Barney Bigard – Sweet Marijuana Brown
Roger Waters – Perfect Sense
Kings Of Leon – My Party
Blind Faith – Do What You Like
Art Tatum – Sophisticated Lady
Alice Donat – Madonna’s Bombing Sarajevo
Shigeru Umebayashi – Polonaise
Ana - Pixies
Spoonman - Soundgarden
Wake Up - Rage Against The Machine
Shellac – The Admiral
Wycliffe Gordon – 1st Thang
Archive – Again
Monty Sunshine – Wild Cat Blues
JethroTull – Locomotive Breath
Howlin’ Wolf – Spoonful
The Married Monk – Totally Confused
Pink Floyd – Shine On You Crazy Diamond
The The – Violence Of Truth
The Clash – The Guns Of Brixton
Happy Mondays – Step On
Miasma & the Carousel of Headless Horses – Gypsy Funeral
Frater Chaovsky and the God Fearing Mongrels – There’s a Train in my Head
Edmond Hall – I Can’t Believe That You’re In Love With Me
Clarence Williams – I’ve Found A New Baby
Fantômas - Vendetta
29 Temmuz 2011 Cuma
22 Temmuz 2011 Cuma
Türkiye ve Gerçekler - Türkiye’nin Uygarlık Düzeyi - Oktay Yenal
Uygarlığın herkese göre değişen bir sıfat olduğu kesin. İktisatçıların çok kullandıkları kişi başına gelir kavramının, yani zenginliğin oldukça iyi bir kalkınma endeksi olduğu da kuşkusuz. Üstelik, insan haysiyetine uygun şekilde yaşamın demokrasi ve insan hakları gibi konularda ülkeleri sıralamak zorluklarla dolu olabilir. Fakat insan gibi yaşamanın, kişi başına gelirden başka bazı önemli ölçüleri olduğunu da kabul etmek lazım. İşte Birleşmiş Milletlerin 1990 yılından beri hazırladığı ve Türkçe çevirisi biraz tuhaf kaçan İnsani Kalkınma Raporu, (Human Development Report) zenginlik anlamına gelen kişi başına gelire bazı diğer endeksleri de katarak, ülkelerin yaşam düzeylerini ve sıralamasını yapmağa çalışmaktadır.
Bu endekse bakınca ülkemizin, ikide bir iddia edildiği gibi toplam milli gelir sıralamasında dünyanın en büyük 16. ülkesi, kişi başına sıralamada dünyanın 53. ülkesi (hatta bugün ilan edilen milli gelir artışında bu yılın birinci çeyreğinde milli gelir artışında birinci olduk) gibi kendimizi pohpohlıyan iddialar yanında 2010 Birleşmiş Milletler’in insani gelişme sıralamasında ise Türkiye’nin 83. olduğunu görmek bazılarını şaşırtabilir.
Bu noktada Birleşmiş Milletlerin “insani gelişme endeksi”ndeki alt endekslere bakmakta yarar var.
Bu endeksde kişi başına gelire ek olarak dikkate alınan göstergeler nelerdir? Endeks olarak bir rakamın basit olması kuralından hareket eden Mahbub-ul Haq gibi iktisatçılar başlangıçta bu endeksi basit birkaç değişkene bağlamışlardı.
Örneğin insanların doğuşta ortalama olarak kaç yıl yaşama beklentisi ve ortalama okul yılı gibi değişkenlerle, sağlık ve eğitim unsurlarını da de kişi başına gelir endeksine eklemişlerdi. Zamanla Birleşmiş Milletlerin İnsanı Gelişme Raporu, toplumların uygarlık yolunda ilerleme çabasında yol alırken karşılaştıkları ya da geçtikleri diğer kilometre taşlarını da bu endekse katmağa çalıştılar.
Fakat akıllı bir tercihle, ek endeksleri ilk değişkenlere bağlıyacaklarına, asıl endeksi basit tutarak gelir dağılımı, kadın-erkek sorunu ve diğer değişkenleri ayrı endeksler olarak geliştirdiler. Örneğin 2010 raporunda Türkiye’nin 83’üncü olduğu sıralamaya ek olarak, üç endeks daha geliştirdiler. Bunlar vatandaşların gelir eşitliği, kadın-erkek farklılıkları ve sosyal katılım gibi endekslerdi.
Bizim için önemli olan, ne tip ülkelerin bizden yukarda, ne gibi ülkelerin ise bizden aşağıda olmasıdır.
22. Yunanistan 0.855 79,7 10,5 27,580
46. Arjantin 0,775 75,7 9,3 14,603
58. Bulgaristan 0,743 73,7 8,9 11,139
63. Peru 0,723 73,7 9,6 8,424
67. Azerbaycan 0,713 70,8 10,2 8,747
70. İran 0,702 71,9 7,2 11,764
76. Ermenistan 0,695 74,2 10,8 5,495
83. Türkiye 0,679 72,2 6,5 13,359
Endeks ayrıntılarını incelemek istiyenler elbette İnsani Gelişme Raporunu inceleyebilirler. Fakat bu seçimin gösterdikleri de acı gerçekleri ortaya koymaktadır. Görülüyor ki Gelişme Endeksi bakımından 83. olmakla birlikte, yukarıdaki seçilen ülkelerden geriyiz. Üstelik, kişi başına geliri bizden daha az (yani Yunanistan ve Arjantin dışında) ülkeler arasında ve hatta bizim yarımızdan az kişi başına geliri olan Ermenistan’a göre bile ortalama eğitim yılı rakamımız daha düşük. Bu, eğitimdeki geriliğimizi göstermiyor mu? Gerçekten kişi başına düşen gelir yanında bu ortalama gelirin paylaşılması, sağlık harcamaları, kadın erkek farkları gibi unsurlar katılırsa daha da geriye düşüyoruz.
Kısaca bu göstergelere uygarlık düzeyi diye bakarsak, yukardaki tablo tam olmaktan uzak olsa bile uygarlık yönünde epeyce yolumuz olduğunu gösteriyor.
Bu endekse bakınca ülkemizin, ikide bir iddia edildiği gibi toplam milli gelir sıralamasında dünyanın en büyük 16. ülkesi, kişi başına sıralamada dünyanın 53. ülkesi (hatta bugün ilan edilen milli gelir artışında bu yılın birinci çeyreğinde milli gelir artışında birinci olduk) gibi kendimizi pohpohlıyan iddialar yanında 2010 Birleşmiş Milletler’in insani gelişme sıralamasında ise Türkiye’nin 83. olduğunu görmek bazılarını şaşırtabilir.
Bu noktada Birleşmiş Milletlerin “insani gelişme endeksi”ndeki alt endekslere bakmakta yarar var.
Bu endeksde kişi başına gelire ek olarak dikkate alınan göstergeler nelerdir? Endeks olarak bir rakamın basit olması kuralından hareket eden Mahbub-ul Haq gibi iktisatçılar başlangıçta bu endeksi basit birkaç değişkene bağlamışlardı.
Örneğin insanların doğuşta ortalama olarak kaç yıl yaşama beklentisi ve ortalama okul yılı gibi değişkenlerle, sağlık ve eğitim unsurlarını da de kişi başına gelir endeksine eklemişlerdi. Zamanla Birleşmiş Milletlerin İnsanı Gelişme Raporu, toplumların uygarlık yolunda ilerleme çabasında yol alırken karşılaştıkları ya da geçtikleri diğer kilometre taşlarını da bu endekse katmağa çalıştılar.
Fakat akıllı bir tercihle, ek endeksleri ilk değişkenlere bağlıyacaklarına, asıl endeksi basit tutarak gelir dağılımı, kadın-erkek sorunu ve diğer değişkenleri ayrı endeksler olarak geliştirdiler. Örneğin 2010 raporunda Türkiye’nin 83’üncü olduğu sıralamaya ek olarak, üç endeks daha geliştirdiler. Bunlar vatandaşların gelir eşitliği, kadın-erkek farklılıkları ve sosyal katılım gibi endekslerdi.
