28 Aralık 2007 Cuma

RadioHead In Rainbows - Albüm İnceleme – Not: 5

(Değerlendirmede sözlerin etkisi üst benliğim tarafından “sıfır” olarak belirlenmiştir.)
15 Step: Melodi iyi, elektronik oynamalar yerinde, ritm ve altyapının uyumu güzel. Duygusal gerilimi verişi yerinde. Ara efektler ve bas gidişleri öne çıkıyor.
Bodysnatchers: Arka planda yinelenen tek düze gitar dokunuşları ve hızlı ritmin getirdiği akışa yenik düşmeyip dinleyiciye zevk vermeyi başarıyor. Yine de düzenleme başarısıyla kurtarılan bir deneme olarak görebiliriz.
Nude: Yumuşak, romantik hayallerde ufak bir gezinti. Thom Yorke’un vokali çok güçlü ama eski RadioHead parçalarını fazlasıyla hatırlatıyor. Sanki cover gibi.
Weird Fisher/Arpeggi: Gerçekten de arpej üzerine konulup geliştirilmek istenen bir şey var ama çok yetersiz. Bu adamlar stüdyoya girse, aynı şarkıdan günde elli tane yaparlar hissi bizde mevcut.
All I Need: Melodi zayıf olsa da belli bir hissi başarıyla ön plana çıkarıyor. Ancak parça içi gelişim ve ayrı kollara açılma özelliği kaybedilmiş. Belli bir yerde enstrümanları kalabalıklaştırıp zenginliği arttırmaya çalışıyorlar (albümün çoğu parçasında olduğu gibi) fakat bu basit ve sıkıcı bir yöntem.
Faust Arp: Değerli bir parça. Klasik gitarla keman uyumu, üst üste binişlerle ve bazen fısıltılarla yuvarlanan sözleri takip ederken farklı bir yere götürüyor insanı.
Reckoner: Yorke’un ağlamık sesinin etrafında kurulan ritm, elektronik dokunuşlar, syth ve back vokaller depresif kurtların ulumalarını bir şeye benzetmeye çalışan inançlı bir aranjörün ısrarcı çabasıyla oluşmuş olmalı.
House Of Cards: Bir kumsal şarkısı gibi yürüse de duygusal dengesi yerinde. Arka planda kullanılan efektler Beck’i hatırlatıyor.
Jigsaw Falling Into Place: İyi. Davul, ritm, bas, ön vokal ve arkadaki bas vokal gidişi, hızın içinde mükemmel bir şekilde erimiş. Aynı ritm üzerinde ustaca bir gelişim de sağlanıyor.
Videotape: Önemsiz.
(Müziksel anlamda bir konsept albümü havası göremedim. Efektif, koro ve synt’e dayalı oynamalar aldatıcı. Progressive bütünlüğe hiçbir zaman ulaşamadılar. Parçaya dayalı, etkileyici bir grup olduklarını reddettikçe eski günlerinin gücünden uzaklaşıyorlar. Yine de tamamen reddedilemeyecek, sürprizlere gebe bir albüm bu. Dinlenmesi tavsiye edilir.)

HarkTu der ki:

(Yeni HarkTular Geldi)

Softa taifesiyle buluşulacak ortak nokta cehennemdedir.

----

Gönlüm büküldüğünde
geçmişe değer dudaklarım
Bir öpücük değiştirmez zamanın akışını...

----

Ne kadar ovalasam da çıkmıyor gözüme batan karanlık

---

İki tür akıl vardır: Çıkarcı ve İdealist
Bunları aynı potada buluşturmaya çalışanlar
her iki yönde de başarısız olurlar.

---

Gökten ahlak yağsa
insanlar şemsiyeyle dolaşırdı

---

HarkTu der ki:
Kendinizden kaçın
Yakalanmamayı başarırsanız mutlu olursunuz.

(HarkTu) TIKLAYIN

İlk Bağlantı

Bilgisayarın başında romanım üzerine çalışıyordum. Bir ara yan tarafta, koridora açılan kapının önünde bir kıpırtı hissettim. Çevirdim başımı, ürküntüyle ve bir uzaylının gözlerini dikmiş beni izlediğini gördüm. Hemen kaldırdı elini, korkumu yok ederek ve şöyle dedi: “Sen devam et, ben sadece inceliyorum.” Dönüp yazmaya devam ettim ben de... Yarım saat kadar sonra, çekine çekine döndürdüm kafamı ve hala orada olduğunu gördüm. Petekli gözleri parıl parıl. Çişimi tutmalıydım bir süre daha. Romana konsantre olmaya çalıştım. Nasıl olsa gidecekti. Yarım saat daha. Bir daha baktım. Kapıda göremeyince rahatlayacaktım ki, gözüm yatağa ilişti. Oracığa kıvrılıp uyumuştu. Kalktım, yanına gidip üstünü örttüm yavaşça ve çişimi yapıp kahvemi doldurarak yeniden koltuğuma kuruldum...

SIGMATROPIC

Seferis’in şiirlerinden oluşturulan 16 Haiku & Other Stories önemli bir albüm. Meditatif altyapılara yaratıcı melodiler ve zaman zaman şaşırtıcı gidişler eşlik ediyor. Katılımcı gruplar-solistler şöyle: Robert Wyatt, Steve Wynn, Cat Power, Mark Eitzel (American Music Club), Alejandro Escovedo (Rank and File,The True Believers), Edith Frost, Howe Gelb (Giant Sand,OP8,Calexico,The Friends of Dean Martinez), Alex Gordon (Lincoln), John Grant (The Czars), James William Hindle, Simon Joyner (The Fallen Men), Pinkie Maclure, Mark Mulcahy (Miracle Legion), Lee Ranaldo (Sonic Youth), Martine Roberts (Broken Dog), Laetitia Sadier (Stereolab), James Sclavunos (The Bad Seeds), Carla Torgerson (The Walkabouts)

27 Aralık 2007 Perşembe

Yeni Alternatif Türk Grupları

Yeni dönem türk alternatif gruplarını dinlerken garip bir hisle sarmalanıyorum. Gülsem mi, ağlasam mı, bir şeyler mi kırsam?.. Pop melodilerinin de ötesine geçerek, gerçek anlamda fantezi müzik ezgileri bulup bunları yabancı gruplardan apartılmış aranjmanlarla, distortion’lı bir gitar eşliğinde sunduklarında rock ya da alternative olduğunu sanmıyorlar mı!..

Bu, boktan bir Sinan Çetin filminin titrek kamerayla ve sepya filtreyle çekildiğinde tıpkı Lars Von Trier’in Europa’sına benzeyeceğini ileri sürmek kadar garip bir şey.

Adını koyalım: Yaratımdan, özgünlükten deliler gibi korkuyorsunuz. Çıkarcı mantalitenizle; genelgeçerin, anonim pop anlayışın, tutmuş dandik grupların taklidi dışına çıkacak cesaretiniz yok.

Belki yaratıcılığınız da... Bunu birilerinin söylemesi gerekiyordu. Ben söyledim.

Kime Yazmalı

Aptallar için yazanların daima daha çok okuru olur.
Arthur Schopenhauer (1788-1860)

Dani Rodrik – Kamu Öncülüğünde Sanayileşme Politikası

TÜSİAD ve Koç Üniversitesi Araştırma Fonu tarafından düzenlenen “Uluslararası Uygulamalar Işığında Sanayi Stratejisi Arayışları” konulu panelde Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörür Dani Rodrick kamu öncülüğünde sanayileşme politikasına geçişi önerdi. Bu önemli uyarı-nasihatleri Cumhuriyet’ten başka bir gazete vermediği ya da önemsizmiş gibi kısacık geçiştirdiği için blogumuza almak şart oldu:

Rodrik “Serbest Piyasa ekonomisi artık iyi çalıştığında dahi büyüme ve istihdam artışını sağlayacak yapısal dönüşümü gerçekleştirmekte yeterli olmamaktadır. Çin ve Hindistan’ın başarılı sanayi politikalarından örenek alarak Türkiye’de kendi koşullarına uygun, kamu öncülüğünde sanayi politikaları geliştirmeli ve uygulamalıdır,” dedi.

Çin ve Hindistan gibi ülkeler neoliberal politikalar yerine, kamu öncülüğünde sanayi politikları uyguluyorlar. Yabancı yatırımcıların önünü sonuna kadar açarken karşılığında ülkeye giren yatırımcıya yerli üreticiyle ortaklık kurma, teknoloi transferi gibi zorunluluklar getiriyorlar. Böylelikle Çin, yerli malı girdi kullanma oranını yükseltmiş, hatta kendi global markarlaını yaratmaya başlamış durumda. Şili gibi serbest piysa ekonomisinde başarılı olmuş bir ülke bile ihracatta doğla kaynakların kullanılmasını öne çıkarabiliyor. Bir ülke, örneğin vergi teşviki veriyorsa karşılığında istihdam zorunluluğu da getirebilmeli.

Türkiye’de yenilik teknoloji ve inovasyon olarak düşünülüyor. Oysa gelişmekte olan ülkelerde istihdam ve refah yaratan büyüme için işgücünün yüksek verimli sanayi sektörüne kaydırılması şartı.

Kamu öncülüğünde sanayi politikaları kamu ve özel sektörün sürekli diyalog halinde olması ile gerçekleşebilir.

Şu anki konumunda Türkiye’nin kur politikasını değiştirme lüksü yok. Bu yüzden sanayi politikaları belirlerken maalesef kur politikalarını kullanamayacaksınız...

Dani Rodrik Türkiye’nin ezberini bozuyor. Bize Hindistan, Çin ve Rusya’nın devlet destekli plancı ekonomi politikasını göstererek ulusalcı bir mecraya yönelmemizi salık veriyor. Tüccarlıktan, al-sat’tan başka bir şey bilmeyen yetkililer ise her gün biraz daha batıyorlar neoliberalizmin bataklığına.

Çok çabuk yargılamayalım lütfen!

Yaratıcı Direniş 3 – Direniş Bir Sanattır

*İzmir’de Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda bir su borusunu tamir ettikten sonra çıkan taş ve molozları olduğu gibi bırakan İZSU, esnaf tarafından protesto edildi. Esnaf uzun bir taşa sarık giydirip kazılan alanı mezar haline getirdi, üzerine de “Hacı Baba’nın Türbesi” yazdı.

*10. Yüzyıl, Bulgaristan: Bogomiller ne et yiyor, ne de şarap içiyorlardı; evliliğe de karşıydılar. Topluluklarında hiyerarşik bir düzen yoktu. Birbirlerine güneh çıkartıyorlar, birbirlerini affediyorlardı. Zenginleri eleştiriyorlar, soyluları aşağılıyorlar ve sıradan insanları, pasif bir direniş göstererek, efendilerine baş kaldırmaya davet ediyorlardı. Bogomil akımının başarısı, Ortodoks Kilisesi’nin zenginlik ve ihtişamı ile papazların değersizliklerinin yarattığı düş kırıklığından kaynaklanan toplu bir adanmışlıkla açıklanabilir. Ancak asıl etken, giderek yoksullaşan ve toprak köleliğine bile razı olan Bulgar köylülerinin, toprak sahiplerine ve Bizans işbirlikçilerine duyduğu nefretti.

*YENİ ANARŞİSTLER: Doğrudan Eylem Ağı, Sokakları Geri Alalım, Beyaz Tulumlar, Kara Blok gibi gruplar iki tür eylemlilik arasında (Gandhi usulü şiddetsiz sivil itaatsizlik – Düpedüz ayaklanma) yeni bir alanı tanımlamaya çalışıyorlar. Sokak tiyatrosu, şenlik ve şiddetsiz mücadele unsurlarını bir araya getirerek Sivil itaatsizliğin “yeni lisanı” olarak adlandırılabilecek bir şeyi ortaya çıkarıyorlar. Örneğin Ya Basta! Grubu, tute bianche yani beyaz tulumlar taktikleriyle tanınıyor; üzerlerine köpükten zırhlar, iç lastik, yüzme simitleri, kasketler, kmyasallara dayanıklık beyaz tulumlar gibi bilimum tamponlayıcı malzeme geçirip kolkola polis barikatlarını zorluyorlar. Bu komik donanımlarıyla şekilsiz, hantal, gülünç ve büyük ölçüde zarar geçirmez çizgi film karakterlerine benzeyen Beyaz Tulumlar, poise su tabancları ve balonlarla saldırınca sahne tamamlanıyor. Benzer şekilde Pembe Blok da Prag eylemlerinde ve başka yerlerde peri kıyafetlerine bürünüp ellerindeki tüylü toz süpürgeleriyle polisleri gıdıklamıştı.

Amerikan Parti kongreleri sıraısında abartılı smokin ve tuvaletleriyle Bush Destekçisi Milyarderler Grubu, polislere muhalefeti bastırdıkları için teşekkür ederek, ceplerine sahte para tıkıştırmaya çalışmıştı.

Quebec’te, Yaratıcı Anakronizm Topluluğu’nun yardımıyla Ortaçağ Bloku tarafından inşa edilmiş devasa mancınık, Amerika Serbest Ticaret Bölgesi zirvesini oyuncak ayıcık bombardımanına tuttu.

2001 Mayıs’ında Londra’da isyankarlar şehir merkezini oyun sahnesi olarak kullanarak Monopoli oynadılar: şehrin kalbürstü semti Mayfair’de evsizler için oteller kurdular, alışvariş merkezi Oxford Caddesi’nde insanlara sahte para dağıtmak ve bunu dükkanlarda kullanmaya teşvik etmek suretiyle Yüzyılın İndirimi’ni düzenlediler.

*ÖDP Gençlik Kolları’na bağlı göstericiler, uzun su kesintilerini protesto etmek amacıyla Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin önünde “Panzer bize su sıksana” yazılı pankart açtılar. (2007)

* Fark yaratamayacak kadar küçük olduğunuzu sanıyorsanız, sivrisinekli bir odada uyumayı deneyin (Dalay Lama)

*Karayip Adaları’ndaki yerliler açısından, tüylü şapkası ve kırmızı peleriniyle Kristof Kolomb gördükleri en iri papağandı (Eduardo Galeano)


(Yazılar Metis’in çıkardığı 2008 ajandası Yaratıcı Direniş’ten alınmıştır)

İlhan Kesici – BUNUN ADI SÖMÜRÜ

Meclis’te 2008 Bütçesinin eleştirisini yapan İlhan Kesici şunları söylüyor: “AKP iktidarında, 2002-2007 arasında Türkiye 184 milyar dolar faiz ödüyor. Bu para altımış tane Atatürk Barajı’na eşit. AKP hep övünüyor, herkes Türkiye’ye gelmek istiyor, diye. Doğru, bu kadar ballı faizi görünce kim gelmek istemez.

