30 Aralık 2009 Çarşamba
Mutlu Yıllar
Herkese bol kavgalı, delice uğraşlı ve çok az kazançlı, gerçekçi bir yeni yıl diliyor, yine de mutlu olmalarını istiyorum.
18 Aralık 2009 Cuma
Gizli Mucize - Borges
O zaman, gerçeğin çoğunlukla bizim gerçek hakkındaki beklentimizle örtüşmediğini düşündü; kendine özgü bir mantıkla, belli bir duruma ilişkin bir ayrıntıyı önceden kestirmenin, onun gerçekleşmesini önlemek demek olduğu sonucuna vardı. Bu cılız büyüye dayanarak, sırf gerçekleşmesinler diye en korkunç ayrıntıları gözünün önüne getirdi. Sonuçta doğal olarak bunların doğru çıkacağından korkmaya başladı.
Tam Metin İçin
Tam Metin İçin
17 Aralık 2009 Perşembe
KANIT
Adıyla başladı her şey
Kum tanesiydi
Aradan sıyrıldı
Büyümedi ama bir milim bile
Birleşmedi binlercesiyle
Bir yere de gitmedi
Ağlamadı, gülmedi, yalvarmadı
Adını söyledi sadece
ve kanıtladı
yaşadığını
Kum tanesiydi
Aradan sıyrıldı
Büyümedi ama bir milim bile
Birleşmedi binlercesiyle
Bir yere de gitmedi
Ağlamadı, gülmedi, yalvarmadı
Adını söyledi sadece
ve kanıtladı
yaşadığını
2020 Yılından Şok Haber
Gurbette Töre adlı dizinin saati çakışınca, cemaat Diyanet'e başvurup akşam namazını perşembe günü için bir saat ileriye aldırmayı başardı.
Kızıl Kaplan
Yakın arkadaşlarımın oğlu şu anda otuz günlük. Bomba maaşallah!
Geçen gün arkadaşım, bana bunun nasıl bir eziyet olduğundan yakınıyor, bebeğin, tam yatıştı falan derken birden ağladığından bahsediyordu. Dedim ki: Reenkarnasyonun etkileri anca bir yaşına doğru geçiyor. Çocuğun halini düşün bir. Bu dönemde Türkiye'de uyanmış, bakıyor, anne baba solcu, bir de yayıncılıkla uğraşıyorlar. Dövüne dövüne ağlıyor tabi gariban. Ha ha ha. Kimbilir kimdi doğmadan önce.
Takmayın be dostum. Yakışıyor size Kaplan.
Geçen gün arkadaşım, bana bunun nasıl bir eziyet olduğundan yakınıyor, bebeğin, tam yatıştı falan derken birden ağladığından bahsediyordu. Dedim ki: Reenkarnasyonun etkileri anca bir yaşına doğru geçiyor. Çocuğun halini düşün bir. Bu dönemde Türkiye'de uyanmış, bakıyor, anne baba solcu, bir de yayıncılıkla uğraşıyorlar. Dövüne dövüne ağlıyor tabi gariban. Ha ha ha. Kimbilir kimdi doğmadan önce.
Takmayın be dostum. Yakışıyor size Kaplan.
Satranç ve Satranç
H.G Wells'ten satranca kara bakış:
"Hiçbir şey satranç kadar vicdan azabı vermez insana. Satranç insanoğluna yöneltilmiş bir lanettir. Satrançta mutluluk yoktur... Satranç oynamak dünyanın en olağanüstü tutkularından biridir... Uğraşların en esriticisidir... İnsanı yok eder. Diyelim, gittikçe ünlenen bir politikacı ya da sanatçıdan nefret ediyorsunuz. Bıçak ya da bomba gibi modası geçmiş silahlara gerek yok; ona satranç oynamayı öğretin ve satranç tutkusu aşılayın yeter."
Laszlo Polgar adında bir Macar ruhbilimci, 1960ların sonlarında, her sağlıklı bebeğin bir dahi olarak yetiştirilebileceğini ileri sürmekle kalmamış, bunu kendi çocuklarına uygulayarak kanıtlayabileceğini açıklamış.
Polgar'ların kızları Zsusza, Zsofia ve Judith çok küçük yaşlardan başalyaraak her gün sekiz-on saat satranç çalıştırıldılar. Ve hepsi yirmi bir yaşına geldiğinde büyük usta ünvanlarını almıştı.
Celal Üster'in Yeryüzü Kitaplığı'nda, David Shenk'in Ölümsüz Oyun adlı kitabının tanıtımından alınmıştır.
"Hiçbir şey satranç kadar vicdan azabı vermez insana. Satranç insanoğluna yöneltilmiş bir lanettir. Satrançta mutluluk yoktur... Satranç oynamak dünyanın en olağanüstü tutkularından biridir... Uğraşların en esriticisidir... İnsanı yok eder. Diyelim, gittikçe ünlenen bir politikacı ya da sanatçıdan nefret ediyorsunuz. Bıçak ya da bomba gibi modası geçmiş silahlara gerek yok; ona satranç oynamayı öğretin ve satranç tutkusu aşılayın yeter."
Laszlo Polgar adında bir Macar ruhbilimci, 1960ların sonlarında, her sağlıklı bebeğin bir dahi olarak yetiştirilebileceğini ileri sürmekle kalmamış, bunu kendi çocuklarına uygulayarak kanıtlayabileceğini açıklamış.
Polgar'ların kızları Zsusza, Zsofia ve Judith çok küçük yaşlardan başalyaraak her gün sekiz-on saat satranç çalıştırıldılar. Ve hepsi yirmi bir yaşına geldiğinde büyük usta ünvanlarını almıştı.
Celal Üster'in Yeryüzü Kitaplığı'nda, David Shenk'in Ölümsüz Oyun adlı kitabının tanıtımından alınmıştır.
Gündem
Bursa'da madencileri bile bile ölüme gönderdiler. Dinamitçiye ölçüm cihazı verilmedi. Göçüğün yaşandığı yerde bir gün önce de göçük olmuş, işçiler canlarını zor kurtarmıştı. 11 ay önce işletmeyi gezen denetçiler eksikleri belirlemiş bir yıl süre vermişlerdi düzeltilmesi için. Bir yıl! Ha ha! Bir ay kala facia yaşandı.
Ali Sirmen'in Dünyada Bugün köşesinden bir alıntı: DTP adına Ahmet Türk sine-i millete dönme kararını açıkladığında, nekre bir dostum kahkaha patlattı ve aynen şunları söyledi: - Aşiret reisi sine-i millete değil, olsa olsa sine-i aşirete dönebilir.
Hikmet Çetinkaya'nın Politika Günlüğü köşesinden bir alıntı: "Siz hiç duydunuz mu DTP'lilerin toprak reformu istediğini, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm önerdiklerini?
Demiryolu, Tekel, İtfaiye emekçileri meydanlara çıkınca, demokratik AKEPE'nin faşist kolluklarından meydan dayağı yediler.
Geçen yıl yüzde 19.2 olan genç işsiz oranı yüzde 24.3'e çıktı. Medya başını boka gömmüş, rekor düzeyde daralmadan, işsizlikten sözeden uzaylıymış muamelesi görüyor.
PKK şehirlerde güvenliği ve huzuru sağladı. Ha ha!
Yani Türkiye'nin gündemi yine mükemmel. Bi de şu Ergenekoncular olmasa, her şey güllük gülistanlık olacak.
Ali Sirmen'in Dünyada Bugün köşesinden bir alıntı: DTP adına Ahmet Türk sine-i millete dönme kararını açıkladığında, nekre bir dostum kahkaha patlattı ve aynen şunları söyledi: - Aşiret reisi sine-i millete değil, olsa olsa sine-i aşirete dönebilir.
Hikmet Çetinkaya'nın Politika Günlüğü köşesinden bir alıntı: "Siz hiç duydunuz mu DTP'lilerin toprak reformu istediğini, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm önerdiklerini?
Demiryolu, Tekel, İtfaiye emekçileri meydanlara çıkınca, demokratik AKEPE'nin faşist kolluklarından meydan dayağı yediler.
Geçen yıl yüzde 19.2 olan genç işsiz oranı yüzde 24.3'e çıktı. Medya başını boka gömmüş, rekor düzeyde daralmadan, işsizlikten sözeden uzaylıymış muamelesi görüyor.
PKK şehirlerde güvenliği ve huzuru sağladı. Ha ha!
Yani Türkiye'nin gündemi yine mükemmel. Bi de şu Ergenekoncular olmasa, her şey güllük gülistanlık olacak.
11 Aralık 2009 Cuma
Siyasi Porno Starları Büyük Ödülü
Afganistan'a 30 bin ek asker gönderip, Irak'ta işgale devam edip, Güney Amerika'da Kolombiya'yı kaşıyıp dururken Nobel Barış ödülü alan OBAMA bu yılın Siyasi Porno Starları Altın Kuka'nın da en birinci adaylarındandır. Tabi ki Açılamayan, Açık her şeyi çarşafa, ekonomiyi ağaca dolayan,Son Halife Muhteşem Fatih Sultan Kabadayıbaşkandan sonra.
Zamanında Rus rejim muhalifi yazarlara bol keseden dağıtılan Nobel Ödülleri mi nedir? Ödüllerin yüzde doksan dokuzu gibi birinci sınıf bir tuvalet kağıdıdır.
Zamanında Rus rejim muhalifi yazarlara bol keseden dağıtılan Nobel Ödülleri mi nedir? Ödüllerin yüzde doksan dokuzu gibi birinci sınıf bir tuvalet kağıdıdır.
Açılımlar ve Devletsizleştirme - Bülent Esinoğlu
"Küreselleşmeciler, daha açık bir ifade ile emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin dayatmaları sonucu özelleştirmeler yapılldı. Devleti küçülteceğiz diyenler; Cumhuriyet'in tüm devlet birikimlerini sattılar.
Dayatmalar ve propagandalar karşısında halkımızı devletin küçülmesine razı oldu. Halkımızannetti ki devletten arta kalanlardan, kendine de yar olacak bir şeyler olur. Belki iş ve aş olur. Ama olmadı! Olması da zaten söz konusu değildi.
Aslında Türkiye'nin devletsizleştirilmesi NATO ile başlamıştı. Emperyalist güçler, sıra ekonominin çökertilmesine gelince NATO'yu yeterli görmediler. İç ve dış tefeciler IMF, OECD, Dünya Bankası ile ulusal pazarlarımızı ele geçirdiler. Türkiye'yi sistemli bir şekilde üretimsizleştirdiler.
Bir yandan da AB'ye üye alacağız propagandası ile hukuk ve yargı sistemimize saldırdılar.
Şimdi de Amerikan açılımları başlatıldı; Kürt açılımı, Alevi açılımı, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, laik/dindar açılımı gibi. Devletsizleştirme, üretimsizleştirme ve halkı etnik parçalara bölerrek milletsizleştirme. Gelinen son durumu budur.
(Deniz Som'un Vaziyet köşesinden alınmıştır.)
Dayatmalar ve propagandalar karşısında halkımızı devletin küçülmesine razı oldu. Halkımızannetti ki devletten arta kalanlardan, kendine de yar olacak bir şeyler olur. Belki iş ve aş olur. Ama olmadı! Olması da zaten söz konusu değildi.
Aslında Türkiye'nin devletsizleştirilmesi NATO ile başlamıştı. Emperyalist güçler, sıra ekonominin çökertilmesine gelince NATO'yu yeterli görmediler. İç ve dış tefeciler IMF, OECD, Dünya Bankası ile ulusal pazarlarımızı ele geçirdiler. Türkiye'yi sistemli bir şekilde üretimsizleştirdiler.
Bir yandan da AB'ye üye alacağız propagandası ile hukuk ve yargı sistemimize saldırdılar.
Şimdi de Amerikan açılımları başlatıldı; Kürt açılımı, Alevi açılımı, Kıbrıs açılımı, Ermenistan açılımı, laik/dindar açılımı gibi. Devletsizleştirme, üretimsizleştirme ve halkı etnik parçalara bölerrek milletsizleştirme. Gelinen son durumu budur.
(Deniz Som'un Vaziyet köşesinden alınmıştır.)
10 Aralık 2009 Perşembe
Jose Saramago - Not Defterimden
Editörler -
Voltaire'in edebiyat ajansı yoktu. (...) Edebiyat ajansı diye bir şey yoktu. İş, böyle ad vermek istersek, iki muhatap arasında işliyordu, yazar ve editör. Yazarın eseri vardı, editörün de bunu yayınlamak için araçları, ikisinin arasında başka hiçbir aracı yoktu. Masumiyet zamanıydı. (...) Genellikle kendilerini kolaylıkla çakal ya da köpekbalığı tipi edebiyat ajanlarının aldatmasına teslim edecek kadar saf olan yazarlar, kabarık ön ödeme ve dünya çapında promosyon vaatlerinin peşinde koşuyorlar, sanki yaşamları buna bağlıymış gibi...
Voltaire'in edebiyat ajansı yoktu. (...) Edebiyat ajansı diye bir şey yoktu. İş, böyle ad vermek istersek, iki muhatap arasında işliyordu, yazar ve editör. Yazarın eseri vardı, editörün de bunu yayınlamak için araçları, ikisinin arasında başka hiçbir aracı yoktu. Masumiyet zamanıydı. (...) Genellikle kendilerini kolaylıkla çakal ya da köpekbalığı tipi edebiyat ajanlarının aldatmasına teslim edecek kadar saf olan yazarlar, kabarık ön ödeme ve dünya çapında promosyon vaatlerinin peşinde koşuyorlar, sanki yaşamları buna bağlıymış gibi...
Zaman gelmiştir...
Çevrenizde gördüğünüz her şey "Bana ne be bundan!" dedirtiyorsa, kitap okumanın zamanı gelmiş demektir.
9 Aralık 2009 Çarşamba
Televizyonun Çöp Olduğunun Birinci Elden Kanıtlanması
1- Kullanma süresi geçmiştir. Hiçbir yenilik getirmemekte, aynı şeyleri, seyircinin dikkatini çekmek için bayağılaştırarak tekrar tekrar sunmaktadır.
2- Kokmaktadır. Haber programları çarpıtmayla, magazine dayalı yapımları yozluğuyla, dizileri düzey düşüklüğüyle pis bir koku yaymaktadır. Çürümüştür.
3- Kalıcı değildir. Yayınlanan hiçbir program tekrar izlenme duygusu yaratmamaktadır.
4- Konuşmacılar, bilim adamları, ekonomistler, spor yorumcuları, kaliteli hiçbir izleyicinin normalde önemsemeyeceği tiplerden seçilmektedir. Bu kişiler sadece orada oldukları için önemsenmektedir. Bu da içeriğin tamamen posadan oluştuğunu göstermektedir.
5- Tadı yoktur. Gerçeklerden kaçtığı için yapaydır.
İşte:
Bütün bu bilgiler ışığında televizyonun bir çöp olduğu kesindir.
2- Kokmaktadır. Haber programları çarpıtmayla, magazine dayalı yapımları yozluğuyla, dizileri düzey düşüklüğüyle pis bir koku yaymaktadır. Çürümüştür.
3- Kalıcı değildir. Yayınlanan hiçbir program tekrar izlenme duygusu yaratmamaktadır.
4- Konuşmacılar, bilim adamları, ekonomistler, spor yorumcuları, kaliteli hiçbir izleyicinin normalde önemsemeyeceği tiplerden seçilmektedir. Bu kişiler sadece orada oldukları için önemsenmektedir. Bu da içeriğin tamamen posadan oluştuğunu göstermektedir.
5- Tadı yoktur. Gerçeklerden kaçtığı için yapaydır.
İşte:
Bütün bu bilgiler ışığında televizyonun bir çöp olduğu kesindir.
Tanrının Çalışma Tarzı
"Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim."
Al Capone
Al Capone
yaşamayı bilmediği için...
"İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."
W. Shakespeare
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için."
W. Shakespeare
5 Aralık 2009 Cumartesi
Yansıma
Gece...
Balkonda gördüm babamı.
Bir yansımaydı önce
Sonra…
Yerime geçti ansızın
yansıyamayışımı izliyordu şimdi gülerek
kahkaha atamayışımı onun gibi
dimdik duramayışımı…
Tüylerim ayakta
soğuk rüzgarlara batmış
yapayalnız, düşkün bir kedi gibi miyavladım yüzlerce kere
Tüm oda benden tarafa geçip, şımarıklığıma sarılıncaya kadar da
susmadım.
Balkonda gördüm babamı.
Bir yansımaydı önce
Sonra…
Yerime geçti ansızın
yansıyamayışımı izliyordu şimdi gülerek
kahkaha atamayışımı onun gibi
dimdik duramayışımı…
Tüylerim ayakta
soğuk rüzgarlara batmış
yapayalnız, düşkün bir kedi gibi miyavladım yüzlerce kere
Tüm oda benden tarafa geçip, şımarıklığıma sarılıncaya kadar da
susmadım.
Küçücük
Kovaya şıp şıp vuran
su damlacıklarına sığışıyor çocuklar
Kapı zillerinin içinde zangırdarken
tükürükler saçarak gülüşüyorlar
Kibrit çöplerine oturmuş, yarışıyorlar oluklarda
Kilitlere doluşup geriye ittiriyorlar anahtarları
Umut da yanlarına sıkışıyor her seferinde
Kıkırdamaya çalışıyor edepsizce
Ne de olsa
O da çok küçük daha...
su damlacıklarına sığışıyor çocuklar
Kapı zillerinin içinde zangırdarken
tükürükler saçarak gülüşüyorlar
Kibrit çöplerine oturmuş, yarışıyorlar oluklarda
Kilitlere doluşup geriye ittiriyorlar anahtarları
Umut da yanlarına sıkışıyor her seferinde
Kıkırdamaya çalışıyor edepsizce
Ne de olsa
O da çok küçük daha...
3 Aralık 2009 Perşembe
Dikkat
Dikkat et!
Oy attığın sandık bir yazar kasa.
Sevdiğin kız bir silgi
Ailen bir bulut
Düşüncelerin filtre
Sen
küçük, buruş buruş bir kağıt parçası
Oy attığın sandık bir yazar kasa.
Sevdiğin kız bir silgi
Ailen bir bulut
Düşüncelerin filtre
Sen
küçük, buruş buruş bir kağıt parçası
2 Aralık 2009 Çarşamba
Yürü Be Sayko
Pireye kızıp danayı yakan sevgili arkadaşım Sayko'yu, yanlışından dönme büyüklüğünü gösterdiği için kutluyor, okurlarıma, kendisinin çılgın bloğuna girip bir göz atmalarını tavsiye ediyorum.
Saykonun Cinnet Evi
Saykonun Cinnet Evi
25 Kasım 2009 Çarşamba
Albüm
The Black Heart Procession'ın "Six" albümü o kadar başarılı ki ne diyeceğimi bilemiyorum. Anlamaya çalışıyorum sadece, olup biteni.
Masa mı Menü mü?
Kurtlar sofrasına gitmeden bir konuda emin olmak çok önemli. Masada mısınız yoksa menüde mi?
(Ergin Yıldızoğlu - Konu, Türkiye'nin Dış İlişkileri)
(Ergin Yıldızoğlu - Konu, Türkiye'nin Dış İlişkileri)
Türkiye ve Gerçekler
Örtülü ödenek bütçesi 2005'te 30 milyon doların altında, 2006'da 210 milyon dolar, 2007'de 240 milyon dolar.
Acaba neden?
Acaba neden?
24 Kasım 2009 Salı
HarkTu 2 Kayıt 327
Hayatı
dürtemezsin parmağınla
okşayamazsın
sinirlenip, içi şeker dolu bir kase gibi duvara patlatamazsın
Sadece yaşarsın
dürtemezsin parmağınla
okşayamazsın
sinirlenip, içi şeker dolu bir kase gibi duvara patlatamazsın
Sadece yaşarsın
23 Kasım 2009 Pazartesi
22 Kasım 2009 Pazar
Küf
Beni bulmanı istiyorum
şehri pis kokulu bir battaniye gibi örten o bulutun üstünde,
domuzların neşeli şarkılarından yükselen tiz seslerin net bir şekilde işitildiği
şirketlerin küçük bacalarından fışkıran adi nefeslerle ayazda kalmış kıçların ısınabildiği
sessizliğin Pink Floyd dinlemeye çıkıp uyuyakaldığı yerde
Posamla oturuyor olacağım orada, kapkara
Kurumdan düşler dökeceğim aşağı
Yanıma gelmeni istiyorum ve görmeni, gündelik yaşamı nasıl bir ayıpla kirlettiğimi
Ve el sallamanı, caddede,
küflü yağmurun altında,
tek başına, şemsiyesiz, akılsız ve arkasız
dolaşmaya cesaret eden tek adama.
Yani bana!
İttirmeni istiyorum vücudumu birden.
Düşmeyeceğimi göreceksin.
Etimi ve kemiklerimi geride bırakıp yükseleceğim o an yerden.
gölgem zaten oturuyor ayaklarının hemen önünde,
parmakları akordeonun tuşlarına konmuş, çöküşü kutlamak için sabırla bekliyor
Küfe batmış, birden karşına çıkacağım ben,
üçüncü yaşamımda takınıp takınabileceğim en güleç yüzümle
Bir balon, kırmızı damarlarıyla yavaşça çıkıp ağzımdan, büyüyecek
kopkoyu yerleşecek başımın üstüne.
Et gibi göründüğüne bakma, patlat onu.
Ağlamayacağımı göreceksin.
Kurşundan kelimeler;
yavaşça süzülecek gökyüzünün rüzgardan kahkahaları arasında.
Sonbahara ayıp olmayacak, melekler komplekse kapılmayacak ve
zararsızmış gibi görünmeyi başaracak ağzım sonunda.
Delirmediğimi de göreceksin.
İnan bana.
Ölecek yaşam
söz karnına girdiğinde.
“Tanrı yok!” diye çığlık çığlığa havalanıp müjdeyi yığınlara verecek bir karga.
Kurşunlar saplanmaya devam edecek tüketilmişe.
Sarılacaksın bana sıkıca ve kalbimin çıldırmış bir at gibi koşturduğunu duyacaksın saçmalık çayırlarında…
şehri pis kokulu bir battaniye gibi örten o bulutun üstünde,
domuzların neşeli şarkılarından yükselen tiz seslerin net bir şekilde işitildiği
şirketlerin küçük bacalarından fışkıran adi nefeslerle ayazda kalmış kıçların ısınabildiği
sessizliğin Pink Floyd dinlemeye çıkıp uyuyakaldığı yerde
Posamla oturuyor olacağım orada, kapkara
Kurumdan düşler dökeceğim aşağı
Yanıma gelmeni istiyorum ve görmeni, gündelik yaşamı nasıl bir ayıpla kirlettiğimi
Ve el sallamanı, caddede,
küflü yağmurun altında,
tek başına, şemsiyesiz, akılsız ve arkasız
dolaşmaya cesaret eden tek adama.
Yani bana!
İttirmeni istiyorum vücudumu birden.
Düşmeyeceğimi göreceksin.
Etimi ve kemiklerimi geride bırakıp yükseleceğim o an yerden.
gölgem zaten oturuyor ayaklarının hemen önünde,
parmakları akordeonun tuşlarına konmuş, çöküşü kutlamak için sabırla bekliyor
Küfe batmış, birden karşına çıkacağım ben,
üçüncü yaşamımda takınıp takınabileceğim en güleç yüzümle
Bir balon, kırmızı damarlarıyla yavaşça çıkıp ağzımdan, büyüyecek
kopkoyu yerleşecek başımın üstüne.
Et gibi göründüğüne bakma, patlat onu.
Ağlamayacağımı göreceksin.
Kurşundan kelimeler;
yavaşça süzülecek gökyüzünün rüzgardan kahkahaları arasında.
Sonbahara ayıp olmayacak, melekler komplekse kapılmayacak ve
zararsızmış gibi görünmeyi başaracak ağzım sonunda.
Delirmediğimi de göreceksin.
İnan bana.
Ölecek yaşam
söz karnına girdiğinde.
“Tanrı yok!” diye çığlık çığlığa havalanıp müjdeyi yığınlara verecek bir karga.
Kurşunlar saplanmaya devam edecek tüketilmişe.
Sarılacaksın bana sıkıca ve kalbimin çıldırmış bir at gibi koşturduğunu duyacaksın saçmalık çayırlarında…
17 Kasım 2009 Salı
Kırık Hava
Kırıldı hava sonunda
bir sürü hayal doluştu çatlaklara
inledi unutulan sözler.
bir dolu kara böcek kaçıştı dışarı
gökyüzüne tırmandılar kör.
