükselebilmesine imkan verecek şekilde, büyük sermaye-hükümet ideolojisinin resmi söylemini alaycılığının arka yapısına yerleştiren bu çıkarcı Ayn Rand müridinin; reklama atladığı ve neo liberalizmin yükselişinde ön saflarda yerini ayırttığı için kendisini diğer meslektaşlarından üstün görmesi, bir şizofrenik kırılma olarak ele alınmalıdır.
Genelde aynı ışık-atmosfer-görsel dilin kullanıldığı bu alan onun uygulamacı yeteneklerine daha uygun düşmüş ve tabii ki Uluslararası Şirketlere vergisiz gümrüksüz yüksek faizli açılan ülkemizde paraya boğulması kaçınılmaz olan Reklam sektöründen büyük meblağlar kazanması kaçınılmaz hale gelmiştir.
Bu noktada esas soru, genel anlamda yaratım düzeyinde; ne sinemada ne de reklamda özgün bir açılım gerçekleştiremeyen ve daha çok uygulayıcı (taşeron) olarak algılanması gereken bu tipik post kapitalist tiplemenin neden bu derece ciddiye alındığı ve yaşam olsun sanat olsun her fırsatta görüşlerine başvurulduğudur. Cabbar kişiliği sayesinde para kaynaklarına ulaşma imkanına kavuştuğu ve böylece Cihangir’in bir bölümünü ele geçirip, şehir dışında da çiftik kurduğu için insanların onu takdir etmesi ve söylediklerini dinlemesi gerektiği mi düşünülmektedir?
Ama çıkarı yaşam felsefesi haline getiren bencil bir adamın, her kelamında sadece kendi menfaatini ön plana alacağına göre, söylediklerinde objektif-nesnel-duygusal-içten olması nasıl beklenebilmektedir? Ve nasıl, sermayeyle el ele verip para kazandığı için hava basan ve sanatı, ideolojileri ve kaliteli yaşam projelerini her fırsatta küçümseyen bir insan, sanat üzerine konuşmak için bir programa çıkarıltılıp ciddiye alınabilmektedir? O sanatın hiçbir zaman yanında bile geçmedi ki!
Yirmi yıldır saç-sakal stilini bile değiştiremeyen bir klişe prototipin devamlı değişen-dönüşen bir paradigmaya sahip yaşam hakkında ahkam kesmesi normal midir?
Bir başka komedi de ne kendisi ne de çevresinde yetiştirdiği garabetler sinemaya hiçbir şey katamamış, dış platformda hiçbir zaman ciddiye alınmamış (bu, kapitalist sisteme inanç duyan bir yaratıcı için ne acı bir gerçektir yarabbim) düzeyi aşağıya çekmekten başka bir işe yaramamışken Plato adında bir okul açmalarıdır. Bunca okul varken yetişen elemanları kullanmamalarının, yerine kendi öğrencilerini yetiştirmelerinin tek nedeni bedava asistanlara kavuşmaktır herhalde. Tabi bu arada, olaya oraya katılan öğrenciler açısından bakıldığında da, sektörde geçerli olan, dalkavukluk, yalakalık, sisteme uyum gibi modern çağ öğretilerini içselleştirmek açısından daha iyi bir yer bulamayacakları da kesindir.
Sinan Çetin’in AKP’ye destek vermesi, özgürlükçü bulması şaşırtıcı bir şey değildir ve yoksulluk ayyuka çıkmışken, Türkiye Uluslararası sermayeye peşkeş çekilirken, milli onur ayaklar altına alınırken, halk sadaka kültürüyle aşağılanırken duyarlı olması gereken bir sinemacı susamayacağına, isyan edeceğine göre, onun sanatçı olmadığı kanıtlanmış olmaktadır.
Yeni çağ gurusu Sinan bey laf ebesi olduğu için bütün bu bakış açılarını da iki kelimeyle yanıtlayacak, AKP’ye verdiği desteği de, diğer çanakçı liberallerle girdiği kâr yarışından soyutlayıp savunmayı becerecektir, ancak bu kurnaz çabaların değiştirmeyeceği bir gerçek vardır (Tarih bu konuda yanılmaz): O şu ana kadar para kazanma ve medyatik olma dışında hiçbir başarıya imza atmamıştır. Bu da onu sosyetedeki herhangi bir zenginden başka bir yere koymamaktadır. Konuşacağı alanlar da bunlarla sınırlı olmalıdır.