Yunanistan yüzde 4.87 ile, Mısır yüzde 7.13 ile, El Kaide işgalinde, iç kargaşaya sürüklenen Pakistan yüzde 9.73 ile borç bulurken Türkiye yüzde 17.21 faizle borçlanıyor.

Üstelik burada bir başka ahmaklık ve kötü yönetim var. Türkiye kendi döviz birikimini ABD ve AB hazine bonolarına yüzde 4-5 faizle bağlıyor ama kendisi yüzde 17.21 ile borç alıyor.

Bunun Adı Sömürüdür.

2002’de iç ve dış borç, kamu ve özel toplamı 218 milyar dolar. Bugün 436 milyon dolar.

Uçar Bu Memleket

Yılbaşında valilerimiz, vekillerimiz, Noel baba kostümüyle evlere gidip bedava kuran kursu davetiyesi ve maarif takvimi vermeyecek mi? Bunu da bekliyor halkımız. Uçar bu memleket o zaman. Uçar.

Ha ha haa...

26 Aralık 2007 Çarşamba

Atasözü Turu – Uygur Yöresi

Bir Uygur atasözü der ki: “Atın altından geçmeye çalışan çiş banyosu yapmaya da hazır olmalıdır.”. Bir başka Uygur atasözü de şöyle tamamlar bu bakış açısını. “Domuzlar kavga ederken köpekler araya girmez.” Günümüz meşhur Uygur Şairi Garak Tulba ise şöyle bir laf etmiştir: “Siz sevişirken her şeyin sustuğunu sanırsınız. Çünkü herkes sizi dinlemektedir.” Orta Asya steplerinde çarpıştığım bir Uygur atlısı ise şöyle demişti: “Başındaki dumanı evde bırak ki yurdunu kem gözlerden saklasın.” Bir akşam, içkiler içilmiş kafalar dumanlıyken şöyle dedim ben de: “Uygurların hepsi toptur, bunu görmeyen boktur.” Dayak yedim tabi. Ama sonra öpüşüp barıştık ve yine çadıra dönüp kımıza yumulmaya başladığımızda bir yaşlı bana şöyle dedi: “Ettiği lafı etti geyik, ete bandırdı bir çuval kemik.” Komikti. Hepimiz güldük ve Uygur şarkıları söyleyerek sabaha kadar taşıdık yanımızda neşeyi.

Çünkü bir Uygur atasözü şöyle der: “Sabahleyin kötülük tanrısı HayraKan’a rastlarsanız, yere kapanmadan önce kahvaltı ettiğinden emin olun.”

(Saykolog'un Yerinde Çin Atasözleri)

Günün Müzik Menüsü

Pixies “Alek Eiffel”, “Here Comes Your Man” - Radiohead “15 Step”, “Bodysnatchers” – Klaxons “Atlantis To Interzone”, “Golden Skans” – Blonde Redhead “Falling Man” – The Coral “Put The Sun Back”, “She Sings The Mourning”, “Cripples Crown” – The Clash “London Calling”, “I Fought The Law”, “Know Your Rights” – Manu Chao “El Dorado”, “Homens”, “Le Rendez-Vous”

25 Aralık 2007 Salı

Bir Taşla Başladı Her Şey

Tophane tarafında yürürken birden yukarıdan bir taş düştü önüme. Telaşla bakındım. Çocuklar falan mı atmıştı? Ama göremedim kimseyi. Sonra kuşkuyla eğilip bir çabuk alıverdim taşı. Bir kağıt parçasıyla sarılı olduğunu daha yere konduğu anda farkettiğim içindi tüm paranoid hareketlerim. Açtım kağıdı ve hızla okudum. Sonra bir daha. Yüz metre yürümemi, orada kavuniçi takkeli bir dilenci göreceğimi, ona üç ytl yirmi beş kuruş vermemi yazmıştı birisi. Kafamı sallayıp gülmeme rağmen ayaklarım o tarafa doğru yıldırım hızıyla seğirtmeye başlamıştı bile. Çok geçmeden, önünde durduğum adamı şöyle iyice bir süzmekle meşguldüm. Alay edilmek hiç de hoşlandığım bir şey değildi. Ama zavallı görünüşlü bu dilencinin insanlarla uğraşacak bir hali var gibi görünmüyordu işin doğrusu. Söylenen parayı önüne koyduğumda başını heyecan içinde kaldırıp bana baktı. “Ben de seni bekliyordum,” dedi dişsiz ağzıyla ve elime, arkasına bir şeyler çiziktirdiği bir kartvizit tutuşturup Karaköy’e gitmemi, orada parkın çıkışındaki sarı taşın üstünde tek ayak üstüne beklememi söyledi. Benimle iletişim kuracaklardı. Bu saçmalığın artık yettiğini söyledim üstünde dilenci yazan karta küstah bir bakış sallayarak. Kendilerine alay edecek başka birilerini bulmalarını istedim ama ağlarcasına, yere attığım kartı tekrardan elime koydu ve bunun çok önemli olduğunu söyledi. Uzaklaştım oradan. Delilerle uğraşmak istemiyordum sonuçta. Ama şeytan beni arkamdan, söylenen yere doğru itiyordu. Neler olacağını da merak ediyordum açıkçası. Şakaysa şaka. Sonu nasıl bitecekti acaba? Böylece o taşın üstüne konup kaldırdım tek ayağımı ve alaycı bakışlara dayanarak beş dakika kadar bekledim. Önüme bir cüce gelip durduğunda artık gitmeye karar vermiştim. Elinde bir şişe tutuyordu. “Hayrola?” dedim sinirli bir havada. Ama o dik dik bakmaya devam etti. “Bana bir şey mi vereceksin?” diye sordu sonra yamuk ağzından. O sırada aklıma geldi cebime koyduğum kart. “Sen misin?” diyerek kartviziti uzattım. “Benim ya,” diyerek şişeyi elime tutuşturdu. İçinde defalarca katlanmış ve küçücük bir başka şişenin içine konmuş bir kağıt vardı. “Bu ne?” diye sorarken hala tek ayak üstünde durduğumu farkedip indirdim. “Şişeyi Galata köprüsünün soldaki ilk ayağından denize bırak,” dedi ve yürüyüp insanların arasına karıştı. İyice ilginç bir hal almaya başlamıştı bu gösteri. Gidecektim anasını satayım. Bu dediklerini de yapacaktım. Bir rüyada gibi köprünün ilk ayağına inip oradan denize bıraktım şişeyi. Ağır ağır, salına salına uzaklaştı Topkapı sarayının önlerine doğru. Ve ben, ellerim cepte yukarıya çıkıp balıkçılarına arasında bir süre vakit geçirdikten sonra bazı şeyleri sorgulamaya başlayıp hızla geldiğim yolu baştan tavaf etmeye yöneldim. Fakat sırasıyla, ne cüceyi ne dilenciyi bulabildim orada. Bir bok olmamıştı. Kameraya falan çekmişlerdi herhalde. Belki de arkadaşlarım. Bu düşüncelerle, kendimle de dalga geçerek Taksim’e yollanıp Aslanım’a oturdum. İkinci biranın sonlarında hafif çakırkeyif pencereden dışarıyı kesmekteyken yanımda duran bir siluetle irkilip kafamı kaldırdım. Güzelce bir yüz. Mavi derin gözler, kahıra batmış endişeli bir surat. Elindeki kağıdı önüme koyup. “Geldim,” dedi. “Oturabilir miyim.” Neler olduğunu anlamak istercesine bakarken ve gözlerimi şiş karnından zorla alırken yutkunup “Tabi,” diyebildim. “Orada, intihar etmeyi düşünürken geldi notun,” dedi o. “Seni tanımıyorum ama...” Hemen kağıdı aldım elime. Onu dinleyemiyordum artık. Bakınca yazının bana ait olduğunu gördüm ve ayağa dikildi tüylerim. Kim olduğunu kısaca tanıttıktan sonra; onu sevdiğimi, intihar etmemesini, birbirimiz için yaratıldığımızı, kendisini Aslanım’da bekleyeceğimi yazmıştım. Başımı kaldırıp baktım mutluluk ışıkları saçmak için sabırsızca bekleyen üzgün gözlerine. Biramı yana çekip ellerini tuttum sonra.

“Evet,” dedim. “Galiba çok mutlu olacağız.”

“Belki delilik bu ama,” dedi tatlı bir gülümseme ansızın yüzünde açarken, “ben de inanıyorum buna.”

FossurGama Sunar: Neredeyim Ne Haldeyim.

Işıklar ne güzel de oynaşıyordu denizde. Nasıl bir durgunluktu bu yaşamın üstüne çökmüş. Sanki bir film setiymiş gibi görünüyordu kıyıya kondurulmuş satış yerleri. Yürüyüp bir dondurmacının önünde durdu sulanan ağzını dinleyerek. Yaklaşıp diğer müşterinin yanına ilişti ve “Bakar mısınız?” dedi. Ama diğer tarafa döndü satıcı. Öküzün tekiydi bu da. Sonra gözü renkli kağıtlarla ambalajlanmış şekerlemelere ilişti. Uzattı elini yanındakine “Pardon” diyerek ve kendine çekmeye çalıştı poşedi. Fakat eli bomboştu. His içini gıcıkladı. Kayıp gitmişti bir şeyler. Öylece baktı bir süre ve o esnada da anladı ne olduğunu. Ulan, hep karıştırıyordu şunu be! Öylesine ilerlemişti ki öğretide, dolaşmak istediğinde yanlışlıkla astral olarak dışarı çıkıyordu artık. Neyse. Şimdi eve dönüp bedenini alır, ayakkabılarını giyer, öylece bir daha gelirdi. Ağzı sulanmıştı bir kere ne de olsa.

FossurGama’dan Kısa Haber Turu

Ölümsüzlüğü keşfettiğini iddia eden Japon bilim adamı A.G. bunalıma girip intihar etti.

FHA – Londra


Sıkıştırma pres levhalı özel dolmuşlar bugünden itibaren seferlere başlıyorlar. Eskiden bir seferde otuza yakın yolcu taşıyabilen dolmuşlar, yeni sistem sayesinde yolcu kapasitesini seksen kişiye kadar çıkarabilecekler.

FHA – İstanbul


Piyasaya sürülen ve düşünme kapasitesini arttırdığı söylenen Braino hapları devlet tarafından toplatıldı. Şu ana kadar hükümet cephesinden bir açıklama gelmezken ilaç şirketinden bazı yetkililer şaşkınlık içinde olduklarını söylediler.

FHA – Ankara


Heyecandan, büyük ikramiye isabet etmiş biletini yutan Şaban Özyurt, noter önünde (afedersiniz) sıçarak çıkardığı bilet heyet tarafından deşifre edilince büyük bir sevinç yaşadı. Biz de paralara bok sürüp vericez diyen milli piyango genel müdürü Alaattin Zoka ise gülüşmelere neden oldu.

FHA – Bursa

FossurGama Sunar: Ev Alma Komşu Al

Yukarıdan gelen gürültüler, tabi bir de karısının dırdırı iyice canını sıkınca terlikleriyle apar topar yukarı çıktı, kendi halinde bir maliye müfettişi olan Osman bey. Kapıyı sertçe çalmaya çalışsa da yine fazla bir gürültü çıkaramamıştı kibar bir zat olduğu için. Ama hayır, onun da bir sabrı vardı. Densizliklerinin cevabını alacaklardı az sonra. Beklemesi on saniye anca sürdü. Yeri gümbür gümbür döven ayaklar yaklaştı ve kapı bir anda açılıverdi.

Aman Allahım!

Orada patlayıp yırtılmış pijamalarının içinde iki metreye yakın bir kurt adam duruyordu.

Kanlı diş etleriyle kaplanmış sivri dişleri arasından köpükler saçarak, “Buyur komşum, hayrola,” dedi ama, sesi genizden, hırıltılı, müthiş bir korku yaratacak kadar insan dışı olduğu için zar zor anlaşılıyordu söyledikleri.

Konuşamadı Osman bey haliyle. Şarıl şarıl donuna işemekle ve pörtlemiş ağlamık gözlerini kırpıştırmakla meşguldü.

“Kim o?” diye bir ses geldi içeriden. Daha ince de olsa, aynı iğrençlikteydi.

“Alt komşu,” diye hırıldayıp yine Osman beye döndü o. “Ne vardı?”

Bir şeyler söylemeliydi Osman bey ama kurumuş ağzından hiçbir şey çıkmadı.

Sinirle oynadı kurt adamın gözleri. “Konuşsana yahu, dilini mi yuttun.”

Ve birden bir güç yürü ya kulum deyip koşmasına izin verdi Osman beyin. Hışımla evden içeri dalıp kapıyı kapadı ve elleri belinde “Nooldu, verdin mi ağızlarının payını,” diyen karısına baktı zorlukla nefes alarak.

Tam da o sırada, yeniden gürültüler başladı yukarıda. Sanki yıkılıyordu ev...

Doğu’da Kara Delik

Güneydoğuda imam açığı varmış. Kapı kapı dolaşıp yöre insanını teröre karşı bilinçlendireceklermiş. Bari yoğurt da satsınlar da devlet ekonomisine bir katkıları olsun.

Ha, bir de Amerika’dan istihbarat alsınlar da ona göre gitsinler evlere.

Bölgeye nakşileri, fethullahçıları müslüman kardeşleri, sayısız tarikatı doldurdular ama yeterli gelmiyor herhalde. Doktor, öğretmen bulunamayan yerde her kişiye bir din adamı düşecek. Ama halkımız açlıktan, hastalıktan, emperyalist baskılardan, ucuz iş gücü haline getirilmekten, ülkemiz onurunu kaybetmiş falan bunlardan pek etkilenmediğine, başta dini bütün birisi oldukça rahatı yerinde olduğuna göre ortada bir sorun da görünmüyor.

Yeni Sermaye: Cehalet

Uydu yönetimlerin sermayesi halkın cehaletidir. (İlyas Yılmazer)

SHP’de Devrimci Soluk

Murat Karayalçın Türkiye’nin devrimcilerini, sosyalistlerini SHP çatısı altında toplanmaya çağırmıştı. Eşber Yağmurdereli’den Sarp Kuray’a dek pek çok kişinin katıldığı örgüt toplantısında kamuoyuna sunulan sonuç bildirgesinde şöyle ilginç maddeler göze çarpıyor:

*1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya çıkışı ile kozasından çıkan ancak 1947’deki Türk Amerikan anlaşmaları ve ardından, Nato, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve askeri müdahaleler sarmalının kuşatmasıyla kesintiye uğrayan Anadolu modernizasyonu, 1960 27 Mayıs’ının kazanımlarının ürünü olan 1968 gençlik hareketleriyle tekrar rayına oturtulmaya çalışılmışsa da bu tarihi şans, sırasıyla 12 Mart ve 12 Eylül operasyonları sonucunda zorbalıkla ezilmiştir.