Yağmur yandı
sonunda
duman yükselmeyi reddetti, yalvarmayı da...
güneşle sohbete dalmış, yağmayı unuttu çığlıklar
Kırıldı ses birden
hayır!
tüm dünyaya yayıldı kahkaha
Kapattı çekmeceyi bir kız
o gülüş!
içeride kalıp tozlu bir fotoğrafa dönüştü.
Kırıldı hava bir daha.
Karanlığın arkasına saklanmış, çırılçıplak baktı geçmiş.
bir sürü hayal doluştu çatlaklara
inledi unutulan sözler.
bir dolu kara böcek kaçıştı dışarı
gökyüzüne tırmandılar kör.
Yağmur yandı
sonunda
duman yükselmeyi reddetti, yalvarmayı da...
güneşle sohbete dalmış, yağmayı unuttu çığlıklar
Kırıldı ses birden
hayır!
tüm dünyaya yayıldı kahkaha
Kapattı çekmeceyi bir kız
o gülüş!
içeride kalıp tozlu bir fotoğrafa dönüştü.
Kırıldı hava bir daha.
Karanlığın arkasına saklanmış, çırılçıplak baktı geçmiş.
Dalgalar ve Yürek
Dalgalar yüreğe vururken
bir köpek koşturur üstünde.
Bir kadın uyur gölgelik bir yerde
Terler yürek
Güneşi düşmanı zanneder
Minnettar kalır onu boğmak isteyen denize.
bir köpek koşturur üstünde.
Bir kadın uyur gölgelik bir yerde
Terler yürek
Güneşi düşmanı zanneder
Minnettar kalır onu boğmak isteyen denize.
13 Kasım 2009 Cuma
FossurGama Sunar: Kendimi Köpek Sanıyorum Doktor Bey
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesi. Parmaklıkların arkasında hatırı sayılır bir kalabalık toplanmış, elleri ağızlarında şaşkın mı şaşkın, şebelek gibi olan biteni izliyorlar. Diğer tarafta ise işler daha karışık. Kendini köpek sanan iki hasta ters dönüp götlerini bitiştirmek suretiyle cinsel ilişkiye girmişler. Tepelerine üşüşmüş hasta bakıcıların biri su döküyor, biri tekmeliyor, bir başkası "Allah belanızı versin," diye bağırıyor, falan filan. Fakat deliler her türlü baskıya göğüs girip ellerini yüzlerine siper ederek o muhteşem anın tadını çıkarmaya çalışıyorlar.
Oyun İçinde Oyun
Oyun içinde oyunun içinde oyuncak olmak nasıl bir duygu?
Ha ha ha!
Acı var mı acı günümüz basit insanı!
Ha ha ha!
Acı var mı acı günümüz basit insanı!
Ölmeden Önce Yapmam Gereken Tek Şey
Reenkarnasyon bilgilerini ortaya çıkarıp doğacağım ülkeyi, aileyi ve kaderi belirlemek.
16 Ekim 2009 Cuma
Tom Waits - Soğancığın İsyanı
- Size zor gelen şeyler neler?
- Genellikle gerçeği ve hayali iç içe yaşıyorum. benim gerçeğimin, bir ampülün duya olan ihtiyacı gibi, hayale ihtiyacı var. Hayal gücümün de, bir körün değneğine duyduğu ihtiyaç gibi gerçeğe ihtiyacı var. Matematik bana zor gelir. Harita okumak zor gelir. Emirlere uymak da. Ayrıca marangozluk, elektronik, sıhhi tesisat, hadiseleri doğru hatırlamak, çengelli iğne bulmak, sabır, Çince sipariş vermek, Almanca müzik seti kılavuzu...
- En çok sevdiğiniz film sahneleri neler?
- Kızgın Boğa'da De Niro'nun ringde olduğu sahneler. "Cennet Bekleyebilir"de Julie Christie'nin "bir fincan kahve ister misin?" dediği andaki yüz ifadesi. "Cennetin Doğusu!'nda James Dean'in kalp krizi geçiren babasının başucunda otururken hemşireyi odadan kovması. "Touch Evil"da Marlen Dietrich!in "o, erkeğin hasıydı" deyişi. Nick Cage'in "Vampirin Öpücüğü"nde bir amamböceği yiyişi. "Chinatown"un final sahnesi. Rod Steiger'ın "Rehin"de altın ahakkında söyledikleri. Brando'nun Baba'daki ölüm anı. Lee Marvin'in "Kuzeyin İmparatoru"nda yük vagonunun altında gidişi. Dennis Weaver'ın "Touch Of Evil"da, küçük bir ağaca tutunarak "ben gecelerin insanıyım" deyişi. "Eastwick'in Cadıları"nda Jack Nicholson'ın kiliseye girişi. "Blade Runner"da Rutger Hauer'ın ölürken çektiği söylev. "Define Adası"nda tavernadaki kör adam. "Zorba"da Anthony Quinn'in kumsaldaki dansı.
- En olmadık yerlerde tanık olduğunuz en olmadık şeyler ne?
- Brezilya'da kral tahtını andıran boyacı sandıkalrı. Reno'daki bir rehincinin vitrinindeki takma dişler. Müthiş akustik: Hapishanede. Şahane mönü: Tulsa-Oklahoma havaalanında. Portekiz'in Fatima kentindeki hediyelik eşya dükkanları. bir Morrissey konserindeki Chicano (Meksikalı Amerikalı) kitlesi. Büyük yoksulluk: Washington D.C.'de. Evsiz bir adamın, Çin mahallesindeki bir çöplükte, müthiş güzel opera sesiyle "bakteri" kelimesini şarkı söyler gibi söylemsi. En güzel atların New York'ta olması. St. Louis sakinlerinin ekseriyetinin kırmızı pantalon giymesi. Baltimore'da 1890'da görülen bir cinayet davasında bir katil zanlısının suçlu bulunmasına rağmen serbest bırakılması. Yargıç kararı okurken şöyle diyor: "Suçlusunuz bayım, fakat masum bir insanı hapse atamam." Mesele şu: Katil, siyam ikizi.
- Keşke dünyaya daha erken gelseydim, dedirten, kaçırdığınız için hayıflandığınız neler var?
- Vodvil. Kültürlerin karışımı ve tuhaf melezlikler. Delta Blues gitaristleri ve Hawaili müzisyenlerin bir araya gelmelerinin sonucu olarak slide gitarın bugün bizim Afro-Amerikan dediğimiz ortak müzikal dil olarak benimsenmesi. Birçok kültür gibi o da çapraz döllenme eseri. Goerge Burns, çok sevdiğim bir vodvil sanatçısıydı. Ne söylerse söylesin, iğneleyici, soğukkanlı, merak uyandırıcı ve komikti. Dans da ederdi. Şöyle demişti: "Maalesef bu ülkeyi yönetmeyi bilenler direksiyon sallamakla ya da saç kesmekle meşgul.
-Neleri merak ediyorsunuz?
- Jokeyler atlarına neler söyler? Otoyol kanarında bir ağaç olmak nasıl bir duygu? Dünya insanoğlunu ne zaman sırtından silkeleyip atacak? bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? Bazen keman siyam kedisi gibi ses çıkarır; ilk keman telleri kedi bağırsağından yapılmış, arada bir bağlantı var mı? Günün birinde insanoğlu robotlarla evlenecek mi? Elmas, sadece sabırlı bir kömür parçası mı? Ella Fitzgerald hakikaten bir şarap kadehini sesiyle kırdı mı?
- Korktuğunuz şeyler neler?
- Uçak yolculuğunda türbülans. Siren sseleriylel el fenerlerinin buluşması. McCain'nin seçimleri kazanması. Ellerinde makinalı tüfek olan Almanlar.
- Sevdiğiniz sesler?
- Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski westernlerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano deris. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar Baykuşlar. Kumrular.
Roll'un 6 No'lu Özel Sayısı'ndan Alıntılanmıştır.
- Genellikle gerçeği ve hayali iç içe yaşıyorum. benim gerçeğimin, bir ampülün duya olan ihtiyacı gibi, hayale ihtiyacı var. Hayal gücümün de, bir körün değneğine duyduğu ihtiyaç gibi gerçeğe ihtiyacı var. Matematik bana zor gelir. Harita okumak zor gelir. Emirlere uymak da. Ayrıca marangozluk, elektronik, sıhhi tesisat, hadiseleri doğru hatırlamak, çengelli iğne bulmak, sabır, Çince sipariş vermek, Almanca müzik seti kılavuzu...
- En çok sevdiğiniz film sahneleri neler?
- Kızgın Boğa'da De Niro'nun ringde olduğu sahneler. "Cennet Bekleyebilir"de Julie Christie'nin "bir fincan kahve ister misin?" dediği andaki yüz ifadesi. "Cennetin Doğusu!'nda James Dean'in kalp krizi geçiren babasının başucunda otururken hemşireyi odadan kovması. "Touch Evil"da Marlen Dietrich!in "o, erkeğin hasıydı" deyişi. Nick Cage'in "Vampirin Öpücüğü"nde bir amamböceği yiyişi. "Chinatown"un final sahnesi. Rod Steiger'ın "Rehin"de altın ahakkında söyledikleri. Brando'nun Baba'daki ölüm anı. Lee Marvin'in "Kuzeyin İmparatoru"nda yük vagonunun altında gidişi. Dennis Weaver'ın "Touch Of Evil"da, küçük bir ağaca tutunarak "ben gecelerin insanıyım" deyişi. "Eastwick'in Cadıları"nda Jack Nicholson'ın kiliseye girişi. "Blade Runner"da Rutger Hauer'ın ölürken çektiği söylev. "Define Adası"nda tavernadaki kör adam. "Zorba"da Anthony Quinn'in kumsaldaki dansı.
- En olmadık yerlerde tanık olduğunuz en olmadık şeyler ne?
- Brezilya'da kral tahtını andıran boyacı sandıkalrı. Reno'daki bir rehincinin vitrinindeki takma dişler. Müthiş akustik: Hapishanede. Şahane mönü: Tulsa-Oklahoma havaalanında. Portekiz'in Fatima kentindeki hediyelik eşya dükkanları. bir Morrissey konserindeki Chicano (Meksikalı Amerikalı) kitlesi. Büyük yoksulluk: Washington D.C.'de. Evsiz bir adamın, Çin mahallesindeki bir çöplükte, müthiş güzel opera sesiyle "bakteri" kelimesini şarkı söyler gibi söylemsi. En güzel atların New York'ta olması. St. Louis sakinlerinin ekseriyetinin kırmızı pantalon giymesi. Baltimore'da 1890'da görülen bir cinayet davasında bir katil zanlısının suçlu bulunmasına rağmen serbest bırakılması. Yargıç kararı okurken şöyle diyor: "Suçlusunuz bayım, fakat masum bir insanı hapse atamam." Mesele şu: Katil, siyam ikizi.
- Keşke dünyaya daha erken gelseydim, dedirten, kaçırdığınız için hayıflandığınız neler var?
- Vodvil. Kültürlerin karışımı ve tuhaf melezlikler. Delta Blues gitaristleri ve Hawaili müzisyenlerin bir araya gelmelerinin sonucu olarak slide gitarın bugün bizim Afro-Amerikan dediğimiz ortak müzikal dil olarak benimsenmesi. Birçok kültür gibi o da çapraz döllenme eseri. Goerge Burns, çok sevdiğim bir vodvil sanatçısıydı. Ne söylerse söylesin, iğneleyici, soğukkanlı, merak uyandırıcı ve komikti. Dans da ederdi. Şöyle demişti: "Maalesef bu ülkeyi yönetmeyi bilenler direksiyon sallamakla ya da saç kesmekle meşgul.
-Neleri merak ediyorsunuz?
- Jokeyler atlarına neler söyler? Otoyol kanarında bir ağaç olmak nasıl bir duygu? Dünya insanoğlunu ne zaman sırtından silkeleyip atacak? bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? Bazen keman siyam kedisi gibi ses çıkarır; ilk keman telleri kedi bağırsağından yapılmış, arada bir bağlantı var mı? Günün birinde insanoğlu robotlarla evlenecek mi? Elmas, sadece sabırlı bir kömür parçası mı? Ella Fitzgerald hakikaten bir şarap kadehini sesiyle kırdı mı?
- Korktuğunuz şeyler neler?
- Uçak yolculuğunda türbülans. Siren sseleriylel el fenerlerinin buluşması. McCain'nin seçimleri kazanması. Ellerinde makinalı tüfek olan Almanlar.
- Sevdiğiniz sesler?
- Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski westernlerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano deris. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar Baykuşlar. Kumrular.
Roll'un 6 No'lu Özel Sayısı'ndan Alıntılanmıştır.
Rammstein Pussy
Rammstein - Pussy
Popüler kültürün, marjinal şımarıklıklardan beslenme çakallığı Rammstein tarafından bitirilmiştir.
Bundan böyle, kıç baş açma, lezbiyen öpücükler sunma, on zenci iki atla yatağa girme ve dudak büzme gibi çocukça pazarlama faaliyetlerini gören birisi, eeee, ne var bunda, Rammstein bunun on katını yaptı, diyecek. Ha ha ha.
Bu alaycı tokadı saygıyla izlemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
Popüler kültürün, marjinal şımarıklıklardan beslenme çakallığı Rammstein tarafından bitirilmiştir.
Bundan böyle, kıç baş açma, lezbiyen öpücükler sunma, on zenci iki atla yatağa girme ve dudak büzme gibi çocukça pazarlama faaliyetlerini gören birisi, eeee, ne var bunda, Rammstein bunun on katını yaptı, diyecek. Ha ha ha.
Bu alaycı tokadı saygıyla izlemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
21 Eylül 2009 Pazartesi
Düşlem
Gözümü kapatıp geleceği düşlemek istiyorum ama bir ineğin koca götünden başka bir şey göremiyorum. Her seferinde gelip tam önünde duruyor manzaranın hayvan oğlu hayvan!
Nasıl Bir Ülke
Yandaş sermaye kârına kâr katsın diye, ortaokul birden itibaren çocukların haftada dört gün dersaneye gitmeden ne liseye ne üniversiteye giremediği, okulların atıl kılındığı, gencecik beyinlerin gereksiz ezberle doldurulduğu ülke.
18 Eylül 2009 Cuma
14 Eylül 2009 Pazartesi
Sizce de öyle değil mi?
Yılda bir gün toplu seks ya da cinnet bayramları olan bir ülke olsa ne garip olurdu.
Ya?
Ya uzaylılar da on kişilik 'işten atılsın' listeleri göndermeye başlarsa noolacak?
Bunu bir düşünün.
Bunu bir düşünün.
13 Eylül 2009 Pazar
Ayamama
Kızınızın adını Ayamama koyun. Çarpık zihniyeti temelden yıkabilen güçlü kadınlar yetiştirin!
9 Eylül 2009 Çarşamba
Yeni HarkTular
Kitap 2 Harktu 318
Yalnız ve mutsuz bir insanın anlayışlı olma lüksü olamaz!
Kitap 2 Harktu 317
Rüyaları bırakıp sabah uyanmayı seçen herkes salaktır
Kitap 2 HarkTu 316
Sırıtırken ağlanacak bir sürü şey olduğunu unutma!
Kitap 2 HarkTu 315
Kırmızıda durmam yeşilde geçmem
Yalnız ve mutsuz bir insanın anlayışlı olma lüksü olamaz!
Kitap 2 Harktu 317
Rüyaları bırakıp sabah uyanmayı seçen herkes salaktır
Kitap 2 HarkTu 316
Sırıtırken ağlanacak bir sürü şey olduğunu unutma!
Kitap 2 HarkTu 315
Kırmızıda durmam yeşilde geçmem
3 Eylül 2009 Perşembe
Açıklama
Uluslararası Şirketler ve G8 Ülkeleri, neden burada olduğu hakkında en ufak bir fikri bile olmayan ve günleri acı çekmekle geçen milyarlarca ruha acilen bir açıklama yapmalı...
Neden yaşıyorlar?
Neden yaşıyorlar?
31 Ağustos 2009 Pazartesi
Sanat Eserlerinin ve Ünlülerin Reklamlarda Kullanımı Üzerine
Son yıllarda reklam olayının, garip bir şekilde aşırı derecede özümsendiğini, katılımcıların şirin bir alana adım atmış sanki arkadaşlarıyla eğleniyor pozlarında takıldıklarını, böyle bir birliktelik sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi davranıldığını gözlemliyorum. Sanatçılar-sporcular-politikacılar da masum havalarda bu dünyaya damlamaya çekinmiyor.
Gerçek şu: Bu arkadaşlar bu işten bok gibi para kazanıyor ve daha da önemlisi kendi işlerindeki başarılarıyla kazandıkları fan kitlesini siktirik bir ürünü överek kandırmayı ahlaksızca normal görüyorlar.
Bir iki örnekle AÇILIM yaparsak konu daha iyi anlaşılabilir ve böylece ben de onları yerin dibine sokma olanağını ele geçirmiş olurum!
Mazhar Alanson: Bir müzisyenin, duyarlı bir sanatçının, etkileyici aşk şarkıları yazıp, sonra bu şarkılardaki sözleri değiştirip bir bankanın ulvi uygulamalarına uyarlaması sizce normal midir?
Zülfü Livaneli: Yıllar yılı solcuların, yumrukları havada bağırdığı Ey Özgürlük! nakaratının bir reklamda kullanılması peki?
Diyorlar ki yurtdışında müzisyenlerin şarkıları da reklamda kullanılyor.
Arkadaşlar,yurtdışındaki reklamlarda şarkılar fona yerleştiriliyor, yani karakter manzarada yürürken, şarkı görüntülerin atmosferine katkıda bulunuyor. Bu yolda yürürken bir dükkandan havaya müzik yayılmasından pek de farklı bir şey değil. Üstelik içeriği de asla değiştirilmiyor. Film, müzik birlikteliğinde, fragman kullanımında da esere saygı ön planda tutuluyor.
Birinci örneği ele alırsak: Ürüne yönelik olarak kendi şarkısının sözlerini değiştiren bir müzisyen şu ana kadar hiç görmedim. Tabi ki Türkiye dışında. Bu ilkönce bayağı bir mide ve yozlaşma gerektirir. Artı, onun şarkısıyla aşık olmuş, derin duygulara kapılmış fanlarına karşı büyük bir saygısızlığı da içerir.
İkinci örnekteyse, sözler değişmese de, sadece kendi dinleyicilerine değil, tüm sol camiasına karşı ağır bir hakaret vardır. Amaç da budur, çünkü Zülfü Livaneli çoktandır liboş olarak tanınan, sermaye güdümlü çıkarcı cenahtan nemalanmaktadır. Ortada bir çelişki yoksa da, ilginç olan, onun öyle değilmiş gibi davranıp çok üzülmüş pozları takınmasıdır.
Sonuçta genele dönersek. Reklam içerik olarak ahlaksızdır. Bu alana adım atan tüm ünlü kişilikler de, başka yollardan kendilerine saygı duyan kitlelere karşı büyük bir suç işlemektedirler.
Peki ama, bu insanlar, zaten kendi işlerinden para kazanırken, reklama çıkıp, dansetme göbek atma, pişkin pişkin gülme ve belki de hiç kullanmadıkları bir ürün-hizmeti tanıtma misyonunu niye yüklenmektedirler? Bu sosyolog ve psikiyatristlerin incelemesi gereken bir sorunsal olsa da aslında,sistemin, reklam-televizyon sektörünün, neredeyse doğanın bir parçası olduğuna herkesi inandırmasından kaynaklanmaktadır.
Halk, baştan kabullendiği bu eleştirilemeyecek masum alanda dönen dolapları algılama yetisini yitirmiştir.
Eskiden aktörler, aktrisler, müzisyenler bir duruşa sahipti. Üstlerine yüklenen büyük sorumluluğun bilincindeydiler. Sadece Paul Newman, o da çocukların eğitiminde kullanılmak üzere, kendi ürettiği sosların reklamında oynamış ve bu bile eleştirilmişti. Bir de bugüne bakın.
Aaa ah!
Sistem eleştiriyi yoketti. Sistem insanın insana saygısını yoketti. Sistem değerler sistemini tersine çevirdi. Sistemin taaa...
Gerçek şu: Bu arkadaşlar bu işten bok gibi para kazanıyor ve daha da önemlisi kendi işlerindeki başarılarıyla kazandıkları fan kitlesini siktirik bir ürünü överek kandırmayı ahlaksızca normal görüyorlar.
Bir iki örnekle AÇILIM yaparsak konu daha iyi anlaşılabilir ve böylece ben de onları yerin dibine sokma olanağını ele geçirmiş olurum!
Mazhar Alanson: Bir müzisyenin, duyarlı bir sanatçının, etkileyici aşk şarkıları yazıp, sonra bu şarkılardaki sözleri değiştirip bir bankanın ulvi uygulamalarına uyarlaması sizce normal midir?
Zülfü Livaneli: Yıllar yılı solcuların, yumrukları havada bağırdığı Ey Özgürlük! nakaratının bir reklamda kullanılması peki?
Diyorlar ki yurtdışında müzisyenlerin şarkıları da reklamda kullanılyor.
Arkadaşlar,yurtdışındaki reklamlarda şarkılar fona yerleştiriliyor, yani karakter manzarada yürürken, şarkı görüntülerin atmosferine katkıda bulunuyor. Bu yolda yürürken bir dükkandan havaya müzik yayılmasından pek de farklı bir şey değil. Üstelik içeriği de asla değiştirilmiyor. Film, müzik birlikteliğinde, fragman kullanımında da esere saygı ön planda tutuluyor.
Birinci örneği ele alırsak: Ürüne yönelik olarak kendi şarkısının sözlerini değiştiren bir müzisyen şu ana kadar hiç görmedim. Tabi ki Türkiye dışında. Bu ilkönce bayağı bir mide ve yozlaşma gerektirir. Artı, onun şarkısıyla aşık olmuş, derin duygulara kapılmış fanlarına karşı büyük bir saygısızlığı da içerir.
İkinci örnekteyse, sözler değişmese de, sadece kendi dinleyicilerine değil, tüm sol camiasına karşı ağır bir hakaret vardır. Amaç da budur, çünkü Zülfü Livaneli çoktandır liboş olarak tanınan, sermaye güdümlü çıkarcı cenahtan nemalanmaktadır. Ortada bir çelişki yoksa da, ilginç olan, onun öyle değilmiş gibi davranıp çok üzülmüş pozları takınmasıdır.
Sonuçta genele dönersek. Reklam içerik olarak ahlaksızdır. Bu alana adım atan tüm ünlü kişilikler de, başka yollardan kendilerine saygı duyan kitlelere karşı büyük bir suç işlemektedirler.
Peki ama, bu insanlar, zaten kendi işlerinden para kazanırken, reklama çıkıp, dansetme göbek atma, pişkin pişkin gülme ve belki de hiç kullanmadıkları bir ürün-hizmeti tanıtma misyonunu niye yüklenmektedirler? Bu sosyolog ve psikiyatristlerin incelemesi gereken bir sorunsal olsa da aslında,sistemin, reklam-televizyon sektörünün, neredeyse doğanın bir parçası olduğuna herkesi inandırmasından kaynaklanmaktadır.
Halk, baştan kabullendiği bu eleştirilemeyecek masum alanda dönen dolapları algılama yetisini yitirmiştir.
Eskiden aktörler, aktrisler, müzisyenler bir duruşa sahipti. Üstlerine yüklenen büyük sorumluluğun bilincindeydiler. Sadece Paul Newman, o da çocukların eğitiminde kullanılmak üzere, kendi ürettiği sosların reklamında oynamış ve bu bile eleştirilmişti. Bir de bugüne bakın.
Aaa ah!
Sistem eleştiriyi yoketti. Sistem insanın insana saygısını yoketti. Sistem değerler sistemini tersine çevirdi. Sistemin taaa...
30 Ağustos 2009 Pazar
Hiçbir Şey Almayın Batsın Bu Dünya
Para harcıyacakmışız, çiçek, oyuncak alacakmışız, ekonominin çarkları dönecekmiş, piyasa canlanacakmış. Yüzbinlerce kişi işten çıkarıldı, çocuklarına ekmek alacak paraları yok, dalga mı geçiyor bu adamlar anlamıyorum. Bi de, yok işadamı, yok ekonomist, yok gazeteci koca koca herifler. Hiç utanmıyorlar da...
28 Ağustos 2009 Cuma
4 Yıllık Lisans Programı
İktidar yalakalığının 4 yıllık lisans programı olarak üniversitelere girmesini talep ediyorum. Hasan Cemal, Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan, Mehmet Altan gibi ölümsüz hocalarıyla, sayısı belirsiz araştırma ve yalama görevlileriyle garanti iş imkanı sunan bu bölümün daha sonra üniversiteleşeceğine inancım sonsuz.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Modern Engizisyon Çağı
Güle güle, televizyon izleye izleye yaşayın işte... Aydınlığın peşinde koşup çivili tabutlara konanlara da, nasıl olsa yapmışlardır yaaa bi şey, deyip geçin. Bu çağda hayat beyinsizler için gerçekten kolay.