1 Mart 2008 Cumartesi

No Country For Old Men

Bu filmin bana göre komedi dalında bir ödül alması gerekirdi. Kitsch’le sıvanmış, cool sahneler oluşturulmaya çalışılırken yapaylıktan başka bir şey elde edilememiş, olay örgüsünde saçma sapan tesadüflerden böylesine çocukça beslenen bir filme ödül verilmesi gerçekten sinema sanatına hakaret. Eskiden hiç olmazsa ihtişamlı, olağanüstü yapımlar tercih edilirdi de Oscar denen ucube şovun bir anlamı olurdu. Yahudi lobisi, anlaşılan ekonomik durgunluk zamanında düşük bütçeli, Avrupa tarzının fotokopisi, “cool” anlamsızlıklara yeşil ışık yaktı. Önümüzdeki yıl sinemaseverler bu türden yapımlara hazır olmalı. Tek sorun, minimal fikirlerde yaratıcı hikayeler oluşturmanın dahilere özgü bir kapasite istemesi ve şu anda Hollywood'da buna aday tek bir sinemacı bile olmaması.

Murat Belge’ye Açık Mektup

Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin, türban karşıtı eylem çerçevesinde, öğretmenleri olan Murat Belge’ye gönderdikleri açık mektuptan:
“Sizi bize yıllarca ‘solcu’ diye ‘aydın’ diye bellettiler. Amfilerde derslerinizi “Ben de sosyalistim” diyerek açtını, gazetelerde dergilerde ‘en radikal’, ‘en bilgece’ fetvalarla aklımızı başımızdan aldınız.
Ta ki hayaller bir ampule sığacak denli küçülene kadar…
Sayın Prof, muhterem ‘aydın’, sizi bilmiyoruz ama bizim hayallerimiz ampule sığmıyor. Biz Türkiye’nin aydınlık geleceğini Adalet ve Kalkınma Partisi’nde aramıyoruz. Milynlarca yaşıtımız işsiz geçerken, milyonlarca insanımız insanca yaşam sınırını altında yaşamaya çalışırken AKP’ciliğinizin ne anlama geldiğini de anlayabilecek kadar yetiştik.
Sizi bilmiyoruz ama bizim özgürlük anlayışımız örtülere, peçelere sığmıyor. O peçelerin, örtülerin milyonlarca yaşıtımıza ne tür baskılarla taktırıldığını görüyor, yaşıyoruz. Ülkemizde kadınlarımız için başı açık sokakta gezmenin saldırı sebebi sayıldığı yerler olduğunu bilecek kadar Türkiye’de yaşıyoruz.
Özgürlüğü Sivas katliamının kadrolarından beklemeyecek kadar akıl sağlığı yerinde insanlarız. Devlet bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan payın 8 bakanlığın bütçesine denk oldğu bir ülkede özgürlük deyince bir kere daha düşünmek gerektiğini de biliyoruz. Bizim özgürlüğümüz bulutların üstünde gezinmiyor, ayakalrı yere basıyor, toprağa, bu topraklara…
Sizi bilmiyoruz ama biz eşitliği ve özgürlüğü arıyoruz. Eşitlik ve özgürlük için gericiliğe ve emperyalizme, AKP’ye ve AKP’cilere karşı mücadele ediyoruz.”

Yılların Öğretisi

Yıllar, günlerin
asla bilmediği
şeyleri öğretir.