Bizim için önemli olan, ne tip ülkelerin bizden yukarda, ne gibi ülkelerin ise bizden aşağıda olmasıdır.
22. Yunanistan 0.855 79,7 10,5 27,580
46. Arjantin 0,775 75,7 9,3 14,603
58. Bulgaristan 0,743 73,7 8,9 11,139
63. Peru 0,723 73,7 9,6 8,424
67. Azerbaycan 0,713 70,8 10,2 8,747
70. İran 0,702 71,9 7,2 11,764
76. Ermenistan 0,695 74,2 10,8 5,495
83. Türkiye 0,679 72,2 6,5 13,359
Endeks ayrıntılarını incelemek istiyenler elbette İnsani Gelişme Raporunu inceleyebilirler. Fakat bu seçimin gösterdikleri de acı gerçekleri ortaya koymaktadır. Görülüyor ki Gelişme Endeksi bakımından 83. olmakla birlikte, yukarıdaki seçilen ülkelerden geriyiz. Üstelik, kişi başına geliri bizden daha az (yani Yunanistan ve Arjantin dışında) ülkeler arasında ve hatta bizim yarımızdan az kişi başına geliri olan Ermenistan’a göre bile ortalama eğitim yılı rakamımız daha düşük. Bu, eğitimdeki geriliğimizi göstermiyor mu? Gerçekten kişi başına düşen gelir yanında bu ortalama gelirin paylaşılması, sağlık harcamaları, kadın erkek farkları gibi unsurlar katılırsa daha da geriye düşüyoruz.
Kısaca bu göstergelere uygarlık düzeyi diye bakarsak, yukardaki tablo tam olmaktan uzak olsa bile uygarlık yönünde epeyce yolumuz olduğunu gösteriyor.
Ödüllerin Başarıya Etkisizliği - Bilimsel Deneyler Işığında
Deci ve diğerlerinin parasal ödüller konusundaki çalışmaları, ödüllerin insanları niçin yoldan çıkarttığına ilişkin daha derinlerdeki başka nedenleri de gün yüzüne çıkarttı. Bu çalışmalara göre parasal ödüller, insanları yaptıkları işten zevk almalarını önleyerek, yalnızca alacakları paraya odaklanmalarına neden oluyor.
Bu durumda kendini haklı çıkartma eğilimi (justification) devreye giriyor. Kohn, pek çok kitabında işlediği bu konuyu şöyle açıklıyor:
“Öğrencileri, çocukları ve çalışanları, notlarla, teşviklerle ve diğer ‘rüşvetlerle’ ödüllendirdiğiniz zaman uzun vadede yapılan işin kalitesinin bozulmasına yol açarsınız.
Ödüllerin gücüne inanan insanlar, motivasyonun içsel mi yoksa dışsal mı olduğunun ayırdına varamıyorlar. Yani bir işi sevdiğiniz, istediğiniz için mi yapıyorsunuz, yoksa ödül almak için mi? Ayrıca bu ikisi farklı olduğu kadar da birbirlerine ters orantılıdır. İnsanları ne kadar çok ödüllendirirseniz, içsel motivasyonları o kadar inişe geçer.”
“Bunu yaparsan, şunu kazanırsın” yaklaşımının performansı kısa vadede olumlu etkilediğini, ancak uzun vadede kesin olarak verimi düşürdüğünü söyleyen Kohn, “Çünkü oyunu işe, işi angaryaya dönüştürürsünüz. Teşvik primi alanlar kaçınılmaz olarak risk almaya yanaşmazlar, yaratıcılıklarını yitirirler, işbirliğinden kaçınırlar” diyor.
BÜYÜK ÖDÜLÜN ETKİSİ NEDİR
Bu konuda yapılan çalışmalar performansa dayalı ödüllendirmelere eşlik eden daha yoğun kontrol, değerlendirme ve rekabetin içsel motivasyonu iyice yok ettiğini ve insanların sorumluluktan kaçtığını gösteriyor.
Bu sonuçlara göre insanların hem görev aşkı, hem de para için yaptığı işlerde –sağlık sektöründen bilim yazarlığına kadar- performansa dayalı herhangi bir teşvik geri tepebilir. Ne var ki bu varsayım, işini yalnızca para için yapan, yaptığı işten en ufak bir zevk almayan kişiler için geçerli değildir. Deci, “Eğer son derece sıkıcı, aptalca bir iş yapıyorsanız, ödüller içsel motivasyonlarınızı –zaten hiç sahip olmadığınız- yok etmez” diyor.
North Carolina’daki Duke Üniversitesi’nden Dan Ariely bu gibi durumlar için şu açıklamayı yapıyor: “Eğer yaptığınız iş kas gücünden çok beyin gücü gerektiriyorsa ‘ne kadar para o kadar iş’ kuralı işlemez.”
Ariely bu varsayımı test etmek için düzenlediği bir deneyde ABD’de 24 öğrenciden hem matematiksel işlemler yapmalarını, hem de bir tuşa tekdüze basmalarını istedi. Yaptıkları işin karşılığında bazı öğrencilere 15- 30 dolar teklif edilirken, diğerlerine 150-300 dolar önerildi. Sonuçta tuşa basma işinde, yüksek ödülün performası arttırdığı görüldü. Bu işi yapan gönüllüler ortalamada maksimum potansiyel miktarın yüzde 78’ini kazanırken, daha düşük ödülün önerildiği denekler yalnızca %40’ını kazandı.
Oysa matematik problemi çözme işinde yüksek ödül geri tepti. Düşük ödülün söz konusu olduğu deneyde katılımcılar, maksimum potansiyel miktarın ortalama %63’ünü kazanırken, yüksek ödüllü deneyde %43’ünü kazandılar. Bu deneylerden çıkan sonuç şöyle özetlendi: Büyük ödüller basit işlerle uğraşan insanların performansını arttırken, beyin gücü gerektiren işlerde büyük ödüller performansı düşürebiliyor (Review of Economic Studies, vol 76, p 451).
BÜYÜK ÖDÜL=YÜKSEK STRES
Zihinsel güç isteyen işlerde yüksek ödül petformansı niçin düşürüyor? Bu olguyu açıklamak için çok sayıda varsayım öne sürüldü. Önerilerden birine göre büyük ödüller insanların daha fazla çaba harcamasına yol açar. Ariely bunu şöyle açıklıyor: “Herkes paranın insanları motive etmekte çok büyük bir etkisi olduğunu bilir. Ancak paranın ayrıca stres düzeyini de etkilediğini bilmez.”
Basit, fiziksel güç isteyen işlerde bu sorun yaratmaz, ancak karmaşık ve zihinsel çaba isteyen işlerde bu önemlidir. Chicago Üniversitesi’nden Sian Beilock, stresin performansı nasıl etkilediğini araştırdı. Sonuçta stresin çalışan belleği –kısa süreli bellek- engellediği ortaya çıktı.
“İnsanların çalışan belleği, bilincinde var olan bilgilerden yararlanarak çalışmasını sağlar” diye konuşan Beilock, “Ancak insanlar, stresli bir ortamda, zihinsel çaba isteyen bir iş ile uğraşıyorsa bu sistem doğru dürüst çalışmaz. Yüksek ödül beklentisi dikkati başka yönlere dağıtır, sonuçlara ilişkin kaygıyı arttırır. Örneğin teşvik priminin ön koşullarını yerine getirememe korkusu da bu kaygılardan biridir” diyor.