20 Ağustos 2009 Perşembe
Tayyip Bey'in TOKİ Çiftliği - Mustafa Sönmez
AKP iktidarının karanlık, denetimden uzak en büyük tezgahı, kısa adı TOKİ olan Toplu Konut İdaresi'dir. TOKİ sadee bir inşaat örgütlenmesi değil, ayrıca AKP yandaşı sermayedar üretme, palazlandırma projesidir. TOKİ, 2003-2008 döneminde 335 bine yakın konut ürettirip, bunun 275 bine yakınını satmıştır. TOKİ konut üretimi yanı sıra, son yıllarda altyapı ve sosyal donatı projeleri kapsamından konut üretimi amacını aşan ve kamu yatırımı nitelikli pek çok proje ile iş hacmini ve hükümranlık alanını genişlettikçe genişletti...
Birkaç veri:
TOKİ'ce 2008 sonuna kadar yürütülen 975 projenin toplam maliyeti yaklaşık 25 milyar TLdir
Ve bunlar için yaklaşık 15 milyar TL harcama yapılmış, işlerin de yüzde 59'u tamamlanmıştır. İnşa edilen 315 bin adet konutun 262 bini sosyal konut niteliğinde, geriye kalan 54 bine konut ise kaynak geliştirme ve Emlak GYO projelerine ait görünmekte. Ama önemli nokta şu: Kaynak geliştirme ve Emlak GYO projeleri kapsamında bulunan konutların toplam konutlar içindeki payı yüzde 17 iken, toplam konutlar içindeki payı yüzde 47'dir ve ağırlıkla İStanbul'da inşa edilmişlerdir. TOKİ, sanıldığı kadar sosyal konut üreticisi bir kurum olamamıştır.
Daha ilginç olanı, bu kadar devasa bir ekonomik faaliyet yürüten TOKİ'nin mali durumu hakkında doğru dürüst bir bilgi yoktur.! TOKİ, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamı dışında tutulmuştur, tamamen Tayyip Erdoğan'ın direktifleriyle işleyen keyfi bir holding görünümündedir...
TOKİ'nin sermayesi hepmize ait arsalardır, yani kamu arsalarıdır. TOKİ, Milli Emlak Genel Müdürülüğü'nden devraldığı, rantı oldukça yüksek kamu arsalarını, "Hazine arsaları karşılığı" inşaat yöntemiyle konut üretiminde kullanmıştır. Giderek, "kamu kurumları arsaları karşılığı" kamu kurumları için de inşaat yapma gibi "kamu müteahhidi" fonksiyonunu da üstlenmiştir. Özellikle, hastane, lise-ilköğretim okulu gibi kamu yatırımlarnının bir kısmı, "bu kurumların arsaları karşılığı" TOKİ tarafından yapılmaktadır. Bunlar, normalde kamu yatırımıdır. Ama TOKİ yapınca kısmen veya tamamen kamu yatırım programı ve kamu yatırım harcamaları kapsamı dışına çıkartılmaktadır. Dolayısıyla denetimden de çıkmaktadır.
TOKİ'nin finansal yapısı ve uygulamaları konusunda yeterli bilgi bulunmaması,şaibeleri iyice arttırmakta, üstelik gayrimenkul sektöründe ortaya çıkabilecek potansiyel riskelrin, TOKİ açısından yaratabileceği sorunların tespitini de güçleştirmektedir. TOKİ tarafından başlatılmış yatırımların, olası finansal güçlükler nedeniyle ertelenmesi veya zaman içinde kamu kesimine devredilmesi söz konusu olursa kimse şaşrımasın.
Finansal yapısındaki belrisizliklerin yanı sıra TOKİ'yi Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamı dışında tutan AKP iktidarı, kamu yatırımı nitelikli projeleri kamu yatırım programının dışında tutarak kamu harcamalarında şeffaflık ve disiplin ilkesi ile adeta alay etmektedir Ve muhalefetten bu duruma pek bir itiraz yükselmemektedir.
TOKİ'nin beleşe elk koyduğu kamu arsalarını doğru değerlendirip değerlendirmediğini denetleyecek bir kurum var mıdır? Çoğur tarikat-cemaat üyesi irili ufaklı müteahhitler ve taşeronlarıyla, hasılat paylaşımı esasına göre yapılan işlerini kamuya yararını, zararını deneylten bir kurum var mıdır? Yoktur. Tam bir keyfilik içnde 5 yıldır 335 bin konut üretilmiş, 275 bini saytılmış bu süercin de yardımıyla nur topu gibi bir İslami burjuvazi zuhur etmiştir...
TOKİ, yandaş-İslami burjuva yaratmanın çok etklili kurumu olarak sermaye birikimi tarihimzde önemli bir yer tutacağa benzerken Yüce Divanlık dosyaların adersi de olabilir.
(PARA-META-PARA - MUSTAFA SÖNMEZ - CUMHURİYET)
Birkaç veri:
TOKİ'ce 2008 sonuna kadar yürütülen 975 projenin toplam maliyeti yaklaşık 25 milyar TLdir
Ve bunlar için yaklaşık 15 milyar TL harcama yapılmış, işlerin de yüzde 59'u tamamlanmıştır. İnşa edilen 315 bin adet konutun 262 bini sosyal konut niteliğinde, geriye kalan 54 bine konut ise kaynak geliştirme ve Emlak GYO projelerine ait görünmekte. Ama önemli nokta şu: Kaynak geliştirme ve Emlak GYO projeleri kapsamında bulunan konutların toplam konutlar içindeki payı yüzde 17 iken, toplam konutlar içindeki payı yüzde 47'dir ve ağırlıkla İStanbul'da inşa edilmişlerdir. TOKİ, sanıldığı kadar sosyal konut üreticisi bir kurum olamamıştır.
Daha ilginç olanı, bu kadar devasa bir ekonomik faaliyet yürüten TOKİ'nin mali durumu hakkında doğru dürüst bir bilgi yoktur.! TOKİ, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamı dışında tutulmuştur, tamamen Tayyip Erdoğan'ın direktifleriyle işleyen keyfi bir holding görünümündedir...
TOKİ'nin sermayesi hepmize ait arsalardır, yani kamu arsalarıdır. TOKİ, Milli Emlak Genel Müdürülüğü'nden devraldığı, rantı oldukça yüksek kamu arsalarını, "Hazine arsaları karşılığı" inşaat yöntemiyle konut üretiminde kullanmıştır. Giderek, "kamu kurumları arsaları karşılığı" kamu kurumları için de inşaat yapma gibi "kamu müteahhidi" fonksiyonunu da üstlenmiştir. Özellikle, hastane, lise-ilköğretim okulu gibi kamu yatırımlarnının bir kısmı, "bu kurumların arsaları karşılığı" TOKİ tarafından yapılmaktadır. Bunlar, normalde kamu yatırımıdır. Ama TOKİ yapınca kısmen veya tamamen kamu yatırım programı ve kamu yatırım harcamaları kapsamı dışına çıkartılmaktadır. Dolayısıyla denetimden de çıkmaktadır.
TOKİ'nin finansal yapısı ve uygulamaları konusunda yeterli bilgi bulunmaması,şaibeleri iyice arttırmakta, üstelik gayrimenkul sektöründe ortaya çıkabilecek potansiyel riskelrin, TOKİ açısından yaratabileceği sorunların tespitini de güçleştirmektedir. TOKİ tarafından başlatılmış yatırımların, olası finansal güçlükler nedeniyle ertelenmesi veya zaman içinde kamu kesimine devredilmesi söz konusu olursa kimse şaşrımasın.
Finansal yapısındaki belrisizliklerin yanı sıra TOKİ'yi Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu kapsamı dışında tutan AKP iktidarı, kamu yatırımı nitelikli projeleri kamu yatırım programının dışında tutarak kamu harcamalarında şeffaflık ve disiplin ilkesi ile adeta alay etmektedir Ve muhalefetten bu duruma pek bir itiraz yükselmemektedir.
TOKİ'nin beleşe elk koyduğu kamu arsalarını doğru değerlendirip değerlendirmediğini denetleyecek bir kurum var mıdır? Çoğur tarikat-cemaat üyesi irili ufaklı müteahhitler ve taşeronlarıyla, hasılat paylaşımı esasına göre yapılan işlerini kamuya yararını, zararını deneylten bir kurum var mıdır? Yoktur. Tam bir keyfilik içnde 5 yıldır 335 bin konut üretilmiş, 275 bini saytılmış bu süercin de yardımıyla nur topu gibi bir İslami burjuvazi zuhur etmiştir...
TOKİ, yandaş-İslami burjuva yaratmanın çok etklili kurumu olarak sermaye birikimi tarihimzde önemli bir yer tutacağa benzerken Yüce Divanlık dosyaların adersi de olabilir.
(PARA-META-PARA - MUSTAFA SÖNMEZ - CUMHURİYET)
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Zülfü - Deniz Som
Recep'e inanmış "solcu", liberal faşistlere iman etmiş "demokrat", omurgalı insan, romancı, yönetmen, köşe yazarı, söz yazarı, besteci, şarkıcı, kültür elçisi, siyaset adamı ve piyasanın nabzını iyi tutan bir tüccar olarak Zülfü gerçekten işinin ehli! Recep, içinde ne olacağına karar verildiğinde, açılımı halka tekerçalar dağıtarak anlatacak biliyorsunuz. Tekerçaların içinde Zülfü'nün "özgürlük" şarkılarından (telifi ödenmek kaydıyla) bir demet doğrusu çok iyi gider. Hele Zülfü'yü yurt çapında konser turnesine (tabii ki fatura karşılığı) çıkarttılar mı işte o zaman açılımın bereketine bak sen!
Açılamadılar!
SHP, demokratik açılım adı altında 1989'da açılmaya çalışmış, zeytin dalını uzatmış, oyları neredeyse yarıya inerken,bütün liboşlar, aşırı demokrat aydın müsveddeleri tekme tokat girişmişti ya! Unutuldu mu o günler.
Açılımmış! Hem o zaman bir program taslağı konulmuştu halkın önüne. Şimdiki gibi kapalı kapılar ardında gizli kapaklı işler yapılmamıştı.
Açılımmış! Hem o zaman bir program taslağı konulmuştu halkın önüne. Şimdiki gibi kapalı kapılar ardında gizli kapaklı işler yapılmamıştı.
Pakistan'da En Çok Aziz Nesin Seviliyor
Pakistan'lı çevirmen Masud Akhtar Shaikh...
Tanıştığım ilk Türk yazar Aziz Nesin'di. Onun öykülerini Akbaba'da okuyordum, bir gün çevirilerini yapmaya başladım. Nesin'den 20 öyküye yer veren bir kitap yayımladım. Nesin'in çok güzel bir dili var, mizahı da, acı mizahı da çok iyi kullanıyor. Pakistan'da Nesin gibi bir yazar yok. Ama işin ilginç olanı, onun yazdığı konular, anlattıklarının birçoğu Pakistan'da yaşananlarla aynı. Kitap Pakistan'da çıktığında öyküleri benim yazdığımı düşünenler olmuştu. "Bu kitap tercüme falan değil. bu adam Pakistan'da olanları yazmış" demişlerdi...
Tanıştığım ilk Türk yazar Aziz Nesin'di. Onun öykülerini Akbaba'da okuyordum, bir gün çevirilerini yapmaya başladım. Nesin'den 20 öyküye yer veren bir kitap yayımladım. Nesin'in çok güzel bir dili var, mizahı da, acı mizahı da çok iyi kullanıyor. Pakistan'da Nesin gibi bir yazar yok. Ama işin ilginç olanı, onun yazdığı konular, anlattıklarının birçoğu Pakistan'da yaşananlarla aynı. Kitap Pakistan'da çıktığında öyküleri benim yazdığımı düşünenler olmuştu. "Bu kitap tercüme falan değil. bu adam Pakistan'da olanları yazmış" demişlerdi...
Fantezi Arabesk Dava
Washington merkezli düşünce kuruluşlarından John Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Çalışmalar Okulu'nun "Ergenekon örgütü hayal ürünü," adlı çalışması: Ergenekon isimli bir örgütün var olduğuna yönelik hiçbir kanıt yok! Tutuklananların çoğunun AKP karşıtı olma dışında ortak bir noktası yok. İddianame çelişkiler, dedikodular ve yanlış bilgilerle dolu... Suçsuz insanlarla suçluların aynı kefeye konması nedeniye suçluların cezalandırılması fırsatının kaçırılıyor. İlhan Selçuk'un Cumhuriyet'e bomba attırdığı ve sonra İslamcıları suçladığı yönündeki savlar "tümüyle mantıksız"
14 Ağustos 2009 Cuma
13 Ağustos 2009 Perşembe
FossurGama Sunar - Anlık Şeysiler - Uçak
Uçağın motoru çalışmayınca, yolcular aşağı inmiş, havaalanından da yüz kadar görevli olay yerine koşmuş. Onlar ittiriyor, kaptan pilot marşı vurduruyor ve gitmeye başlıyor uçak. Herkes ellerini çırpıp, sevinç içinde kapılara doğru koşturuyor...
11 Ağustos 2009 Salı
Nick Hornby - Çat
7 Ağustos 2009 Cuma
Kitap 2 HarkTu 314
Dünyayı annelere bıraksak
bütün erkekler Başbakan olur
bütün kadınlar evde otururdu
bütün erkekler Başbakan olur
bütün kadınlar evde otururdu
31 Temmuz 2009 Cuma
Akademik Bakış
Öfkelenen bir insanın apış arasına doğru, hızla, mıucuup diyerek vuracak gibi yaparsanız öfkesini unutur. He he he, diye gülüp yalaklaşır. Bu da öfkenin aslında varolmadığını, insanların kendini kandırdığını gösterir.
Seçenek
Bu dünyada, öfkelenmemek için önümüze üç seçenek konulmuştur.
Ya aptal olmak ya budist ya da biat etmek.
Üçünü de kabul etmeyip öfkeyle yaşamak saygı duyulması gereken bir seçimdir.
Ya aptal olmak ya budist ya da biat etmek.
Üçünü de kabul etmeyip öfkeyle yaşamak saygı duyulması gereken bir seçimdir.
Öfke Öfke Öfke
Öfke göle dalmış balık avlamaya çalışan vahşi bir kaplana benzer. Sonunda bir an gelecek nefes almaya çalışacaktır.
Yeni Albümlere Bakış
Ethiopiques serisinden sıkı caz çalışmaları sürüldü piyasaya. Mulatu Astaqe & The Others'in parçaları gayet iyi. Etopya'dan klasik caza saygı ve etnik ruhun güzel bir karışımı.
IGGY POP'un Preliminaires albümü de beklentileri fazlasıyla karşılıyor.
SONIC YOUTH'un The Eternal'ı ilk Dirty ve Washing Machine arası bir mecrada dolanıyor. Melodik yapı biraz zayıf kalsa da, tatmin edici.
JUSTIN ADAMS & JULDEH CAMARA'nın Tell No Lies albümü çok etkileyici. Saf Afrika melodileri ritme kapılıp gidiveriyor. Emperyalist sömürü World Music'in boyunduruğundan kurtulan Afrikalı gruplar şaşırtıcı işlere imza atıyorlar.
THE DECEMBERIST'in The Hazards Of Love'u gerçekten beklenmedik bir çıkış. Geçişler, aynı melodik yapı üzerinde teatral oynamalar çok iyi. Erkek- kadın solistlerin işbirliği de. Stil yumuşak olsa da üzerine düşünülmüş, derinliği olan bir albüm ortaya koymuşlar.
MADNESS'ın The Liberty Of Norton Folgate, şirin.
White Stripes'ın Jack White'ı önderliğinde baskın grupların süperstarlarından oluşan The Dead Weathers iyi ama Jon Spencer Blues Explosion'ı fena halde anımsatıyor.
P.J. Harvey ve John Parish A Woman A Man Walked By çalışmasında çok sıkı parçalar var. P.J. yine döktürüyor. Dinlemek bir zevk onu.
Sunset Rubdown'ın Dragon's Lair'ini de sevdim.
IGGY POP'un Preliminaires albümü de beklentileri fazlasıyla karşılıyor.
SONIC YOUTH'un The Eternal'ı ilk Dirty ve Washing Machine arası bir mecrada dolanıyor. Melodik yapı biraz zayıf kalsa da, tatmin edici.
JUSTIN ADAMS & JULDEH CAMARA'nın Tell No Lies albümü çok etkileyici. Saf Afrika melodileri ritme kapılıp gidiveriyor. Emperyalist sömürü World Music'in boyunduruğundan kurtulan Afrikalı gruplar şaşırtıcı işlere imza atıyorlar.
THE DECEMBERIST'in The Hazards Of Love'u gerçekten beklenmedik bir çıkış. Geçişler, aynı melodik yapı üzerinde teatral oynamalar çok iyi. Erkek- kadın solistlerin işbirliği de. Stil yumuşak olsa da üzerine düşünülmüş, derinliği olan bir albüm ortaya koymuşlar.
MADNESS'ın The Liberty Of Norton Folgate, şirin.
White Stripes'ın Jack White'ı önderliğinde baskın grupların süperstarlarından oluşan The Dead Weathers iyi ama Jon Spencer Blues Explosion'ı fena halde anımsatıyor.
P.J. Harvey ve John Parish A Woman A Man Walked By çalışmasında çok sıkı parçalar var. P.J. yine döktürüyor. Dinlemek bir zevk onu.
Sunset Rubdown'ın Dragon's Lair'ini de sevdim.
30 Temmuz 2009 Perşembe
Neye niyet neye kısmet
Ergenekon, ne bir örgüt çıkaracak ortaya ne de bir plan. Derin devleti çözmeye niyeti olan yok. Ama çok önemli bir şeye yaradı bu dava. Gece oldu. Işıklar söndü. Ülkedeki tüm yalakalar, liboşlar, satılmışlar, döne döne transaydın olanlar; hamamböcekleri gibi döküldüler dışarı.
Kimin ne olduğu belli oldu.
Yaşasın savcı Öz!
Bir de böcekkovucu bulsa Türk solu, o biçim olacak.
Kimin ne olduğu belli oldu.
Yaşasın savcı Öz!
Bir de böcekkovucu bulsa Türk solu, o biçim olacak.
Bir Anlık Saf Kuşku!
Ulan, yoksa bu AKP, içkili yerlere baskın düzenleyip, analarını ağlatmak için sarılmış olmasın bu sigara yasağına!
Ha ha!
Ha ha!
Kağıt Parçası Demode Yaşasın Kürt Açılımı
... Haftalardır ortalığı kasıp kavuran kağıt parçası demode oldu, şimdi "Kürt Açılımı" moda! Her şeyi bıraktık, İmralı'daki mahkûmun "yol haritasını" bekliyoruz! Bütçe açığı 465 kez artmış, insanlar aç sefil sokaklara dökülmüş, ülke yangın yerine dönmüş ama hiç önemili değil; varsa yoksa yol haritası. Bu ülkeyi öylesine "ibiş" konumuna getirdiler ki, insan olanın yüreği dayanmıyor...
(Düz Çizgi - Ümit Zileli)
(Düz Çizgi - Ümit Zileli)
28 Temmuz 2009 Salı
27 Temmuz 2009 Pazartesi
21 Temmuz 2009 Salı
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Yeni Başkan, Gırla...
Yeni RTÜK Başkanı için aranan niteliklerin evrakta sahtecilik yapmak, kooperatif vurgununa karışmak, mazlumun parasını toparlayıp büyük medya kuruluşlarına aktarmak için dernek kurmak ya da o dernekte aktif rol oynamak olduğu açıklandı.
Aday sayısının kamuya personel alımında yaşanan işsiz izdihamını kat be kat geçeceği düşünülüyor...
Aday sayısının kamuya personel alımında yaşanan işsiz izdihamını kat be kat geçeceği düşünülüyor...
14 Temmuz 2009 Salı
Eğitimde Durumlar
Uluslararası öğrenci başarısını ölçen ve sık tekrarlanan bir OECD araştırması olan PISA ve uluslararası fen ve matematik başarısını ölçen TIMMS araştırmaları, Türkiye'nin yerinin hep sonunculuklara doğru olduğunu belgeliyor. 2006 PISA araştırmasında 57 ülke arsında fen bilimlerinde 44, matematikte 43. sırada öğrencilerimiz...
(Orhan Bursalı - Bilim ve Siyaset)
(Orhan Bursalı - Bilim ve Siyaset)
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Vesayetsiz Demokrasi Safsatası - Özdemir İnce
Vesayetsiz demokrasiyi isteyen ve savunan kişi Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine, Anayasa’nın genel esaslarına saygı duyar! Askerin vesayetine karşı çıkmak ayaklarıyla Cumhuriyet ve demokrasiyi dinin vesayetine sokma girişimlerinde bulunmaz! İşçi sınıfının hak ve özgürlüklerini garanti altına almayan bir demokrasi kavgası olamaz! Eğitim ve öğretimi özelleştiren bir demokrasi kavgası olamaz! Sendikal hakları iğdiş eden bir demokrasi kavgası olamaz!
Yargı bağımsızlığını gerçekleştirmeden, Savcılar ve Yargıçlar Yüksek Kurulu’ndan hükümet sultasını kaldırmadan demokrasi gerçekleştirilemez! Seçimlere yüzde barajları koyarak halkın gerçek egemenliğini felç eden demokrasi kavgası olamaz! Köylü ve çiftçiyi topraksızlaştıran bir demokrasi kavgası olamaz! Her türlü sömürüyü savunan bir demokrasi kavgası olamaz! Emperyalizmle mücadele etmeyen bir demokrasi kavgası olamaz! Ne idüğü belirsiz postmodern kimlikler adına Cumhuriyet’i sakatlayan bir demokrasi kavgası olamaz! Küreselleşme yanılsamasının rüzgárına kapılıp ulusal devleti hor gören bir demokrasi kavgası olamaz!
Yargı bağımsızlığını gerçekleştirmeden, Savcılar ve Yargıçlar Yüksek Kurulu’ndan hükümet sultasını kaldırmadan demokrasi gerçekleştirilemez! Seçimlere yüzde barajları koyarak halkın gerçek egemenliğini felç eden demokrasi kavgası olamaz! Köylü ve çiftçiyi topraksızlaştıran bir demokrasi kavgası olamaz! Her türlü sömürüyü savunan bir demokrasi kavgası olamaz! Emperyalizmle mücadele etmeyen bir demokrasi kavgası olamaz! Ne idüğü belirsiz postmodern kimlikler adına Cumhuriyet’i sakatlayan bir demokrasi kavgası olamaz! Küreselleşme yanılsamasının rüzgárına kapılıp ulusal devleti hor gören bir demokrasi kavgası olamaz!
Günün Absürditesi
Çin'in Uygur Özerk Bölgesi'ndeki olayları soykırım ve vahşet sözleriyle ifade eden Başbakanımız'ın, Kepez Belediye'sini ziyaretinde çocuklara dağıttığı oyuncaklar çin malı çıktı!
Ha ha haa.
Ha ha haa.
11 Temmuz 2009 Cumartesi
İnsanı Sadeleştirerek Söylersem... (Tahir M. Ceylan)
Düşünce hatıraların kontrolü, dikkat duyusal girdinin kontrolü, amaçsa motor çıktının kontrolüdür. (K.H. Pribram)
Ölçülülük, hafif kontrol gerektiren zayıf dürtülere sahip olmanın sonunda gelirken, aşırı kontrollülük, kontrolü zor ve tehlikeli isteklere sahip olmakla gelişir.
Acıya dayanma gücü yetinmenin büyüklüğüyle paralel gider, yetinme de bir acıdır çünkü.
Başarılı adamlar, yaşamlarını bütünüyle kontrol etme hayaline sahiptirler, yaşamını kontrol eden içine bir nebze başarı koyar elbet.
Üstün yaratıcılar, alt basamakları tek hamlede atlayarak doğrudan kendilerini gerçekleştirmeye ykönelir.
Her insan çevresini ve kendini keşfe yönelmiş bir bilim adamıdır.
Dünyanın aşırı farkında olmak insanı bilim adamı, kendinin aşırı farkında olmaksa hasta yapar.
Psikoterapi bazen insanın, kişiliği değiştirmeden kendi doğasına uyum göstermesini sağlar.
Hastalıkları iyileştirmeyi değil, denetim altında tutmaya çalışın.
Aşırı doyum kendini engellemektir.
Annenin rolü çocuğu topluma eklemlemektir.
Kimlik kazanmak, değişimin göbeğinde değişmeden kalma becerisi edinmektir.
Yaratıcının enerjisi, ide daldırılmış egonun bir hayvanı emer gibi idden enerji çekebilmesiyle sağlanır, o nedenle bu tür enerjide sonu gelmez bir kuvvet vardır.