Bugün Türkiye solu, yeni ve güçlü bir çıkış yapacaksa, ki bunun bütün objektif koşulları mevcuttur, bunun yolu; 1919, 1968 ve 1978 hareketlerinin emek ekseninde yeniden güncellenmesinden ve rotasını dünya solunun ve emek hareketinin enternasyonal dayanışmasına çevirmesinden geçecektir.

*Bu aşamada, Türkiye solunun iki önemli bileşeninin, yani Türkiye sosyal demokrasisinin ve Türkiye sosyal demokrasisinin ve Türkiye sosyalist-devrimci hareketinin karşılıklı ilişkilerinin tanımlanması önem kazanmaktadır.

Sosyalist bolokun dağılışını kimi sosyal demokrat çevreler, aceleci bir tavırla kendi tezlerinin doğruluğunun kanıtı ve dolayısıyla sosyal demokratik bir yeni çağın başlangıcı olarak tanımlamışlarsa da, olayların gelişimi, sosyal demokrat siyaset ile sosyalist siyasetin diyalektik bir bütünlük arz ettiğini ve aslına gelişimlerini birbirlerinin varlığına ve karşılıklı mücadelelerine borçlu olduklarını göstermişlerdir.

*Tıpkı Güney Amerika solunun yüzden fazla sosyalist, sosyal demokrat parti, örgüt, sendika ve gruplarının başardığı gibi ortak tarihi değerlerimiz etrafında bütünleşerek, Türkiye halkına umut ve heyecan aşılayacak bir çıkış yakalamamızın bütün objektif koşulları fazlasıyla mevcuttur. Bizler beraberliğin sübjektif koşullarından olan örgütlenme ihtiyacına, her türlü hesaptan uzak, tam bir samimiyet içerisinde katkı sunmaktan mutlu olacağız.

*Ülkemiz ve bölgemiz, emperyalizm ve yerli ortakları tarafından ekonomik, politik, sosyal, coğrafik ve kültürel olarak işgal edilmek ve yüzde yüz teslim alınmak tehlikesiyle karşı karşıya. Bu emperyalist işgalin ilk hedefi öncelikle insan kolektif aksiyonunu yok etmek, direniş güçlerini dağıtmak, en ufak bir umudu ve kardeşliği ortadan kaldırmaktır. Ülkeler ve halklar sadece parçalanmıyor, parçalananlar arasında kin ve nefret duyguları pompalanıyor, şovenizm kışkırtılıyor. Örneğin yüzyıllara dayanan bir birliktelikle Çanakkale’de Kurtuluş Savaşı’nda aynı amaç ile savaşmış Türk-Kürk kardeşliği yok edilmek isteniyor. Genel olarak tüm halkımızın, özel olarak Kürt halkımızın ve ülkemizin içine düşürüldüğü bu sorunun çözümü; laik demokratik cumhuriyet temelinde, gönüllü birliktelik esasına dayalı özgür ve demokratik bir barış ortamının tesisi için ezber bozucu çözüm yollarının tartışabilmesinden, 1919’ları güncelleyebilecek programların uygulanabilmesinden geçmektedir.

(Maddeler Hikmet Çetinkaya’nın yazısından alınmıştır.)

Çok güzel laflar da, bu devrimci atılımın 1995’te tek taraflı bir Gümrük Birliği anlaşmasına imza atan Murat Karayalçın önderliğinde gerçekleştirileceğine inanmak zor...

Yolsuzluk ve Yoksulluk – İlyas Yılmazer – Deprem Gerçeği

24 – 12 – 2007 tarihli programda İlyas hocamız deprem olgusuyla ilgili çarpıcı olguları masaya yatırdı ve bir kez daha ezber bozdu:

Deprem sadece ovalarda, tarım alanlarında yıkar. Sıvılaşma, yani toprağın bulamaç haline gelmesi sadece toprakta olur. (Bunu pirinç taşlama örneği çok güzel vermektedir: Sallanan torbada taşlar aşağı çöker, yukarıda pirinçler kalır.)

Kobe depremi bizim Kocaeli depreminden yüz kat daha ufak bir depremdi. Ancak, viyadükler, otoyolları ve binaları ne kadar sağlam yapılırsa yapılsın büyük bir zarara ve yedi bin ölüye yol açtı. Çünkü ovanın üstüne yapılmıştı ve neden malzemeden çalan müteahhitler falan değildi. (Mexico City de öyle olduğu için şehir dağ eteklerine taşındı) Bu olaylar deprem değil bina öldürür safsatasını ortadan kaldırmaktadır.

Ovalarımız, Anadolu’nun nefes almasını sağlayan akciğerleri hunharca yapılaşmaya açılmıştır.

Ovadan otoyol geçirdiniz mi, yüzyıllardır akıllıca dağ eteklerine kurulmuş yerleşim birimleri de yavaş yavaş o tarafa doğru inmeye başlar. Bolu’dan geçen Ankara yolu 230 kilometre fay hattının yakınından gitmekte ve ayrıca tarıma elverişli bölgeleri de yok etmektedir. (Bundan başka, barajların da altından geçtiği için suyu da zehirlemektedir.)

Düzce saman pazarı olarak kurulmuş, şehir oraya indiği için 4 kez yıkılmıştır.

Dalaman ovası Unakıtan tarafından imara açılmıştır. Bursa ve İnegöl ovaları da sıradadır.

Mimar Sinan’ın 1560 yılında yaptığı Selimiye camisi Edirne’de Sarıbayır tepesindedir. Yıkılmamıştır. Ancak on yıl sonra ovaya yaptığı cami, oraya gömülmüştür.

Prof. İlyas Yılmazer Van’da yaptığı çalışmalarla şehir yerleşimini dağ eteğine kaydırmış ve Hakkari depremi sırasında tek bir bina yıkılmamış, buna mukabil 100 kilometre daha ötedeki yerleşim birimleri yerle bir olmuştur. Olayın kerpiç evlerle de ilgisi yoktur. Karadeniz’de, değirmen taşları üstünde duran selenderler bile yamaçta olduğu için yıkılmamaktadır.

İlyas Yılmazer ile ilgili diğer yazılara ulaşmak için tıklayın.


Bulun Bakalım

Fazıl Say’la Cemil İpekçi arasındaki 100 bin farkı bulmanızı istiyorum. Soruyu bir milyon kişi doğru cevapladığı takdirde hep beraber devrim yapıp, ülkeyi talancılardan kurtaracağız. Ödülümüz de bu işte.

24 Aralık 2007 Pazartesi

Suskunlar’dan Bir Susku – İhsan Oktay Anar

“... Fazla bir müşterisi olmayan Yedikule Kahini’nin zaten parada pulda pek o kadar gözü yoktu. Çünkü bu mektep medrese görmüş, mürekkep yalamış adam, paradan çok ilmin kendisine değer verirdi. Hattâ öyle ki, neredeyse gün boyu, filozofların ve kadîm âlimlerin eserlerini satır satır kırâat eden kâhin, bilgiyi bir nimet kabul ettiği için Ramazan ayında sahurdan sonra okumayı bırakır, nefsini bastırarak iftar zamanına kadar elini kitaba sürmez, ancak akşam ezanını işittiği zaman Aristâtalis’in Badü’t Tabîiyye başlıklı meşhûr eserinden bir bölüm okuyarak orucunu açardı. Bununla birlikte, ilim konusunda deryâ gibi olan kâhin, epeyce dindar da olduğundan, sadece ve sadece bir tek kitap kaleme almış, böylece kafa sermayesinin kırkta birini, okusunlar öğrensinler diye cahil cühelâ takımına zekât olarak vermişti...”

“... Öte yandan Yedikule Kâhini, geleceğin olduğu kadar geçmişin bilgisine de vâkıf, zehir gibi bir tarihçiydi: Nitekim onun, Taberî’nin de dediği gibi, Kâbe-i Mükerreme’nin dünyanın tam ortasında olduğu, Âdem Aleyhisselâm’ın yaratıldığı toprağın da bizzat Azrâil tarafından buradan alındığı ve Âdem Babamızın, meçhûl bir ayın cumaya denk gelen onbeşinci gününün yedinci saatinde Hindistan’a düştüğü fikri, eserinin ilk bâbındaydı. Bunun yanında, Âdem’in ilk kardeşsiz oğlunun isminin Şid olduğu, Âdem vefât ettiğinde oğullarının sayısının kırkbini bulduğu ve dokuzyüzoniki yıl yaşayan Şid’in onlara hükmettiği gerçeği de, Kâhinin yegâne eserinin dokuzuncu faslında anlatılmaktaydı...”

İşte size İhsan Oktay Anar’ı neden okumanız gerektiğini anlatacak kadar bir malzeme. Gerisi Suskunlar’da...

Yaratıcı Direniş 2 – Direniş Bir Sanattır

Polisler 1 Mayıs’ı Biber Gazı Bayramı Sanıyor.

Nesneler olarak mücadeleye başlayıp, sonradan insan olamayız. (Paulo Freire)

Eğer buraya bana yardıma geldinse evine dön, ama eğer bu mücadeleyi kendi mücadelenin bir parçası olarak görüyorsan birlikte bir şeyler yapabiliriz. (Aborijin kadını)

1999’da kırk kadar ülkede, 100 şehirde, şirket küreselleşmesine karşı eşzamanlı eylemler yapıldı. Bangladeş ve Pakistan’da işçi yürüyüşleri; Uruguay’da sahte ticaret fuarı; Londra’nın finansal merkezinde borsanın iki gün kapalı kalmasına yol açan binlerce kişilik bir karnaval; İspanya, İtalya ABD ve Kanada’da işgaller ve sokak partileri; Nijerya’da petrol endüstrisi ve emperyalizmi protesto eden on bin kişi; Melbourne, Avustralya’da ünlü bir politikacının yüzüne kremalı pasta atılması, çokuluslu bir kereste şirketinin ölü hayvanlarla çevrelenmesi gibi.

“Donanmada otuz üç yıl geçirdim. Bunun büyük bölümünde yaptığım; iş dünyası, Wall Street ve bankacılar için üst sınıf bir dövüşçü olmaktı. Kısacası kapitalizmin çetecisiydim. 1909-1912 arasında Nikaragua’nın Brown Biraderler uluslararası bankacılık şirketi için temizlenmesine katkıda bulundum. 1914’te Amerikan petrol çıkarları için Meksika ve özellikle Tampico’nun güvenli bir yer haline gelmesini sağladım. 1916’da Amerikan şeker çıkarları için Dominik Cumhuriyetini kurtardım. Hiati ve Küba’nın National City Bank’ten oğlanların kâr sağlayabileceği düzgün bir yer olmasını garantiledim. Wall Street yararına yarım düzine Orta Amerika cumhuriyetinin tecavüze uğramasına yardım ettim... (ABD donanmasının önemli generallerinden Smedley D. Butler, 1 Ekim 1931’de görevinden ayrıldıktan sonra Savaş Çete İşidir adlı bir kitap yazdı. Hayatını böyle özetliyordu.)

Beyazlara iyi davranın, insanlıklarını yeniden bulmak için size ihtiyaçları var. (Desmond Tutu)

Zapatista ayaklanmasının ikinci yılında (1996) Zapatistaların daveti üzerine dünyanın kırk ülkesinden üç binin üzerinde aktivist askeri kontrol noktalarını, soruşturmaları, çamur deryalarını geçerek yağmur ormanlarında kurulan “İnsanlık İçin, Neoliberalizme Karşı Bininci Kıtalararası Buluşma”da bir araya geldiler. Berlin’den gelen ev işgali aktivistleriyle kar maskeleri takmış isyancı Mayalar, Arjantin’li kayıp anneleriyle Fransız grevciler deneyimlerini paylaştılar. Subcomandante Marcos “Bir dahaki sefere Marslıları da davet etmek gerek,” dedi.

1991 yılında İsveçli bir aile, ülkedeki “İsim Verme Yasası”nı protesto etmek amcıyla yeni doğan çocuklarına “Brfxxccxxmnpccccclllmmnprexvclmckssqlbb11116” ismini verdi ve 1000 YTL para cezasına çarptırıldı.

Orakçılar: Pioneer şirketinin bir tarla dolusu genetği dönüştürülmüş mısır çeşitliliği denemesi’ni bloke etmek için bir arada. Suçlanmamak için orak, tırpan ve bıçak gibi aletler kullanılmayacak. Ellerle, bir başağa bir kişi. Hepsi bu.

Yalan evrenselleştiği zaman hakikati söylemek devrimci bir eylemdir. (George Orwell)

(Yazılar Metis’in çıkardığı 2008 ajandası Yaratıcı Direniş’ten alınmıştır)

%52 Grubundan Vaatler

Seçimlere Allah Hepsinin Belasını Versin adıyla katılan %52 grubu şu vaatlerde bulunmuştu:

Sadece AB’ye, ABD’ye, IMF’ye laf etmek yetmez, UEFA’dan FIFA’dan da çıkılacak, Tam Bağımsız Süper Lig kurulacak! Real Madrid bile lige katılmak için kapımıza gelecek, ama en az 7 Türk oğlu Türk futbolcu oynatmazsa o bile alınmayacak! Eurovizyon’dan da çıkılacak, Türkovizyon yapılacak, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan, KKTC, Türkmenistan direkt katılacak, hep Türkiye kazanacak!

Tayyip, Baykal, Ağar, Uzan, Bahçeli ve bilumum politikacının katıldığı “Vaat-Star” yarışması düzenleyeceğiz. En çok sallayan kazanacak; her hafta biri elenecek. Tabii sizin SMS oylarınızla. Yarışma bitince, aynı kadroya “Kıvır-Şov”* hazırlatacağız!
(*Kıvır-Şov, oryantal dans formatında bir yarışma olup, Baykal isterse vals yapabilir.)...

Musul ve Kerkük’ü alacağız. Selanik’i de alacağız. Başladık mı Atina’yı, hatta Viyana’yı da alırız. Doğu’da da Fizan’ı alıp orayı kalkındırmak için GAP kuracağız. Batı’ya giden orduların başına Kemal Alemdaroğlu’nu, Doğu ordularının başına Ertuğrul Özkök’ü getireceğiz.