Bir diğer neden de insanların zamanlarının büyük bir kısmını işlerini düşünmek yerine, ödülü düşünerek geçirmeleridir. Ariely bu durumu en fazla bankacılarda gözlediğini belirtiyor: “Bankacılar ekim, kasım ve aralık aylarını yılsonunda alacakları ikramiyeyi hesaplayarak geçirirler. Bilgisayarlarında yaptıkları tablolar ile alacakları parayı hesaplarlar. Eğer kazancınızın %80’ini prim olarak alıyorsanız, siz de aynı şeyleri yaparsınız.”
SAĞLIK VE PRİM SİSTEMİ
Geçen yıl Baylor Tıp Okulu’dan Thomas Gavagan, 11 klinikte çocukların aşılanması, pap testi (jinekolojik kanser taraması) ve mamaografi gibi koruyucu hekimlik alanındaki vaka sayılarını kontrol etti. Bu kliniklerin altısı, doktorlarına spesifik hedefleri aştıkları takdirde ücretlerine ek olarak 4.000 dolar vermeyi taahhüt etti. Diğer beş klinik normal ödemelerine devam etti. Gavagan araştırmasının sonucunda bu 11 kliniğin performansında fark olmadığını gördü (The Journal of the American Board of Family Medicine, vol 23, p 622).
Ulusal sağlık hizmetlerinde teşvik primlerinin etkisi konusunda en kapsamlı çalışma İngiltere’de yapıldı. 2004 yılında Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS), aile doktorlarının 136 hedefin tamamını tutturdukları takdirde temel ücretlerine ek olarak ücretlerinin dörtte biri oranında prim alacakları bir planı hayata geçirdi.
Bu planın etkisini ölçmek için Nottingham Üniversitesi’nden Brian Serumaga ve ekibi, bu planın devreye sokulmasından 4 yıl öncesini ve 3 yıl sonrasını kapsayacak şekilde 470.000 yüksek tansiyon hastasını izledi. Sonuçta parasal teşviklerin, hastaların bakımında herhangi bir düzelmeye yol açmadığını gördü. Hastaların tansiyonlarında da herhangi bir düzelme tespit edilmedi (BMJ, DOI: 10.1136/bmj.d108).
Serumaga bu sonuçları şöyle değerlendiriyor: “Üç yılımı performansa dayalı ödeme planının etkisini görmek için harcadım. Bu etkinin ne kadar küçük olduğunu görmek beni şaşırttı. Sağlık sektöründe bugüne dek geçerli olan varsayımlar şöyledir: Doktorlar ücretleriyle doğru orantılı bir performans sergiler ve sağlık sektöründe çalışma nedenleri potansiyel kazançlarının yüksek olmasıdır. Ancak doktorları doktor olmaya iten gerçek motivasyonun ne olduğu ile ilgili literatüre bakacak olursanız bunun parasal ödül ile ilgili olmadığını görürsünüz.”
Cumhuriyet Bilim Teknik
Bu durumda kendini haklı çıkartma eğilimi (justification) devreye giriyor. Kohn, pek çok kitabında işlediği bu konuyu şöyle açıklıyor:
“Öğrencileri, çocukları ve çalışanları, notlarla, teşviklerle ve diğer ‘rüşvetlerle’ ödüllendirdiğiniz zaman uzun vadede yapılan işin kalitesinin bozulmasına yol açarsınız.
Ödüllerin gücüne inanan insanlar, motivasyonun içsel mi yoksa dışsal mı olduğunun ayırdına varamıyorlar. Yani bir işi sevdiğiniz, istediğiniz için mi yapıyorsunuz, yoksa ödül almak için mi? Ayrıca bu ikisi farklı olduğu kadar da birbirlerine ters orantılıdır. İnsanları ne kadar çok ödüllendirirseniz, içsel motivasyonları o kadar inişe geçer.”
“Bunu yaparsan, şunu kazanırsın” yaklaşımının performansı kısa vadede olumlu etkilediğini, ancak uzun vadede kesin olarak verimi düşürdüğünü söyleyen Kohn, “Çünkü oyunu işe, işi angaryaya dönüştürürsünüz. Teşvik primi alanlar kaçınılmaz olarak risk almaya yanaşmazlar, yaratıcılıklarını yitirirler, işbirliğinden kaçınırlar” diyor.
BÜYÜK ÖDÜLÜN ETKİSİ NEDİR
Bu konuda yapılan çalışmalar performansa dayalı ödüllendirmelere eşlik eden daha yoğun kontrol, değerlendirme ve rekabetin içsel motivasyonu iyice yok ettiğini ve insanların sorumluluktan kaçtığını gösteriyor.
Bu sonuçlara göre insanların hem görev aşkı, hem de para için yaptığı işlerde –sağlık sektöründen bilim yazarlığına kadar- performansa dayalı herhangi bir teşvik geri tepebilir. Ne var ki bu varsayım, işini yalnızca para için yapan, yaptığı işten en ufak bir zevk almayan kişiler için geçerli değildir. Deci, “Eğer son derece sıkıcı, aptalca bir iş yapıyorsanız, ödüller içsel motivasyonlarınızı –zaten hiç sahip olmadığınız- yok etmez” diyor.
North Carolina’daki Duke Üniversitesi’nden Dan Ariely bu gibi durumlar için şu açıklamayı yapıyor: “Eğer yaptığınız iş kas gücünden çok beyin gücü gerektiriyorsa ‘ne kadar para o kadar iş’ kuralı işlemez.”
Ariely bu varsayımı test etmek için düzenlediği bir deneyde ABD’de 24 öğrenciden hem matematiksel işlemler yapmalarını, hem de bir tuşa tekdüze basmalarını istedi. Yaptıkları işin karşılığında bazı öğrencilere 15- 30 dolar teklif edilirken, diğerlerine 150-300 dolar önerildi. Sonuçta tuşa basma işinde, yüksek ödülün performası arttırdığı görüldü. Bu işi yapan gönüllüler ortalamada maksimum potansiyel miktarın yüzde 78’ini kazanırken, daha düşük ödülün önerildiği denekler yalnızca %40’ını kazandı.
Oysa matematik problemi çözme işinde yüksek ödül geri tepti. Düşük ödülün söz konusu olduğu deneyde katılımcılar, maksimum potansiyel miktarın ortalama %63’ünü kazanırken, yüksek ödüllü deneyde %43’ünü kazandılar. Bu deneylerden çıkan sonuç şöyle özetlendi: Büyük ödüller basit işlerle uğraşan insanların performansını arttırken, beyin gücü gerektiren işlerde büyük ödüller performansı düşürebiliyor (Review of Economic Studies, vol 76, p 451).
BÜYÜK ÖDÜL=YÜKSEK STRES
Zihinsel güç isteyen işlerde yüksek ödül petformansı niçin düşürüyor? Bu olguyu açıklamak için çok sayıda varsayım öne sürüldü. Önerilerden birine göre büyük ödüller insanların daha fazla çaba harcamasına yol açar. Ariely bunu şöyle açıklıyor: “Herkes paranın insanları motive etmekte çok büyük bir etkisi olduğunu bilir. Ancak paranın ayrıca stres düzeyini de etkilediğini bilmez.”
Basit, fiziksel güç isteyen işlerde bu sorun yaratmaz, ancak karmaşık ve zihinsel çaba isteyen işlerde bu önemlidir. Chicago Üniversitesi’nden Sian Beilock, stresin performansı nasıl etkilediğini araştırdı. Sonuçta stresin çalışan belleği –kısa süreli bellek- engellediği ortaya çıktı.
“İnsanların çalışan belleği, bilincinde var olan bilgilerden yararlanarak çalışmasını sağlar” diye konuşan Beilock, “Ancak insanlar, stresli bir ortamda, zihinsel çaba isteyen bir iş ile uğraşıyorsa bu sistem doğru dürüst çalışmaz. Yüksek ödül beklentisi dikkati başka yönlere dağıtır, sonuçlara ilişkin kaygıyı arttırır. Örneğin teşvik priminin ön koşullarını yerine getirememe korkusu da bu kaygılardan biridir” diyor.