Eğitim, insan beyninin heykeltraşıdır.
Tanrı her insana sabah uyanmak için bir neden vermiştir.
Bir yapı bencilleştikçe daha üst bir organizasyon kurar.
Açlık arayış, doygunluk durgunluk, durgunluk isteksizlik yaratır.
Uyanıklık kendini harcamak, uyku kendini onarmak içindir.
İnsanın en çok ikiyüzlülük yaptığı alanlar ekonomi (para) ve cinselliktir ve zaten bu ikisi hayatın temelidir.
Arzuların engellenmesi düşünce doğururken, doyurulması düşünceyi yok eder.
En köklü mutluluğu, üzünü duyabilme gücü olanlar yaşar.
Tabiatın istediği anlamda en gelişmiş zihin, sadece mükemmel yalanlar söyleyip ek hiçbir çaba göstermeden yaşama becerisi taşıyanlarda olur.
Zihin önce anneyle, sonra başkalarıyla rezonansa geldikçe kurulur.
Mukavim bir mutluluk kendine doğru söylemekle oluşturulur.
Varlığımızı Afrika'daki üç, beş bin kişilik bir kabileye, rönesansı Floransa'daki Medicinilere borçluyuz. Ailelerin ve kabilelerin reisleri vardır; bütün büyük işleri hep bir kişi başlatmış ve hatta başından sonuna pratik olarak o kişi tamamlamıştır.
İnsanlar, ona tavır almaya hazır olmadan tehdidi algılamaz.
Büyüme bilgi kırıntılarında dünyalar kuran logaritmik bir öğrenmedir.
İlk sevinci, gerilimlerin yerine eylemleri geçirdiğimiz gün yaşarız.
İnsan, egosu sıfır olarak doğar ve tamamlanmamış olarak ölür.
Bir insanın doğuştan itibaren ihtiyaçları derhal giderilirse, o insanda gerçeklik fikri hiçbir zaman oluşamaz (O. Fenichel)
İlk yoksunluk tanışılan ilk gerçekliktir, bu durumda insan yüklenen gerçek amaç tam doygunluk şeklinde mükemmele ulaşmak olsa bile, o amacın o insanın beyninde kendine görünen yanılsaması gerçeklerden kurtulmak, yani mutlak özgürlük şeklindedir.
Çocuğu eğitime yatkınlaştıran süttür. Annenin okşayarak verdiği doyurucu sütün yerini, öğretmenin sevgiyle verdiği büyütücü bilgi alır.
Ego, (benlik) insanı, yaşamın temel amaçlarına doğru evcilleştirmek için vardır.
İnsan tam olarak kendine güvendiğinde sıkıntı yok olduğu kadar zevk de yok olur.
Sözcükler nesnelerden gelip, nesneler giden haberlerdir.
Kişinin nesneye verdiği değer, kendi doyumunu olanaksız kılacak derecede ileri gittiğinde aşktan söz edilir. (O. Fenichel)
(Cumhuriye Bilim ve Teknik - Aylak Bilgi - Tahir M. Ceylan)
Ölçülülük, hafif kontrol gerektiren zayıf dürtülere sahip olmanın sonunda gelirken, aşırı kontrollülük, kontrolü zor ve tehlikeli isteklere sahip olmakla gelişir.
Acıya dayanma gücü yetinmenin büyüklüğüyle paralel gider, yetinme de bir acıdır çünkü.
Başarılı adamlar, yaşamlarını bütünüyle kontrol etme hayaline sahiptirler, yaşamını kontrol eden içine bir nebze başarı koyar elbet.
Üstün yaratıcılar, alt basamakları tek hamlede atlayarak doğrudan kendilerini gerçekleştirmeye ykönelir.
Her insan çevresini ve kendini keşfe yönelmiş bir bilim adamıdır.
Dünyanın aşırı farkında olmak insanı bilim adamı, kendinin aşırı farkında olmaksa hasta yapar.
Psikoterapi bazen insanın, kişiliği değiştirmeden kendi doğasına uyum göstermesini sağlar.
Hastalıkları iyileştirmeyi değil, denetim altında tutmaya çalışın.
Aşırı doyum kendini engellemektir.
Annenin rolü çocuğu topluma eklemlemektir.
Kimlik kazanmak, değişimin göbeğinde değişmeden kalma becerisi edinmektir.
Yaratıcının enerjisi, ide daldırılmış egonun bir hayvanı emer gibi idden enerji çekebilmesiyle sağlanır, o nedenle bu tür enerjide sonu gelmez bir kuvvet vardır.
Eğitim, insan beyninin heykeltraşıdır.
Tanrı her insana sabah uyanmak için bir neden vermiştir.
Bir yapı bencilleştikçe daha üst bir organizasyon kurar.
Açlık arayış, doygunluk durgunluk, durgunluk isteksizlik yaratır.
Uyanıklık kendini harcamak, uyku kendini onarmak içindir.
İnsanın en çok ikiyüzlülük yaptığı alanlar ekonomi (para) ve cinselliktir ve zaten bu ikisi hayatın temelidir.
Arzuların engellenmesi düşünce doğururken, doyurulması düşünceyi yok eder.
En köklü mutluluğu, üzünü duyabilme gücü olanlar yaşar.
Tabiatın istediği anlamda en gelişmiş zihin, sadece mükemmel yalanlar söyleyip ek hiçbir çaba göstermeden yaşama becerisi taşıyanlarda olur.
Zihin önce anneyle, sonra başkalarıyla rezonansa geldikçe kurulur.
Mukavim bir mutluluk kendine doğru söylemekle oluşturulur.
Varlığımızı Afrika'daki üç, beş bin kişilik bir kabileye, rönesansı Floransa'daki Medicinilere borçluyuz. Ailelerin ve kabilelerin reisleri vardır; bütün büyük işleri hep bir kişi başlatmış ve hatta başından sonuna pratik olarak o kişi tamamlamıştır.
İnsanlar, ona tavır almaya hazır olmadan tehdidi algılamaz.
Büyüme bilgi kırıntılarında dünyalar kuran logaritmik bir öğrenmedir.
İlk sevinci, gerilimlerin yerine eylemleri geçirdiğimiz gün yaşarız.
İnsan, egosu sıfır olarak doğar ve tamamlanmamış olarak ölür.
Bir insanın doğuştan itibaren ihtiyaçları derhal giderilirse, o insanda gerçeklik fikri hiçbir zaman oluşamaz (O. Fenichel)
İlk yoksunluk tanışılan ilk gerçekliktir, bu durumda insan yüklenen gerçek amaç tam doygunluk şeklinde mükemmele ulaşmak olsa bile, o amacın o insanın beyninde kendine görünen yanılsaması gerçeklerden kurtulmak, yani mutlak özgürlük şeklindedir.
Çocuğu eğitime yatkınlaştıran süttür. Annenin okşayarak verdiği doyurucu sütün yerini, öğretmenin sevgiyle verdiği büyütücü bilgi alır.
Ego, (benlik) insanı, yaşamın temel amaçlarına doğru evcilleştirmek için vardır.
İnsan tam olarak kendine güvendiğinde sıkıntı yok olduğu kadar zevk de yok olur.
Sözcükler nesnelerden gelip, nesneler giden haberlerdir.
Kişinin nesneye verdiği değer, kendi doyumunu olanaksız kılacak derecede ileri gittiğinde aşktan söz edilir. (O. Fenichel)
(Cumhuriye Bilim ve Teknik - Aylak Bilgi - Tahir M. Ceylan)
10 Temmuz 2009 Cuma
Çıkar mı Çıkar
Bir ülkede gece yarısı apar topar yasa mı çıkar?
Malabak'ta askeri savcı Işık şeysileri soruşturmasında gönüllerin sultanı sivil darbeci hoca efendiyi kıskaca almışsa bal gibi de çıkar.
AB, uyum yasası, demokrasi falan filan gevezelikleriyle yediriverir anında çıkarırlar.
Malabak'ta askeri savcı Işık şeysileri soruşturmasında gönüllerin sultanı sivil darbeci hoca efendiyi kıskaca almışsa bal gibi de çıkar.
AB, uyum yasası, demokrasi falan filan gevezelikleriyle yediriverir anında çıkarırlar.
Töre
"Siirt'te radyodaki bir arkadaşını görmeye gittiği iddiasıyla ağabeyi tarafından dövülerek bir binanın altıncı katından atılan, sonra da amcası tarafından hastanede bıçaklanan Narin, mahkeme kararıyla ailesine teslim edilmiş! Genç kız, yetiştirme yurdunda bir odaya kapatıldığını, yaralarının pansuman edilmediğini ve çaresizlik yüzünden ailesine dönmek zorunda kaldığını söylemiş!
Narin'in, "töre"nin katı kurallarını harekete geçiren davranışının boyutları bilinmiyor. Genç kız salt bir radyo binasına girdiği için mi saldırıya uğradı? Yoksa geçmişte yaşanmış kimi tartışmalar mı bu olayı tetikledi, onu da kimse açıklamıyor.
Ancak Narin'in mahkeme kararıyla ailesine teslim edilmesinin üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerekiyor. Çünkü Güneydoğu'da töre baskısı ya da şiddetinin ardından polise sığınan genç kızların büyük bölümü aillerine teslim edildikten kısa bir süre sonra ne yazık ki öldürüldüler! Urfa'daki çok sayıda töre vakası buna kanıt olarak gösterilebilir:
Kısas köyünde evden kaçtıktan sonra polisin ailesine teslim ettiği Rabia Oğuz, traktörün altına atılarak katledilmişti!
Aile baskısı nedeniyle yetiştirme yurduna yerleştirilen ve daha sonra evine gönderilen 16 yaşındaki Sevda Gök, kuzeni tarafından sokak orttasında rambo bıçağıyla boağzı kesilerek öldürülmüştü!
Bir radyonun istekler programında adı anons edildiği için baskı altından tutulan 20 yaşındaki Hacer Felhan da benzer bir son yaşamıştı. Evden kaçtıktan sonra arkadaşları tarafından karakola götürülen genç kız, babasına teslim edildikten bir gün sonra 12 yaşındaki karedeşinin atelşlediği domdom kurşunuyla can vermişti!"
(MEHMET FARAÇ - TERÖR VE TOPLUM köşesinden alınmıştır.)
Narin'in, "töre"nin katı kurallarını harekete geçiren davranışının boyutları bilinmiyor. Genç kız salt bir radyo binasına girdiği için mi saldırıya uğradı? Yoksa geçmişte yaşanmış kimi tartışmalar mı bu olayı tetikledi, onu da kimse açıklamıyor.
Ancak Narin'in mahkeme kararıyla ailesine teslim edilmesinin üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerekiyor. Çünkü Güneydoğu'da töre baskısı ya da şiddetinin ardından polise sığınan genç kızların büyük bölümü aillerine teslim edildikten kısa bir süre sonra ne yazık ki öldürüldüler! Urfa'daki çok sayıda töre vakası buna kanıt olarak gösterilebilir:
Kısas köyünde evden kaçtıktan sonra polisin ailesine teslim ettiği Rabia Oğuz, traktörün altına atılarak katledilmişti!
Aile baskısı nedeniyle yetiştirme yurduna yerleştirilen ve daha sonra evine gönderilen 16 yaşındaki Sevda Gök, kuzeni tarafından sokak orttasında rambo bıçağıyla boağzı kesilerek öldürülmüştü!
Bir radyonun istekler programında adı anons edildiği için baskı altından tutulan 20 yaşındaki Hacer Felhan da benzer bir son yaşamıştı. Evden kaçtıktan sonra arkadaşları tarafından karakola götürülen genç kız, babasına teslim edildikten bir gün sonra 12 yaşındaki karedeşinin atelşlediği domdom kurşunuyla can vermişti!"
(MEHMET FARAÇ - TERÖR VE TOPLUM köşesinden alınmıştır.)
9 Temmuz 2009 Perşembe
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lâmbanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cemal SÜREYA
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lâmbanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?
Cemal SÜREYA
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Zeitgeist
Presentation Orientation
Nüfusun %1'inin dünya zenginliklerinin %40'ına sahip olduğu,hergün 34.000 çocuğun yoksulluk ve
önlenebilir hastalıklardan öldüğü,ve nüfusun %50'sinin günde 2 dolardan az kazandığı bir dünyada
bir nokta çok açık:
Bu işte büyük bir yanlışlık var.
Farkında olalım ya da olmayalım,
sistemin ve
toplumun can damarı
para.
Değişim Başlasın!
Nüfusun %1'inin dünya zenginliklerinin %40'ına sahip olduğu,hergün 34.000 çocuğun yoksulluk ve
önlenebilir hastalıklardan öldüğü,ve nüfusun %50'sinin günde 2 dolardan az kazandığı bir dünyada
bir nokta çok açık:
Bu işte büyük bir yanlışlık var.
Farkında olalım ya da olmayalım,
sistemin ve
toplumun can damarı
para.
Değişim Başlasın!
Darbe Nasıl Yapılır? (Ergin Yıldızoğlu)
Honduras, CIA ve ABD ordusunun bölgedeki operasyonları açısından çok önemli bir merkezdir. Ordusunun üst kademesi her zaman ABD'nin ünlü "işkenceci yetiştirme okulunda" eğtilmiş komutanlardan seçilir.
Askeri darbeyle devrilen Zelaya, devlet başkanlığı seçimlerini, 2005 yılında, Liberal Parti'nin adayı olarak iş çevrelerinin desteklediği bir programı savunarak kazandı. Ancak ekonomik koşullar bozulurken yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti yedeğine alabilmek için, giderek ulusalcı, halkçı bir çizgi geliştirmeye başladı. Zelaya "oligarşiyi" haksız kazanç elde etmekle eleştirdi, asgari ücreti yüzde 60 arttırdı; bölgede ABD'nin serbest ticaret projelerine karşı şekillenen Bolivarcı bloka (ALBA) katıldı.
Bu gelişmeler karşısında Honduras egemen sınıflarının güçlerini bir araya toplamak kolları sıvadıklarını, CIA kaynaklı, ABD'nin kamu diplomasisi (rejim değişikliği) araçlarından USAID ve National Endowment For Democracy'den finansal destek olarak, Arcadia Foundation gibi karanlık örgütlerin de katkısıyla "Barış ve Demokrasi Hareketi"ni kurduklarını görüyoruz. Zelaya'nın da iktidarda kalabilmek için, ikinci kez seçillmesine olanak sağlayacak bir yasal değişiklik önerisine yönelik bir reform projesini gündeme getirdiğini...
The Guatemala Times'ın "Honduras darbesi buzdağının yalnızca tepesidir. Şimdi sırada kim var? başlıklı yazısı da bize ABD'nin bölgede ALBA'ya karşı yeni bir insiyatif başlatmakta olduğunu düşündürüyor...
ERGİN YILDIZOĞLU - GLOBAL POLİTİKÜLTÜR
Ergin Yıldızoğlu, darbelerin bu şartlar altında, yönetim, uluslararası sermayeyle ters düştüğünde yapıldığını ortaya koyuyor. Türkiye'de şu anda her şey al gülüm ver gülüm gittiğine göre, böyle bir tehlike yaşanmadığı açık.
Esas tehlike sivil, cemaatçi ve uluslararası darbelerde...
Askeri darbeyle devrilen Zelaya, devlet başkanlığı seçimlerini, 2005 yılında, Liberal Parti'nin adayı olarak iş çevrelerinin desteklediği bir programı savunarak kazandı. Ancak ekonomik koşullar bozulurken yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti yedeğine alabilmek için, giderek ulusalcı, halkçı bir çizgi geliştirmeye başladı. Zelaya "oligarşiyi" haksız kazanç elde etmekle eleştirdi, asgari ücreti yüzde 60 arttırdı; bölgede ABD'nin serbest ticaret projelerine karşı şekillenen Bolivarcı bloka (ALBA) katıldı.
Bu gelişmeler karşısında Honduras egemen sınıflarının güçlerini bir araya toplamak kolları sıvadıklarını, CIA kaynaklı, ABD'nin kamu diplomasisi (rejim değişikliği) araçlarından USAID ve National Endowment For Democracy'den finansal destek olarak, Arcadia Foundation gibi karanlık örgütlerin de katkısıyla "Barış ve Demokrasi Hareketi"ni kurduklarını görüyoruz. Zelaya'nın da iktidarda kalabilmek için, ikinci kez seçillmesine olanak sağlayacak bir yasal değişiklik önerisine yönelik bir reform projesini gündeme getirdiğini...
The Guatemala Times'ın "Honduras darbesi buzdağının yalnızca tepesidir. Şimdi sırada kim var? başlıklı yazısı da bize ABD'nin bölgede ALBA'ya karşı yeni bir insiyatif başlatmakta olduğunu düşündürüyor...
ERGİN YILDIZOĞLU - GLOBAL POLİTİKÜLTÜR
Ergin Yıldızoğlu, darbelerin bu şartlar altında, yönetim, uluslararası sermayeyle ters düştüğünde yapıldığını ortaya koyuyor. Türkiye'de şu anda her şey al gülüm ver gülüm gittiğine göre, böyle bir tehlike yaşanmadığı açık.
Esas tehlike sivil, cemaatçi ve uluslararası darbelerde...
7 Temmuz 2009 Salı
İnsan Türkiye
Türkiye'yi bir insan olarak tasvir etmem gerekse: Kolları falan kopmuş, sadece sağ bacağı kalmış,kale nerede diye bakmadan kıbleye doğru oynayan, aklı maçta değil tüccarlıkta ama satacak, üstündeki giysilerden başka bir şeyi olmayan, savaşçı bir defans oyuncusu geliyor gözümün önüne.
Amerika'yı Nasıl Bilirsiniz?
E2'de bir stand-up'çıya takıldım dün akşam. "Amerika'yı bir insan olarak tarif etmeye kalksanız, elinde lav silahı tutan ikinci el otomobil satıcısı portresi çizmeniz gerekir," dedi.
Komikti.
Komikti.
6 Temmuz 2009 Pazartesi
Olmana İzin Vermek Ya da Olmana İzin Vermemek
İşte bütün mesele bu.
"Hoş geldin orta sınıf," diye selamlıyor, Buenos Aires'in en yoksul mahallelerinden birinin girişindeki yazı. orta sınıf hâlâ bir sahtekârlık içinde yaşıyor, yasaya itaat ediyormuş ve inanıyormuşçasına sahip olduğundan daha fazlasına sahipmiş gibi yapıyor. İnsan tüketen bu pandomimi sürdürmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Orta sınıfın borçlardan soluğu kesilmiş, korkudan felce uğramış ve panik içinde büyütüyor çocuklarını. yaşama korkusu, düşme korkusu, işini kaybetme korkusu, otomobilini, evini, eşyalarını kaybetme korkusu, olabilmesi için sahip olması gerekn şeylere ulaşamama korkusu. Ama kamu güvenliği için atılan kolektif çığlıkta, pusuya yatmış suç canavarlarının tehdidi altında en yüksek sesle bağıran yine orta sınıf. Sanki kendi mülkiyetiymiş gibi sistemi savunuyor; oysa yerinden olma tehdidi ve kira parası yüzünden beli bükülmüş bir kiracıdan başka bir şey değil...
(Tepetaklak - Eduardo Galeano)
"Hoş geldin orta sınıf," diye selamlıyor, Buenos Aires'in en yoksul mahallelerinden birinin girişindeki yazı. orta sınıf hâlâ bir sahtekârlık içinde yaşıyor, yasaya itaat ediyormuş ve inanıyormuşçasına sahip olduğundan daha fazlasına sahipmiş gibi yapıyor. İnsan tüketen bu pandomimi sürdürmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Orta sınıfın borçlardan soluğu kesilmiş, korkudan felce uğramış ve panik içinde büyütüyor çocuklarını. yaşama korkusu, düşme korkusu, işini kaybetme korkusu, otomobilini, evini, eşyalarını kaybetme korkusu, olabilmesi için sahip olması gerekn şeylere ulaşamama korkusu. Ama kamu güvenliği için atılan kolektif çığlıkta, pusuya yatmış suç canavarlarının tehdidi altında en yüksek sesle bağıran yine orta sınıf. Sanki kendi mülkiyetiymiş gibi sistemi savunuyor; oysa yerinden olma tehdidi ve kira parası yüzünden beli bükülmüş bir kiracıdan başka bir şey değil...
(Tepetaklak - Eduardo Galeano)
3 Temmuz 2009 Cuma
Ruhu Şad Olsun
"Ömrünün yarısını siyah yarısını beyaz geçiren büyük Beşiktaşlı Michael Jackson.
Ruhu Şad Olsun"
sloganını çok sevdim.
Eline sağlık Çarşı.
Ha ha ha.
Ruhu Şad Olsun"
sloganını çok sevdim.
Eline sağlık Çarşı.
Ha ha ha.
Orada
Eve gelirsin,
içeri girer, sonra anlarsın kapalı bir kapıdan geçtiğini.
Ayakların döşemeye batınca atılan ipe tutunup öyle sürünürsün koltuğa.
Tavandan günü geçmiş zemzem suyu akar.
Odadaki robot koyunlar seni gördüğü için sevinçli, step dansı yaparlar.
Oğlun televizyonun içine girmiş, bir dinazoru kovalamaktadır.
Johnny Cash, bir şarkıya başlar diğer koltuğa gitarıyla kurulmuş.
Karının öpücüğü salonda deliler gibi dolaşıp bir zamanlar yerinde olan yanağını aramaktadır.
Güler ve hemen ardından gülenin sen olmadığını anlarsın. Bir alay gibi gelir anında herşey.
Bir güç seni alıp savurur geçmişe. Orasının da aynı olduğunu gördüğün anda yine şimdide bulursun kendini.
Gözlerini kapadığında içini görürsün. Boktan bir herif suratına tükürür.
Kendini çimdiklediğin anda tüm Dünya ayağa fırlar acı içinde.
Ayağa kalkarsın ama yerlerin küçücük milyonlarca insanla kaplandığını görürsün. Mutfağa gitmek için kaç kişinin ölümüne neden olmam gerekecek diye düşünürsün.
İki yıl önce içtiğin portakal suyu ağzına gelir ve yeniden içersin onu kana kana.
Televizyonda bir politikacının kafasına sıçmaktadır oğlun. Gurur duyarsın. Sen de girmek istersin içeri.
O anda. Yatağın öfkeyle kafasını uzattığını görürsün koridordan. Kaçmak için davranır, binlerce insanı ezer ve balkonda yakalanırsın.
Elin sofradaki bifteğe uzanır son bir gayretle.
Ama boğulur gidersin yorganın ağırlığında.
içeri girer, sonra anlarsın kapalı bir kapıdan geçtiğini.
Ayakların döşemeye batınca atılan ipe tutunup öyle sürünürsün koltuğa.
Tavandan günü geçmiş zemzem suyu akar.
Odadaki robot koyunlar seni gördüğü için sevinçli, step dansı yaparlar.
Oğlun televizyonun içine girmiş, bir dinazoru kovalamaktadır.
Johnny Cash, bir şarkıya başlar diğer koltuğa gitarıyla kurulmuş.
Karının öpücüğü salonda deliler gibi dolaşıp bir zamanlar yerinde olan yanağını aramaktadır.
Güler ve hemen ardından gülenin sen olmadığını anlarsın. Bir alay gibi gelir anında herşey.
Bir güç seni alıp savurur geçmişe. Orasının da aynı olduğunu gördüğün anda yine şimdide bulursun kendini.
Gözlerini kapadığında içini görürsün. Boktan bir herif suratına tükürür.
Kendini çimdiklediğin anda tüm Dünya ayağa fırlar acı içinde.
Ayağa kalkarsın ama yerlerin küçücük milyonlarca insanla kaplandığını görürsün. Mutfağa gitmek için kaç kişinin ölümüne neden olmam gerekecek diye düşünürsün.
İki yıl önce içtiğin portakal suyu ağzına gelir ve yeniden içersin onu kana kana.
Televizyonda bir politikacının kafasına sıçmaktadır oğlun. Gurur duyarsın. Sen de girmek istersin içeri.
O anda. Yatağın öfkeyle kafasını uzattığını görürsün koridordan. Kaçmak için davranır, binlerce insanı ezer ve balkonda yakalanırsın.
Elin sofradaki bifteğe uzanır son bir gayretle.
Ama boğulur gidersin yorganın ağırlığında.
Savur ve Bak
Otobandaydım fren sesi kulağıma dolduğunda.
Korkuyla döndüm, elim panik içinde önüme geldi, kasıldı vücudum.
Uyandım birden.
Ve aynı yerde durduğumu gördüm. Yolun ortasında. Yaklaştı kamyon biraz daha...
Ben yine uyandım.
Aynı yerde!
Yaklaştı kamyon.Fren sesi sanki daha bir acı çıktı.