Gerisi http://ahbvp.yuzde52.org/vaatler.php sitesinde..

Her Gece Her Gece Olur mu Be!

Gece yarısı, uykumda bir ses duydum. “Kalk,” diyordu birisi boğuk boğuk. Açıldı gözlerim ve karanlığın içinde bembeyaz parlayan hayaleti gördüm. Karanlığa açılan göz delikleri, lime lime olmuş derileriyle başımda dikilmiş “Kalk,” demeyi sürdürüyordu. Fırladım yataktan öfleyerek ve onu her zamanki gibi arkama katıp salona ilerledim hızlı hızlı. Dönüp sordum orada: “Hangi kanalı istiyorsun?” Dilsiz ağzını araladı ve kanalın ismini zikretti yankılarla odayı döven davudi sesiyle. Açtım. Yeniden uykuya dönmek için davranmama kalmadı, “Duur, otuuur,” dedi hayalet. Ve elim mahkûm, yanına oturup sabaha kadar uyduruk dizileri, belgeselleri, tekrar programlarını seyretmek zorunda kaldım yine. En yakın zamanda, bir papaz olur, imam olur, bir şeyler yaptırmam şart. Onu televizyondan koparıp ait olduğu dünyaya göndermezsek çıldırıcam yoksa...

Kutu Kutu Pense

Acun dizmiş karşıya insancıkları kutu açtırıp duruyor. Ağlaşmalar, cesaretlendirmeler, dayanışma gösterileri, yalaklanmalar. İki saate yayılan koca boşluk kara deliğe dönüşüyor. Paçalarından çekiyor televizyona mahkum edilen halkı. Bekliyorum, kutunun birinden bir kobra çıkacak diye, çıkmıyor. Bekliyorum, bir cin çıkıp kanala kapatma cezası verecek diye, olmuyor. Bekliyorum, insanlar, bu saçmalık da ne lan, deyip protesto edecek, diye. Hayır, tam tersine seviyorlar anasını satayım. Ben de yatağıma yollanıp İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ını açıyorum ve susa susa okurken sayfalara gömüp boğuyorum aptalları.

23 Aralık 2007 Pazar

FossurGama Sunar: Şık Bir Mağazadan Naklen Yayın

Yanlarda az saçı bulunan, koca burunlu, küçük gözlü, kıpır kıpır adam hızlı hızlı yürüyerek tezgahın yanına geldi.

“İyi günler,” deyince, tezgahtar kız nazikçe gülümsedi ve acaba ne isteyecek diye baktı beklentiyle.

“Şu vitrindeki pembe külodu çıkarabilir misiniz?” dedi adam.

“Tabi,” deyip, raflardan çıkarttı ve getirdi kız bir çabuk. Sonra baktı “Karınız için mi?”

“Hayır,” dedi adam. “Ben alıcam. Kabin var mı sizde?”

Kız hemen dönüp, olaya kulak kabartmakla kalmayıp bir yandan o tarafa seğirtmekle meşgul, boyalı saçlı, şuh giyinmeye çalışmış kara kuru mağaza sahibine baktı.

Kadın “Buyrun,” dedi öne atılıp, sanki tezgahtar bu evreyi geçmemiş gibi.

“Buyurdum zaten,” deyip küloda uzandı adam ama kızın eli hala üstündeydi. “Şunu bir denemek istiyorum.” Çekemedi pembe külodu.

“Şeey,” dedi mağaza sahibi en otoriter ifadesini takınarak. “Korkarım bu olmaz ama beyefendi.”

“Niye?” diye sordu adam hemen bir kaşını kaldırarak.

“Eee, ama canım,” dedi mağaza sahibi bu sefer de gülmeye çalışarak. “Bu kadın külodu.”

“Eeee?”

“Yani, karınız gelse.”

“Hanfendi,” dedi adam, hafifçe sinirlenirken. “Karım yok benim. Kendime alıcam. Nooluyor yani be! Parasıyla değil mi?”

“Tamam da beyefendi,” dedi mağaza sahibi. Sonra düşündü. “Alacaksanız alın da... Denemenize izin veremem. Olmaz yani. Müşterilerimize...”

“Iyy,” dedi tezgahtar kısık, düşüncesiyle bile bir garip olarak.

“Bu ne terbiyesizlik yaa,” dedi adam suratı mosmor. “Sizin götünüzün benden daha temiz olduğunu nerden çıkarıyorsunuz kardeşim?”

Önlerine baktılar, hem mağaza sahibi hem tezgahtar.

Siniri geçmedi adamın. “Nerden çıkarıyorsunuz kadınların daha temiz olduğunu?”

Cesaretini tekrar toplayıp “Beyefendi,” diye diklenecek oldu mağaza sahibi.

Ve şakkadanak indirdi adam pantalonunu. Ardından da fırfırlı kıpkırmızı kadın külodunu. “Bakın,” dedi sonra, götünü döndürüp göstererek. “Daha mı güzel sizinkisi?” Bir daha döndü çevresinde. “Daha mı temiz. Daha mı bakımlı?”

“Aaaaa,” diye ağzı açık kalmıştı mağaza sahibi.

Gözlerini kapatıp “Ay nooluyo?” dedi tezgahtar. Sonra tekrar açtı.

Adamın en az otuz santime yakın aletinin ucuna kelebekli lastik bir saç tokası bağlanmıştı ve salındığı boşlukta öylece sallanıyordu, bir sarkaç gibi. Gövdesine küçük hayvan çıkartmaları yapıştırılmıştı. Testislerinden ise minnacık lastik papatyalar ve sahte yeşillikler sarkıyordu. Göt kapaklarına da incecik silecekler ve fosforlu iki far tutturulmuştu aksesuar niyetine.

İşin doğrusu. Gerçekten de bir hayli bakımlı ve yerli yerinde görünüyordu her şey...

Düşman Kim?

Düşmanın pek çok yüzü ama tek ismi var: Kapitalizm
(Subcomandante Marcos)

21 Aralık 2007 Cuma

Hipnozzzzzzzzz

Yeni bir psikiyatr buldum. İlginç birisi. İlk terapide bana lokal hipnoz uyguladı. Her şeyin farkındaydım ama aynı zamanda ne isteniyorsa da yapıyordum eşek gibi. Bir süre sonra, önceki yaşantımdaki mongol bir engizisyon rahibinin dişsiz ağzından ispanyolca küfürler ederken aynı esnada ikide bir saatime bakıp durduğumu da görünce, bir işim mi olduğumu sordu. Annem, börek yaptı, erken gitmem lazım, deyince de bitirdi seansı. Ellerini birbirine çarpmasıyla uyanıverdim silkinerek ve beraberce eve, börek yemeye gittik.

Yaratıcı Direniş 1 – Direniş Bir Sanattır

2000 yılında Zapatista Hava Kuvvetleri, Meksika ordusunun bir kışlasını yüzlerce kağıt uçakla bombardımana tuttu. Kağıt uçaklarda şu cümle yazıyordu: “Askerler, biliyoruz ki yoksulluktan hayatlarınızı ve ruhlarınızı sattınız. Ben de yoksulum, milyonlarca diğer insan da öyle. Ama siz bizi sömüren Zedillo’yu ve onun kalantor çetesini savunduğunuz için yoksulların yoksulusunuz.

Filler Tepişirken Eşek Olma

Kahkaha devrimci bir şey içerir. Kilisede sarayda, geçi,t töreninde, bölüm başkanının, polis memurunun, Alman idaresinin karşısında hiç kimse gülemez. Serfler, toprak sahibinin huzurunda gülümseme hakkından yoksundurlar. Ancak eşitler, gülebilirler. Aşağıdakilere üstlerinin karşısında gülme izni verilseydi ve kahkahalarını bastıramasalardı, bu saygıya veda anlamına gelirdi. (Aleksandr Herzen)

İşimin başında ölmeyi umuyorum: sokaklarda ya da hapiste (Rosa Lüksemburg)

Zagrep, Hırvatistan’da 1993 yılında, savaşta tecavüze karşı kadın mahkemesi kuruldu.

Dili çekiştirerek, onu kendimizi içine saracak ve saklayacak şekilde çarpıtacağız, oysa efendiler dili daraltıyorlar. (Jean Gene – Siyahlar)

Kötülüğü pasifçe kabullenen kişi, onun kalıcılaşması için uğraşan kişi kadar gömülmüştür kötülüğün içine. Kötülüğe karşı durmayı denemeksizin onu kabullenen kişi gerçekte kötülükle işbirliği içindedir. (Martin Luther King)


1960’ların sonuna doğru, Amerikan hükümeti, dünya ağır siklet boks şampiyonu Muhammed Ali’yi Vietnam’a karşı savaşa sürmek isteyince boksör şöyle dedi: “Hiçbir Vietkonglu bana zenci demedi. Bu yüzden onlarla benim bir alıp veremediğim yok.”

Hayat, sen başka planlar yapmakla meşgulken başına gelenlerdir. (John Lennon)

(Yazılar Metis’in çıkardığı 2008 ajandası Yaratıcı Direniş’ten alınmıştır)

Hacda Statü Endişesi (Modern Kastlar)

Arafat’ta hacı manzaraları. Diyanetin getirdiği hacılar çadırlarda kumanyaya talim ederken Erman turizme bağlı 7500 doları tirink diye ödemiş hacılar açık büfeyle ağırlanıyor. Kabe’ye bakan büyük, lüks otellerde konfor içinde kalan zengin hacılar ve durumu kötü olanlar için yüzyıllar önce Osmanlılar tarafından yaptırılmış tarihi hanın yıktırılması.

Orada eşit, tamamen çıplak, tüm statülerini dışarıda bırakmış olarak kutsal görevlerini yerine getirmesi gereken tanrının kulları zengin ve fakir olarak ayrılıp Kabe’nin hemen önünde işte böyle aşağılanıyor.

19 Aralık 2007 Çarşamba

KÖR

Bir kör ileriden, değneğiyle önündeki belirsiz alanı yoklayarak ağır aksak yanıma geldi ve durup, “Hişşt,” dedi. “Sen! Bir tek seni görebiliyorum, kimsin sen?”

“Ben de bir tek seni görebiliyorum,” dedim. “Yaşam nereye gitti?”

Gözlüğünü çıkardı. Gözlerini, o beyazla yeşil arası beneksiz gözlerini açıp çevresine baktı sevinçle. “İşte burada,” dedi ve sağa sola selam verdi bir süre. Sonra yine taktı gözlüğünü ve yürüyüp gitti karanlığın içine karışarak.

Ve ben yapayalnız kaldım orada, görmeden, duymadan ve hiçbir şey bilmeden...

Tek Kutup Tek Seçim

“Amerika bütün dünyayı yönetmiyor mu? O halde, bütün dünya nüfusu Amerikan seçimlerinde oy kullanabilmeli.”

Lu Edmonds

18 Aralık 2007 Salı

FossurGama Sunar: O Nereye Gitsin Problemi

Aklında bir tortu gibi kalan şey fren sesleriydi. Bir de sarsıntılara kapılmış bir yol görüntüsü. Açıldı gözleri. Üstüne başına baktı şaşkınlıkla, az önce bir kaza yaptığını hatırlayarak. Ama yoktu bir şeyi. Bir çizik bile, ya da leke. Uçup gitmiş miydi arabadan? Ama öyleyse? Bakındı ve ileride yamulmuş arabayı görünce koşturdu oraya bir an bile beklemeden. Ve birden durdu, hayret göğsüne sıkı bir darbe oturtmuş gibi. Arabanın içindeydi hala. Sıkışmıştı ve kan sızıyordu, hem ağzından hem boylu boyunca açılmış alnından.

Gözleri açıldı tekrar... Şimdi arabadaydı ve her yeri kan ve benzin kokusuyla sarılmıştı. Hemen ileriye baktı rüyasında gördüğü şeyi aranarak. Ve buldu! Oradaydı işte. Kendisi. Ya da ruhu. Hemen arkasında da bir kız vardı. Sapsarı saçlarıyla bembeyaz giysilere bürünmüş.

“Gel,” dedi yalvarırcasına. Elini kaldırmaya çalıştı ama beceremedi.

Baktı ruhu kocaman gözlerle. Ve arkasından “Hayır, buraya gelmelisin,” lafını duyunca irkilerek döndü kıza.

“Hayır,” dedi neler olduğunu anlayan yaralı telaşla. Ölecekti o giderse. “Buraya gel. Daha önümüzde uzun bir yaşam var. İyileşicez!”

Gözleri kısıldı ruhunun.

“Bana gel,” dedi kız harikulade bir sesle. “Senin için gelecek benim yanım.”

“Noolursun, yalvarırım, gel buraya,” dedi yaralı.

“Bana bak,” dedi kız.

Ruhu döndü hemen ve orada, sarışın kızın eteğini sıyırıp bembeyaz bacaklarının parıltılarını ortaya serdiğini gördü. Ve dilini... Dudaklarını şuh bir şekilde yalayıp “Geel!” dedi sanki lezzetli bir dondurmaya üflüyormuş gibi.

“Lütfen,” dedi yaralı bir kez daha, zar zor. Gözlerini açık tutmaya çalışırken de ekledi. “Buraya gel!”

Ama bir an bile düşünmedi ruhu. Koşturup sarıldı kıza ve onlar, ruhunun bir eli meleğin (afedersiniz ama) kıçında, diğer eli göğse yapışmış, ortadan kaybolur kaybolmaz da şehadet getirerek kapattı gözlerini, dünyanın güzelliklerine....

Orson Welles – Sanatçı kargaşadan beslenir konsepti üzerine

“İsviçre’de 500 yıldır süregelen kesintisiz huzurdan elimize geçen tek şey guguklu saat oldu.”

Fabio Capello – Futbolculara Bakış

“Asla futbolcunuzla arkadaş olmayın. O zaman takım içinde söylenti çıkar ve bu da ekip ruhunu bozar. Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın. Size saygı duymayan bir takımla hiçbir yere varamazsınız.”

Fazıl Say Dosyası - Ek – Boş Konuşmayalım Beyler!