Bir diğer neden de insanların zamanlarının büyük bir kısmını işlerini düşünmek yerine, ödülü düşünerek geçirmeleridir. Ariely bu durumu en fazla bankacılarda gözlediğini belirtiyor: “Bankacılar ekim, kasım ve aralık aylarını yılsonunda alacakları ikramiyeyi hesaplayarak geçirirler. Bilgisayarlarında yaptıkları tablolar ile alacakları parayı hesaplarlar. Eğer kazancınızın %80’ini prim olarak alıyorsanız, siz de aynı şeyleri yaparsınız.”
SAĞLIK VE PRİM SİSTEMİ
Geçen yıl Baylor Tıp Okulu’dan Thomas Gavagan, 11 klinikte çocukların aşılanması, pap testi (jinekolojik kanser taraması) ve mamaografi gibi koruyucu hekimlik alanındaki vaka sayılarını kontrol etti. Bu kliniklerin altısı, doktorlarına spesifik hedefleri aştıkları takdirde ücretlerine ek olarak 4.000 dolar vermeyi taahhüt etti. Diğer beş klinik normal ödemelerine devam etti. Gavagan araştırmasının sonucunda bu 11 kliniğin performansında fark olmadığını gördü (The Journal of the American Board of Family Medicine, vol 23, p 622).
Ulusal sağlık hizmetlerinde teşvik primlerinin etkisi konusunda en kapsamlı çalışma İngiltere’de yapıldı. 2004 yılında Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS), aile doktorlarının 136 hedefin tamamını tutturdukları takdirde temel ücretlerine ek olarak ücretlerinin dörtte biri oranında prim alacakları bir planı hayata geçirdi.
Bu planın etkisini ölçmek için Nottingham Üniversitesi’nden Brian Serumaga ve ekibi, bu planın devreye sokulmasından 4 yıl öncesini ve 3 yıl sonrasını kapsayacak şekilde 470.000 yüksek tansiyon hastasını izledi. Sonuçta parasal teşviklerin, hastaların bakımında herhangi bir düzelmeye yol açmadığını gördü. Hastaların tansiyonlarında da herhangi bir düzelme tespit edilmedi (BMJ, DOI: 10.1136/bmj.d108).
Serumaga bu sonuçları şöyle değerlendiriyor: “Üç yılımı performansa dayalı ödeme planının etkisini görmek için harcadım. Bu etkinin ne kadar küçük olduğunu görmek beni şaşırttı. Sağlık sektöründe bugüne dek geçerli olan varsayımlar şöyledir: Doktorlar ücretleriyle doğru orantılı bir performans sergiler ve sağlık sektöründe çalışma nedenleri potansiyel kazançlarının yüksek olmasıdır. Ancak doktorları doktor olmaya iten gerçek motivasyonun ne olduğu ile ilgili literatüre bakacak olursanız bunun parasal ödül ile ilgili olmadığını görürsünüz.”
Cumhuriyet Bilim Teknik
Anthology Of The Day
Ultravox - Love's Great Adventure
U2 - Pride (In the Name of Love)
Talking Heads - Burning Down the House
Kraftwerk - The Model
New Order - Regret
The Smiths - Last Night I Dream
The Cure - Friday Im In Love
New Model Army - Vagabonds
Siouxie & The Banshees - Kiss Them For Me
Depeche Mode - New Life
Sophe Lux – Target Market
The Kills - Cheap And Cheerful
The Do - The Bridge Is Broken
Metric - Glass Ceiling
MGMT - Time To Pretend
Yeah Yeah Yeahs - Our Time
Black Lips - Veni Vidi Vici
Maximo Park - Apply Some Pressure
Gnarls Barkley - Surprise
Florence And The Machine - Kiss With A Fist -
The Dead Weather - Hang You From The Heavens
Soul Coughing – Houston
Porno For Pyros – Bad Shit
U2 - Pride (In the Name of Love)
Talking Heads - Burning Down the House
Kraftwerk - The Model
New Order - Regret
The Smiths - Last Night I Dream
The Cure - Friday Im In Love
New Model Army - Vagabonds
Siouxie & The Banshees - Kiss Them For Me
Depeche Mode - New Life
Sophe Lux – Target Market
The Kills - Cheap And Cheerful
The Do - The Bridge Is Broken
Metric - Glass Ceiling
MGMT - Time To Pretend
Yeah Yeah Yeahs - Our Time
Black Lips - Veni Vidi Vici
Maximo Park - Apply Some Pressure
Gnarls Barkley - Surprise
Florence And The Machine - Kiss With A Fist -
The Dead Weather - Hang You From The Heavens
Soul Coughing – Houston
Porno For Pyros – Bad Shit
20 Temmuz 2011 Çarşamba
Türkiye ve Gerçekler - Onlar ‘Ortak’ Biz ‘İyice Pazar’ - Mustafa Sönmez
AB’nin “Ortak Pazar” olarak anıldığı dönemlerde, muhalifler, topluluğa katılmanın Türkiye’yi geliştirmeyeceğinden, AB’nin pazarı haline getireceğinden söz ederek, “Ortak Pazar: Onlar Ortak, Biz Pazar” sloganını kullanırlardı. Ekonomik saikin ön planda olduğu bu yaklaşım, tam üyeliğin siyaseten getirecekleri vb. de göz önüne alınınca, zamanla fazla taraftar bulamaz oldu. Ama bugün, sadece bu optikten, yani dış ticaret penceresinden baktığımızda, gerçekten de AB için Türkiye’nin iyice pazar haline geldiği, dış açığın, özellikle de son dönemlerde sürekli Türkiye aleyhine büyüdüğü görülüyor. AB istatistik kurumu Eurostat’ın dış ticaret verileri, izlenen düşük kur politikasının da sonucu olarak, Türkiye-AB dış ticaretinde açığın Türkiye aleyhine iyice büyüdüğünü ortaya koyuyor. Yani AB, Türkiye’ye sattıkça Türkiye buna pek karşılık verememiş ve ihracatı ithalatının gerisinde kalmış, AB ile dış ticaret açığı büyümüş de büyümüş.
AKP döneminde AB ile dış ticarete bakalım. 2003’te AB’nin ihracatında Türkiye yüzde 3.5 pay sahibi.Yani 31 milyar Avro’luk satış. Ama Türkiye buna 27 milyar Avro ile karşılık veriyor ve dış açık 3.5 milyar Avro’dan ibaret. Peki sonra ne olmuş? 2006 yılında AB’den ithalat 50 milyar Avro’yu geçerken ihracat 42 milyar Avro’ya yakın, ama açık, nereden baksanız 8.3 milyar Avro. Kriz öncesinde açık 8 milyar Avro. Krizden sonraki büyüme yılında, kuyudaki AB’ye ipi Türkiye uzattı ve AB’den ithalat 61 milyar Avro’yu geçerken ihracat 42 milyar Avro’da kalınca, AB’ye karşı açık da 19 milyar Avro’ya kadar çıktı!.. Aslında, Türkiye, sıcak para çekip, döviz kurunu düşük tutarken AB’yi 2010’da kuyudan çıkarmak için elinden geleni yaptı ve AB’ye pazarlarını açtıkça açtı. Sonuçta 2010’da AB, satışlarının yaklaşık yüzde 5’ini Türkiye’ye yaparken Türkiye’nin sattıkları AB ithalatının yüzde 3’ünü bile bulamadı. Sonuç: Bugün milli gelirin yüzde 8-9’una tırmanan cari açığımızda AB’den yaptığımız ithalat (bunu AB’ye yaptığımız kıyak diye de okuyabilirsiniz) önemli bir etken.