Ralph Waldo Emerson

Tuğrul Yenidoğan’dan Hasan Doğan Üzerine Sorular

Başbakanın arkdaşı olmasa, daha önce sadece Boks Federasyonu’nda kısa bir dönem görev yapmış, hiçbir klüp yöneticiliği tecrübesi olmayan, spor geçmiş bulunmayan Hasan Doğan, Levent Bıçakçı federasyonunun başkanvekili olabilir miydi?
Bizzat Başbakan’ın talimat olmasa, tüm klüpler ilk kez bir konuda görüş birliğine varıp Hasan Doğan ismi etrafında birleşir, federasyon başkanlığını kendisine gümüş tepsi içinde sunarlar mıydı?
4 yıl için o koltuğa oturan Hasan Doğan, AKP iktidarı görev süresini tamamlamadan yıkılır, bir başka parti iktidara gelirse o koltukta oturmaya devam edebilir mi?
….
Son sözüm de “Başbakanın yakın arkadaşı olması futbola hizmet için büyük avantaj” şeklinde yorumlarda bulunan meslektaşlarımıza: Doğrudur, Sayın Doğan Başbakan’a yakındır. Ancak herhalde Albayrak ailesinden daha yakın değildir. Sahi, Trabzonspor’un en başarısız dönemine imza atan, en çok borçla koltuğu bırakan, tarihinde ilk kez ibra edilmeden görevini devretmek zorunda kalan başkanın adı neydi?

Tekel Hakkında Başka Gerçekler

Türkiye’nin her yanında 1.5 milyon kişiyi işsiz bırakacak bir komediye isyan sürer ve hükümetin polisi hakkını arayan, peşkeşe direnen insanları acımasızca döverken; Hükümetin Tekel’i; kârını 600 milyon YTL’ye çıkarcak sert paket yatırımını tamamladıktan sonra, ancak potansiyel kârı gerçekleştirmeden satışa çıkardığı ortaya çıktı. Buna göre Tekel’in sigara işine 1 milyar 720 milyon dolar teklif eden çokuluslu British American Tobacco ödeyeceği parayı devletin yaptığı yatırım sayesinde 3 yılda çıkaracak.
Bunun dışında, İngiliz Avam Kamarası'na sunulan kanıt tutanaklarına göre Tekel'e en yüksek teklifi veren Bat'ın genel müdürü Paul Adams, Asya'da bölge direktörü olarak çalıştığı dönemde, 'Asya Bölgelerine yapılan kaçakçılık işini yönetmek ve planlamak'tan sorumluydu. Yani Tekel PKK'yı da kullanarak kaçakçılık yaptığı belgelenmiş bir kuruluşa satılmaktadır.
Bir başka gerçek de BAT'ın dünya ülkelerinde üreticileri nasıl yok ettiği: Uganda'da tütün üreticilerini borçlandırarak üretime zorladı. Brezilya'da tütünleri düşük derecelendirip üreticiye az para verirken, Pakistan'da vergileri üreticilere yükledi. Kenya'da çoğu üreticinin, BAT'ın kendilerin sattığı tütün üretiminde kullanmaları konusunda ısrarcı olduğu tarım ilaçları nedeniyle sağlıkları tehlikede.

Çoğunluk Kararı Dayatmasına Amerika’dan Cevap

(Orhan Bursalı’nın Cumhuriyet’teki Salı köşesinden alınmıştır.)
Cumhurbaşkanı Gül, anayasada gerçekleştirilen türban değişikliğini onaylama gerekçesini 3 partinin 411 oyuna dayandırmıştı.
Prof Rennan Pekünlü ve Prof Gürbüz Çelebi, evrim olgusunun okullarda okutulmasına savaş açan ve dinsel yaradılış öyküsünün de bilimsel öğreti olarak ders kitaplarına sokuşturulmasını, Arkansas Eyalet Meclisi’nde 590 sayılı yasa ile kabul ettiren köktendincilerini yenilgisine dikkat çekiyorlar:
Yüksek Mahkeme şu tarihi kararını vermişti:
“Anayasanın (dinin devlet işlerine karışmamasını emreden) birinci Düzeltme ilkelerinin içeriği ve uygulamasına, kamuoyu tarafından veya çoğunluğun oyuyla karar verilmez. 590 sayılı yasa tasarısını savunanların çoğunluk veya azınlık olmasının anayasal bir yönetim sisteminde hiçbir anlmı yoktur.. Büyük ve küçük hiçbir grup, devlet organlarını – ki devlet okulları bunlar içinde en önde gelen ve en etkili olanlarıdır – kendi dini inançlarını başkalarına dayatmak (aşılamak) için kullanamaz.
Şu inancımızı bir kez daha yineleriz ki: Ülkemizin bekası, devlet ile dinin birbirinden tamamen ayrı tutulmalarının hem devle için hem dedin için en iyi yol olduğuna inanmamıza bağlıdır… Başka hiçbir alanda olamasa bile din ve devlet arasındaki ilişkilerde “sağlam çitler” iyi komşular yaratır.”