Fazıl Say’ı, vatan sevgisine sahip olmamakla suçlamaya çalışan şaşkınlara soruyorum. Bugün hanginizi bir Avrupa ülkesi vatandaşlığına alır? Ne gibi bir yeteneğiniz onlara cezbedici gelebilir? Acaba başvuruyu yapsanız, hayır yanıtını almanız bile kaç ay sürer? Oysa Fazıl Say sadece bunu istese ve bir telefon açıp talebini konsolosluğa bildirse; örneğin Fransa gibi bir ülke tarafından vatandaşlığa kabul süresi bir günü bulmaz. Kendisine çok daha fazla değer verecek, imkanlara boğacak bir ülkede sizin gibiler tarafından cahilleştirilmemiş bir halka karşı çok daha özgür yapıtlar üretmeye soyunabilecek sanatçılar, hem de dünya ağızlarına bakıyorken ülkelerinde kalıyorlarsa bunun göstergebilimde tek karşılığı var: Ülke Sevgisi. Söylenen her lafı bilinçli olarak başka bir tarafından anlama ve şımarıkça yansıtma geleneği de şu gerçeği değiştirmiyor. Kimsenin vatanını falan terketmek gibi bir derdi yok. Dert, vatanı ele geçirip yobazlığa, gericiliğe, karanlığa, cahilliğe boğma düşüncesindeki bir kesimin bu ülkeyi dış güçlerin desteğini de yanına alarak kuşatması. Sonuçta çıkış yerindedir. Dışarıda ya da içeride, önemli olan özgür olup inanılan değerlerin savunulmasıdır. (Bkz. Nazım Hikmet’in onurlu yaşamı) Bu konudaki karşı tezlerin gizil amacı ise, devrimci niteliğe sahip sanatçıların burada kalıp, geçmişte olduğu gibi, türlü baskıyla sindirilmesi planlarına dahil olmasıdır.

Kızların Beğenisi Bir Gösterge mi?

Kızlar tarafından popüler bulunan, cilve yapılan, revaçta tiplerin genelde fos çıktığını müşahade ettim bugüne dek. Yaşam karşısında duruş, yetenek, güvenilirlik, yaratıcılık ve en önemlisi de kalite konularında ciddi sorunlar yaşayan bu arkadaşlara kızlar neden prim veriyor, bunun araştırılması lazım. Kız düşmanı birisi çıkıp der ki, bayanlar kendileri gibi boş ve safi hava olanları beğeniyor. Feministi çıkar der ki, biz erkekleri kullanıyoruz, o yüzden eğlenceli olsun ve üstümüze çıkmaya çalışmasın yeter. Ben de çıkar derim ki, kızlarımız bacılarımız cin gibi; bu ülkede prim yapan yozluğu, kişiliksizliği, sıradanlığı ve dalkavukluğu müthiş bir sezgiyle algılayıp özünde bu niteliklere sahip ama esprili gibi görünen boş bir muhabbetle bunu örtmeye çalışan erkeklere konduruyorlar popüler yaftasını.

Çizgilik – Kamil Masaracı – Bişi Yapalım

İki adam yolda yürüyor. Biri “Çevre katliamı sürüyor. Herşey satılıyor. Tarih ve kültür yokediliyor. Bişi lapmak lazım” diyor. Diğer hemen atılıyor kurnaz bir bakışla. “Dizi yapalım.”

Tuğrul Yenidoğan Soruyor – Belediyesporlar ne işe yarar? Birileri Cevaplasın.

İstanbul Büyükşehir Belediyespor! Şampiyon olsa kim sevinir? Küme düşse üzülen olur mu? En son oynadığı lig maçını 170 biletli seyirci izlemiş. 20 milyona yakın İstanbullu arasından “Hangi takımın taraftarısın” sorusuna “Belediyespor’u tutuyorum” diye cevap veren çıkar mı? İstanbullunun kaynakları kendi altyapısından sadece tek bir oyuncu yetiştiribilen bu takıma Belediye eliyle hangi haklı gerekçelerle harcanmaktadır? İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü Derneği, 1990 yılında Prof. Dr. Nurettin Sözen tarafından kurulmuş. Derneğin kuruluş amacı tüzüğünde açıkça belirtilmiş: “İstanbul halkının sporu sevmesi ve sporu yapabilmesi için yardımcı olmak, üyelerine çağdaş düzeyde spor yaptırmak....” Bir takım yabancı oyunculara para dökülerek mi sağlanıyor bu? Hani yetişen belediye sporcuları?
Kulübün başkanı Göksel Gümüşdağ. Emine Erdoğan’ın ağabeyi Hasan Gülbaran’ın kızı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın eski asistanı Müge Gülbaran’ın eşi. İsmi neredeyse FİFA’dan ihracımıza neden olacak İsviçre maçı olaylarının “Conrad Otel Kahramanlarından” biri olarak basında yer bulmuştu. Daha Müge hanımla nişanlanıp Başbakan’a damat olma yolunda ilk adımı atmasının ardından belediyemizin kulübüne başkan oluverdi. Özhan Canaydın’ın ardından Kulüpler Birliği Başkanlığı’na getirileceğine de kesin gözüyle bakılıyor. Liglerimizde yer alan kulüplerin yüzde 60’ı, tıpkı bu kulübümüz gibi ya doğrudan, ya da dolaylı olarak belediyelerin kontrolünde. Siyasetin profesyonel futbolun bu denli içine girdiği başka bir ülke var mı?.

Kadrolaşabiliten Kadar Konuş

Kadrolaşma işini o kadar ciddiye aldılar ki Hür Ateistler Derneği’nin başkanlık seçimlerine bile talip olur bunlar, yargı da bir şey mi! MHP sağolsun.

Patalojik Vak’a Sarkozy’ninki mi Yoksa Bizimki mi? – Erol Manisalı.

Bugün olayın özünü hâlâ görmek istemeyen “patalojik Vak’a mensuplarına” şunları söylemek zorundayım:

1 AB Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu 1989’da reddetti. Bunun üzerine içimizdeki oligarşi ve Washington, “Türkiye’nin AB’nin arka bahçesi” yapılarak Batı kapitalizminin himayesi altına sokulmasına karar verdiler.

2 Devlet Planlama Teşkilatı’nın, konuyu bilen satılmamış akademisyenlerin ve aklı başında yazarlarımızın şiddetle karşı çıkmasına rağmen, “Türkiye AB’nin gümrük birliği yükümlülükleri altına tek yanlı sokuldu.

3 1997 Lüksemburg doruğunda Ankara’nın rest çekmesi üzerine Washington ve Brüksel telaşa kapıldılar ve 1999’da “yapay ve sözde adaylığı” hem de Ege ve Kıbrıs koşullarıyla kabul ettirdiler. Ecevit’e yalnız dışarıdakiler değil, “içerdeki oligarşi de dayatarak bu sindirilemeyecek şeyi zorla imzalattılar.”

4 Esas kıyamet AKP’den sonra koptu: “ABD ve AB’yi arkasına alan yeni iktidar” tamamen ipotek altına girmişti. 17 Aralık 2004 ve 5 Ekim 2005’te imzalanan çereçeve anlaşmaları, “Türkiye’yi, üyeliğe değil, üyelik dışında özel statüye götürüyordu. Üstelik Türkiye’nin çözüştürülme yolları açılıyordu.

Sarkozy ve Merkel’in Türkiye’nin alınmayacağını açık açık söylemelerinden ve metinlere koydurmalarından korkanlar kimler? Karartma uygulanarak gerçeklerin gün ışığına çıkmasını kimler, neden engelliyor.

1 ABD ve AB’nin Türkiye ve böle için biçtiği elbiseyi baştan kabul eden kimi sermaye çevreleri var. Onlar Türkiye’nin alınmayacağını; arka bahçe yapılarak bölüneceğini halktan gizlemek istiyorlar. Bütün sorunları, Batı ile karışı karşıya gelmemek; onların taşeronluğunu yaparak ayakta kalmak.

2 Dinciler “Cumhuriyete karşı, ABD ve AB’yi arkalarına aldıkları için, görüşmeler sürecinin ve aldatmacann aksamadan yürümesini istiyorlar. O sayede yeni anayasaların, tarikatların, cemaatlerin yolu açılıyor.

3 Bölücü odaklar “AB ve ABD’nin en stratejik ortakları”; Irak’ın kuzeyinde Barzani, Türkiye’de bunlar...

Sarkozy ve Merkel’e teşekkür ediyorum; içimizdeki sahtekarların maskesini düşürdükleri için.

AB sürecinin aksamadan devamını yalnız hükümet istemiyor; Atina, Kıbrıs Rumları, Fener Patrikhanesi, Ermeni Diyasporası, Barzani, Talabani.., kısacası Türkiye’den bir şeyler kopartmak isteyen herkes bunun peşinde...

Bu cephe Sarkozy’lerin Merkel’lerin boşboğazlık yaparak maskelerini düşürmesine fena halde bozuluyorlar...

AKP, Ordu ve Amerika Üçgeninde Türkiye – Erol Manisalı

Türkiye’nin önünde uzun vadede iki olasılık bulunuyor:

1 AKP’ye (ve ABD’ye) karşı ulusalcı güçler öyle ya da böyle, halkın gücünü birleştirmesi ile milli demokratik devrim yoluyla iktidara gelecekler.

2 Veya Türkiye’de İslamcı yapılanma giderek derinleşecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine “hiç de ılımlı olmayan bir İslam Devleti” gelecektir. Bu ikinci olasılıkta “işbirlikçi İslamcıların” yerini emperyalizm (ve Amerika) karşıtı İslamcıların alması hiç kimsenin engelleyemeyeceği bir sonuç olacaktır.

Amerika sonuçta her iki olasılıkta da kaybetmeye mahkumdur.

Hükümet Top Oynuyor FİFA Uyuyor

Delege sistemini öyle bir kurdular ki, seçimlerde tüm güç, sayısal olarak belediyelere bağlı kulüplerin eline geçti. Ve böylece de siyaset futbolun içine bodoslama girmiş oldu. Hani buna izin vermezdi FİFA?

Birileri çıkmış; Beşiktaş’a diyor ki. “Ulusoy’u defedin, size deniz tarafında sağlayacağımız araziye otel ve alışveriş merkezi kondurun.” İzmir kulüplerine diyor ki: “Ulusoy’u kovun. Alsancak stadyumuna tadilat yapalım.” Ona bu rant, şuna bu kayırma... Belediyeler zaten ellerinde. FİFA da uyuyor mu mışıl mışıl? Valla da öyle...

17 Aralık 2007 Pazartesi

Bir Nefret Nesnesi Olarak Putin

Ergin Yıldızoğlu'nun benzersiz yazılarından bir adet daha: "Bir Nefret Nesnesi Olarak Putin"
http://erginyildizoglu.blogspot.com/2007/12/bir-nefret-nesnesi-olarak-putin.html

Gidecekler Listesi

Çıkarına göre konuşan ya da sıçan gazeteciler ve gazete sahipleri Brüksel’e, din ticareti yaparak devlet ticaretine soyunanlar Arabistan’a, Soros’un manevi evlatları İkinci Cumhuriyetçiler Amerika’ya demokratik ve istediği zaman ağlayabilen hocalarının yanına, İşbirlikçi sermaye çevreleri ebelerinin dizi dibine, duyarsız orta sınıf Maldivler’e, onu bunu istifaya çağıran şuursuz devlet kadrolaştırıcıları Orta Asya’nın en ucuna, BOP’un İsrail kuklası gönüllü köleleri Kuzey Irak’a gidecek. Gözlerini ota boka ya da dış güçlerin duymak istediklerine dikmiş, dili yumuşamış sanatçı kısmısı İstanbul’da sürülüp sıkıştıkları konforlu alanda kalabilir.

Türkiye’de ulusal bilince sahip, ülkesini uşak yapmayı değil, her alanda ilerletmeyi ilke edinmiş onurlu, üretim erbaplarının kalmasını istiyoruz. Yüzlerinde, küçük bir açık bulduklarında çok akıllıymışlar pozuna bürünüp kotardıkları küstah bir gülüş, Fazıl Say’a, adam olsaydı kalırdı tarzı yüklenenlere söylüyorum. Siz yanlış yerdesiniz. Aha gitmeniz gereken ülkeleri de bir bir saydık. Güle güle.

Günün Müzik Menüsü

Kaiser Chiefs “Oh My God” – Kaiser Chiefs “Modern Way” – Pearl Jam “Parachutes” – Pearl Jam “World Wide Suicide” – Catatonia “Mulder and Scully” – Catatonia “The Ballad Of Tom Jones” – Sixteen Horse Power “Scrawled in Sap” – Noir Desir “Grand İncendie” – Noir Desir “Lost” – Madrugada “Majesty”

14 Aralık 2007 Cuma

Siyaset ve İslam – Et ve Kemik

The Economist, “ümmet” kavramının dinle siyaseti birbirinden ayırmak konusunda büyük bir engel oluşturduğuna değiniyor. Böylece Slavoj Zizek’in geçen haftalarda yayımlanan, Heidegger’le ilgili bir yazısında, Foucault’nun İran devrimiyle ilişkisini tartışırken değindiği İslam ve siyaset ilişkisine, İslam’da dinle devleti ayırmanın olanaksızlığına dikkat çekmiş oluyordu. Zizek’e göre, “Musevilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak İslam, tanrıyı ataerkil mantığın dışında bırakır. Tanrı simgesel anlamda bir baba bile değildir.Tanrı ne doğmuştur ne de başka yaratıkları doğurmaz.: İslamda Kutsal Aileye yer yoktur”... Bu demektir ki, tanrı, “baba”nın dışında, tümüyle “imkansız-gerçek”in alanında kalır. “Bu nedenle insan ile tanrı arasında türe ilişkin (genetik) bir çöl vardır (hiçbir organik bağ yoktur). Halbuki İsa tanrının oğluydu. E.Y)”... “İşte bu durum, siyaseti İslamın tam kalbine yerleştiriyor”... “Çünkü tanrı ile baba arasındaki bu çölden (boş alandan E.Y) dolayı toplumu anne-baba ve diğer kan bağı ilişkileri üzerinde kurmak olanaksızdır.” Bu boş alanı siyaset doldurur! Bu nedenle toplum babanın otoritesi, ailenin yapısı üzerine değil, ancak, dini ve siyasi olanın örtüştüğü yerde, doğrudan tanrının sözü, yasaları üzerine, ümmet (inanmışlar topluluğu) olarak kurulabilir.

*Ergin Yıldızoğlu’nun “Türk İslamı ve Siyaset” yazısından alınmıştır.

Yabancı Uyruklu Kadınların Adı Yok!

Mahkemeye bak! 28 mağdura fuhuş yaptırmak suçundan toplam 24 yıl hapis cezasına çarptırılan çeteye, Rus uyruklu kadınlara tecavüz suçlamasından beraat kararı çıktı. Gerekçe de “yabancı uyruklu kadınların Türkiye’ye ne amaçla gelindiğinin bilinmesi"ymiş. Bu topraklarda binlerce yabancı uyruklu kadının evlendiğini, Türk erkeklerinden çocuk yaptığını, alın terleriyle çalıştıklarını nasıl görmezden gelebiliyorlar!