Şimdi de en yakın dönemi alalım. 15 Temmuz tarihli Eurostat bülteni, 2011 Ocak-Nisan döneminde Türkiye’nin AB’ye ihracatının 2010’un aynı dönemine göre yüzde 23 arttığını ve 16.5 milyar Avro’ya çıktığını söylüyor. Ya AB’nin Türkiye’ye sattıkları? İşte orada artış yüzde 43’ü bularak 25 milyar Avro’ya yaklaşmış. Yani daha ilk 4 ayda, AB’ye karşı dış ticaret açığı 8.5 milyar Avro’ya çıkmış. Yani Türkiye, “iyice pazarlaşmış”…
2011’in ilk 4 ayında, AB’nin en büyük ticari partnerleri içinde, AB’ye en büyük dış açığı Türkiye vermiş. AB’nin her 100 Avro’luk ihracatına ancak 66 Avro satışla karşılık verilmiş. Oysa Çin, 100 alıp 216 satmış, Rusya 100 alıp 206 satmış. Japonya 100 alıp 152 satmış, G.Kore, 100 alıp 120 satmış, Brezilya bile 100 alıp 108 satmış.
AB’ye ütülenlerin başını, ABD ve Türkiye çekiyor…
AKP döneminde AB ile dış ticarete bakalım. 2003’te AB’nin ihracatında Türkiye yüzde 3.5 pay sahibi.Yani 31 milyar Avro’luk satış. Ama Türkiye buna 27 milyar Avro ile karşılık veriyor ve dış açık 3.5 milyar Avro’dan ibaret. Peki sonra ne olmuş? 2006 yılında AB’den ithalat 50 milyar Avro’yu geçerken ihracat 42 milyar Avro’ya yakın, ama açık, nereden baksanız 8.3 milyar Avro. Kriz öncesinde açık 8 milyar Avro. Krizden sonraki büyüme yılında, kuyudaki AB’ye ipi Türkiye uzattı ve AB’den ithalat 61 milyar Avro’yu geçerken ihracat 42 milyar Avro’da kalınca, AB’ye karşı açık da 19 milyar Avro’ya kadar çıktı!.. Aslında, Türkiye, sıcak para çekip, döviz kurunu düşük tutarken AB’yi 2010’da kuyudan çıkarmak için elinden geleni yaptı ve AB’ye pazarlarını açtıkça açtı. Sonuçta 2010’da AB, satışlarının yaklaşık yüzde 5’ini Türkiye’ye yaparken Türkiye’nin sattıkları AB ithalatının yüzde 3’ünü bile bulamadı. Sonuç: Bugün milli gelirin yüzde 8-9’una tırmanan cari açığımızda AB’den yaptığımız ithalat (bunu AB’ye yaptığımız kıyak diye de okuyabilirsiniz) önemli bir etken.
Şimdi de en yakın dönemi alalım. 15 Temmuz tarihli Eurostat bülteni, 2011 Ocak-Nisan döneminde Türkiye’nin AB’ye ihracatının 2010’un aynı dönemine göre yüzde 23 arttığını ve 16.5 milyar Avro’ya çıktığını söylüyor. Ya AB’nin Türkiye’ye sattıkları? İşte orada artış yüzde 43’ü bularak 25 milyar Avro’ya yaklaşmış. Yani daha ilk 4 ayda, AB’ye karşı dış ticaret açığı 8.5 milyar Avro’ya çıkmış. Yani Türkiye, “iyice pazarlaşmış”…
2011’in ilk 4 ayında, AB’nin en büyük ticari partnerleri içinde, AB’ye en büyük dış açığı Türkiye vermiş. AB’nin her 100 Avro’luk ihracatına ancak 66 Avro satışla karşılık verilmiş. Oysa Çin, 100 alıp 216 satmış, Rusya 100 alıp 206 satmış. Japonya 100 alıp 152 satmış, G.Kore, 100 alıp 120 satmış, Brezilya bile 100 alıp 108 satmış.
AB’ye ütülenlerin başını, ABD ve Türkiye çekiyor…
Çürümüş Sistemde Bir Diş Daha Düştü
(İngiltere’de Medya Skandalı - Ergin Yıldızoğlu)
Dünyanın en büyük medya imparatorluğu News Corporation’ın polisle, politikacılarla, halkla başı belada.
Avustralyalı işadamı Rupert Murdoch’un kurduğu News Corp, Atlantik’in iki yakasında, 200’den fazla gazete ve dergisiyle, uydu televizyon kanallarıyla, daha birkaç ay öncesine kadar politikacıların, sanatçıların, ünlülerin yüreklerine korku salıyordu. News Corp’un, haberleriyle, kampanyalarıyla genel seçimlerin sonuçlarını belirleyebildiğine, insanların meslek yaşamlarına, aşklarına, evliliklerine son verebildiğine inanılıyordu. News Corp, bugünlerde, İngiltere’de Parlamento Komisyonu tarafından soruşturuluyor; Murdoch, imparatorluğunun amiral gemisi, 168 yıllık News of The World (NTW) gazetesi kapandı, imparatorluğun CEO’su Rebekah Brooks tutuklandı. İmparatorluğunu, 1980’lerde, Margaret Thatcher ile başlayan “serbest piyasa” “Restorasyon”unu destekleyerek inşa eden News Corp bugün yıkılmak üzere.
Bir türlü sonu gelmeyen finansal kriz “Restorasyon”un ekonomik temellerini çökertirken, patlak veren bir ahlaki kriz, “Restorasyon”un en önemli ideolojik aygıtlarından birini kökünden sarsıyor.
‘Sınıf refleksi’
Siyasetçilerin, ünlülerin hatta kraliyet ailesinin özel yaşamlarının, cinsel, finansal kaçamaklarının, tüketim alışkanlıklarının ayrıntılarına ilişkin iç gıdıklayıcı dedikoduları sayfalarında işçi sınıfına satan NTW hakkında, bu bilgilere yasadışı yollardan ulaştığı iddiasıyla, ilk kez 2003-2007 döneminde bir soruşturma açılmış, ancak News Corp bu soruşturmayı, hiç yara almadan, suçu “denetim dışı” iki muhabirin üzerine yıkarak atlatmıştı. Soruşturmayı yürüten polis şefi de News Corp’un gazetelerinden The Times’ta köşe yazarı olmuştu.
Bu kez skandal The Guardian gazetesinin, NTW muhabirlerinin, kaçırılarak öldürülen 14 yaşında bir kızın telefon hesabına girdiğine ilişkin bir iddiayı ortaya atmasıyla patlak verdi: NTW muhabiri kızın telefon hesabına girmekle kalmamış, yeni mesajlara yer açabilmek için mesaj kutusundaki kimi mesajları da silmiş. Halbuki, polis bir ipucu bulabilmek için kızın telefon hesabını özellikle açık tutuyormuş. Bazı mesajlar silinince kızın ailesi, kızlarının hayatta olduğunu düşünerek umuda kapılmış. Daha sonra kızın cesedi bulundu, NTW muhabirinin mesajları sildiği sırada çoktan öldürülmüş olduğu ortaya çıktı.
NTW’nin okuyucuları, işçi sınıfı düne kadar “öteki”lerin hayatlarını, skandallarını okurken, bu kez, tam da muktedirler tarafından “düzüldüklerini” düşünmeye başladıkları bir iklimde, kendilerinden birinin yaşamının, acılarının bu biçimde istismar edilmesine büyük tepki gösterdiler. Bu tepkiyi gören büyük şirketler reklamlarını NTW’den çekmeye başladılar. Bunun üzerine Murdoch ani bir kararla, 200 çalışanını kapının ününe koyarak NTW’yi kapattı.