Ey Halkım Uyan – Hikmet Çetinkaya


Tuzla tersanelerinde işçiler ölüyor. Devlet ölümleri seyrediyor. Ortada denetleme yok. İş güvenliği yok! Sultanahmet’te, Üsküdar’da “Kırmızı Sokak”ta içkili mekanları günde on kez denetleyen düşünce Tuzla Tershanelerine gitmiyor.
Alkol yasağı vergi yüküyle, ruhsat vermemekle, “edepli yaşam” adıyla şeriat kurallarının geçerli hale gelmesine neden oluyor. Sultanahmet’te bir bardak şarap içmek isteyen turist şaşırıyor, kafe sahipleri gelen tehlikeyi TV ekranlarında dillendiriyor.
Polis Ankara’da özelleştirmeye karşı çıkan Tekel işçilerinin üzerine tazyikli su sıkarken İzmir Adnan Menderes Havalimanı’nın iç hatlar bölümünde güvenlik denetiminden geçen kara çarşaflı peçeli kadının “sinyal aygıtının çalmasına” karşın üstünü aramıyor. Aynı polis, bir sonraki kot pantolonlu, çizmeli genç kadına komut veriyor: “Çizmelerini çıkarıp öyle geç.”
YÖK Başkanı Özcan Efendi, “sıkmabaş”a karşı çıkan üniversitelerin kadrolarını durduruyor…
Tayyip bey, bazı gazetelere göz dağı veriyor: “Siz çıplak kadın fotoğraflarını gazetelerinize basarken biz karışıyor muyuz?” Merak ediyorum, bekliyorum, nedense böyyük gazetelerimizde birden çıplak kadın fotoğrafları çıkmamaya başlıyor, ikinci sayfa ve arka kapak kızları yitip gidiyor.
Türk-İslam senteziyle Kürt İslam sentezi kol kola giriyor, aynı noktada birleşiyor: “Sıkmabaş Özgürlüktür.”

Doç. Dr. Doğan Cansızlar – Hükümetin Rahatlığına Karşın Küresel Kriz Alarm Veriyor