Allahın adaleti olsa şu heriflerin oğlu bir rus kıza abayı yakar da, gelin olarak getirir...

Medya Çözümlesi – Mustafa Sönmez

Araştırmacı iktisatçı-gazeteci Mustafa Sönmez’in görüşleri şöyle: “AKP, eski Başbakanlık Müsteşarı, yeni milletvekili Ömer Dinçer aracılığıyla 1990’larda ilan ettiği toplumu ve devleti “İslamlaştırma” projesini adım adım gerçekleştirmektedir. Medyada, Nisan ayından beri TMSF eliyle kullanılan ATV-Sabah grubunu, yandaşı Çalık Grubu’na yamayan AKP, bunu büyük bir cüretle ve meydan okuyarak yaptı. İhaleye önceleri Hüsnü Özyeğin, Zorlu gibi “ortadan” holdinglerin gireceği konuşulurken “sihirli” bir el bu taliplere “bas geri” komutu verdi ve ardından ihale Eredoğan’ın damadının genel müdürlük yaptığı tek aday Çalık’a 1.1 milyar dolara verildi. Böylece medyada AKP, sektörün hakimi Doğan’ın karşısında şöyle bir blok oluşturmuş oldu: ATV-Sabah (Çalık Grubu), Zaman-Samanyolu (Fethullah Cemaati), Yeni Şafak-Kanal 7 (Albayraklar), Star-24 (İpek-Koza), Bugün

Medyada oluşan bu “lımlı islam bloku” henüz yolun başındadır. Bu blokun medyadaki hakimiyeti bununla kalmayacaktır. Bundan sonra olacakları satırbaşlarıyla özetleyelim:

AKP bu medya silahlanması ile şimdi daha pervasız bir ideolojik kampanya yürütecek, özellikle peşinde olduğu sivil anayasa için toplumdan daha etkili biçimde “rıza” alacaktır.

Yeni medya kuşanması ile rakibi Doğan Grubu2nu pasifize edecek, oradan, yani Doğan ve arka planındaki TÜSİAD’dan gelebilecek salvolarla, emrindeki kamu medyası TRT ve AA’nın yanısıra özel medyası ile karşıklık verme şansı olacaktır.

Hatta şimdi Doğan’ı hizaya getirmede eli daha güçlenmiştir. Bir yandan Doğan Medya’nın aslan payını aldığı reklam pastasına iktidar gücünü kullanarak daha agresif biçimde el atacak ve Doğan’ı oradan zayıflatacak, bir taraftan da Doğan’ın özelleştirme ihalelerinde (Doğan’ın gündeminde Tekel sigara ve elektrik dağıtım ihaleleri vardır) belediye izinlerinde (Hilton’un büyütülmesi) medyasını silah olarak kullanması karşısında AKP iktidarı da kendi silahını ateşleyebilecektir.

Bu adım adım Doğan’ı pasifize etme, hatta baelli avantalar karşısında kendi safına çekme çizgisine kadar ilerleyebilecek bir oyundur artık.

AKP’nin medya serüveni bunlarla sınırlı kalmayacaktır: Doğan dışında kalan Doğuş Medya (NTV, CNBC-E) Habertürk, TV8, hatta Çukurova medya (Show TV, Digitürk, Akşam) gibi gurupları, satın almalarla İslami Blok’a dahil etme niyeti sürecektir.”

BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER – İktisat Grubu

Kurucular ve Temel İlkelerimiz bölümünde şöyle diyorlar:
Türkiye ekonomisinin çöküşüne ve toplumsal dokunun çözülmesine sebebiyet veren neo-liberal politikalara karşı toplumu bilinçlendirmek ortak düşüncesiyle Kasım 2000'de bir araya gelen sosyal bilimciler tarafından oluşturulmuştur. BSB İktisat Grubunun amacı günümüzde uygulanan neo-liberal politikalar için öne sürülen gerekçelerin zaaflarını ve bu politikaların sonuçlarını bilimsel tahlillerle tespit etmek, toplumun çoğunluğunun -yani emekçilerin- ihtiyaçlarına uygun politika önermeleri geliştirmek ve emek örgütlerinin toplumumuz için yaşamsal önem taşır hale gelen mücadelesini bilgi ve bilim ile desteklemektir.
Ülkemizde IMF gündeminde uygulanmaya konulan istikrar ve yapısal uyarlama programının Türkiye'nin bugününü ve geleceğini yeniden şekillendirmeye başladığı ve bunun seçeneksizliği yönünde güçlü bir kamuoyu oluşturma kampanyasının sürdürüldüğü şimdiki ortamda, neo-liberal egemen ideolojiyi tartışılır kılabilmek için sarfettikleri çabaları web ortamına da taşımış bulunmaktalar.
Değerli kurucu araştırmacıların isimleri ise şunlar.

Korkut Boratav (Ankara Ünv.SBF), Sinan Sönmez (Atılım Ünv), Nazif Ekzen (Anka Ajans), Fikret Şenses (ODTÜ), Yakup Kepenek (TBMM), Erol Taymaz (ODTÜ), Aziz Konukman (Gazi Ünv), Oktar Türel (ODTÜ), Ahmet Haşim Köse (Ankara Ünv, SBF), İşaya Üşür (Gazi Ünv), Oğuz Oyan (TBMM), Galip Yalman (ODTÜ), Cem Somel (ODTÜ), Erinç Yeldan (Bilkent Ünv), Ahmet Alpay Dikmen (Ankara Ünv, SBF)
Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamı üzerine sadece gerçekleri dinlemek isteyenlerin adresi:
www.bagimsizsosyalbilimciler.org

Cihat Burak Retrospektifi – İstanbul Modern

Önce Cihat Burak’ı tanıyalım: 1915’te İstanbul’da doğdu. Ölüm yılı 1994. Öykücü, mimar ve ressam. Galatasaray Lisesi'ni ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nü bitirdi (1943). Tekel Genel Müdürlüğü ve Bayındırlık Bakanlığı'nda mimar olarak görev yaptı. 1952'de Birleşmiş Milletler bursuyla Paris'e gitti. 1955'te Türkiye'ye döndü ve yine Bayındırlık Bakanlığı'nda çalıştı. Gaziantep Hükümet Konağı, İzmit Adliyesi, Ankara Banknot Matbaası, Rize Adliyesi, Beşiktaş Şair Nedim İlkokulu gibi yapıların projelerini çizdi. 1961'de yeniden Paris'e gitti, bu sırada bakanlıktaki görevinden ayrılarak resim çalışmalarına ağırlık verdi. İlk kişisel sergisini 1957’de Beyoğlu Şehir Galerisi'nde açtı. 1964'te hem Utrillo Ödülü’nde Mansiyon aldı, hem de “Deniz Muharebesi/ Hayal Donanma” adlı resmi Musée de l'art moderne’deki uluslararası sergide Bronz Madalya'ya değer görüldü. 1965'te yurda dönerek resim ve mimarlık çalışmalarını sürdürdü. 1991’de Garanti Bankası Beyoğlu Sanat Galerisi’ndeki son sergisine kadar toplam 78 sergiye katıldı. Bunlardan 23’ü kişisel sergilerdir. 1982 yılında görsel sanatlar dalında Sedat Simavi ödülünü kazandı. İlk öykü kitabı ‘Cardonlar’ 1982’de yayınlandı, ‘Yâkûtîler’, 1992’de Yunus Nadi Ödülleri’nde öykü dalında birinci oldu, son öykü kitabı ‘Zenci Kalınız’ oldu..
Yozlaşan değerlere eleştiri ve mizah duygusuyla yaklaştığı yapıtlarında günlük yaşam sahnelerini anılara bağlayarak gerçekleri fantastik bir bağlam içinde ele aldı ve bilinen, tanıdık nesneleri bir düş dünyasının yaratıklarına dönüştürdü. 1970'lerden sonraki resimlerinde ölüm düşüncesini yoğun olarak işledi. Yaşamöykü yanı ağır basan öykülerine de plastik bir tat aktarmıştır, özellikle Cardonlar'da gerçekçi bir yaklaşımla fantastiğin sınırında gezen öğeleri başarıyla iç içe geçirdiği gözlemlenmektedir.
Cihat Burak retrospektifi bu haftadan itibaren İstanbul Modern’de. Gelişim çizgisinin ilk yıllarında Max Beckman’ın kurgusal anlatımından etkilenen sanatçının, ardından naïf bir bakış açısına, bir müddet sonra da mükemmel bir estetikle fantastik-hicivsel anlayışa büründüğünü gördüm ve oldukça etkilendim. Cinleri, gulyabanileri, kedileri, pastel renkte zamana direnen evleri ve günün politik simalarını yapıtlarında başarıyla buluşturan bu önemli ressamı, özellikle de günümüzün sanatçıları suya sabuna dokunmayıp medya ve holding yalakalığı peşine düşmüşken herkesin gidip, eserleriyle tanıması gerektiğini düşünüyorum. İyi seyirler.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Cep Teknolojisinde Yeni Alanlar

Fenerbahçe-Galatasaray maçında rakip takımın seyircileri tribünlerden el kol hareketleriyle numaralarını verip daha sonra cep telefonlarından küfürleşmişler. Böylece de denyo zengini ülkemiz yeni bir öküzlüğe daha öncülük etmiş olmuş. Bayramlarda birbirlerine mesaj da atarlar artık, nasıl olsa tanış oldular.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Reklam Adamcıkları

Mazhar Alanson’un yine bir reklamda kendi şarkısını “Sakıncasız internet, bilmemne internet,” diye reklam jingle’ına çevirdiğini görünce önce bir kafamı kaşıdım, sonra bir cık cık ettim, en sonunda da “yakışıyor mu be!” diye bitirdim bu ritüeli. Ülkemizde ünlüler ne de kolay yapıtlarını, kişiliklerini, müziklerini, sözlerini, mimiklerini; reklam denen düzenbazlığın, marka ekseninde şekillenen felsefik ve etik yoksunluğun emrine amade ediyor. Topluma mal olmuş kişiliklerin, hayran kitlelerini siktiriboktan bir şeye yönlendirmeleri paranın gücüyle mi açıklanacak, yoksa ekranda görünme sevgisiyle mi? Ya da gerçekten masum gibi mi geliyor onlara, alet oldukları büyük sahtekarlık. Soruyorum.

Muhafazakarlık mı?

Behiç Ak’ın Kim Kime Dum Duma köşesinde, babayla oğlu şehir dekorunda yürüyorlar. “Evet, biz muhafazakar bir toplumuz yavrum,” diyor baba. “Ama önemli bir farkımız var. Biz hiçbir şeyi muhafaza edemiyoruz.”

7 Aralık 2007 Cuma

Yazarlardan Kitap Önerileri

Ideefixe bir sürü yazardan kitap önerileri almış. Bazıları şöyle:

İhsan Oktay Anar: Yurttaşlık Felsefesinin Temelleri-Thomas Hobber, İlkçağ Felsefe Tarihi 2 – Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefe Tarihi 3-Ahmet Arslan, Varlık ve Öz – Thomas Aquinas, Yemek İçin Yaşamak – Felipe Fernandez-Armesto, İstanbul Semtleri(Tarihi ve Efsaneleriyle) – Niyazi Ahmet Banoğlu, Zaman Makineleri – Paul J. Nahin, Osmanlılar ve Ölüm – Gilles Veinstein, Köle Pazarından Saraya Cariyeler – Serna Ok, Osmanlı’da Ordu ve Savaş (1500-1700) – Rhoads Murphey

Ahmet Ümit: Karamazov Kardeşler – Dostoyevski, Anna Karenina – Tolstoy, Kırmızı ve Siyah – Stendhal, On Küçük Zenci – Agatha Christie, Günlerin Köpüğü – Boris Vian, Gülün Adı – Umberto Eco, Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar, Memleketimden İnsan Manzaraları – Nazım Hikmet Ran, Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan, Ben Ruhi Bey Nasılım – Edip Cansever, Ve Durgun Akardı Don – Mihail Şolohov, İnce Memed – Yaşar Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde – Orhan Kemal, Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zamanımızın Bir Kahramanı – Mihail Yuryeviç Lermontov.

Yalçın Küçük: Faust – Goethe, Dorian Gray’in Portresi – Oscar Wilde, Yabancı – Albert Camus, Suç ve Ceza – Dostoyevski, Anna Karenina – Tolstoy, Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sinekli Bakkal – Halide Edip Adıvar, Yeşil Gece – Reşat Nuri Güntekin, Mutlak Peşinde – Balzac, Üç İstanbul – Mithat Cemal Kuntay, Ölmeye Yatmak – Adalet Ağaoğlu, Kurt Kanunu – Kemal Tahir, İki Şehrin Hikayesi – Charles Dickens, Handan – Halide Edip Adıvar.

Yaşar Kemal: Bütün Öyküler – Anton Çehov, Dede Korkut – Adnan Binyazar, Don Kişot – Cervantes, İlyada – Homeros, Kuyucaklı Yusuf – Sabahattin Ali, İlyada – Homeros, Meme Alan Destanı – Anonim, Murtaza – Orhan Kemal, Palto – Gogol, Parma Manastırı – Stendhal, Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu.

Şimdi de gelelim benim önerilerime : Huckleberry Finn’in Maceraları – Mark Twain, Yüzüklerin Efendisi – J.R.R Tolkien, Durgun Akardı Don – Mihail Şolohov, Kızıl Hasat – Dashiel Hammett, Don Juan’ın Öğretileri – Carlos Castaneda, Don Kişot – Cervantes, Arı Kovanı – Camilo Jose Cela, Yağmur Yüklü Bulutlar – Orhan Kemal, Amat – İhsan Oktay Anar, Ölmez Otu – Yaşar Kemal, Vahşetin Çağrısı – Jack London, Aden – Stanislav Lem, Bitmeyen Kavga – Steinbeck, Foucault Sarkacı – Umberto Eco, Otostopçunun Galaksi Rehberi – Douglas Adams, Tırpan – Fakir Baykurt, Yüzyıllık Yalnızlık – Marquez, Dava – Kafka.