Ancak tepkiler durmadı. Öfke dalgasının büyümeye devam ederek News Corp’u yıkımın eşiğine getirmesinin arkasında üç etkenin olduğu söylenebilir. İş çevrelerinin yanı sıra siyasetçiler de bu tepkiyi dikkate almak zorunda olduklarını hissettiler. Siyasetçiler, bu tepkiden yararlanarak News Corp’tan kurtulabileceklerini düşündüler. Hükümet, News Corp’a hesap sorarken, halkın gözünde, kemer sıkma politikalarından dolayı zedelenen meşruiyetini onarmak için bir fırsat yakaladı.
Bir dönem kapanırken
News Corp, “Restorasyon”a aitti. Bir taraftan işçi sınıfını, sendikaları hedef alan, savaşları kışkırtan yayınlarla, diğer taraftan, yeni şekillenmekte olan “hazlara dayalı tüketim tarzını”, “ünlüler ve cinsel, mali dedikodular kültürünü” üreterek işlevini yerine getirdi.
“Restorasyon”la birlikte “devletten sorumlu sınıfların” özellikleri de değişiyordu; sermayenin uzun dönemli çıkarları adına davranan, “refah devletinin” müdahaleci bürokratının yerini, “piyasa devletinin” sermayenin günlük kaprislerine tümüyle teslim olmuş, servet yapmaktan başka amacı olmayan, bu arada iktidarsızlaşarak medya (News Corp) “manyağına” dönüşmüş siyasetçiler, danışmanlar ordusu alıyordu. Bu iklimde News Corp adeta, “Büyük Öteki”nin gözü, kulağı, sesi oldu.
Mali kriz toplumsal yapının bu “durumunu” değiştirdi. “Kurtarma Paketleri”, yeniden canlanan düzenleme, müdahale eğilimleri, “devletten sorumlu sınıfları” yeniden güçlendirmeye başladı. Bu sırada kredi krizi, “hazlara dayalı tüketim tarzının” finansal temelini çökertiyordu. “Dedikodu”nun da, piyasanın parçaladığı toplumsal dokuda, “atomize” olan bireysel deneyimlere, ünlüler kültürü bağlamında ortak, birleştirici bir söylem oluşturma kapasitesi zayıflıyordu. Nihayet banka skandalları, kemer sıkma paketleri, yoksulların varsıllara öfkesini yeniden alevlendiriyordu; dahası bir devrimci dalga yükselmeye başlıyordu.
İngiltere özelinde “devletten sorumlu sınıflar”, bu dalgayı karşılamak için olanaklar ararken, News of The World skandalına dört elle sarıldılar. Bu refleksin, “Bunlar 9/11 kurbanlarının telefonlarını da dinlemişler” suçlamasıyla ABD’de de ortaya çıkmaya başladığı görülüyor.
Kısacası bir dönem kapanırken, onun temel direklerinden biri çöküyor...
Dünyanın en büyük medya imparatorluğu News Corporation’ın polisle, politikacılarla, halkla başı belada.
Avustralyalı işadamı Rupert Murdoch’un kurduğu News Corp, Atlantik’in iki yakasında, 200’den fazla gazete ve dergisiyle, uydu televizyon kanallarıyla, daha birkaç ay öncesine kadar politikacıların, sanatçıların, ünlülerin yüreklerine korku salıyordu. News Corp’un, haberleriyle, kampanyalarıyla genel seçimlerin sonuçlarını belirleyebildiğine, insanların meslek yaşamlarına, aşklarına, evliliklerine son verebildiğine inanılıyordu. News Corp, bugünlerde, İngiltere’de Parlamento Komisyonu tarafından soruşturuluyor; Murdoch, imparatorluğunun amiral gemisi, 168 yıllık News of The World (NTW) gazetesi kapandı, imparatorluğun CEO’su Rebekah Brooks tutuklandı. İmparatorluğunu, 1980’lerde, Margaret Thatcher ile başlayan “serbest piyasa” “Restorasyon”unu destekleyerek inşa eden News Corp bugün yıkılmak üzere.
Bir türlü sonu gelmeyen finansal kriz “Restorasyon”un ekonomik temellerini çökertirken, patlak veren bir ahlaki kriz, “Restorasyon”un en önemli ideolojik aygıtlarından birini kökünden sarsıyor.
‘Sınıf refleksi’
Siyasetçilerin, ünlülerin hatta kraliyet ailesinin özel yaşamlarının, cinsel, finansal kaçamaklarının, tüketim alışkanlıklarının ayrıntılarına ilişkin iç gıdıklayıcı dedikoduları sayfalarında işçi sınıfına satan NTW hakkında, bu bilgilere yasadışı yollardan ulaştığı iddiasıyla, ilk kez 2003-2007 döneminde bir soruşturma açılmış, ancak News Corp bu soruşturmayı, hiç yara almadan, suçu “denetim dışı” iki muhabirin üzerine yıkarak atlatmıştı. Soruşturmayı yürüten polis şefi de News Corp’un gazetelerinden The Times’ta köşe yazarı olmuştu.
Bu kez skandal The Guardian gazetesinin, NTW muhabirlerinin, kaçırılarak öldürülen 14 yaşında bir kızın telefon hesabına girdiğine ilişkin bir iddiayı ortaya atmasıyla patlak verdi: NTW muhabiri kızın telefon hesabına girmekle kalmamış, yeni mesajlara yer açabilmek için mesaj kutusundaki kimi mesajları da silmiş. Halbuki, polis bir ipucu bulabilmek için kızın telefon hesabını özellikle açık tutuyormuş. Bazı mesajlar silinince kızın ailesi, kızlarının hayatta olduğunu düşünerek umuda kapılmış. Daha sonra kızın cesedi bulundu, NTW muhabirinin mesajları sildiği sırada çoktan öldürülmüş olduğu ortaya çıktı.
NTW’nin okuyucuları, işçi sınıfı düne kadar “öteki”lerin hayatlarını, skandallarını okurken, bu kez, tam da muktedirler tarafından “düzüldüklerini” düşünmeye başladıkları bir iklimde, kendilerinden birinin yaşamının, acılarının bu biçimde istismar edilmesine büyük tepki gösterdiler. Bu tepkiyi gören büyük şirketler reklamlarını NTW’den çekmeye başladılar. Bunun üzerine Murdoch ani bir kararla, 200 çalışanını kapının ününe koyarak NTW’yi kapattı.
Ancak tepkiler durmadı. Öfke dalgasının büyümeye devam ederek News Corp’u yıkımın eşiğine getirmesinin arkasında üç etkenin olduğu söylenebilir. İş çevrelerinin yanı sıra siyasetçiler de bu tepkiyi dikkate almak zorunda olduklarını hissettiler. Siyasetçiler, bu tepkiden yararlanarak News Corp’tan kurtulabileceklerini düşündüler. Hükümet, News Corp’a hesap sorarken, halkın gözünde, kemer sıkma politikalarından dolayı zedelenen meşruiyetini onarmak için bir fırsat yakaladı.
Bir dönem kapanırken
News Corp, “Restorasyon”a aitti. Bir taraftan işçi sınıfını, sendikaları hedef alan, savaşları kışkırtan yayınlarla, diğer taraftan, yeni şekillenmekte olan “hazlara dayalı tüketim tarzını”, “ünlüler ve cinsel, mali dedikodular kültürünü” üreterek işlevini yerine getirdi.
“Restorasyon”la birlikte “devletten sorumlu sınıfların” özellikleri de değişiyordu; sermayenin uzun dönemli çıkarları adına davranan, “refah devletinin” müdahaleci bürokratının yerini, “piyasa devletinin” sermayenin günlük kaprislerine tümüyle teslim olmuş, servet yapmaktan başka amacı olmayan, bu arada iktidarsızlaşarak medya (News Corp) “manyağına” dönüşmüş siyasetçiler, danışmanlar ordusu alıyordu. Bu iklimde News Corp adeta, “Büyük Öteki”nin gözü, kulağı, sesi oldu.