Tüylerim diken diken olurken uyandım bir kez daha.
Aynı yerde.
On beş santim anca kalmıştı araçla aramda.
Ve elimi uzattım. Savurup attım onu.
Uçuşuna baktım viyadüğün üstünden.
Ve bir daha uyanmadım.
Korkuyla döndüm, elim panik içinde önüme geldi, kasıldı vücudum.
Uyandım birden.
Ve aynı yerde durduğumu gördüm. Yolun ortasında. Yaklaştı kamyon biraz daha...
Ben yine uyandım.
Aynı yerde!
Yaklaştı kamyon.Fren sesi sanki daha bir acı çıktı.
Tüylerim diken diken olurken uyandım bir kez daha.
Aynı yerde.
On beş santim anca kalmıştı araçla aramda.
Ve elimi uzattım. Savurup attım onu.
Uçuşuna baktım viyadüğün üstünden.
Ve bir daha uyanmadım.
26 Haziran 2009 Cuma
Çayırların Ruhu
Evde oturuyorum...
Johnny Cash'ten The Man Comes Around çalıyor.
Apartmanlarda küçücük hücrelerde yalnız başlarına oturuyor insanlar.
Haberleri, büyük şirketlerin güdümündeki yalancı bir kutudan alıyorlar.
Görüntüler görüntüler görüntüler...
Doğanın ruhu kapıların önünde delirmişçesine haykırıyor.
Koşmuyor artık atlar koskoca çayırlarda.
Oturuyor insanlar koltuklarında.
Ne birbirlerini ne kendilerini ne rüzgarı dinliyorlar.
Bakıyorlar sadece.
Bir yalana
ve yatıp uyuyorlar sonra.
Johnny Cash'ten The Man Comes Around çalıyor.
Apartmanlarda küçücük hücrelerde yalnız başlarına oturuyor insanlar.
Haberleri, büyük şirketlerin güdümündeki yalancı bir kutudan alıyorlar.
Görüntüler görüntüler görüntüler...
Doğanın ruhu kapıların önünde delirmişçesine haykırıyor.
Koşmuyor artık atlar koskoca çayırlarda.
Oturuyor insanlar koltuklarında.
Ne birbirlerini ne kendilerini ne rüzgarı dinliyorlar.
Bakıyorlar sadece.
Bir yalana
ve yatıp uyuyorlar sonra.
24 Haziran 2009 Çarşamba
Malabak'tan Naklen Mallıklar
Operasyon sırasında 3.5 yaşındaki hastayı ameliyat masasında anestezi uzmanıyla başbaşa bırakıp iftar yemeğine giden Doç. Dr, ülkenin en gelişmiş şehrinin İl Sağlık Müdürlüğü'ne atandı.
Fotokopi belge Malabak'ı birbirine kattı. Aslının nerede olduğu belirsiz belge üzerinden, iktidar partisi kendi askeri için suç duyurusunda bulunurken, medya da üç haftalık boş sohbet olanağı yakaladığı için mutlu.
Televizyonları denetlemekle mükellef kurumun başında bulunan kişi, yolsuzluk yaptığı belirlendiği ve sınırdan geçer geçmez hapse gireceği için Almanya'ya çıkamadığı konusundaki iddiaları yalanlamak üzere basın toplantısı düzenleyip bir belge ortaya sürdü. Ancak bu belgenin yarısını gösterdiği, diğer yarısında Alman makamlarını destekleyen bir madde olduğu ortaya çıkınca da o tarafı göstermeyi unuttuğunu belirtti.
14 yaşındaki bir kıza cinsel tacizde bulunan ve iktidara yakınlığıyla bilinen tek kaşı kalkık gazeteci-dava adamı hapse girmesin diye, kızın sağlığının bozulup bozulmadığına dair hastane incelemeleri bir yıla yakın süredir devam etmekte. O zaman çıldırmadıysa bile mutlaka delirtecekler. İddialılar.
Devletin, Güneydoğu'ya kendisinin yerleştirdiği mayınları temizleme ve toprakları kırk yıl süreyle işletme hakkını İsrail'e verme çabaları sürüyor. Kendi insanı dururken niye böyle mantıksız bir girişimde ısrarcı olduğu, sakın Davos'taki kabadayılığa karşılık küçük bir bedel olmasın? şeklindeki sorulara mantıklı bir yanıt bulamayan iktidar, muhalefete çatma hakkını kullanıyor.
Kuru Göldeki Ördek
Fotokopi belge Malabak'ı birbirine kattı. Aslının nerede olduğu belirsiz belge üzerinden, iktidar partisi kendi askeri için suç duyurusunda bulunurken, medya da üç haftalık boş sohbet olanağı yakaladığı için mutlu.
Televizyonları denetlemekle mükellef kurumun başında bulunan kişi, yolsuzluk yaptığı belirlendiği ve sınırdan geçer geçmez hapse gireceği için Almanya'ya çıkamadığı konusundaki iddiaları yalanlamak üzere basın toplantısı düzenleyip bir belge ortaya sürdü. Ancak bu belgenin yarısını gösterdiği, diğer yarısında Alman makamlarını destekleyen bir madde olduğu ortaya çıkınca da o tarafı göstermeyi unuttuğunu belirtti.
14 yaşındaki bir kıza cinsel tacizde bulunan ve iktidara yakınlığıyla bilinen tek kaşı kalkık gazeteci-dava adamı hapse girmesin diye, kızın sağlığının bozulup bozulmadığına dair hastane incelemeleri bir yıla yakın süredir devam etmekte. O zaman çıldırmadıysa bile mutlaka delirtecekler. İddialılar.
Devletin, Güneydoğu'ya kendisinin yerleştirdiği mayınları temizleme ve toprakları kırk yıl süreyle işletme hakkını İsrail'e verme çabaları sürüyor. Kendi insanı dururken niye böyle mantıksız bir girişimde ısrarcı olduğu, sakın Davos'taki kabadayılığa karşılık küçük bir bedel olmasın? şeklindeki sorulara mantıklı bir yanıt bulamayan iktidar, muhalefete çatma hakkını kullanıyor.
Kuru Göldeki Ördek
9 Haziran 2009 Salı
KULE - EBOOK
Hastanede yapayalnız uyanan bir adam.
Beyaz bir at.
Issızlığa batmış, gizemli gölgelerle yıkılıp giden bir İstanbul.
Taştan bir kule
Dipsiz bir uçurum
Gizemli bir çağrı
Davetsiz bir misafir
Çöküp giden gerçekler…..
Gamlı Baykuş grubuyla bağlantılı olarak, yani tematik bir albüm çalışması çerçevesinde ortaya çıkıp progressive tarzda küçük çaplı bir romana dönüşen KULE'yi sizinle E-Book olarak paylaşmak istedim:
KULE
Beyaz bir at.
Issızlığa batmış, gizemli gölgelerle yıkılıp giden bir İstanbul.
Taştan bir kule
Dipsiz bir uçurum
Gizemli bir çağrı
Davetsiz bir misafir
Çöküp giden gerçekler…..
Gamlı Baykuş grubuyla bağlantılı olarak, yani tematik bir albüm çalışması çerçevesinde ortaya çıkıp progressive tarzda küçük çaplı bir romana dönüşen KULE'yi sizinle E-Book olarak paylaşmak istedim:
KULE
8 Haziran 2009 Pazartesi
Kuru Göldeki Ördek - E BOOK
KURU GÖLDEKİ ÖRDEK
Absürd Komedi tarzında bir taşlama-dürtükleme-tükürme sayılabilecek yeni romanıma yukarıdaki linkten ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar.
Tanıtım:
Ilımlı İslama ve bir çeşit liboş demokrasisine teslim olmuş bir garip ülkede, nerede olduğu belirsiz, zaten kimsenin de bilmek istemeyeceği Malabak Kasabası’nda bir gün, çok önemli şahsiyet Sumandar Ağa’nın oğlu Cevat ölü olarak bulunur. Sadece öldürülmekle kalmamış, pişirildikten sonra karnı da göğsüne kadar açılıp pirinçli iç doldurularak biber dolması yapılmıştır. Üstüne üstlük bir de Malabak’ın incisi Goldo fabrikasının duvarına latince “Halka Köleliği Reva Görenler Biber Dolması Olacak!” yazılmıştır. Kasabanın büyük patronu Thomas bey, bu rezaletin bir an önce sona erdirilmesi ve sorumluların derhal bulunmasını isteyince tabii ki, Malabak’ın hacivat güçleri de paçaları tutuşmuş bir halde işe koyulurlar. Ancak hiçbir şey bulamadıkları gibi bir de her biri ayrı bir lezzette ‘yemek ölüler’ çoğalmaya başlayınca Thomas Bey, Malabak Kasabası’na sonu gelmeyen iyiliklerinden bir tane daha yapar. Amerika’nın en ünlü dedektifleri Burt ve Mike’ı getirip, katilin peşine salar…
Absürd Komedi tarzında bir taşlama-dürtükleme-tükürme sayılabilecek yeni romanıma yukarıdaki linkten ulaşabilirsiniz. Keyifli okumalar.
Tanıtım:
Ilımlı İslama ve bir çeşit liboş demokrasisine teslim olmuş bir garip ülkede, nerede olduğu belirsiz, zaten kimsenin de bilmek istemeyeceği Malabak Kasabası’nda bir gün, çok önemli şahsiyet Sumandar Ağa’nın oğlu Cevat ölü olarak bulunur. Sadece öldürülmekle kalmamış, pişirildikten sonra karnı da göğsüne kadar açılıp pirinçli iç doldurularak biber dolması yapılmıştır. Üstüne üstlük bir de Malabak’ın incisi Goldo fabrikasının duvarına latince “Halka Köleliği Reva Görenler Biber Dolması Olacak!” yazılmıştır. Kasabanın büyük patronu Thomas bey, bu rezaletin bir an önce sona erdirilmesi ve sorumluların derhal bulunmasını isteyince tabii ki, Malabak’ın hacivat güçleri de paçaları tutuşmuş bir halde işe koyulurlar. Ancak hiçbir şey bulamadıkları gibi bir de her biri ayrı bir lezzette ‘yemek ölüler’ çoğalmaya başlayınca Thomas Bey, Malabak Kasabası’na sonu gelmeyen iyiliklerinden bir tane daha yapar. Amerika’nın en ünlü dedektifleri Burt ve Mike’ı getirip, katilin peşine salar…
5 Haziran 2009 Cuma
Güncele Cuk Oturan Tarihi Sözler 2
Basın özgürlüğü 200 zengin adamın kendi fikirlerini yayma özgürlüğüdür.
Paul Sethe
Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır.Birisi kılıçla, diğeri borçla.
John Quincy Adams
Paul Sethe
Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır.Birisi kılıçla, diğeri borçla.
John Quincy Adams
Vikisöz'den Güncele Cuk Oturan Sözler 1
Hainlik bir tarih meselesidir. İmparator döndüğünde ben vatansever olacağım, sen ise hain...
- Monte Kristo Kontu - The Count of Monte Cristo , 2002 yapımı Alexandre Dumas'ın kitabından uyarlanmış film
Hainlik bir tarih meselesidir. Bu yüzdendir ki, iktidardan düşmemek için her yolu denemeliyiz.
- AKP - 2002 Yapımı Bir Amerikan Belgeseli -
- Monte Kristo Kontu - The Count of Monte Cristo , 2002 yapımı Alexandre Dumas'ın kitabından uyarlanmış film
Hainlik bir tarih meselesidir. Bu yüzdendir ki, iktidardan düşmemek için her yolu denemeliyiz.
- AKP - 2002 Yapımı Bir Amerikan Belgeseli -
1 Haziran 2009 Pazartesi
Yeni HarkTular
Kitap 2 HarkTu 329
Sermayenin en önemli üretimi cehalettir
Kitap 2 HarkTu 330
Aksi ispatlanana kadar herkes suçludur
Kitap 2 HarkTu 331
Siktirin gidin lan!
Ama sonra mutlaka geri gelin haa!.
Kitap 2 HarkTu 332
Eksiler ve artılar...
Bütünü asla değiştirmez
Kitap 2 HarkTu 333
Hâlâ
babamın
sarı saçları rüzgara dolanmış
güneşe direnişi var gözlerimde...
Sermayenin en önemli üretimi cehalettir
Kitap 2 HarkTu 330
Aksi ispatlanana kadar herkes suçludur
Kitap 2 HarkTu 331
Siktirin gidin lan!
Ama sonra mutlaka geri gelin haa!.
Kitap 2 HarkTu 332
Eksiler ve artılar...
Bütünü asla değiştirmez
Kitap 2 HarkTu 333
Hâlâ
babamın
sarı saçları rüzgara dolanmış
güneşe direnişi var gözlerimde...
Alın size dilinizden düşürmediğiniz demokrasi ve hoşgörünün daniskası!
Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer'in gerçekleştirdiği "Radikalizm ve Aşırıcılık" araştırmasının sonuçlarına bir göz atalım:
% 62 - Dini yaşamındaki önem sıralamasında birinci basamağa koyarken laikliğin oranı % 12'de kalıyor.
% 75 Toplumun yüzde yetmişbeşi çocuklara Kuran kursu açılmsını istiyor.
% 56 Dünyayı anlamak için bilim yerine dini rehber edinenler.
% 33 Kadınların koca dayağını hakettiğine inanıyor.
% 22 Üniversite eğitiminin kızdan daha fazla erkek çocuk için önemli olduğunu düşünüyor.
% 61 Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, sözünden çıkmamalı diyor.
% 35 Mahkemelerde iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılması gerektiğini düşünüyor.
% 58 Kadınların plajda mayo ile dolaşmasının günah olduğunu düşünüyor.
% 84 Kadının bir işte çalışmak için kocasından izin alması gerektiğine inanıyor.
% 93 Yaratılışa inananlara % 7 Evrime inananlar
% 86 İslamiyete karşı ciddi tehditler olduğunu düşünüyor.
% 72 İçki içen % 67 nikahsız yaşayan % 35 kızı şortla dolaşan % 42 sevmediği partinin üyesi % 75 Tanrı'ya inanmayan % 32 oruç tutmayan % 27 farklı anadilde konuşan % 43 Amerikalı % 52 Hristiyan % 64 ise Yahudi birini komşusu olarak istemiyor.
Söz konusu farklılıklara hoşgörüsüz yaş grubu 15-18.
Üniversite mezunları en hoşgörülü sınıfı oluştururken, eğitim seviyesi düştükçe hoşgörü oranı azalıyor.
Toplumun en istenmeyen kesimi eşcinseller.
AMERİKA ve AB ÜLKELERİNE BAKIŞ
% 82 Amerika'nın dünyaya Hristiyanlığı yaymayı, yüzde 86 Türkiye'yi bölmeyi, yüzde 85'i İslam dünyasını bölmeyi, yüzde 35'i ise diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi getirmeyi hedeflediğini düşünüyor.
% 81 AB'nin hedefi Hristiyanlığı yaymak diyenler. Türkiye'yi bölmek diyenler yüzde 76 İslamı bölmek diyenlerin oranı yüzde 80, Diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi getirmek diyenler ise yüzde 76ç
%Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini yüzde 56 istiyor.
% 62 - Dini yaşamındaki önem sıralamasında birinci basamağa koyarken laikliğin oranı % 12'de kalıyor.
% 75 Toplumun yüzde yetmişbeşi çocuklara Kuran kursu açılmsını istiyor.
% 56 Dünyayı anlamak için bilim yerine dini rehber edinenler.
% 33 Kadınların koca dayağını hakettiğine inanıyor.
% 22 Üniversite eğitiminin kızdan daha fazla erkek çocuk için önemli olduğunu düşünüyor.
% 61 Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, sözünden çıkmamalı diyor.
% 35 Mahkemelerde iki kadının şahitliğinin bir erkeğe eşit sayılması gerektiğini düşünüyor.
% 58 Kadınların plajda mayo ile dolaşmasının günah olduğunu düşünüyor.
% 84 Kadının bir işte çalışmak için kocasından izin alması gerektiğine inanıyor.
% 93 Yaratılışa inananlara % 7 Evrime inananlar
% 86 İslamiyete karşı ciddi tehditler olduğunu düşünüyor.
% 72 İçki içen % 67 nikahsız yaşayan % 35 kızı şortla dolaşan % 42 sevmediği partinin üyesi % 75 Tanrı'ya inanmayan % 32 oruç tutmayan % 27 farklı anadilde konuşan % 43 Amerikalı % 52 Hristiyan % 64 ise Yahudi birini komşusu olarak istemiyor.
Söz konusu farklılıklara hoşgörüsüz yaş grubu 15-18.
Üniversite mezunları en hoşgörülü sınıfı oluştururken, eğitim seviyesi düştükçe hoşgörü oranı azalıyor.
Toplumun en istenmeyen kesimi eşcinseller.
AMERİKA ve AB ÜLKELERİNE BAKIŞ
% 82 Amerika'nın dünyaya Hristiyanlığı yaymayı, yüzde 86 Türkiye'yi bölmeyi, yüzde 85'i İslam dünyasını bölmeyi, yüzde 35'i ise diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi getirmeyi hedeflediğini düşünüyor.
% 81 AB'nin hedefi Hristiyanlığı yaymak diyenler. Türkiye'yi bölmek diyenler yüzde 76 İslamı bölmek diyenlerin oranı yüzde 80, Diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi getirmek diyenler ise yüzde 76ç
%Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğini yüzde 56 istiyor.
22 Mayıs 2009 Cuma
Cumhuriyet Bilim Teknik'ten Bir İki Not
Türkiye'nin araştırma geliştirmeye ayırdığı para dünya sıralamasında %o.o2...
120.000 imam hatip öğrencisinin 65.000'i imamlık yapamayacak kızlardan oluşuyor. (Doğan Kuban)
1987-2007 yılları arsında Türkiye 120.562 yayınla ülkeler en çok yayın sıralamasında 19. sırada. Ama en çok yayın yapan 46 ülke arasında, yayınlarının etki derecesi - impakt faktör - bakımından ise 4.55 sayısı ile 42. sırada. (Orhan Bursalı)
120.000 imam hatip öğrencisinin 65.000'i imamlık yapamayacak kızlardan oluşuyor. (Doğan Kuban)
1987-2007 yılları arsında Türkiye 120.562 yayınla ülkeler en çok yayın sıralamasında 19. sırada. Ama en çok yayın yapan 46 ülke arasında, yayınlarının etki derecesi - impakt faktör - bakımından ise 4.55 sayısı ile 42. sırada. (Orhan Bursalı)
Sadece Deliler...
Sadece delilerin okuduğu bir yazar olsam... diye düşündüm az önce. Sahne komik: Bir salonda kitabımdan bir bölüm okuyorum ve bine yakın deli seyirci, birbirlerinin kafasına vurup, çılgınca gülüp burunlarını falan karıştırıyorlar. Hastabakıcılar dinleti bitse de emanetlerimizi alıp gitsek diye saatlerine bakıyor. Ben kendimden geçmiş anlattıkça anlatıyorum ve orada önümdeki bin kişinin de ben olduğumu görüp müthiş bir coşkuyla hiç bilmedikleri şeyleri fısıldıyorum onlara...
Ha ah aahahaahaa...
Ha ah aahahaahaa...
SİMYA
Burda bu kafatasında
dört öğe
bir araya geldi.
Aralarında en önemlisi
Su değil. Ne de suda boğulma ya da gözyaşları.
Hava da değil. Ne cennetten esen
Rüzgâr, ne günışığı, ne de hüznün nefesi.
Yeryüzü ne denli olağanüstü
ilişkilerinde özenli olsa da,
kırık boyunlu
bir kaplumbağadır sonunda.
Aslolan ateştir. Suyu söndürür,
yeryüzünü altüst eder, havayı yutar,
beyni yakar
doyumsuz bir açlıkla.
KERRY SHAWN KEYS
(Şiir Atlası - Cevat Çapan)
dört öğe
bir araya geldi.
Aralarında en önemlisi
Su değil. Ne de suda boğulma ya da gözyaşları.
Hava da değil. Ne cennetten esen
Rüzgâr, ne günışığı, ne de hüznün nefesi.
Yeryüzü ne denli olağanüstü
ilişkilerinde özenli olsa da,
kırık boyunlu
bir kaplumbağadır sonunda.
Aslolan ateştir. Suyu söndürür,
yeryüzünü altüst eder, havayı yutar,
beyni yakar
doyumsuz bir açlıkla.
KERRY SHAWN KEYS
(Şiir Atlası - Cevat Çapan)
17 Nisan 2009 Cuma
Buluştuğumuz Yer Burası
(John Berger Lizbon'da gezerken gördüğü, yıllar önce ölmüş annesiyle sohbet ediyor.)
Başlangıçta bir yanlışlık vardı, diye devam etti. Her şey bir ölümle başladı.
Anlamadım.
Bir gün, benim durumuma geldiğinde, anlarsın. Yaratılış bir ölümle başladı.
Şapkasının üzerinde iki beyaz kelebek dönenip duruyordu. Belki onlar da annemle gelmişlerdi, çünkü kemerlerin üstünde, o yükseklikte bir yerde kelebekleri çekecek bir şey yoktu.
Başlangıcın bir doğumla olması akla daha yakın değil mi? diye sordum.
herkesin yanıldığı nokta da bu işte, sen de düşündüğüm gibi bu tuzağa düştün.
Demek her şey bir ölümle başladı diyorsun!
Kesinlikle. Sonra bunu doğumlar izledi. Doğumlar oldu, çünkü başlangıçtaki ölümden sonra hasara uğrayan şeyleri onarma olanağı yarattı doğumlar - bu yüzden doğum var. Biz bu yüzden buradayız, John. Onarım için.
Ama sen gerçekten burada değilsin, değil mi?
Ne kadar aptalsın! Biz - hepimiz - hepimiz buradayız. Tıpkı senin ve yaşayan varlıkların burada olduğunuz gibi. Siz ve biz, kırılan bir şeyleri onarmak için buradayız. Bu yüzden var edildik biz.
Nasıl var edildik?
Ola geldik.
Sanki kimsenin bir seçim yapma hakkı yokmuş gibi konuşuyorsun!
Neyi istersen seç. Yapamayacağın şey her şeyi birden ummak.
Hâlâ yüzü sevinç içindeydi.
Elbette.
Koca bir büyüteçtir umut - bu yüzden fazla ileriyi görmeni önler.
Neden gülümsüyorsun?
Yalnızca başarılabilecek şeyler için umut besleyelim! Birkaç şey onlarılsın yeter. Birkaç şey az değildir. Onarılan bir şey binlerce başka şeyi değiştirir.
Yaa?
Şuradaki köpeğin zinciri çok kısa. Onu değiştir, uzat biraz. O zaman gölgeye kadar gidecek, orda yatıp havlamaya son verecek. Bu sessizlik de mutfaktaki anneye oraya kafeste bir kanarya istediğini hatırlatacak. Kanarya şakıdığı zaman anne daha çok ütü ütüleyecek. Yeni ütülenmiş bir gömlekle işe giden babanın omuzları daha az ağrıyacak. Böylece eve döndüğünde belki bazen, eskiden olduğu gibi, yeniyetme kızıyla şakalaşacak. Kız da fikrini değiştirip bir kere olsun bir akşam sevgilisini eve getirecek, baba da delikanlıya birlikte balığa çıkmayı önerecek... Şu koca dünyada bunu kim bilebilir? Sen sadece şu zinciri gevşet.
Köpek hâlâ uluyordu.
Öyle şeyler vardır ki, bunları onaramak için en azından bir devrim gerekir, diyecek oluyorum..
Sana öyle geliyor John.
Bana öyle gelmiyor, koşullar böyle.
Bana sorarsan sana öyle geliyor.
Niçin?
Çünkü öylesi daha az kaçamaklı. Koşullarmış! her türlü özürü örter bu kelime. Söyledim ya, ben onarıma inanıyorum, sonra bir şey daha var.
Neymiş o?
Arzunun kaçınılmaz oluşu. Arzuyu durduramazsın.
O ana taburesinden kalktı, korkuluk duvarına yaslandı.
Arzu durdurulamaz. Geçen gün içimizden biri açıklıyordu bunun nedenini. Ama ben daha öneceden de biliyordum. dipsiz bir kuyu düşün, bir hiçlik düşün. Mulak bir hiçlik. Orada daha o anda bir çağrı vardır - beni dinliyor musun?? Bir şey için çağrıdır Hiçlik. Başka türlü olamaz. Var olan da yalnızca o çağrıdır, yalın bir çağrı çığlığı. Bir özlem. Böylece hiçbir şeyden bir şey yaratma denen o sonsuz bilmeceye geliyoruz...
Başlangıçta bir yanlışlık vardı, diye devam etti. Her şey bir ölümle başladı.
Anlamadım.