Eski Sermaye Piyasası Kurulu başkanı Doğan Cansızlar ile Leyla Tavşanoğlu tarafından yapılan söyleşiden önemli gördüğüm bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
Ekonomi artık o kadar dışa bağımlı hale geldi ki, hükümet tarafından yönlendirilebilir olmaktan çıktı.
Türkiye’de rakamlar gerçek değil sanaldır.
Dünyada bir finans krizi var. Merkez Bankası’nın geçmişte takip etmek durumunda olduğu konjonktürü takip edememesi nedeniyle bugüne kadar çok yüksek faizlerler son beş yıl içinde 200 milyar dolara yakın faiz ödemesi yaptık. Bu paralar hepimizin cebinden çıktı. Artı, son yapılan değişikliklerle yabancılara stopaj sıfıra indirildi. Yani yurtdışına çok koly bir kaynak transferi yaptık. Bu 200 milyar dolara yakın faiz parasının neden ödendiğinin hesabını birileri sormak zorunda. Hatırlarsınız, ABD’de yüzde 0.25 oranınıda faizler düşürülmeye başlanmıştı. Ama bu 5.25’ten düşürülüyordu. Bizimkiler ABD Merkez Bankası’nı izleyerek son zamanlarda 0.25 olarak düşürmeye başladılar. Ama 0.25’in yüzde 5.25 içindeki oranıyla bizdeki yüzde 20’ler seviyesi içindeki payı aynı değil.
Artık Türk Ekonomisi, Türkiye ekonomi yönetimi ve hükümetinin aldığı kararlarla yönetilir olmaktan çıktı. Bir kere, borsada yabancılarını elindeki hisse senedinin oranı yüzde 72. Tahviller ve bonolara bakalım. 38 milyar dolar, yani yaklaşık yüzde 17’si yabancılarda. Dış borç 237 milylar dolara olmuş. Bunun 66 milyarı kamu, 148 milyarı özel sektöre ait. Kısa vadeli dış borçların miktarı 40 milyar dolar dolayında. Bunun 36 milyar doları özel sektöre ait.
Milli gelirin yüzde beşini aşan bir cari işlemler dengesi açığı dış yatırımcı açısından alarm işaretleri verir. Böyle bir yapıda hesaplamaları yaparken de çok ilginç şeyler oluyor. Türkiye’nin rakamları gerçek rakamlar değil. Bir çeşit sanal rakamlar. Siz dövizin baskılandığı ortamlarda milli geliri dolar cinsinden hesap ederseniz yüksek çıkar. Cari işlemler dengesinin milli gelire oranlamasına baktığınızda yüksek milli gelir rakamı içinde daha düşük görünür. Aynı şey kişi başına milli gelir hesabında da olur. Türk parası değerli olduğu için dolar cinsinden yüksek çıkıyor.Kişi başına 6 bin 500-7 bin dolar gibi bir rakam ortaya çıkıyor. Şimdi bir de adrese dayalı nüfus sayımı çerçevesinde nüfus azaldı. 73 milyondan 70 milyona indi. Kişi başına gelir otomatik olarak 300 dolar dolayında arttı. Bir de bu rakamlar doğruyu yansıtmıyor.
Bugün cebinize parayı koyun, gidip Yunanistan’dan, İtalya’dan banka satın almaya çalışın alabilir misiniz? Böyle ilkesi olmayan bir ekonomi politikasının sonuçlarıdır bunlar. Bugüne kadar sürekli yurtıdışına kaynak transfer yapıldığını bilmeyen kalmadı. Doğrudan yabancı yatırımcı geliyor deniyor. Ama 2007 itibarıyla rakamlara baktığımızda 6.8 milyar dolar yurtdışına kâr transferi yapıldığını görüyoruz. Gelen doğrudan yabancı sermayenin kalitesine bakalım. Sıfırdan yatırım için gelmiyor. Mevcut bankaları veişletmeleri satın alıyorlar. Bir yabancı sermaye stratejimiz olmdığı ve her önüme geleni satarım mantığıyla işe girdiğimiz için sonuç da böyle oluyor. Oysa yabancı sermaye ülkeye sıfırdan gelip yatırım yapmalıdır.
İstanbul’u bir finans merkesi haline getirmek isityorlar. Ama bankaları, bağımsız kurumları bir bölgeye taşımakla orası finas merkezi olmaz. Siz bir alışveriş merkezi kurar, belli bazı markaları oraya getirirsiniz. Orası alışveriş merkezi olur. Bunlar finans merkeziyle alışveriş merkezini karıştırıyorlar. Bir de Merkez Bankası’nın İstanbul Levent’te 400 milyon dolar dolayında değeri olan güzel bir arsası var. Sanıyorum 18 bin metrekare genişliğinde. Galiba bütün mesele Merkez Bankası’nın bu arsadan vazgeçirilmesi ve Ataşehir taraflarında bir yere taşınması.
Bir de milletin sadakaya muhtaç hale getirilmesi var. Uygulamalar tamamıyla sosyal devlet anlayışından çıkarıldı. Sanki sosyal devletin yapacağı harcamalar da özelleştirilmiş gibi bir durum söz konusu. Cemaatler dernekler ve bazı gruplara bu iş havale edildi. Devletin asli görevi tabii ki yoksul vatandaşlarına yardımcı olmaktır. Bunu da sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonunda yapar. Kaynağı bütçe gelirleridir. Ayrıca bu fon yoksul ve işsiz insanımıza iş öğretmek ve geliştirmek, iş kurmalarına imkan sağlamak amacıyla kurulmuştur. Ama siz meslek edindirme ve işyeri açmayı bir kenara bırakıp sürekli olarak devlet kaynaklarından kömrür ve gıda maddeleri dağıtırsanız vatandaşı bağımlı hale getirmişsiniz demektir. Bir yandan bu yapılırken bir yandan da sosyal devlet olmanın gerektirdiğ konular özel derneklere devredildi. Bunun için kanun değişikliği de yapıldı. Yüzde beşi korudular. Ancak o dernek ya da vakıf gıda bankacılığı, gıda dağıtımı yapıyorsa buraya yapılan bağışların tamam vergi matrahından indirilir hükmü getirildi. Gıda bankacılığı yapan hangi dernek ve vakıflar var, diye baktığınızda karşınıza Deniz Feneri ve benzeri dernekler geliyor. O vergi veriyorlar.