Mali kriz toplumsal yapının bu “durumunu” değiştirdi. “Kurtarma Paketleri”, yeniden canlanan düzenleme, müdahale eğilimleri, “devletten sorumlu sınıfları” yeniden güçlendirmeye başladı. Bu sırada kredi krizi, “hazlara dayalı tüketim tarzının” finansal temelini çökertiyordu. “Dedikodu”nun da, piyasanın parçaladığı toplumsal dokuda, “atomize” olan bireysel deneyimlere, ünlüler kültürü bağlamında ortak, birleştirici bir söylem oluşturma kapasitesi zayıflıyordu. Nihayet banka skandalları, kemer sıkma paketleri, yoksulların varsıllara öfkesini yeniden alevlendiriyordu; dahası bir devrimci dalga yükselmeye başlıyordu.
İngiltere özelinde “devletten sorumlu sınıflar”, bu dalgayı karşılamak için olanaklar ararken, News of The World skandalına dört elle sarıldılar. Bu refleksin, “Bunlar 9/11 kurbanlarının telefonlarını da dinlemişler” suçlamasıyla ABD’de de ortaya çıkmaya başladığı görülüyor.
Kısacası bir dönem kapanırken, onun temel direklerinden biri çöküyor...
Anthology Of The Day
Roger Waters – Four Minutes
Bob Dylan – I Want You
Camel – Freefall
Queen – Don’t Stop Me Now
Cream – Born Under A Bad Sign
Kings Of Leon – King Of The Rodeo
Arctic Monkeys – Fluorescent Adolescent
Louis Armstrong – When The Saints Go Marchin’ in
Duke Ellington – It Don’t Mean A Thing (Vocal: Ivie Anderson)
Bryan Ferry – Easy Living
Pavement – Range Life
Brad – Screen
Fanfarlo – Fire Escape
Sam Apple Pie – Sometime Girl
Bob Marley – Punky Reggae Party
Jimi Hendrix – Voodoo Child
Black Sabbath – War Pigs
Uriah Heep – Lady In Black
AC/DC – War Machine
Queensryce – If I Could Change It All
19 Temmuz 2011 Salı
Anthology Of The Day
Lightning Hopkins – Goin’ Down Slow
Blind Gary Davis – Death Don’t Have No Mercy
Artie Shaw – Gloomy Sunday
Ray Charles – What’d I Say
Can – Vitamin C
John Lennon – How Do You Sleep
Khatchaturian – Sabre Dance
King Crimson – 21 Century Schizoid Man
Cem Karaca – Muhtar
Manu Chao – Mr. Bobby
Hot Pants – Junky Beat
Tonino Caratone – Amar Y Vivir
Amadou & Mariam – Be’Smi Lah
Queensryche – I Dream in Infrared
The Scarring Party - Flat
Traveling Wilburys – Tweeter and The Monkey Man
The Married Monk – Totally Confused
Brad – The Day Brings
Pavement – Rattled By The Rush
Buddy Guy – I Smell A Rat
Blind Gary Davis – Death Don’t Have No Mercy
Artie Shaw – Gloomy Sunday
Ray Charles – What’d I Say
Can – Vitamin C
John Lennon – How Do You Sleep
Khatchaturian – Sabre Dance
King Crimson – 21 Century Schizoid Man
Cem Karaca – Muhtar
Manu Chao – Mr. Bobby
Hot Pants – Junky Beat
Tonino Caratone – Amar Y Vivir
Amadou & Mariam – Be’Smi Lah
Queensryche – I Dream in Infrared
The Scarring Party - Flat
Traveling Wilburys – Tweeter and The Monkey Man
The Married Monk – Totally Confused
Brad – The Day Brings
Pavement – Rattled By The Rush
Buddy Guy – I Smell A Rat
18 Temmuz 2011 Pazartesi
Hükümetlerin Hızı
Yazarlar, hükümetlerin savaş yaptıkları kadar hızlı yazamazlar, çünkü yazmak düşünmeyi gerektirir.
Bertolt Brecht.
Bertolt Brecht.
Çevreniz ve Siz
Kendinize depresyon ya da özsaygı kaybı gibi teşhisler koymadan önce çevrenizin götlerle çevrili olmadığından emin olun.
William Gibson
William Gibson
Bahar Temizliği - Distopya Günlüğü
Sıra ondaydı. Yıllık rutin temizlik. Arkadaşlar birbirlerine yardım etmek zorundaydı. Gözünü yumduğu o kahrolası anı hatırlayabiliyordu sadece. Mezardan farksız o koca aletin tangırtılarından bir anda kurtuluvermişti. Yüzeyin yumuşak dokusunda ayakları uyuşmuş gibi hissediyordu şimdi.Nasıl girdiğini daha önceki seferlerde de anlamamıştı oraya. Sanki bir perdeyi aralayıp kendisini içeri konduruveriyordu alet. Uğultular vardı her yanda. Gölgelerin arasında uğursuz tepeler, müzik aletlerine benzeyen borular, birbirinin içine geçmiş irili ufaklı yapılar... Şey dahi denemeyecek tanımsız nesneler bir an bile sabit kalmıyor, bazen aşırı yavaş bazense ansızın şekil değiştiriyordu. Bir oluşuma biraz fazla bakınca ürkmüşçesine büzülüyor, sizin düşüncelerinizde ön plana çıkan bir nesneye dönüşmeye çabalıyordu. İçeriye doğru yürümeye başladığında bazı çığlıklar duydu. Yer değiştiren gözleri de fark edebiliyordu. Sanki birisi ona komut vermişçesine ellerine eğildi kafası ve daha önce hiç görmediği korkutucu bir aparat durduğunu gördü orada. Bir silah olmalıydı bu. Yerinde sıçradı o an. Dalgalandı her yer. Huzursuzca kıpırdanıyor olmalıydı arkadaşı. Bir yıldır biriktirdiği alt benlik tortularını yitirmekten korkuyordu herkes gibi. Onlara alışmıştı. Arkadaşını düşünmeyi bırakıp üstüne yüklenen külfeti icat edenlere bir küfür salladı. Çok salakça ve gereksiz derecede tehlikeli olduğunu düşündü bu işin. Geri dönemeyenler olduğunu biliyordu. O sırada içinden bir ses, Olaf’ın da onun beynine girdiğini fısıldadı. Mevsimsel temizliğin onu nasıl da rahatlattığını da hatırladı aynı anda. Şimdi sıra kendisindeydi ve bu türden kuruntularla vakit kaybetmenin bir anlamı yoktu. Karşısında beliren ilk kapıdan içeri daldı bağırarak...