Bir gün, benim durumuma geldiğinde, anlarsın. Yaratılış bir ölümle başladı.
Şapkasının üzerinde iki beyaz kelebek dönenip duruyordu. Belki onlar da annemle gelmişlerdi, çünkü kemerlerin üstünde, o yükseklikte bir yerde kelebekleri çekecek bir şey yoktu.
Başlangıcın bir doğumla olması akla daha yakın değil mi? diye sordum.
herkesin yanıldığı nokta da bu işte, sen de düşündüğüm gibi bu tuzağa düştün.
Demek her şey bir ölümle başladı diyorsun!
Kesinlikle. Sonra bunu doğumlar izledi. Doğumlar oldu, çünkü başlangıçtaki ölümden sonra hasara uğrayan şeyleri onarma olanağı yarattı doğumlar - bu yüzden doğum var. Biz bu yüzden buradayız, John. Onarım için.
Ama sen gerçekten burada değilsin, değil mi?
Ne kadar aptalsın! Biz - hepimiz - hepimiz buradayız. Tıpkı senin ve yaşayan varlıkların burada olduğunuz gibi. Siz ve biz, kırılan bir şeyleri onarmak için buradayız. Bu yüzden var edildik biz.
Nasıl var edildik?
Ola geldik.
Sanki kimsenin bir seçim yapma hakkı yokmuş gibi konuşuyorsun!
Neyi istersen seç. Yapamayacağın şey her şeyi birden ummak.
Hâlâ yüzü sevinç içindeydi.
Elbette.
Koca bir büyüteçtir umut - bu yüzden fazla ileriyi görmeni önler.
Neden gülümsüyorsun?
Yalnızca başarılabilecek şeyler için umut besleyelim! Birkaç şey onlarılsın yeter. Birkaç şey az değildir. Onarılan bir şey binlerce başka şeyi değiştirir.
Yaa?
Şuradaki köpeğin zinciri çok kısa. Onu değiştir, uzat biraz. O zaman gölgeye kadar gidecek, orda yatıp havlamaya son verecek. Bu sessizlik de mutfaktaki anneye oraya kafeste bir kanarya istediğini hatırlatacak. Kanarya şakıdığı zaman anne daha çok ütü ütüleyecek. Yeni ütülenmiş bir gömlekle işe giden babanın omuzları daha az ağrıyacak. Böylece eve döndüğünde belki bazen, eskiden olduğu gibi, yeniyetme kızıyla şakalaşacak. Kız da fikrini değiştirip bir kere olsun bir akşam sevgilisini eve getirecek, baba da delikanlıya birlikte balığa çıkmayı önerecek... Şu koca dünyada bunu kim bilebilir? Sen sadece şu zinciri gevşet.
Köpek hâlâ uluyordu.
Öyle şeyler vardır ki, bunları onaramak için en azından bir devrim gerekir, diyecek oluyorum..
Sana öyle geliyor John.
Bana öyle gelmiyor, koşullar böyle.
Bana sorarsan sana öyle geliyor.
Niçin?
Çünkü öylesi daha az kaçamaklı. Koşullarmış! her türlü özürü örter bu kelime. Söyledim ya, ben onarıma inanıyorum, sonra bir şey daha var.
Neymiş o?
Arzunun kaçınılmaz oluşu. Arzuyu durduramazsın.
O ana taburesinden kalktı, korkuluk duvarına yaslandı.
Arzu durdurulamaz. Geçen gün içimizden biri açıklıyordu bunun nedenini. Ama ben daha öneceden de biliyordum. dipsiz bir kuyu düşün, bir hiçlik düşün. Mulak bir hiçlik. Orada daha o anda bir çağrı vardır - beni dinliyor musun?? Bir şey için çağrıdır Hiçlik. Başka türlü olamaz. Var olan da yalnızca o çağrıdır, yalın bir çağrı çığlığı. Bir özlem. Böylece hiçbir şeyden bir şey yaratma denen o sonsuz bilmeceye geliyoruz...
Doğa Kanunları
Doğa kanunlarını değişmez, sarsılmaz kabul ediyoruz. Yaşayan formların gelişmesi gibi, acaba doğa da muhtelif fiziki kanunları yaratıp, onları tecrübe edip, en iyisini seçmiyor mu? ...Darwin'in gördüğü doğasal seçme prensibi, canlıdan cansız maddeye ve hatta buradan maddeyi yaratan fiziki kanunların şekline neden ulaşmasın...
Prof Dr. Asım Orhan Barut
Prof Dr. Asım Orhan Barut
Hayat Sadece Düzensizleşebilir
Entropi yasası, dünyanın her yerinde kaosun giderek arttığını söyler ve eğer bir yerde bir düzen sağlarsanız bu başka bir yerde daha fazla enerjiye mal olur. bu herkesin yaşamında böyledir; her yazı masası da giderek kendiliğinden daha düzensiz hale geliyor ve insanın aklına şu soruyu getiriyor: Neden bir kere bile kendiliğindne düzen oluşmuyor? Entropi yüzünden. Hayat sadece düzensizleşebilir.
(Daniel Kehlmann'la Frankfurter Allgemeine Zeiitung tarafından yapılan röportajdan)
(Daniel Kehlmann'la Frankfurter Allgemeine Zeiitung tarafından yapılan röportajdan)
16 Nisan 2009 Perşembe
Ezberibozuk – İbibik Kuşu Cenneti
Türkiye’nin şu anda en önemli gündem maddesi, ülkemizdeki hapishane yetersizliğidir. Tarikat sempatizanı ılımlı faşist islam güçleri tarafından içeri tıkılacak bu kadar aydın varken, hapishane sayısının zavallılığı meclisimizin yeteri kadar çalışmadığını, seçimden sandık kaçırma-sadakalı sosyalı hizmet-üstüne şiddetle vazife olan davaların savcılığı-dış politikada bir fare gibi kükreyerek dağı ürkütme ve hemen ardından miyavlayıp manco isteme çalışmaları gibi gereksiz işlerle uğraştıklarını göstermektedir. Askere yüklenmeyi vazife edinmiş liberal kesimin gözden kaçırdığı şu basit olgu da hayli şaşırtıcıdır. Ast üst ilişkisi toplumun özgür! ve bağımsız! kurum-çalışanlarının beyinlerine tamamen hakim olmuş, sermayedar-hoca-mahalle baskıcıları-uluslar arası arabulucular kendilerine ne emir verirse mantıksızlığını bir an bile düşünmeden tüm demagoji güçleriyle yerine getirmeye soyunmaktayken, karşı kampın gönüllü ya da taraflı askerliğini seçmiş bu emir kulları askere neden haksız bir nefretle yüklenmektedir, anlaşılamamaktadır. Descartes bu günleri görse, “Düşünmüyorum, öyleyse kazanıyorum,” diyeceği kesindir. Örnekleri çoğaltırsak Platon’dan; “Demokrasi en sağlıklı sömürü rejimidir.” Marks’tan, “Sermayenin en önemli üretimi cehalettir.” Darwin’den “İnsanın evrimi hukukun çöktüğü yerde başlayacaktır,” gibisinden vecizeler duymamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Son halife, tuz koktuysa yemeğe pasta koyun dese de millette onu alacak para kalmamış, sadaka olarak hükümet pastanelerinden gönderilecek paketleri beklemektedir. Hah. Şimdi de gelelim ikinci gündem maddesine. Dünyayı kasıp kavuran küresel krizde hükümetin büyük başarısı, ortaya çıkan verilerin yanlış irdelenmesiyle göz ardı edilmektedir. Yüzde otuza yakın işsizlik ve çarpıcı bir bütçe açığıyla ülkeyi yoksulluğa teslim ederek cahil kul sayısını arttırmayı hedefleyen Amerikan projesi parti müthiş bir iş başarmakta, aç ve gardı düşmüş insanlarının beynini televizyon papağanlarıyla bir güzel yiyerek sorgulanma ihtimalini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Üçüncü maddemiz sıradan kelimelerde kavram karmaşasıdır. Darbelerden en kötü darbeyi yiyen doksan yıllık laikler darbeci balonunun içine atılmış, dışarı çıkmak için ettikleri her laf aleyhlerine sivil darbeciler tarafından darbeci olarak kullanılmaktadır. Demokrasi, faşistlerin, siyasal dincilerin ve sömürü güçlerinin en sevdiği sözcüğe dönüşmüş, üstüne bir de özgürlük koyarak şerbetin yanında şapır şupur götürmeye, tabi ki bünyede yol açtığı rant kilosu tahribatıyla da şiştikçe şişmeye başlamışlardır. İşin vahimi bu şişkinliği giderecek bir sosyalist soda da hâlâ piyasaya sürülememiştir. Ezber bozma teriminin dönüştüğü anlam da, her tür gerçek üstünde bokunu çıkarana kadar dezenformasyon yaratmak olmuştur. Ezberi bozulmuş birisi olarak, bozulmuş ezberimi bozmaya çalışanlar canımı gerçekten çok sıkmaktadır. Gözüme çarpan bir başka detay da, televizyon kanallarının tartışma programı altında dürüst bir gazeteciyi altı yedi çakalla stüdyoya kapatıp Allah ne verdiyse girişmesidir. Ülkedeki tüm güç odaklarının bizzat “taraf” olduğu şu evrede yakalanan büyük konsensus, küresel güçlerin iyi niyetli, insancıl, bir anne şefkati içeren o sırtlan okşayışlarını yanlış anlayan ve ısrarla insanımızı ucuz işgücü objesi yapmayız, açlığa mahkum etmeyiz, topraklarımızı sattırmayız diyen ulusalcı edepsiz darbecilerin önünde kapkara bir geleceğe açılan beyaza boyanmış harika bir duvardır. Demokrasinin tüm gereklerini yerine getiren böylesine muazzam bir yapının yanına en otoriter imparatorlukta bile ulaşılamamıştır. Çünkü din simsarlarının ağzından din lafı çıktığı anda bilincini kaybedip, ağzı köpüren, hafızasını kaybeden başka bir toplum yoktur.
DİN!
Ben deyince hiçbir şey olmadı.
DİN!
Ben deyince hiçbir şey olmadı.
15 Nisan 2009 Çarşamba
Edepsizce Düz Mantık
Çağdaş yaşamı destekleyenler: Laikçi ergenekoncu
Türbana karşı çıkan, cumhuriyetin değerlerini savunan aydın profesörler: Darbeci ergenekoncu
AKP'yi eleştiren gazete ve televizyonlar: Laikçi darbeci ergenekoncu
Türkiye'nin gidişatından kaygı duyan ve bunu arkadaşlarıyla paylaşanlar: Darbeci ulusalcı, ergenekoncu.
Ülkeyi ranta boğan, uluslararası projelerin kuklası yapan, cehalet ve siyasi islamın rehberliğinde çağdaşı bir sistemi savunanlar: Demokrat, özgürlükçü.
Türbana karşı çıkan, cumhuriyetin değerlerini savunan aydın profesörler: Darbeci ergenekoncu
AKP'yi eleştiren gazete ve televizyonlar: Laikçi darbeci ergenekoncu
Türkiye'nin gidişatından kaygı duyan ve bunu arkadaşlarıyla paylaşanlar: Darbeci ulusalcı, ergenekoncu.
Ülkeyi ranta boğan, uluslararası projelerin kuklası yapan, cehalet ve siyasi islamın rehberliğinde çağdaşı bir sistemi savunanlar: Demokrat, özgürlükçü.
1 Nisan 2009 Çarşamba
Bir Nisaaan!
Bu cahil seçmenle, rantçı politikacılarla, yalaka basınla aynı ülkede uyanmaktan daha büyük şaka mı olur. Bir Nisaaan!
18 Mart 2009 Çarşamba
Kitap 2 HarkTu 328
İnsanların mezara beraberlerinde götürdükleri tek şey
sıradan olmanın o dayanılmaz ağırlığıdır
sıradan olmanın o dayanılmaz ağırlığıdır
17 Mart 2009 Salı
Hayali Sohbetler Bürosu – İşsizler ve Ölüler
Hayali Sohbetler Bürosu'nun yeni macerası "İşsizler ve Ölüler"e aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
Yeni Macera
Yeni Macera
16 Mart 2009 Pazartesi
Kitap 2 HarkTu 325
Kafamla dilim arasında kulaktan kulağa oynuyorum.
Asla düşündüğüm şey çıkmıyor dışarı...
Asla düşündüğüm şey çıkmıyor dışarı...
Boş Oy Atmayın!
Yerel seçimlerde eve kırmızı bir sandık kurup oyumu Chavez'e atıcam.
Boş oya yanarım.
Boş oya yanarım.
13 Mart 2009 Cuma
12 Mart 2009 Perşembe
FossurGama Sunar: Anlık Şeysiler: Hoppalaa!
Beşiktaş tribünleri ayakta. Uğultular kulakları sağır ediyor. Kapalı başlıyor tezahürata. Binlerce ağızdan gökyüzüne yükseliyor o muhteşem ses: “Siyaaah!
Ve karşılık geliyor diğer taraftan: “Saarıııı!”
Anında susuyor herkes. Çıt çıkmıyor stadda. Oyun da duruyor.
Ne kapalı anlayabiliyor bunu, ne de açık bölümde aynı anda aynı hatayı yapan on bin kişi.
Sadece birbirlerine bakınıyorlar aval aval!
Ve karşılık geliyor diğer taraftan: “Saarıııı!”
Anında susuyor herkes. Çıt çıkmıyor stadda. Oyun da duruyor.
Ne kapalı anlayabiliyor bunu, ne de açık bölümde aynı anda aynı hatayı yapan on bin kişi.
Sadece birbirlerine bakınıyorlar aval aval!
FossurGama Sunar: Ortopedik Mortopedik
Ameliyattayız. Doçent Hakan Irak, özenle kestiği yerden kırık diz kapağını ayırmaya çalışıyor. Yardımcısı Sevtap ve hemşire Tülin de bacağı tutup, deriyi kaldırarak yardımcı oluyorlar ona. Kemik pensin ucunda dışarı çıkıyor.
“Lütfen tutar mısınız Sevtap hanım,” diyerek yardımcısına uzatıyor Hakan bey. Ve Sevtap kemiği eline alır almaz da var gücüyle bağırıyor. “Laaadeees!”
“Ay!” diyerek kırık diz kapağını savurup atıyor elinden Sevtap doktor. “Hay Allah yaaa! Vallahi de billahi de unutmuşum. Ha ha ha!”
Kemik duvara çarpıp yerde yuvarlanırken onlar kakara kikiri gülmeye devam ediyorlar.
“Lütfen tutar mısınız Sevtap hanım,” diyerek yardımcısına uzatıyor Hakan bey. Ve Sevtap kemiği eline alır almaz da var gücüyle bağırıyor. “Laaadeees!”
“Ay!” diyerek kırık diz kapağını savurup atıyor elinden Sevtap doktor. “Hay Allah yaaa! Vallahi de billahi de unutmuşum. Ha ha ha!”
Kemik duvara çarpıp yerde yuvarlanırken onlar kakara kikiri gülmeye devam ediyorlar.
FossurGama Sunar: Bir Şey!
Belinden üçüncü kez hamle yaptıktan sonra sıkıntıyla suratını buruşturup karısına bakıyor Necati. “Hayatım,” diyor. “Girmiyor. Bir şey var…”
“Aaaa, tüh,” diye elini alnına vuruyor Tülin. “Bugün şey yaptım da, içerde unutmuşum şeyi. Hay Allah! Kafa işte…”
“Aaaa, tüh,” diye elini alnına vuruyor Tülin. “Bugün şey yaptım da, içerde unutmuşum şeyi. Hay Allah! Kafa işte…”
FossurGama Sunar: Yukarıdan Gelen
Kalabalığın akışında durmuş, ağızlarından soluklar saçarak birbirine bakan bir çift var. “Bırak yakamı, bıraak! Yeter artık be!” diye çığlık atıyor kadın. Ve “Ulan, seni yaşatmam lan, öldürürüm lan seni, Allahıma öldürürüm,” diyor adam. Kalabalık haşırt, diye açılıyor iki taraftan da. Elinde ucu açık bir çakı tutuyor adam ve pörtleyen gözlerindeki öfke, ortaya koyduğu tehdidi gerçekleştirmeye oldukça yakın olduğunu gösteriyor.
O sırada, ansızın bir koyun iniyor yanlarına.
Bir koyun!
Meliyor ve çifte bakıyor huzur dolu bir suratla.
Orada, olaya bir şekilde şahit olmuş herkes bakışlarını gökyüzüne kaldırıyor, ardından tekrar koyuna indiriyor ve bu işte çok büyük bir yanlışlık olduğunu düşünüyorlar. Hem de çok!
O sırada, ansızın bir koyun iniyor yanlarına.
Bir koyun!
Meliyor ve çifte bakıyor huzur dolu bir suratla.
Orada, olaya bir şekilde şahit olmuş herkes bakışlarını gökyüzüne kaldırıyor, ardından tekrar koyuna indiriyor ve bu işte çok büyük bir yanlışlık olduğunu düşünüyorlar. Hem de çok!
FossurGama Sunar: Anlık Şeysiler: Fal
Kadınların toplandığı bir salon canlandırın gözünüzde. Yaşlıca bir kadın, elinde bir kahve fincanı, dikkatle bakıp, gördüğü dedikoduları aktarıyor pastaları, çörekleri ağızlarına tıkıştırmış merakla kendisini dinleyen kadınlara. Evet, yanlış duymadınız, geleceği değil, mahalleden dedikoduları!
Ha ha!
Ha ha!
Nacizane.
Bence seçim falan olmasın, hükümet de olmasın, hiçbir konuda hiçbir yetkili olmasın. Bu ülke daha iyi durumda olmazsa bir şey bilmiyorum.
Ne demokrasisi...
Taş devrinde demokrasi mi vardı? Eee, şimdi ne diye demokrasi demokrasi diye ötüp duruyor o zaman bu adamlar?
FossurGama Sunar: Kızı Alacak
Aşağıda en az iki yüz kişi toplanmış, var güçleriyle bağırıyorlar. “Bu kızı alacaz başka yolu yok!” Yumruklar havada, sokak hıncahınç dolu. Bazı esnaf kepenklerini indirmiş, çekilmiş ortalıktan
Az sonra bir başka slogan başlıyor. “Büyük Ayten kızını Cemal’e Ver!”
Perdeyi az aralamış bakan adam Peri’nin babası Hasan bey. Salonun kuytularında, ortalıktan yokolmak istercesine büzüşmüş ağlayan karısı Ayten’e dönüp, “Eşşeoğlueşşeğin de ne arkadaşı varmış be,” diyor. “Bir şeyler yapmak lazım hanım. Bu işi bırakacakları yok. Konu komşuya rezil olduk. Versek mi acaba kızı?”
Bir şey demiyor. Gözlerini kapatıp, koltuğa çökerek ağlamaya devam ediyor Ayten hanım…
Az sonra bir başka slogan başlıyor. “Büyük Ayten kızını Cemal’e Ver!”
Perdeyi az aralamış bakan adam Peri’nin babası Hasan bey. Salonun kuytularında, ortalıktan yokolmak istercesine büzüşmüş ağlayan karısı Ayten’e dönüp, “Eşşeoğlueşşeğin de ne arkadaşı varmış be,” diyor. “Bir şeyler yapmak lazım hanım. Bu işi bırakacakları yok. Konu komşuya rezil olduk. Versek mi acaba kızı?”
Bir şey demiyor. Gözlerini kapatıp, koltuğa çökerek ağlamaya devam ediyor Ayten hanım…
11 Mart 2009 Çarşamba
Hayali Sohbetler Bürosu – Kafein ve Temiz Hava
Dr Sayko’yla büyükçe bir kafede oturuyoruz. Bizden başka on kişi daha var etrafta. Elliye yakın masa mevcutken nedense yan yana oturmayı tercih etmiş herifçioğulları. Ama kahvelerini yudumluyor ya da birbirleriyle sohbet ediyor değiller. Gözlerini dikmiş mal gibi bize bakıyorlar. Bir süre sorun etmiyoruz ama yavaştan sinir katsayımız yükseliyor. Benim parmaklarım önümdeki masada tımbırtılar çıkarırken, Dr Sayko da dişlerini gıcırdatıyor.
“Ne bakıyor bunlar bize be?” diyor sonra.
“Bana ne soruyosun oğlum!” diyorum. “Onlara sorsana.”
Birden dikiliyor ve hakkaten de soruyor: “Ne bakıyorsunuz lan! Maymun mu oynuyor burda?”
Sesi oldukça tehditkar, belki de heyecan yaptığından çok çıkıyor, duvarlarda yankılanırken masalardaki sakinler telaşla ayağa fırlıyor, bazılarının önündeki kahveler devriliyor ve hepsi kör gözlerini sağa sola çevirip “Ne? Kim?” gibisinden sorular soruyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Yavaşça yerine otururken, “Körmüş abicim bunlar,” diyor Dr Sayko.
“Ben anlamıştım,” diyorum sakince. “Bana numara yapıyorsun zannettiydim.”
Dönüp bana bakıyor bilmiş bir şekilde. “Ben de anlamıştım abicim,” diyor sonra. “Seni işlettim. He he he.”
İkimiz de birbirimize inanmıyoruz. Dönüyoruz ve körlerin sakinleşmiş, yine bize kilitlendiklerini görüyoruz.
“Abicim,” diyor Dr Sayko. “Körsün ve sadece kıçından gördüğün ortaya çıkıyor. Götün açık gezer misin etrafta?”
“Benim aklıma başka bir şey geldi,” diyorum. “Görüyorsun ama her şeyi yanlış görüyorsun. Bu körlük müdür sence? Mesela bir domuzu kedi olarak görüyorsun. Bir kediyi de diş macunu olarak.”
“Çok saçma bu,” diyor Dr Sayko. “Bir geyiği kereste parçası olarak görüyorsan o kereste parçası mı olacak gerçekten? Diğerleri onu yiyecek ve sen yakacaksın ha?”
“Lafımı çarpıtma,” diyorum. “Ben kereste demedim. Domuzdan ve kediden bahsettim.”
“Allahtan körler insanları elleriyle dokunarak tanıyor,” diyor o. “Yalayarak tanısalardı işimiz vardı.”
“Bir kör, bir sağır, bir pepeme ve bir de kötürümün olduğu bir fıkra yapılmalıydı bugüne kadar,” diyorum. “O da bir eksiklik.”
Gözleri kısık bakmaya devam ederken, “Bunlar hayatta bir tek bizi görüyor olmasın abicim,” diyor Dr Sayko.
“Körlerin de görebildiği birisi olmak gerçekten hoş olurdu diyorum.”
El sallıyorum ve tüm körler aynı anda dönüp birbirlerine ve önlerindeki masaya falan bakıyor. Sanki telaş yapmışlar gibi. Sonra yavaş yavaş bize çeviriyorlar yine açık yeşile çalan anlamsız gözlerini.
Dr Sayko da el sallıyor hemen ardından ama beklediğimiz tepki gerçekleşmiyor ve işin doğrusu ben hafif yatışıyorum. Aralarından sadece birisi yere tükürüyor, tekrar gözlerini bize dikmeden önce.
“Hadi Catan oynayalım,” diyor Dr.
“Şimdi mi?” diyorum sanki başka bir işim varmış gibi.
“Evet,” diyor o ve bu cevabı beklediğimi saklamadan hemen çantama uzanıyorum. Bilgisayarları ortaya çıkarıp internete bağlanıyoruz. İki dakika içinde siteye dalıp oyunu açmışız bile. Sonrasında ise büyük bir suskunluk başlıyor. Kurduğumuz köylerin çevresindeki alanlara ait sayılar, atılan zarlara denk gelince, odun, saman, koyun, taş falan toplayıp ne bileyim, şehir yol gibi şeyler yapıp puan toplamaya başlıyoruz. Ağzımızdan zara ettiğimiz küfürlerden başka bir şey çıkmıyor. Kahve gittikçe kalabalıklaşıyor. Garsonlar ellerinde kahveler, çaylar fıldır fıldır koşturuyorlar oradan oraya. Camlardan giren ışık, dışarıda havanın kapattığını, yağmurun başlamak üzere olduğunu gösteriyor. 6 atılıyor ve o bölümü iki şehir ve bir köyle çevirdiğim için beş adet koyun bekliyorum haliyle. Ama Dr Sayko altısından üç tuğlasını alırken bana koyun falan vermiyor yazılım.
“Atsana abicim zarı,” diyor Dr Sayko. “Sıra sende.”
“Vermedi oğlum koyunlarımı,” diye sinir içinde çıkışıyorum. “Bekle biraz.”
“Nasıl vermez ya!” diye uzanıp pencereme bakıyor.
“Al işte, vermiş mi?” diyorum yüzüm buruşuk.