6 Aralık 2007 Perşembe

FossurGama Sunar: Bara Giriş

Barın önüne neşe içinde gelir Ahmet’le Serpil. Kapıdan geçmek üzere hamle yaparlar ama pat diye dikilir önlerine bodyguard. “Hoop hoop!” der ciddi bir yüzle. “Damsız girmek yasak.” Şaşkınlık içinde birbirine bakar çift. Sonra yine takoza benzeyen kalın, kel herife dönerler. “Yanımda kız var işte,” der Ahmet hafif titrek bir şekilde. “Olsun,” der bodyguard. “O senin sevgilin değil ki.” Kıza bakar Ahmet ve “Sevgilim tabi, Allah Allaah!” der. Serpil de onaylar onu kafasıyla. “Öpüşün o zaman,” der bodyguard. “Ama öyle şap şup değil, dilini ağzına sokacaksın bayanın.” Aaa, saçmalama ayol, gibisinden karşı çıkışlar gelir ama nuh der peygamber demez herif. “Öpüşeceksiniz, yoksa almam içeri,” diye inat eder kolları önünde kavuşmuş. Bakar Ahmet büyük bir umutla ama “Aaa, hayır Ahmet, şuraya girecez diye izin veremem buna,” der hafif sinirli. “Saçmalama.” “Gördünüz mü bak,” der Bodyguard bir yalanı ortaya çıkarmaktan memnun. “Ama sen girebilirsin,” diye de ekler kıza içeriyi göstererek.

FossurGama Sunar: Fatura

Aval aval bakmaktadır Selami bey elindeki faturaya. İsim ona aittir, evet dini bütün bir adamdır, ama bu da nedir ki yaa? Tam üç bin yedi yüz seksen YTL borcu çıkarılmıştır, Diyanet İşleri tarafından, sohbetleri sırasında bir yıl boyunca tam 23.732 kere Allah ismini kullandığı sebebiyle...

FossurGama Sunar: İntikam Bokuna

Çılgın gözlerle ilerler Mehtap. Orada, bir kızın yanında dikilen uzunca çocuğa dikilmiştir bakışları. Yanına varır titreyen dudaklarıyla ve omuzundan tutup çevirdiği gibi elindeki kezzabı suratına boca eder. Acıyla haykırırken yüzünü kapatmaya çalışır herif elleriyle, bir çığlık patlatır yanındaki kız ve bakar Mehtap mal gibi, mosmor. “Özür dilerim,” der sonra. “Seni Mahmut’a benzettim.”

FossurGama Sunar: Canlandırma: Avcıya Bak Be!

Gözünüzde canlandırın şu sahneyi: Koskoca bir yumurta havaya atılır, yalaka bir köylü tarafından. Avcının tüfeği yıldırıma binmiş gibi dikilir havaya ve patlar anında. Tam yanından biçip giden kurşunla çatlayıp açılır yumurta ve içinden bir kartal yavrusu tüysüz kanatlarını boşu boşuna açmaya çalışarak külçe gibi düşmeye başlar ve o esnada bir başka patlama onu da vurup atıverir. Alkışlar kopar çayırlığa toplanmış Avcılar Derneği üyelerinden.

Engin Arık’ın Anısına Saygıyla

Deneysel nükleer fizik alanında uzman Prof. Dr. Engin Arık, Türk Ulusal Hızlandırıcı Projesi’nin önemli bir yürütücüsüydü ve önümüzdeki yıl başlayacak Atlas ve Cast deneylerinin Türk grup lideriydi. Her fırsatta nükleer enerji üretiminde, Türkiye’nin Dünya’daki kaynaklarının yarısına sahip olduğu Toryum’un önemini aşağıdaki sözleriyle dile getiriyor ama hükümetler tarafından ciddiye alınmıyordu.

“Bizim rezervlerimiz zaten toryum 232. Yüzde yüz oranda oksitlenmiş durumda toryum içeriyor. Kurşun hedef dediğimiz şey, içine toryum konulan bir muhafaza, bir kap, silindirik biçimde, boru biçiminde olabilir. Üzerine hızlı proton gönderildiği için “hedef” olarak adlandırılıyor. Bu tip reaktörlerin eskileriyle mukayese edilmeleri mümkün değil. Kesinlikle patlama tehlikesi yok. Çernobil benzeri bir felaketin tekrarlanması mümkün değil. Radyoaktif kalıntı minimum nispetinde. Bu da nötronlarla yok edilebiliyor. Reaktörün fişini çektiğinizde her türlü işlem duruyor. Doğa kirlenmiyor, minimum atıklar da uzun ömürlü değil.”

2010’da ilk reaktörler devreye girecek.

(Bilgiler Ali Sirmen’in yazısından derlenmiştir.)

Böylesine önemli bir kaynağı gündemde tutmaya çalışan değerli hocamızın, dünyanın nükleer atıkları çeviri bir kanunla çöp olarak görülen ülkemize atılmaya çalışılırken, başka araştırmacılarla birlikte bir uçak kazasına kurban gitmesi bana biraz şaibeli görünüyor. Kendi sınırlarımızda gerçekleşen bir facianın karakutusunu Amerikalıların inceleyecek olması da.

İçerledi Soroscuklar

2. Cumhuriyetçi yazarların da ATV’nin beş dakikada Beşiktaş (Yaa, noolur 10 milyon dolar daha arttırsanız - Hayır - Peki o zaman şeklinde) satışına bozulduğunu görüyorum. Hükümete demek istiyorlar ki, biz buradayken ne gerek var, ne diye siz de giriyorsunuz medya işine, hizmetlerimizden memnun değil misiniz? Alınmışlar, ağlayacak gibi olmuşlar ve Allah korusun, demokrasi konusunda biraz kafaları mı bulanmış ne! Geçmiş olsun.

AKP Yazarlara Karne Veriyor

Gazeteci Sabahattin Önkibar Yeniçağ gazetesinde yayınladığı makaleden: “Bir gün AKP MKYK’si bitiminde çok eski dostum olan bir üye aradı ve şunları söyledi: Sabahattinciğim ne olur bu kadar aleyhte yazma. Her toplantıda ayrıntılı verilen medya raporunda aleyhte yazanların başlarındasın. Bu söz üzerine rapordan ayrıntılar istedim ve isimleri tek tek sayarak onay aldım.

Buna gore pekiyi alanlar: Mehmet Altan, Hasan Cemal, Taha Akyol, Mehmet Barlas, İlter Türkmen, Deniz Gökçe, Hasan Celal Güzel, Ahmet Altan, Nuray Mert, Yasemin Çongar, Ergun Babahan, Emre Aköz, İsmet Berkan, Engin Ardıç…

Sınıfı geçenler: Serdar Turgut, Cüneyt Ülsever, Rauf Tamer, M. Ali Birand, Yavuz Donat, Ahmet Hakan Coşkun…

Sınıfta Kalanlar: Güngör Mengi, Ruhat Mengi, Emre Kongar, Yılmaz Özdil, Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, İlhan Selçuk, Melih Aşık, Serdar Akinan, Tufan Türenç, Can Ataklı, Mustafa Mutlu, Altemur Kılıç, Yiğit Bulut, Mustafa Balbay…

Araya girip Fehmi Koru, Nazlı Ilıcak, M. Karaalioğlu, Ekrem Dumanlı gibi muhafazakar medyadakileri sordum. Cevap aynen şöyle: Onları saymıyorum. Onlar zaten bizim adamlarımız. Onları biz gazeteci olarak görmüyoruz.

Kayıp Nedir?

Ölüm hayattaki en büyük kayıp değildir. Asıl büyük kayıp, yaşarken içimizde ölenlerdir.

Norman Cousins

Yerinde Şaka

Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Dorris Lessing, kendisine prenses muamelesi yapan yayımcısına takma adla bir roman dosyası postalar. Roman derhal reddedilir.

(Selçuk Altun'un Cumhuriyet Kitap'taki Aforizmalarından alınmıştır.)

Anlatıcı Sonunda Ölüyor

O ne zaman İncil okuyan görse "Anlatıcı sonunda ölüyor," diye kulağına fısıldardı. Ne zaman günlüğüyle haşır neşir olan birini görsem, aynı hınzırlığı yapmak gelir içimden

Don Paterson

İslamcı Baskı İçin Baskı – Yalçın Küçük

Sizle Yalçın Küçük Usta’nın 1980 yılında, darbeden bir hafta önce yayınlanan ve sekiz yıllık hükümle sonuçlanan yazısını paylaşmak istiyorum:

Sermayedarlar 1980: İslamcı Baskı İçin Baskı

Kayıp her taraftan. Kaybedenler var. Yalnız şu da var: Kazananlar olmazsa kaybedenler olmaz. Tersi de doğru. Yoktan var olmaz, vardan yok olmaz. İşçi ve emekçiler kaybediyor. Çok kazananlar var. Gelir bölüşümü, insafsız bir hızla daha da bozuluyor. Bundan bir sonuç çıkıyor: Türkiye’de lüks tüketim için üretim ver gerçekten lüks tüketim için harcama alanları açılmaktadır. Bu yüzden Türkiye ekonomisi, artık fakirleşen işçi ve emekçiler için, İslam’ın “Tevekkül Felsefesi”ne daha çok muhtaç duruma gelmektedir.

Siyasal iktisadın duygusuz fakat açıklayıcı mantığıyla bakınca ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: Ufukta İslam var. Aslında İslamcı baskı şimdi de var. Ufukta olan daha derin bir dinselliktir.

Asker Gelecek; Erbakan’ı Hapsedecek ve Türkiye Daha İslamcı Olacak.

Bu üçüncü yolu şöyle formüle etmek mümkün: 12 Mart Süleyman Demirel’i başbakanlıktan indirdi. Ancak, esas olarak, Süleyman Demirel’in politikasını uyguladı. Demirel’in bütün rakiplerini politika sahnesinden sildi. Türkiye İşçi Partisi’ni kapattı, İnönü’yü tarihin derinliklerine gönderdi, Necmettin Erbakan’ın partısini kapattı, kendisini, İsviçre’ye raptetti. Şimdi çok daha kapsamlı bir askeri müdahalenin, bunun tersini yapması mümkün. Tersi şu: Erbakan’ı Türkiye’nin siyaset sahnesinden silip Erbakan’ın temsil ettiği İslamcı-dinsel politikayı daha yoğun bir biçimde uygulamak.”

(Yalçın Küçük, Bir Yeni Cumhuriyet İçin)

Sol Müdahale kitabında eski yazısını bir daha gözler önüne seren hocamız bir de parantez açıyor: “Demek ki, Ordu’nun Kemalizm’i Erbakan’ karşıtlık ile sınırlı idi. Erbakan, dinsel politikacı olmanın yanında, millici, kalkınmacı, İsrael’e karşı, komşu ülkelerle dostluk yanlısıdır; itiraz buradadır. Bu tespitten de şu çıkıyor, “akp”, sadece bir temizlik hareketi idi, millici ve kalkınmacı olmayan, İsrael ile nerede ise uydu ilişkisinde ve bu nedenle komşu ülkelere karşı iki yüzlü bir hareket aranıyordu, o halde akp, kendiliğinden bir oluşum değil, sadece bir icat idi.

5 Aralık 2007 Çarşamba

Günün Müzik Menüsü

Johnny Cash "Personal Jesus" - Manu Chao - La Radiolina "Politik Kills" - Happy Mondays "Rats With Wings" - Madrugada "Running Out Of Time" - Porno For Pyros "Sadness"

Güzel Bir His

Bazen evde dolaşırken hayvanlarla karşılaşıyorum. Mutfağa gidiyorum mesela. Buzdolabını açmış, armutları karıştıran bir ayı görüyorum. Banyoya gidiyorum, bir yılan su içiyor oluyor kana kana... Arada, son hızla salondan içeri dalıp, birbirlerini ısırarak yerlerde yuvarlandıktan sonra kaçıp gidiyor porsuklar. Çamaşırların arasına gömülmüş şekerleme yaparken buluyorum mesela bir dağ aslanını. Kaldırıp bakıyorlar kafalarını. Sonra ben kendi yoluma onlar kendi yollarına gidiyor ve yaşamı bir şeylerle paylaştığım için huzurla dolu, bilgisayarımın başına dönüyorum.

Ne Ağacı Ne Ormanı?

Hikmet Çetinkaya’nın isyanına katılmamak elde mi? Kazdağları’ndan Kaçkarlar’a; Toroslar’dan Eşme Kışladağı’na dek doğa cenneti topraklarımız “altın avcıları”na peşkeş çekilmişken ve siz bu konuda en ufak bir bilgiyi (yabancı maden şirketleriyle ortak AKP dostu işadamları mesela) ne okurunuzla ne seyircinizle paylaşmazken CNN’de “Bir Ağaç da Sen Dik, Ormanlar Elden Gidiyor” kampanyasına girişmeniz, göstermelik ve aşağılık bir oyundan başka nedir beyler?

Ilımlı Diktatorya!

Yasama, Yürütme Ilımlı İslam’ın eline BOP projesi kapsamında gümüş tepside verilmişti. Noterden imzayı alan yeni kanunla, bakanlık bürokratlarınca mülakatla seçilmesi onaylanan 4 binin üstünde hukuk adamı da tarikatlardan yakınımdır kartvizitini kaparak geldiler mi Yargı da ele geçirilecek. 4. güç, medya, zaten satılık. Eee. Ne kaldı geriye? Soros’un çocukları, haysiyet görse bomba sanacak ikinci cumhuriyetçilere bakılırsa demokrasi kaldı. Halk isterse her şey olur değil mi? Ha ha haaa. Komediye bak be! Halk sizin gerçekleri çarpıtma uzmanı magazin gazetelerinizden hiçbir şeyi öğrenemiyor ki?
Amerika bunun farkında, AKP bunun farkında, Medya ihalede rantta... İsrail bunun farkında, AB bunun farkında, Halk türbanda, niyazda diye bir şarkı yapmak geldi içimden...

Hayvan Hakları Hayvanoğluhayvanları Kapsamıyor


İnsanlar hayvanlardan ne diye daha önemli olsun ki. Artık bu yıkıcı, kıyıcı, şuursuz türün doğanın misafirlerinden biri olduğunu anlamasının ve çevresindeki diğer türlere saygı duymayı öğrenmesinin vakti gelmedi mi?
www.yasamhakkinasaygi.com/5199.htm

Yolsuzluk ve Yoksulluk – Prof. Dr. İlyas Yılmazer

Tuncay Mollaveisoğlu’nun eşsiz programı, halktan saklanan gerçekleri gözler önüne sermeye, birbirinden kaliteli konuklarıyla devam ediyor:

Bu hafta Enerji üzerine oynanan oyunları büyük savaşçı kişilik, değerli bilimadamı İlyas Yılmazer’in ağzından dinlerken, bazı konuları not alıp bloguma aktarmayı görev bildim. Çünkü medya her şeyi gizliyor. Çünkü basın susturulmuş, korkutulmuş, satın alınmış. Yılmazer’in tüm kanallara ve gazetelere başvuruda bulunup sadece Kanaltürk’te kendini ifade etme olanağını bulması önemli bir kanıt.