Distopya Günlüğü
Distopya Günlüğü
Kıdem Tazminatı ve Fon Tezgahı - Türkiye ve Gerçekler
Hazırlandığı söylenen taslağa göre, kıdem tazminatı kaldırılmıyor, ölüm, emeklilik, malullük, hatta istifa halinde işveren tarafından ödenmeyen kıdem tazminatları devlet garantisi altına alınıyor ve bunun için de kıdem tazminatları için bir fon oluşturuluyor. Fonun geliri, işverenden kesilecek yüzde 3’lük gelirden oluşacak. Pek “insani” gibi görünüyor, değil mi? İşten çıkarılan, tazminatsız kalmayacak, fon, kıdemi garanti ediyor. Bunun bir de işverene getireceği rahatlığı düşünün. İstediğim zaman kapının önüne koyarım. Nasılsa kıdem parası cebimden çıkmayacak. Müthiş bir yükten kurtulma, keyfiyet… İşçi üstünde de işverene kul köle olmanın yeni bir vesilesi. Atar adam işten, cebinden kıdem parası mı çıkacak? Kızdırmayalım, örgütlenmeyelim, sendikalaşmayalım, her dediğini yapalım işimizden olmayalım…
Fon var ama ondan kıdemi almanın şartı var. En az 10 yıl çalışmış olacaksın ki kıdem tazminatı alabilesin… Hadi bakalım, kıdem yanmasın diye iş bul, bulduğun işi kaybetme, kaç para verirlerse çalış, sesini çıkarma, yoksa, kıdemin çıkmaz ayın başına kalır…
Tezgâh büyük. Bir geçirirlerse, çalışan-çalışmayan sınıf, bir çağ daha geriye düşer…
Mustafa Sönmez - Para Meta Para - Cumhuriyet
Fon var ama ondan kıdemi almanın şartı var. En az 10 yıl çalışmış olacaksın ki kıdem tazminatı alabilesin… Hadi bakalım, kıdem yanmasın diye iş bul, bulduğun işi kaybetme, kaç para verirlerse çalış, sesini çıkarma, yoksa, kıdemin çıkmaz ayın başına kalır…
Tezgâh büyük. Bir geçirirlerse, çalışan-çalışmayan sınıf, bir çağ daha geriye düşer…
Mustafa Sönmez - Para Meta Para - Cumhuriyet
Anthology Of The Day
Petrojvic Blasting Company – Fido Oro
Antony & The Johnsons – Kiss My Name
Beirut – The Penalty
Baby Dee – The Early King
Thurston Moore – Psychic Hearts
John Lennon – The Ballad of John and Yoko
Sonic Youth – Bull in the Heather
Kasabian – Shoot The Runner
Rush – Tom Sawyer
Creedence Clearwater Revival – I Put A Spell On you
Elvis Presley – Wooden Heart
The Walkabouts – Snake Mountain Blues
The Budos Band – Ride or Die
Lou Reed – Caroline Says II
Premiata Forneria Marconi – é festa
Strawbs – Benedictus
Carmichael’s Collegians – Walking The Dog
John Mayall & The Blues Breakers – A Hard Road
Sam Apple Pie – Something Girl
Lightning Hopkins – Baby Please Don’t Go
Ray Charles – Sinner’s Prayer
Antony & The Johnsons – Kiss My Name
Beirut – The Penalty
Baby Dee – The Early King
Thurston Moore – Psychic Hearts
John Lennon – The Ballad of John and Yoko
Sonic Youth – Bull in the Heather
Kasabian – Shoot The Runner
Rush – Tom Sawyer
Creedence Clearwater Revival – I Put A Spell On you
Elvis Presley – Wooden Heart
The Walkabouts – Snake Mountain Blues
The Budos Band – Ride or Die
Lou Reed – Caroline Says II
Premiata Forneria Marconi – é festa
Strawbs – Benedictus
Carmichael’s Collegians – Walking The Dog
John Mayall & The Blues Breakers – A Hard Road
Sam Apple Pie – Something Girl
Lightning Hopkins – Baby Please Don’t Go
Ray Charles – Sinner’s Prayer
16 Temmuz 2011 Cumartesi
Sükunetin Ne Anlamı Var?
Bence televizyon demokratik söylemi alt etti, seslerin karışımı arasına görsel bir kaos ekledi. Bu gürültünün ortasında sükunetin ne anlamı var?
Federico Fellini
Federico Fellini
Dilbalığı Filetosu
Dilbalığı filetosu üzerine bir film yapsam bile, bu benimle ilgili olacaktır.
Fellini
Fellini
Anthology Of The Day
Roxy Music – Out Of The Blue
Van Morrison - Domino
The Black Keys – I Got Mine
Led Zeppelin – Dazed and Confused
Edward Sharpe & The Magnetic Zeros – Janglin
Elbow – Grounds For Divorce
Black Heart Procession - Rats
Miles Kane – Rearrange
The Kinks – Sunny Afternoon
Crippled Black Phoenix – Rise Up and Fall
Dog Fashion Disco - Desert Grave
Tom Waits – Cemetery Polka
Marc Almond – Litany For A Return
Krawczyk & Bregovic – Witaj Gosciu
Katzenjammer Kabarett - Romance
Pink Floyd – Pigs
Emerson Lake & Palmer – Knife Edge
Prokofiev – Montagues and Capulets
Bach - Toccata and Fugue, D minor
Bach - Toccata and Fugue, D minor
15 Temmuz 2011 Cuma
Asla
Eşiği bir el gibi kavrayan ayak tabanlarının altında betondan bir deniz uzanıyordu. Neredeyse yarım kilometre yukarıdaydı. Hepsi de zevksizce griye çalan araçların alt alta üst üste akışı midesini bulandırıyordu. Soğuk havada, yapay, sıcacık bir rüzgar yalayıp geçiyordu bir tişört bir pantolonla örtülmüş bedenini. Bileğinden dirseğine kadar uzanan bilgi kemerine baktı kimbilir kaçıncı kez. Saat asılı kalmıştı. Geçmiyordu saniyeler. Kulağıyla, vücuduyla aklıyla onun içindeydi ne zamandır, başka bir şey kalmamıştı dünyasında. Uzunca bir süre sadece bakıp sonra irkilircesine bir refleksle bir dakika kaldığını farkedince yüzünde garip bir ifade oluştu. Tekrar aşağıya dikti bal rengi gözlerini. Midesine koca bir taş oturmuştu aniden. Bu sefer, derken birden sustu. Kuruyan dudaklarını yaladı. Arkadaşının telefonunu aldığında nasıl da sevindiği geldi aklında. Aletlerin devir dönüşüm anında her gün sadece bir dakika için kapalı kaldığını öğrendiğini söylüyordu. Öğrenmişti her şeyi. Dakikası dakikasına. Bunları söylerken nasıl da neşeliydi onun da sesi. Gelemeyecekti ama yanına. Tek başına yaşayacaktı kaderini. İletişim aygıtını kapattığında neden bu kadar sevindiğini düşünmüştü hemen. Dönüştürülmüş köpeğini ana caddede bir kafeteryanın önüne terkedişi de geldi oturdu aklına. Hüznün üstüne çökmesine izin vermemek için kafasını salladı hemen. Çaldı saat birden. Büyüdü ses. Düşünmeyecekti artık. Söz vermişti kendisine. Yaylanışı yavaşlatılmış bir zamanda gerçekleşti. Atlayışı da öyle. Uçuşu havada. Ve o anda, açık bırakılmış iki pencere arasındaki cereyandan farksız bir anaforla üstüne geldi otoritenin soluğu. Çekip aldı onu. Kendinden geçerken gözyaşlarının hem aktığını hem de anında yanaklarında kuruyuverdiğini hissediyordu. Bir odada açtı gözlerini. Bembeyaz duvarlara baktı yutkunarak. Titriyordu her yanı. Alınmıştı yine. Tam zamanında. Asla izin vermeyeceklerdi intihar etmesine...
Anthology Of The Day
Metric - Sick Muse
Julian Plenti - Fun That We Have
Beat Circus – The Ghost Of Emma Jean
Julian Plenti - Fun That We Have
Beat Circus – The Ghost Of Emma Jean
Sergei Prokofiev – Mercutio
Cat People – Mexican Life
10cc – Donna
Preservation Hall Jazz Band – Careless Love
Humphrey Littleton – Looking For Turner
Jack Teagarden – Meet Me Where They Play The Blues
ELOY – Carried With Cosmic Winds
Gentle Giant – Valedictory
Marvin Pontiac – Now I’m Happy
Sleepytime Gorilla Museum – Helpless Corpses Enactment
Marc Ribot y Los Cubanos Postizos – Choserito Plena
The Beatles – Here Comes The Sun
Yes – The Fish
Os Mutantes – Oh! Mulher Infiel
Tchavolo Schmitt - It Had To Be You
Tchavolo Schmitt - It Had To Be You
14 Temmuz 2011 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)