Biraz bekleyip “Eee, naapçaz yani?” diye soruyor o. “Kapatçaz mı oyunu?”
“Hay sikiyim yaa,” diye kafamı sallıyorum. “Hep beni mi bulacak böyle salaklıklar!” Basıyorum zara ve bir altı daha geliyor. Gözlerim kısık, dudaklarım gerilmiş, beklenti içinde bakıyorum ama Dr Sayko’ya tuğlaların aktığını duyarken benim ekranımda bir hareket hasıl olmuyor. “Başlıycam şimdi ama haa!” diye bir tokat atıyorum masaya.
Körler telaşlanıyor. Garson ona mı söylüyorum diye benden tarafa bakıyor.
“Harbiden garip,” diyor merak içinde laptopuma uzanmış Sayko. “İlk defa oluyor böyle bir şey.”
“Kapatalım koçum,” diyorum. “Ne oynıycam ya. On koyunum heba oldu. Koyun limanım da var. Neler neler yapardım ben onlarla.”
“Haklısın abicim,” diyor Dr Sayko. “Ne diyim de, biraz bekleyelim istersen, belki takılmıştır bir şeyler.”
Kafamı sallıyorum sinir içinde ve bekliyoruz… Ama üç dakika geçtiği ve yazılım ilgili kişiyi oyundan atmak ister misiniz diye sorduğu halde değişen bir şey olmuyor.
“Aslında bilgisayarlar akıllanmaya başladı da bazı insanlara gıcık falan mı oluyorlar acaba,” diyorum.
“Abicim başlama yine, senin neyine gıcık olacaklar ki?” diyor Dr Sayko. “Tipine mi?”
“Bilmem. Belki şu laptop Aslı’ya aşık olmuştur ve beni kıskanıyordur.”
“Yani ruh girmiştir diyorsun içine.”
“Yoo, üretici firmada bir ibne akıllı yazılım geliştirmiş olamaz mı? Benim gibi bir iki deneğe vermişlerdir, sonuçları test ediyorlardır mesela.”
Telaşlanıyor körler birden. Hepsi ayağa kalkıp bir köşede toplaşıyor ve korkuyla kafenin girişine bakarak havayı kokluyorlar.
“Nooldu bunlara be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Kendilerine sor istersen,” diyorum ben.
“Kıllandım abicim,” diyor Dr. “Deprem falan mı olacak?”
“Körlerin öyle hisleri olduğunu nereden çıkarıyorsun kardeşim?” diyorum.
“Niye olmasın? Sağırların var.”
“Neymiş o?”
“Müzikteki ritmi hissediyorlar işte.”
İkimiz aynı anda dönüyoruz kapıya ve ağzımız da aynı anda sarkıyor aşağıya.
Bir çoban, sürüyle koyunu sürerek geliyor. Garsonlar yana çekilirken, kızlar iskemlelerinde dikilmiş gülerek bakıyorlar.
“Bu ne şimdi?” diyor Dr Sayko.
“Bilmem,” diye cevap verirken kafamda yüzlerce soru dolaşıyor. Fakat daha bir sonuca varamadan adam yanımızda bitip, elindeki kağıdı burnuna yapıştırarak bir şeyler okuyor ve soruyor ardından. “Çağan bey?” Hemen akabinde bana baktığı için de cevap vermem gerekiyor. “Evet!”
“Kusura bakmayın,” diyor çoban. “Sürü otlağa çıkmıştı da anca toplayıp gelebildik. Şurayı imzalar mısınız?”
“Anlamıyorum,” diyorum, yaklaşıp kağıda bir göz atarak. “Nooluyo yaa? Bu koyunlar da ne?”
“Altıdan koyun geldi size,” diyor çoban benden daha fazla şaşalayarak. “Kapılar da açılmıştı. Biz de teslimatı gerçekleştiriyoruz.”
“Bu bir kamera şakası değil mi?” diyor Dr Sayko, duvarlara ve tavana bakınarak.
“Kamera şakası mı?” Yüzünde bön bir ifadeyle anlamaya çalışıyor çoban. “Lütfen,” diyor sonra. “Biraz acelem var. Buradan da bir partiyi almam gerekiyormuş.” Körlere bakıyor, durdukları yerde biraz daha sıkışmalarına yol açarak.
“Al bakalım abicim,” diyor Dr Sayko, yüzünde alaycı bir gülüşle. “Noolacak görelim. Kamera şakası ha! Ben de bunları dava etmezsem Dr Sayko demesinler bana. ”
“Demek kör değildi bu ibneler,” diyorum ben de aynı tarz bir sırıtışla. “Ekipten bunlar kesin. Baksana nasıl da rol kesiyorlar.”
“Efendim, lütfen,” diyor çoban.
İmzalıyorum kağıdı. Çoban koyunların ipini elime tutuşturup köşeye seğirtiyor hemen. Elindeki değneği sırtlarına indire indire, bağrışan, inleyen körleri sürüp götürüyor kahvenin dışına ve ne mekanın sahibi ne de garsonlar bir şey diyor buna. Yerlerimize oturuyoruz gözümüz hâlâ kapıda. Önümüz arkamız, sağımız solumuz melemelerle doluyor. O sırada başka bir ses de karışıyor aralarına. Çıngır çıngır çıngır, diye iniyor koyunlar bilgisayarıma.
“Aaa, geldi lan koyunlar,” diyorum.
“Aaa, harbiden lan,” diyor Dr Sayko. “Kağıdı imzalamanı bekledi demek asobrain.”
“Çok organize bir şaka bu. Büyük oynuyorlar doktor. Kesin büyük bir kanalda yayınlanacak.”
“Kamera yokken ne varmış?” diyor Dr Sayko. “Gölge oyunu şakası mı yapıyorlarmış?”
“Kamera şakası yapanlara kamera şakası yapan bir ekip kurmak lazım,” diyorum. “Kumpasa aldıkları adamların hepsinin kalpten gittiğini düşünsene bir bir.”
“Ben şeyi anlamıyorum,” diyor Sayko. “Bir tip şaka yapılırken delirip etraftaki herkesi vuruyor mesela. Şakayı yapanlar değil midir suçlu? Onlar adama ilişmese, o kafede oturup güzel güzel kahvesini içecek ama bu yavşaklar gelip çomağı sokuyorlar. Yanlış mıyım?”
Melemeye devam ediyor koyunlar biz konuşurken. Bir tanesi tos vuruyor sandalyeme. Garson da o anda bitiyor tepemizde. “Abicim, müşteriler rahatsız oluyor, koyunlarınızı alıp…”
“Bizim koyunlarımız değil onlar,” diyor Dr Sayko. “Şaka yapıldı muhtemelen.”
“Neyse ne,” diyor garson. “Dışarıya çıkartırsanız çok seviniriz. Lütfen.”
“Kardeşim, biz niye çıkarıyoruz,” diyorum ben de. “Bir herif geldi, koyunları yanımıza bıraktı diye onlardan mesul değiliz ki! Siz çıkarın. İşimiz gücümüz var bizim.”
“Beyefendi, kağıdı imzaladığınızı gördük,” diyor garson efendiliğini bozmadan. “Lütfen dışarı çıkaralım onları. Otlağa salın, yine gelin buraya.”
“Ne otlağı bilader, kafayı mı yedin sen,” diyor Dr Sayko. “Taksim’de otlak ne arasın?”
“Götürün mutfağa pişirin işte,” diyorum ben aksi. “Hem siz kazançlı çıkın hem biz.”
Kafenin sahibi de geliyor kırıtarak. “Beyler, anlayışlı olacağınızı umuyoruz,” diyor hoş bir gülüşle. “Buraya köpek bile almıyoruz. Değiş tokuşlar dışarıda yapılıyor.”
“Bunların hepsi delirmiş abicim,” diyor Dr Sayko. “Hadi çıkalım.”
“Ne yani,” diyorum şüphe içinde. “Kamera şakasını sürdürmelerine izin mi vericez?”
“Kamera mı?” diyerek hayretle duvarlara bakıyor kafenin sahibi ve garson.
“Artistik yapmayın be!” diye bağırıyorum elimin tersini sallayarak. “Siz de bu işin içindesiniz, enayi mi sandınız bizi!”
“Boşver abicim. Ne olcaksa olsun,” diyor Dr Sayko. “Hadi gel.”
“Yine bekleriz efendim, bu seferlik de böyle olsun, siz de biraz anlayış gösterin,” diyor kafenin sahibi kendini hafif toplayarak. “Celal, yardım et yavrum abilere.”
Koyunlar çevremizi sarıyor. Sanki bizi tanıyorlar.
“Püürs,” diyor Dr Sayko, laptopunu çantasına tıkıştırmaya çalışırken. “Hay anasını, çekilsenize len.”
“Ben de bu koyunların hepsini pişirtmezsem bugün,” diyorum ben de üstümü başımı giyinirken. “Nasıl olsa kağıt imzaladılar. Al babayı geri alırlar.” Bir tekme patlatıyorum kıçımı tosup duran benekliye. “Siktir git lan eşşeoğlueşşek!” Kafasını eğiyor hemen.
“Hadi abicim hadi,” diyor Dr Sayko iplerini eline dolayıp ilerlerken. Bana tos atamadan yürümek zorunda kalıyor yavşak koç.
Hep beraber, gülüşüp duran kafe sakinlerinin alaycı bakışları eşliğinde dışarı çıkıyoruz. Beş adım anca atıp duruyor ve dumur olmuş bir şekilde çevremize bakıyoruz. Güneş ufka doğru alçalırken ve bir rüzgar sararmış otları denize doğru yatırırken bir yamaçta durmuş, karaya hıncı varmışçasına kabarmış dalga dalga gelen denize bakıyoruz.
“Nerdeyiz lan?” diye korkuyla bağırıp arkasına dönüyor Dr Sayko ve bir çığlık daha patlatıyor. Ben de aynısını yapıyorum, kafamı çevirip kafenin ortadan yokolduğunu görünce. Bir şey diyemiyor, aval aval izliyorum Dr Sayko’nun delirmiş gibi yamaçtan aşağı koşuşunu. Koyunlar neşeyle çevreye dağılıp otlamaya girişiyorlar. Belki tekrar görünür diye bir süre kafenin durması gerektiği yeri kestikten sonra ben de iniyorum Sayko’nun yanına. Yar aşağıdaki kayalara doğru dimdik iniyor. Temiz hava ciğerlerime doldukça bayılacak gibi oluyorum. Saçlarımız uçuşurken birbirimize bakıyoruz sonunda.
“Bu da mı şaka acaba?” diyor Dr Sayko söylediğine kendisi de inanmazken.
Şaaak, diye bir tokat atıyorum ona. Bir an sallanıp gözlerini kırpıştırıyor. “Niye vurdun be?” diyor ardından.
“Rüya mı diye şeyettim,” diyorum ve o da bana vuracakken geriye kaçıyorum. “Ne var oğlum!”
“Rüya testi çimdikleyerek yapılır,” diyor büyük bir öfkeyle.
“Tamam oğlum,” diye sallıyorum başımı. “Şaşırmışım, büyütme.”
Dönüp yine denize bakıyor. Konuşacak gibi oluyor ama sıkıntılı bir yutkunmayla içine atıyor kafasındakileri.
“Naapıcaz şimdi ya!” diyorum sıkıntıyla.
O an bana dönüyor Dr Sayko birden. Gözlerindeki delice ışıltıya anlam vermeye çalışırken konuşuyor: “Anlamıyor musun abicim,” diyor şevkle. “Tanrı sonunda istediğimizi verdi işte. Büyük bir armağan bu.”
“Nasıl yani?”
“Nasıl mı? Şaka ediyor olmalısın abicim. Asos masos diye konuşup duruyorduk, işte, al sana Asos!” Koşturup dört bir yanımızı çevreleyen otlakları işaret ediyor kolunu savurarak. “Altımızda deniz, yukarımızda çayırlar. Her yan taş. Kulemizi de yaparız. Koyunlarımız da var artık. Bundan büyük armağan mı olur? Tanrı, yeni bir yaşam kurmamız için gönderdi bizi buraya.”
Dudaklarım büzüşüyor. Kalbim bir garip atıyor.
O çılgın bir mucit gibi bir oraya bir buraya atıyor kendini ve eliyle her seferinde bir başka yeri işaret ediyor: “İşte, şuraya da ahırı koyduk mu… Evet. Bak. Evi şu yükseltiye çıkıcaz, en güzeli bu. Şu arka tarafı da ekip biçtik mi, ohooo…”
Yaşlar gözlerimden oluk oluk iniyor aşağıya. Üstüme çullanan duygu seliyle başedemiyorum. “Öyle mi diyorsun gerçekten,” lafları zar zor çıkıyor ağzımdan.
“Öyle tabi!” diye bağırıyor Dr Sayko.
Durup göğsümüz körük gibi inip çıkarken ve huşu içinde ufka kilitlenmişken soruyorum: “Torpido Kafa’yla karım noolacak?”
“Söyledi ya çoban,” diyor kendinden emin. “Kapılar açılıyormuş. O zaman alırız onları. Gamlı’yla Hulk’u da… Biz girmeyiz içeri ama. Bir not göndeririz olur biter. Bi de bu cennetten olmayalım sonra. Yanlış mıyım abicim?”
Otlayan koyunlara bakarken kafamı sallıyorum düşünceli. “Sonunda be,” diyorum. “En sonunda bizi de gördü Tanrı.” O sırada gözüm çeliniyor. Kımıldayan bir şeyler var aşağı tarafta. Başımı hızla çevirip bakıyorum ve birilerinin ileride, deniz kıyısında bize doğru koşturduğunu farkediyorum.
“Birileri var orada,” diyorum ne olduğunu anlamaya çalışırken.
“Köy falan da var demek yakında,” diyor Dr Sayko, az önce söylediklerini destekleyen bir şeyler bulmanın keyfiyle. “Ohoo. Hayat çok kolay o zaman burda be. Ha ha ha.”
“En az on kişiler, anırırcasına bağırıyorlar koştururken,” diyorum keşfettiğim her detayı paylaşarak. “Ellerinde kılıçlar da var. Bizi işaret ediyorlar gibi geldi bana…”
“Üstlerindeki kıyafetler de bir garip,” diyor Dr Sayko. “Savaşçı gibi. Film falan çekiliyor galiba bir yerlerde.”
“Eski çağlarda, savaşçı giysilerinin tanıtımı için defile yapılıyor muydu acaba?” diye soruyorum.
Herifler korkutucu çığlıklar atarak bayırı tırmanıyorlar. Koyunlar tırsıp yavaştan uzaklaşıyor bölgeden.
“İnsanlar birilerini korkutmak için niye bağırırlar ki?” diyor Dr Sayko. “Yanlarında kırmızı bir şey taşıyıp, kızdıklarında sallasalar, boğazlarına da zarar vermemiş olurlardı.”
“Kaçsak mı acaba?” diyorum hafif kuşkulu.
“Bilmem ki?” diyor Dr Sayko.
Adamlar bayırın yukarısına tırmanıp böğürerek bize baktıklarında, zaten farketmeden yirmi otuz metre gerilediğimizi anlıyoruz ve o korkunç yüzleri görünce de artık düşünecek bir şey kalmıyor. Topuklarımız kıçımıza vurarak koşturmaya başlıyoruz.
“Kafe ne taraftaydı be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Iııh ııh, ıhı,” diye ilerlemeye gayret ederken cevap vermeye çalışıyorum. “Ne bileyim oğlum.”
“Kamera şakası devam ediyor herhalde,” diyor o. “Anlamalıydık.”
“Evet, çok büyük organizasyon bu.”
“Hay sikiyim, kesildim.”
“Sigara içmenin zararları,” demeye çalışıyor ama nefesim kesildiği için beceremiyorum.
Ayaklarıma bir şeylerin dolandığını hissediyor ve yeri boyluyorum o anda. Ellerimi koysam da kütürk diye koyuyor kafam çimen kaplı toprağa. “Aaah,” diye bağırıp yuvarlanırken Dr Sayko’nun da mal gibi düştüğünü görüyorum. Üç toplu ip canımıza okuyan. Heriflerin bizi çevrelemesi uzun sürmüyor. İki metreye yakın vücutları bir hayli kıllı. Pazuları mütevazi kum torbalarını andırıyor. Dişleri sivri. İğrenç bir şekilde gülüyorlar.
“Ağbicim, tamam, yeter artık, bu ne biçim kamera şakası. Kalpten gidersek ne olacak?” diye bağrınıyor Dr Sayko.
Ben sadece ağlıyorum sinirden. Aralarından bir tanesi bir tekme atıyor kafama ve aklım şaşıp gülüyorum bu sefer.
Kaşlarından kolaylıkla yün kazak örülecek bir tanesi Dr Sayko’yu boynundan kavrayıp bir kedi yavrusu gibi havaya kaldırıyor. Elinde yükseliyor bir balta.
Fosur posur foşş, diye sesler geliyor vücutlarımızdan. Alttan üstten dolduruyoruz ama burunlarını bile kapatmaya tenezzül etmiyor zebaniler.
Balta ulaşabileceği en yüksek noktaya varıp parlıyor.
"Ağbiler, bokunuzu yiyim yaa. Naaptık biz size?” diyor Dr Sayko kamera şakası varsayımından sonunda vazgeçerek.
“Yaa yaaa, nooluyo yaaa,” diye salya sümük heriflere bakınıyorum ben.
Ve o sırada bir ses havayı kaplayıp sanki zamanı durduruveriyor.
“Siktirin gidin lan şurdan, hooşt, Allahsız herifler siziii!”
Adam bırakınca Dr Sayko göt üstü oturuyor yere ve ikimiz de köprüaltı çocuklarının şişmiş gözleriyle sesin kimden çıktığını anlamaya çalışıyoruz.
“Uleeen! Kime diyom, ananızı avradınızı sikecem şimdi haa, yürüyün laaan!”
Cemal bu! Garson Cemal! Gülmeye çalışıyorum. Çamura bulanmış yüzümde, dişlerim aradan fırlıyor mu bilmiyorum.
“Garson!” diyor Dr Sayko sayıklar gibi.
Cemal de yıldırım gibi iniyor bu arada bayırdan aşağı. Elinde bir değnek var. Tekme tokat, değnek, tükürük, Allah ne verdiyse girişerek dalıyor vahşilerin arasına ve onlar daha önceden de bu yağız delikanlıyı tanıdıklarını çığlıklarıyla belli ederek kaçmaya girişiyorlar. İki dakika geçmeden hepsi bayırdan aşağı inip toz oluyor. Cemal geri dönüp tepemizde duruyor.
“Ağbiler, atkıyı unutmuşsunuz da ondan geldim. Bu herifler rahatsız etti sizi galiba,” diyor içler acısı halimizi görmezden gelircesine. “Yeni peydahlandılar Catan’da. Eskiden sessiz sakin bir yerdi burası.”
Bakıyoruz ikimiz de.
“Bu atkı bizim değil,” diyor Dr Sayko.
Kafamı sallıyorum evet anlamında. “Hı hı, bizim değil atkı.”
Cemal’in arkasından tıpış tıpış yürüyüp kafeye geri dönerken çoban on köstebeği sürerek gelip önümüzde duruyor. “Alıcıları bulamadım. Gittiler galiba. Yarına kadar kafede bekleseler olur mu bunlar Cemalim?” diye soruyor garsona.
“Naapalım, gelsinler madem,” diyor Cemal. Sonra havaya bakıyor. “Kapılar kapanacak az sonra,” diyor yüzünü buruşturarak.
İçeri giriyoruz hep beraber. Köstebekler körlere dönüşürken biz de lavabonun yolunu tutuyoruz üstümüzü başımızı temizlemek üzere…
Nasıl yapacaksak!
“Ne bakıyor bunlar bize be?” diyor sonra.
“Bana ne soruyosun oğlum!” diyorum. “Onlara sorsana.”
Birden dikiliyor ve hakkaten de soruyor: “Ne bakıyorsunuz lan! Maymun mu oynuyor burda?”
Sesi oldukça tehditkar, belki de heyecan yaptığından çok çıkıyor, duvarlarda yankılanırken masalardaki sakinler telaşla ayağa fırlıyor, bazılarının önündeki kahveler devriliyor ve hepsi kör gözlerini sağa sola çevirip “Ne? Kim?” gibisinden sorular soruyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar.
Yavaşça yerine otururken, “Körmüş abicim bunlar,” diyor Dr Sayko.
“Ben anlamıştım,” diyorum sakince. “Bana numara yapıyorsun zannettiydim.”
Dönüp bana bakıyor bilmiş bir şekilde. “Ben de anlamıştım abicim,” diyor sonra. “Seni işlettim. He he he.”
İkimiz de birbirimize inanmıyoruz. Dönüyoruz ve körlerin sakinleşmiş, yine bize kilitlendiklerini görüyoruz.
“Abicim,” diyor Dr Sayko. “Körsün ve sadece kıçından gördüğün ortaya çıkıyor. Götün açık gezer misin etrafta?”
“Benim aklıma başka bir şey geldi,” diyorum. “Görüyorsun ama her şeyi yanlış görüyorsun. Bu körlük müdür sence? Mesela bir domuzu kedi olarak görüyorsun. Bir kediyi de diş macunu olarak.”
“Çok saçma bu,” diyor Dr Sayko. “Bir geyiği kereste parçası olarak görüyorsan o kereste parçası mı olacak gerçekten? Diğerleri onu yiyecek ve sen yakacaksın ha?”
“Lafımı çarpıtma,” diyorum. “Ben kereste demedim. Domuzdan ve kediden bahsettim.”
“Allahtan körler insanları elleriyle dokunarak tanıyor,” diyor o. “Yalayarak tanısalardı işimiz vardı.”
“Bir kör, bir sağır, bir pepeme ve bir de kötürümün olduğu bir fıkra yapılmalıydı bugüne kadar,” diyorum. “O da bir eksiklik.”
Gözleri kısık bakmaya devam ederken, “Bunlar hayatta bir tek bizi görüyor olmasın abicim,” diyor Dr Sayko.
“Körlerin de görebildiği birisi olmak gerçekten hoş olurdu diyorum.”
El sallıyorum ve tüm körler aynı anda dönüp birbirlerine ve önlerindeki masaya falan bakıyor. Sanki telaş yapmışlar gibi. Sonra yavaş yavaş bize çeviriyorlar yine açık yeşile çalan anlamsız gözlerini.
Dr Sayko da el sallıyor hemen ardından ama beklediğimiz tepki gerçekleşmiyor ve işin doğrusu ben hafif yatışıyorum. Aralarından sadece birisi yere tükürüyor, tekrar gözlerini bize dikmeden önce.
“Hadi Catan oynayalım,” diyor Dr.
“Şimdi mi?” diyorum sanki başka bir işim varmış gibi.
“Evet,” diyor o ve bu cevabı beklediğimi saklamadan hemen çantama uzanıyorum. Bilgisayarları ortaya çıkarıp internete bağlanıyoruz. İki dakika içinde siteye dalıp oyunu açmışız bile. Sonrasında ise büyük bir suskunluk başlıyor. Kurduğumuz köylerin çevresindeki alanlara ait sayılar, atılan zarlara denk gelince, odun, saman, koyun, taş falan toplayıp ne bileyim, şehir yol gibi şeyler yapıp puan toplamaya başlıyoruz. Ağzımızdan zara ettiğimiz küfürlerden başka bir şey çıkmıyor. Kahve gittikçe kalabalıklaşıyor. Garsonlar ellerinde kahveler, çaylar fıldır fıldır koşturuyorlar oradan oraya. Camlardan giren ışık, dışarıda havanın kapattığını, yağmurun başlamak üzere olduğunu gösteriyor. 6 atılıyor ve o bölümü iki şehir ve bir köyle çevirdiğim için beş adet koyun bekliyorum haliyle. Ama Dr Sayko altısından üç tuğlasını alırken bana koyun falan vermiyor yazılım.
“Atsana abicim zarı,” diyor Dr Sayko. “Sıra sende.”
“Vermedi oğlum koyunlarımı,” diye sinir içinde çıkışıyorum. “Bekle biraz.”
“Nasıl vermez ya!” diye uzanıp pencereme bakıyor.
“Al işte, vermiş mi?” diyorum yüzüm buruşuk.
Biraz bekleyip “Eee, naapçaz yani?” diye soruyor o. “Kapatçaz mı oyunu?”
“Hay sikiyim yaa,” diye kafamı sallıyorum. “Hep beni mi bulacak böyle salaklıklar!” Basıyorum zara ve bir altı daha geliyor. Gözlerim kısık, dudaklarım gerilmiş, beklenti içinde bakıyorum ama Dr Sayko’ya tuğlaların aktığını duyarken benim ekranımda bir hareket hasıl olmuyor. “Başlıycam şimdi ama haa!” diye bir tokat atıyorum masaya.