Özet olarak konulara geçersek ortaya serilen gerçekler şunlar: -- Elektriğimizin % 72’sini dışarıdan alıyoruz. Hem de doğalgazdan dönüştürülen elektriği alıyoruz ki, daha pahalı ve bağımlı olduğumuz ülkeler açısından da oldukça riskli. – Oysa ki, bilimadamlarının araştırmasına göre yenilenebilir enerji kaynağı açısından Anadolu dünyada birinci konumda. Suyumuzun 4’te 3’ü boşa akıyor, Kömürümüzün 3/2’si toprağın altında yatıyor, tasarruf tedbirlerimiz sıfıra yakın ve en önemlisi, rüzgar enerjisi açısından cennet olan ülkemizde bu konuda yatırımlar göstermelik. – Neden mi? Çünkü AB bize 70 MW rüzgar enerjisi kullanma izni verdi reformlar baabında. Derneklerin, Sivil kuruluşların yıllar süren çabası sonucunda, bu kota kaldırıldığı anda, 78 GW’lık Rüzgar Gülü izin başvurusu yapıldı. Aradaki farkı siz hesaplayın. Ayrıca izin başvurusu yapılan yerler Anadolu’daki kaynakların yarısını bile bulmuyor. Yani, sadece yirmi yılda maliyeti 100 kat düşen ama verimi 500 kat artan Rüzgar Gülleri’ni kullanarak Türkiye’nin tüm enerji açmazını kolayca çözmek mümkün. Hatta belki dışarıya da satmak. Çünkü şu anda kullanılan enerji miktarımız sadece 35 GW. – Peki tüm bu oyunlar niye oynanıyor? 11’incinin bir gün bile bekletmeden imzaladığı Nükleer yasa geçirilerek Amerika’nın tüm radyoaktif çöpünü Türkiye topraklarına yığmak için olmasın. 1978’den beri tek bir santral açılmayan ABD’nin elinde kapatamadığı nükleer santralları ve gömmeyi başaramadığı tonlarca nükleer atığı var. Bunu yazan da bir Amerikan dergisi. Çıkarılan yasanın tamamen çeviri olduğunun ortaya çıkması da ayrı bir komedi konusu. Ancak sömürgelerde görülebilecek bir saçmalık. – Medya ve Hükümet’in bir aldatmacası da birbiriyle hiçbir alakası olmayan nükleer enerjiyle nükleer santralleri aynı şeymiş gibi göstermesi.

Programda değerli hocamız, yıllarca; büyük bir doğa katliamcısı olan ve ovaları kupkuru topraklara dönüştüren barajlara nasıl karşı koyduğunu, 4 milyar dolara malolan bu bir başka rant kapısının karşısına, yüzyıllardır kullanılmış yatay kuyu sistemiyle 4.5 milyon dolara sonsuza kadar su sorununu çözecek önlemler koymasına rağmen, iktidarların nasıl da hem paramızın hem de topraklarımızın dış güçlere peşkeş çekildiğini mükemmel bir şekilde açıkladı.

Uzun bir konu olduğu için İlyas Yılmazer’in kitabını almanızı ve yıllardır her türlü baskıya direnerek köylüsünü, doğasını, tarım topraklarını büyük bir yağmaya karşı korumak için mücadele veren büyük bir savaşçıyı okumanızı , ayrıca bu gerçekleri herkesle paylaşmanızı diliyorum.

Eylül ayında bloga giren diğer Yolsuzluk ve Yoksulluk yazısını okumak için tıklayın.

25 Aralık 2007 tarihinde giren yeni İlyas Yılmazer yazısını okumak için tıklayın.

3 Aralık 2007 Pazartesi

FossurGama Sunar – Ergenlik Gözyaşları

Kız, camın önünde bir iskemleye oturmuş hüngür hüngür ağlamaktadır. Annesi odaya girer. Ne olup bittiğini sormadan, sakin bir şekilde ilerler ve kızının önündeki dolu kovayı alıp boş kovayı koyarak odadan dışarı çıkar.

Tarikatın Kadar Konuş

Bu gidişle TC Nüfus Hüviyeti’nde, din bölümünün yanına, hangi tarikata mensup olduğu da yazılacak vatandaşlarımızın.

FossurGama Sunar: Saçlı Başlı

Adam bürodan içeriye hışımla girmekle kalmaz, sekreteri aşıp ilgili kişinin odasına da haşırt diye dalar ve “Bu ne beyefendi, bu ne?” diye bağırır başını göstererek. Bakar otuz günde saç çıkaracağını iddia eden kuruluşun ilgili kişisi. Pişkince sırıtır ve sevinerek ayağa kalkar. “Ooo, çıkmış işte saçınız.” Bu sefer kafasına vurur adam çat çat ve yine böğürür, kıvır kıvır ince telleri işaret ederek. “Etek kılı bunlar efendi etek kılı, ne saçı...”

FossurGama Sunar: Sınav Zamanı

Orta öğrenim seçme sınavındayız. Kapılar kapanır. Gözlemci kağıtları dağıtır, tahtaya çıkar, sınavın şu saatte başladığını ve şu saatte biteceğini söyler ve bu lafların ardından diğer öğretmen kürsünün altına eğilip bir şeyleri kurcalar. Kalktığında iki elinin üstüne yerleştirdiği; içi su, kalemtraş, şeker, alaska frigo gibi şeylerle dolu bir tabla vardır. Sıraların arasında bağırarak dolaşıp mallarını satar.

Gecenin Müzik Menüsü

John Lee Hooker "Boogie Chillun" - Cop Shoot Cop "Room 429" - Madness "Lovestruck" - Eloy "Poseidon's Creation" - John Mayall "She's Too Young" - Cem Karaca "Muhtar" - Queeen "Somebody To Love"

30 Kasım 2007 Cuma

ANILAR KİTABI - 5. BÖLÜM 1. ANLATI

Cillo Usta’nın bazı şımarık öğrenciler için geliştirdiği bir yöntem vardı. Onları hapse girecek azılı suçluluların vücuduna sokardı, küçük bir adliye gezisiyle ve beş yıl kadar da orada tutardı olgunlaşmaları için. Öğrencinin içine geçen katil de holdingte getir götür işlerinde çalışırdı ve bu iki taraf açısından da müthiş bir öğretiydi.

(Kayıp Ülkenin Masalları'ndan)

Fuşan Yuan Dedi ki:

Dünyada kolayca büyüyen şeyler vardır kuşkusuz, fakat bir gün sıcak, on gün soğuk verilerek yaşayabilen hiçbir şey görmedik şimdiye dek.
En yüksek Yol akın gözlerinden önce kesinlikle oradadır, dolayısıyla görmesi zordur, fakat güçlü iradeli olmak ve uygulamada güçlü olmak şarttır.
Ne yapıyor olursanız olun, buna dikkat edilmelidir. Bir gün inanır, on gün kuşku duyarsanız, sabahları çalışkan, akşamları tembel olursanız, gözlerinizin önündeki Yol'u görmekte güçlük çekmekle kalmaz, fakat korkarım yaşamınızın sonuna dek bu Yol'a sırtınızı dönmüş olursunuz.

Deliler Evinden Manzaralar 3.1

(Sayko ile ortak macera ortak hikaye. Çılgınlık dolu dizgin devam ediyor.

İlk Bölümler - Deliler Evinden Manzaralar 1 - Deliler Evinden Manzaralar 1.9)

...

“Çünkü,” dedim, “uzaylı uyanmış, bizi takip ediyor.” Gerçekten de deli danalar gibi koşuyordu arabanın arkasından. “Aman abi,” dedi Murat. “Beni dövecek, niyeti bozuk bunun.” “Yorulduğu falan da yok,” dedi Sayko. “Sıçtığımız yere kadar kovalayacak, belli.” “Hay senin kafana sıçayım,” dedim. “O tavayı elime tutuşturup aklımızı karıştırmasan.” Devam edemedim lafa. “Bakın,” dedim telaş içinde. “Yokoldu aynadan.” “Çünkü, yanımızdan geçiyor abi,” dedi Murat. “Aman diyim. Sen buraya geçsene kardeşim” “Arabayı solladı bile, lan dur,” dedi Sayko, koltuğun diğer tarafına konulmuş olarak. O sırada gördüm Uzaylı’yı. Ben yüzle giderken o yüz ona basarak yavaşça sıyırtıp öne geçmişti. “Niyeti ne lan bunun?” diye sordu Murat. “Bence bizle alakası yok, başka bir yere koşuyor,” dedi Sayko. “Bence yarışmak istiyor. Belki arabaları da canlı varlıklar zannediyordur,” dedi Murat. “Kerhaneye koşuyor olmasın lan böyle,” dedim ben ve güldük hepimiz. İşte o sırada zınk diye duruverdi uzaylı. Hepimizin ağzından bir “Aman!” lafı da aynı anda çıktı. Asıldım frene ama geç kalmıştım. Aramızda zaten beş metre falan varken işe yaraması imkansızdı. Ve çarpışma sesi falan çıkmayınca dumur içinde aynaya baktım hemen. Orada, arkada kalmıştı. Ama yolda değil. Arabanın içinde, Sayko’yla Murat’ın arasında oturuyordu. “Zıbırk tk kııııskk,” diyerek Murat’a bir tokat çarptı. Fakat ilginçtir, hiçbir şekilde acısını belli edecek bir ses çıkmamıştı arkadaşımızdan. “Yumuşacıktı be!” dedi sonra. “Zıbırkk!” dedi Uzaylı. “Ana!” dedi Sayko ve ben de dönüp bakınca yüzüm gerilip, pörtleyen gözlerime eşlik etti. Murat’ın yanağında pembe bir lale açmıştı. “Nooluyo oğlum,” dedi Murat hiddetle. “Ne var!” Ardından cevabı falan dinlemeden elini yanağına götürdü ve dalla bitkiyi dokuna elleye hissedince aklı başından gidip kopartmaya çalıştı. Ama canı öyle bir acıdı ki, hemen bırakıp aynaya baktı. “Hassiktir, naapıcam oğlum şimdi ben?” dedi ağlayacak gibi. “Pembe bir laleyle kim bakar artık yüzüme.” Aslında müthiş bir ders vermişti Uzaylı ona ama sesimi çıkartmayı götüm yemedi. “Radyoyu açsana abicim,” dedi Sayko. “Biraz müzik dinleyelim de kafamız dağılsın.” Radyoyu açtım ve tırsık bir ifadeyle arada uslu uslu oturan Uzaylı’yı süzdüm. Benim için neler planlıyordu acaba ibne. “Pıkıssk!” diye bir ses çıkardı ve ağzından çıkan mavi pembe baloncuklar arabanın içine dağılıp uçuşmaya başladı. “Al işte,” dedim mırıldanarak. “Hay anasını be, büyüyor di mi?” diye sordu Murat. Aynadan göründüğü kadarıya yapraklar boynunu sarmaya başlamıştı. “Yok lan,” dedim yalancıktan. “Ana!” dedi Sayko. “Şansa bak. Deep Purple koydular.” Uzaylı’ya döndü sonra. “Siz ne tür müzik dinliyorsunuz acaba?” Ama yaratık ona cevap vereceği yere, soluna dönüp Murat’ı tuttu gövdesinden. Parmakları büyüyüp vücudun her yerini ele geçiriverdi bir anda. “Ulan ne intikamcıymış bu da kardeşim,” diye bağırdı Murat. “Ama ben sana yapacağımı bilirim.” Güçlü, koca yumruğunu havaya kaldırsa da vuracak zamanı bulamadı. Bir anda sallayıp radyonun içine attı onu Uzaylı. Sayko hemen öne geldi ve radyoya bakarken omuzumu yakalayıp var gücüyle sıkmaya girişti, düştüğü şaşkınlıktan kurtulma isteğiyle. “Ulan dur,” diye bağırdım acıyla. “Abicim, Murat da gitti,” dedi Sayko. “Onu da botanik bahçesine göndermiştir,” dedim ben. “Önce Sıla’nın film şirketine sonra da Belgrad Ormanı yolundaki şu Orman Müdürlüğü’ne uğrayalım. “Allah diyor ki, şuna bir yumruk çak,” dedi Sayko fısıldarcasına. Ama ondan tarafa bakmaya bile tırsıyordu Allahsız. “Uzzık zzk,” dedi Uzaylı. “Arabayı bırakıp kaçalım,” dedim ben. “Bu ibne Uzaylı’nın duracağı yok, sonraki kurbanlar bizleriz.” Kulağını dikip dinledi Sayko bir şeyleri. Baktım ona şüpheyle. “Nooldu oğlum?” “Şarkıyı dinlesene abicim,” dedi o. “Söyleyen...” Bir an bekledi. Sonra böğürdü birden. “Murat lan bu!” Dinledim ben de. İğrenç, tiz haykırışlarla Anyone’s Daughter’ı söylüyor, arada zıvanadan çıkarak, kafasına göre takılıp çığlıklar atıyordu. “Muraat!” diye bağırdım. “Duyuyor musun bizi.” “Duyuyorum abicim,” dedi bir ses. Hemen arkaya baktım aynadan. Sayko da yanına baktı dikelen saçlarıyla ve hala bi şekilde dönüşmekte olan Uzaylı, Murat olmasına ramak kala, boğazını zorlayarak arkadaşımızın sesini taklide devam etti: “Niye öhhö, duymayayım.” “Durdur arabayı,” dedi Sayko. “Kusmam lazım.” “Ha ha ha,” diye güldü daha yeni Murat olan Uzaylı ve kolu ve bacağı lastik gibi uzadı bana doğru. Suratıma tokadı yiyince ellerimi kaldırıp arabanın kontrolünü ona bıraktım usluca. Frene basıp direksiyonu yana kırdı hızlıca ve gördük ki on metre kadar ileride bir başka uzaylı otostop yapıyor. “Kilitle kapıyı abicim,” diye bağırdı Sayko. “Oğlum, herifler kapalı yerlerden geçiyor zaten, niye kilitleyeyim.” “O da doğru,” dedi Sayko. Kapı açıldı. Uzaylı eğilip içeri baktı. “Şıpırsk,” dedi arkadaşına. Murat rolündeki uzaylı, “Atla oğlum,” dedi gülerek. “Çok eğleniyoruz burada. “Tamam,” dedi diğeri ve Gamlı'ya dönüşerek ön koltuğa geçiverdi. Gamlı’nın anısına koyduğumuz kağıt, koltukla kıç arasında kalıp ezilmiş, ben kapıyı açıp kaçmaya başlamıştım. Ama....

(Devamı Saykolog'da. Deliler Evinden Manzaralar - S.O.S)