Körler telaşlanıyor. Garson ona mı söylüyorum diye benden tarafa bakıyor.
“Harbiden garip,” diyor merak içinde laptopuma uzanmış Sayko. “İlk defa oluyor böyle bir şey.”
“Kapatalım koçum,” diyorum. “Ne oynıycam ya. On koyunum heba oldu. Koyun limanım da var. Neler neler yapardım ben onlarla.”
“Haklısın abicim,” diyor Dr Sayko. “Ne diyim de, biraz bekleyelim istersen, belki takılmıştır bir şeyler.”
Kafamı sallıyorum sinir içinde ve bekliyoruz… Ama üç dakika geçtiği ve yazılım ilgili kişiyi oyundan atmak ister misiniz diye sorduğu halde değişen bir şey olmuyor.
“Aslında bilgisayarlar akıllanmaya başladı da bazı insanlara gıcık falan mı oluyorlar acaba,” diyorum.
“Abicim başlama yine, senin neyine gıcık olacaklar ki?” diyor Dr Sayko. “Tipine mi?”
“Bilmem. Belki şu laptop Aslı’ya aşık olmuştur ve beni kıskanıyordur.”
“Yani ruh girmiştir diyorsun içine.”
“Yoo, üretici firmada bir ibne akıllı yazılım geliştirmiş olamaz mı? Benim gibi bir iki deneğe vermişlerdir, sonuçları test ediyorlardır mesela.”
Telaşlanıyor körler birden. Hepsi ayağa kalkıp bir köşede toplaşıyor ve korkuyla kafenin girişine bakarak havayı kokluyorlar.
“Nooldu bunlara be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Kendilerine sor istersen,” diyorum ben.
“Kıllandım abicim,” diyor Dr. “Deprem falan mı olacak?”
“Körlerin öyle hisleri olduğunu nereden çıkarıyorsun kardeşim?” diyorum.
“Niye olmasın? Sağırların var.”
“Neymiş o?”
“Müzikteki ritmi hissediyorlar işte.”
İkimiz aynı anda dönüyoruz kapıya ve ağzımız da aynı anda sarkıyor aşağıya.
Bir çoban, sürüyle koyunu sürerek geliyor. Garsonlar yana çekilirken, kızlar iskemlelerinde dikilmiş gülerek bakıyorlar.
“Bu ne şimdi?” diyor Dr Sayko.
“Bilmem,” diye cevap verirken kafamda yüzlerce soru dolaşıyor. Fakat daha bir sonuca varamadan adam yanımızda bitip, elindeki kağıdı burnuna yapıştırarak bir şeyler okuyor ve soruyor ardından. “Çağan bey?” Hemen akabinde bana baktığı için de cevap vermem gerekiyor. “Evet!”
“Kusura bakmayın,” diyor çoban. “Sürü otlağa çıkmıştı da anca toplayıp gelebildik. Şurayı imzalar mısınız?”
“Anlamıyorum,” diyorum, yaklaşıp kağıda bir göz atarak. “Nooluyo yaa? Bu koyunlar da ne?”
“Altıdan koyun geldi size,” diyor çoban benden daha fazla şaşalayarak. “Kapılar da açılmıştı. Biz de teslimatı gerçekleştiriyoruz.”
“Bu bir kamera şakası değil mi?” diyor Dr Sayko, duvarlara ve tavana bakınarak.
“Kamera şakası mı?” Yüzünde bön bir ifadeyle anlamaya çalışıyor çoban. “Lütfen,” diyor sonra. “Biraz acelem var. Buradan da bir partiyi almam gerekiyormuş.” Körlere bakıyor, durdukları yerde biraz daha sıkışmalarına yol açarak.
“Al bakalım abicim,” diyor Dr Sayko, yüzünde alaycı bir gülüşle. “Noolacak görelim. Kamera şakası ha! Ben de bunları dava etmezsem Dr Sayko demesinler bana. ”
“Demek kör değildi bu ibneler,” diyorum ben de aynı tarz bir sırıtışla. “Ekipten bunlar kesin. Baksana nasıl da rol kesiyorlar.”
“Efendim, lütfen,” diyor çoban.
İmzalıyorum kağıdı. Çoban koyunların ipini elime tutuşturup köşeye seğirtiyor hemen. Elindeki değneği sırtlarına indire indire, bağrışan, inleyen körleri sürüp götürüyor kahvenin dışına ve ne mekanın sahibi ne de garsonlar bir şey diyor buna. Yerlerimize oturuyoruz gözümüz hâlâ kapıda. Önümüz arkamız, sağımız solumuz melemelerle doluyor. O sırada başka bir ses de karışıyor aralarına. Çıngır çıngır çıngır, diye iniyor koyunlar bilgisayarıma.
“Aaa, geldi lan koyunlar,” diyorum.
“Aaa, harbiden lan,” diyor Dr Sayko. “Kağıdı imzalamanı bekledi demek asobrain.”
“Çok organize bir şaka bu. Büyük oynuyorlar doktor. Kesin büyük bir kanalda yayınlanacak.”
“Kamera yokken ne varmış?” diyor Dr Sayko. “Gölge oyunu şakası mı yapıyorlarmış?”
“Kamera şakası yapanlara kamera şakası yapan bir ekip kurmak lazım,” diyorum. “Kumpasa aldıkları adamların hepsinin kalpten gittiğini düşünsene bir bir.”
“Ben şeyi anlamıyorum,” diyor Sayko. “Bir tip şaka yapılırken delirip etraftaki herkesi vuruyor mesela. Şakayı yapanlar değil midir suçlu? Onlar adama ilişmese, o kafede oturup güzel güzel kahvesini içecek ama bu yavşaklar gelip çomağı sokuyorlar. Yanlış mıyım?”
Melemeye devam ediyor koyunlar biz konuşurken. Bir tanesi tos vuruyor sandalyeme. Garson da o anda bitiyor tepemizde. “Abicim, müşteriler rahatsız oluyor, koyunlarınızı alıp…”
“Bizim koyunlarımız değil onlar,” diyor Dr Sayko. “Şaka yapıldı muhtemelen.”
“Neyse ne,” diyor garson. “Dışarıya çıkartırsanız çok seviniriz. Lütfen.”
“Kardeşim, biz niye çıkarıyoruz,” diyorum ben de. “Bir herif geldi, koyunları yanımıza bıraktı diye onlardan mesul değiliz ki! Siz çıkarın. İşimiz gücümüz var bizim.”
“Beyefendi, kağıdı imzaladığınızı gördük,” diyor garson efendiliğini bozmadan. “Lütfen dışarı çıkaralım onları. Otlağa salın, yine gelin buraya.”
“Ne otlağı bilader, kafayı mı yedin sen,” diyor Dr Sayko. “Taksim’de otlak ne arasın?”
“Götürün mutfağa pişirin işte,” diyorum ben aksi. “Hem siz kazançlı çıkın hem biz.”
Kafenin sahibi de geliyor kırıtarak. “Beyler, anlayışlı olacağınızı umuyoruz,” diyor hoş bir gülüşle. “Buraya köpek bile almıyoruz. Değiş tokuşlar dışarıda yapılıyor.”
“Bunların hepsi delirmiş abicim,” diyor Dr Sayko. “Hadi çıkalım.”
“Ne yani,” diyorum şüphe içinde. “Kamera şakasını sürdürmelerine izin mi vericez?”
“Kamera mı?” diyerek hayretle duvarlara bakıyor kafenin sahibi ve garson.
“Artistik yapmayın be!” diye bağırıyorum elimin tersini sallayarak. “Siz de bu işin içindesiniz, enayi mi sandınız bizi!”
“Boşver abicim. Ne olcaksa olsun,” diyor Dr Sayko. “Hadi gel.”
“Yine bekleriz efendim, bu seferlik de böyle olsun, siz de biraz anlayış gösterin,” diyor kafenin sahibi kendini hafif toplayarak. “Celal, yardım et yavrum abilere.”
Koyunlar çevremizi sarıyor. Sanki bizi tanıyorlar.
“Püürs,” diyor Dr Sayko, laptopunu çantasına tıkıştırmaya çalışırken. “Hay anasını, çekilsenize len.”
“Ben de bu koyunların hepsini pişirtmezsem bugün,” diyorum ben de üstümü başımı giyinirken. “Nasıl olsa kağıt imzaladılar. Al babayı geri alırlar.” Bir tekme patlatıyorum kıçımı tosup duran benekliye. “Siktir git lan eşşeoğlueşşek!” Kafasını eğiyor hemen.
“Hadi abicim hadi,” diyor Dr Sayko iplerini eline dolayıp ilerlerken. Bana tos atamadan yürümek zorunda kalıyor yavşak koç.
Hep beraber, gülüşüp duran kafe sakinlerinin alaycı bakışları eşliğinde dışarı çıkıyoruz. Beş adım anca atıp duruyor ve dumur olmuş bir şekilde çevremize bakıyoruz. Güneş ufka doğru alçalırken ve bir rüzgar sararmış otları denize doğru yatırırken bir yamaçta durmuş, karaya hıncı varmışçasına kabarmış dalga dalga gelen denize bakıyoruz.
“Nerdeyiz lan?” diye korkuyla bağırıp arkasına dönüyor Dr Sayko ve bir çığlık daha patlatıyor. Ben de aynısını yapıyorum, kafamı çevirip kafenin ortadan yokolduğunu görünce. Bir şey diyemiyor, aval aval izliyorum Dr Sayko’nun delirmiş gibi yamaçtan aşağı koşuşunu. Koyunlar neşeyle çevreye dağılıp otlamaya girişiyorlar. Belki tekrar görünür diye bir süre kafenin durması gerektiği yeri kestikten sonra ben de iniyorum Sayko’nun yanına. Yar aşağıdaki kayalara doğru dimdik iniyor. Temiz hava ciğerlerime doldukça bayılacak gibi oluyorum. Saçlarımız uçuşurken birbirimize bakıyoruz sonunda.
“Bu da mı şaka acaba?” diyor Dr Sayko söylediğine kendisi de inanmazken.
Şaaak, diye bir tokat atıyorum ona. Bir an sallanıp gözlerini kırpıştırıyor. “Niye vurdun be?” diyor ardından.
“Rüya mı diye şeyettim,” diyorum ve o da bana vuracakken geriye kaçıyorum. “Ne var oğlum!”
“Rüya testi çimdikleyerek yapılır,” diyor büyük bir öfkeyle.
“Tamam oğlum,” diye sallıyorum başımı. “Şaşırmışım, büyütme.”
Dönüp yine denize bakıyor. Konuşacak gibi oluyor ama sıkıntılı bir yutkunmayla içine atıyor kafasındakileri.
“Naapıcaz şimdi ya!” diyorum sıkıntıyla.
O an bana dönüyor Dr Sayko birden. Gözlerindeki delice ışıltıya anlam vermeye çalışırken konuşuyor: “Anlamıyor musun abicim,” diyor şevkle. “Tanrı sonunda istediğimizi verdi işte. Büyük bir armağan bu.”
“Nasıl yani?”
“Nasıl mı? Şaka ediyor olmalısın abicim. Asos masos diye konuşup duruyorduk, işte, al sana Asos!” Koşturup dört bir yanımızı çevreleyen otlakları işaret ediyor kolunu savurarak. “Altımızda deniz, yukarımızda çayırlar. Her yan taş. Kulemizi de yaparız. Koyunlarımız da var artık. Bundan büyük armağan mı olur? Tanrı, yeni bir yaşam kurmamız için gönderdi bizi buraya.”
Dudaklarım büzüşüyor. Kalbim bir garip atıyor.
O çılgın bir mucit gibi bir oraya bir buraya atıyor kendini ve eliyle her seferinde bir başka yeri işaret ediyor: “İşte, şuraya da ahırı koyduk mu… Evet. Bak. Evi şu yükseltiye çıkıcaz, en güzeli bu. Şu arka tarafı da ekip biçtik mi, ohooo…”
Yaşlar gözlerimden oluk oluk iniyor aşağıya. Üstüme çullanan duygu seliyle başedemiyorum. “Öyle mi diyorsun gerçekten,” lafları zar zor çıkıyor ağzımdan.
“Öyle tabi!” diye bağırıyor Dr Sayko.
Durup göğsümüz körük gibi inip çıkarken ve huşu içinde ufka kilitlenmişken soruyorum: “Torpido Kafa’yla karım noolacak?”
“Söyledi ya çoban,” diyor kendinden emin. “Kapılar açılıyormuş. O zaman alırız onları. Gamlı’yla Hulk’u da… Biz girmeyiz içeri ama. Bir not göndeririz olur biter. Bi de bu cennetten olmayalım sonra. Yanlış mıyım abicim?”
Otlayan koyunlara bakarken kafamı sallıyorum düşünceli. “Sonunda be,” diyorum. “En sonunda bizi de gördü Tanrı.” O sırada gözüm çeliniyor. Kımıldayan bir şeyler var aşağı tarafta. Başımı hızla çevirip bakıyorum ve birilerinin ileride, deniz kıyısında bize doğru koşturduğunu farkediyorum.
“Birileri var orada,” diyorum ne olduğunu anlamaya çalışırken.
“Köy falan da var demek yakında,” diyor Dr Sayko, az önce söylediklerini destekleyen bir şeyler bulmanın keyfiyle. “Ohoo. Hayat çok kolay o zaman burda be. Ha ha ha.”
“En az on kişiler, anırırcasına bağırıyorlar koştururken,” diyorum keşfettiğim her detayı paylaşarak. “Ellerinde kılıçlar da var. Bizi işaret ediyorlar gibi geldi bana…”
“Üstlerindeki kıyafetler de bir garip,” diyor Dr Sayko. “Savaşçı gibi. Film falan çekiliyor galiba bir yerlerde.”
“Eski çağlarda, savaşçı giysilerinin tanıtımı için defile yapılıyor muydu acaba?” diye soruyorum.
Herifler korkutucu çığlıklar atarak bayırı tırmanıyorlar. Koyunlar tırsıp yavaştan uzaklaşıyor bölgeden.
“İnsanlar birilerini korkutmak için niye bağırırlar ki?” diyor Dr Sayko. “Yanlarında kırmızı bir şey taşıyıp, kızdıklarında sallasalar, boğazlarına da zarar vermemiş olurlardı.”
“Kaçsak mı acaba?” diyorum hafif kuşkulu.
“Bilmem ki?” diyor Dr Sayko.
Adamlar bayırın yukarısına tırmanıp böğürerek bize baktıklarında, zaten farketmeden yirmi otuz metre gerilediğimizi anlıyoruz ve o korkunç yüzleri görünce de artık düşünecek bir şey kalmıyor. Topuklarımız kıçımıza vurarak koşturmaya başlıyoruz.
“Kafe ne taraftaydı be?” diye soruyor Dr Sayko.
“Iııh ııh, ıhı,” diye ilerlemeye gayret ederken cevap vermeye çalışıyorum. “Ne bileyim oğlum.”
“Kamera şakası devam ediyor herhalde,” diyor o. “Anlamalıydık.”
“Evet, çok büyük organizasyon bu.”
“Hay sikiyim, kesildim.”
“Sigara içmenin zararları,” demeye çalışıyor ama nefesim kesildiği için beceremiyorum.
Ayaklarıma bir şeylerin dolandığını hissediyor ve yeri boyluyorum o anda. Ellerimi koysam da kütürk diye koyuyor kafam çimen kaplı toprağa. “Aaah,” diye bağırıp yuvarlanırken Dr Sayko’nun da mal gibi düştüğünü görüyorum. Üç toplu ip canımıza okuyan. Heriflerin bizi çevrelemesi uzun sürmüyor. İki metreye yakın vücutları bir hayli kıllı. Pazuları mütevazi kum torbalarını andırıyor. Dişleri sivri. İğrenç bir şekilde gülüyorlar.
“Ağbicim, tamam, yeter artık, bu ne biçim kamera şakası. Kalpten gidersek ne olacak?” diye bağrınıyor Dr Sayko.
Ben sadece ağlıyorum sinirden. Aralarından bir tanesi bir tekme atıyor kafama ve aklım şaşıp gülüyorum bu sefer.
Kaşlarından kolaylıkla yün kazak örülecek bir tanesi Dr Sayko’yu boynundan kavrayıp bir kedi yavrusu gibi havaya kaldırıyor. Elinde yükseliyor bir balta.
Fosur posur foşş, diye sesler geliyor vücutlarımızdan. Alttan üstten dolduruyoruz ama burunlarını bile kapatmaya tenezzül etmiyor zebaniler.
Balta ulaşabileceği en yüksek noktaya varıp parlıyor.
"Ağbiler, bokunuzu yiyim yaa. Naaptık biz size?” diyor Dr Sayko kamera şakası varsayımından sonunda vazgeçerek.
“Yaa yaaa, nooluyo yaaa,” diye salya sümük heriflere bakınıyorum ben.
Ve o sırada bir ses havayı kaplayıp sanki zamanı durduruveriyor.
“Siktirin gidin lan şurdan, hooşt, Allahsız herifler siziii!”
Adam bırakınca Dr Sayko göt üstü oturuyor yere ve ikimiz de köprüaltı çocuklarının şişmiş gözleriyle sesin kimden çıktığını anlamaya çalışıyoruz.
“Uleeen! Kime diyom, ananızı avradınızı sikecem şimdi haa, yürüyün laaan!”
Cemal bu! Garson Cemal! Gülmeye çalışıyorum. Çamura bulanmış yüzümde, dişlerim aradan fırlıyor mu bilmiyorum.
“Garson!” diyor Dr Sayko sayıklar gibi.
Cemal de yıldırım gibi iniyor bu arada bayırdan aşağı. Elinde bir değnek var. Tekme tokat, değnek, tükürük, Allah ne verdiyse girişerek dalıyor vahşilerin arasına ve onlar daha önceden de bu yağız delikanlıyı tanıdıklarını çığlıklarıyla belli ederek kaçmaya girişiyorlar. İki dakika geçmeden hepsi bayırdan aşağı inip toz oluyor. Cemal geri dönüp tepemizde duruyor.
“Ağbiler, atkıyı unutmuşsunuz da ondan geldim. Bu herifler rahatsız etti sizi galiba,” diyor içler acısı halimizi görmezden gelircesine. “Yeni peydahlandılar Catan’da. Eskiden sessiz sakin bir yerdi burası.”
Bakıyoruz ikimiz de.
“Bu atkı bizim değil,” diyor Dr Sayko.
Kafamı sallıyorum evet anlamında. “Hı hı, bizim değil atkı.”
Cemal’in arkasından tıpış tıpış yürüyüp kafeye geri dönerken çoban on köstebeği sürerek gelip önümüzde duruyor. “Alıcıları bulamadım. Gittiler galiba. Yarına kadar kafede bekleseler olur mu bunlar Cemalim?” diye soruyor garsona.
“Naapalım, gelsinler madem,” diyor Cemal. Sonra havaya bakıyor. “Kapılar kapanacak az sonra,” diyor yüzünü buruşturarak.
İçeri giriyoruz hep beraber. Köstebekler körlere dönüşürken biz de lavabonun yolunu tutuyoruz üstümüzü başımızı temizlemek üzere…
Nasıl yapacaksak!
18 Şubat 2009 Çarşamba
Bakış Açısı - Eduardo Galeano
San Francisco'da bir duvar yazısı: "Oylar bir şeyi değiştirseydi, yasadışı olurdu."
Rio de Janeiro'da bir başka duvar, bir başka yazı: "Erkekler doğursaydı kürtaj yasal olurdu."
Ormanda en güçsüzü yeme alışkanlığına şehir kanunu mu diyorlar?
Hastalıklı bir halkın bakış açısına göre sağlıklı para ne anlama gelir?
Silah satışı ekonomi için iyi haber. Öldürdükleri için de öyle mi?
Yakın bir zaman kadar Atina demokrasisini inceleyen tarihçiler laf arasında değinmenin dışında kadınlardan ve kölelerden asla bahsetmezlerdi. Köleler Yunan nüfusunun çoğunluğunu kadınlarasa yarısını oluşturuyordu. Atina demokrasisi kadınların ve kölelerin bakış açısından nasıl görünüyordu acaba?
ABD Bağımsızlık Beyannamesi 1776'da "bütün insanların eşit doğduğunu" ilan etti. Siyah kölelerin, köleliklerini sürdüren bu beyanname yarım milyon kölenin bakış açısına göre ne anlama geliyordu? Ya hiçbir hakları olmadan yaşamaya devam eden kadınlar, kimle eşit doğuyorlardı?
ABD'nin bakış açısına göre, Vietnam'da ölen askerlerinin adlarının Washington'da devasa bir mermer duvarın üzerine kazınması adildi. ABD işgalinin öldürdüğü Vietnamlıların bakış açısına göre orada altmış duvar eksik.
Rio de Janeiro'da bir başka duvar, bir başka yazı: "Erkekler doğursaydı kürtaj yasal olurdu."
Ormanda en güçsüzü yeme alışkanlığına şehir kanunu mu diyorlar?
Hastalıklı bir halkın bakış açısına göre sağlıklı para ne anlama gelir?
Silah satışı ekonomi için iyi haber. Öldürdükleri için de öyle mi?
Yakın bir zaman kadar Atina demokrasisini inceleyen tarihçiler laf arasında değinmenin dışında kadınlardan ve kölelerden asla bahsetmezlerdi. Köleler Yunan nüfusunun çoğunluğunu kadınlarasa yarısını oluşturuyordu. Atina demokrasisi kadınların ve kölelerin bakış açısından nasıl görünüyordu acaba?
ABD Bağımsızlık Beyannamesi 1776'da "bütün insanların eşit doğduğunu" ilan etti. Siyah kölelerin, köleliklerini sürdüren bu beyanname yarım milyon kölenin bakış açısına göre ne anlama geliyordu? Ya hiçbir hakları olmadan yaşamaya devam eden kadınlar, kimle eşit doğuyorlardı?
ABD'nin bakış açısına göre, Vietnam'da ölen askerlerinin adlarının Washington'da devasa bir mermer duvarın üzerine kazınması adildi. ABD işgalinin öldürdüğü Vietnamlıların bakış açısına göre orada altmış duvar eksik.
Çocukluk Hakları - Eduardo Galeano
Çocukların çocuk olma hakları her geçen gün daha fazla reddediliyor. Dünya zengin çocuklara para muamelesi yapıyor, paranın davrandığı gibi davranmayı öğrensinler diye. Dünya yoksul çocuklara çöp muamelesi yapıyor, çöpe dönüşsünler diye. Orta sınıftakileri, ne zengin ne de yoksul olanları televizyona bağlıyor; vakit henüz erkenken tutsak hayatını kader olarak bellesinler diye. Çocuk olmayı başaran çocuklar çok şanslı, çok büyülüler...
13 Şubat 2009 Cuma
Yalnızlıkla Nasıl Başa Çıkılır? - Wilco
Yalnızlıkla nasıl başa çıkılır?
Hep yüzün gülsün bir kere
Beyhude fırçala dişlerini
Yalanlarla törpüle
Ve kötü giden şeyler
Bırakmaz hiç peşini
İşte böyle başa çıkılır yalnızlıkla
Gül her şakaya
Sürüklen yorganınla sağa sola
Doldur göğsünü dumanla
Ve istediğin ilk şey
İhtiyacın olan son şey olacak
Böyle başa çıkarsın onunla
Hep yüzün gülsün yeter ki
Hep yüzün gülsün bir kere
Beyhude fırçala dişlerini
Yalanlarla törpüle
Ve kötü giden şeyler
Bırakmaz hiç peşini
İşte böyle başa çıkılır yalnızlıkla
Gül her şakaya
Sürüklen yorganınla sağa sola
Doldur göğsünü dumanla
Ve istediğin ilk şey
İhtiyacın olan son şey olacak
Böyle başa çıkarsın onunla
Hep yüzün gülsün yeter ki
Yönsüzlük - Doğan Kuban
Kentlileşememiş insan bilgi değil iktidar istiyordu, temsilcileri iktidardadır. İktidar onları fakirlikten kurtarmamıştır. Yeni kentlinin tarih bilinci ne ulusalı ne de evrenseli arayacak niteliktedir. Toplumsal kaygısı kendi geleceği ile ilgilidir. Geçmişi unutmuştur. Geleceğe uzun vadeli bir perspektif içinde bakamaz.
Bu ortamda bütün bilimler, sanatlar, üretimler, bugünü kurtarabilecek geçici kurumsallaşmalar içinde, iktidar oyununun sahanleri olarak vardır. Üniversite kurulur. Üniversite olması tabelasında kalabilir. Araştırma enstitüsü kurulur. Fakat araştırma yapacak bütçesi olmaz. Öğretim vardır. Hocası ve kitabı bir türlü yeterli olamaz. Sayı arttıkça her şey reklam levhasına dönüşür. Eğitim çoktan oya kurban olduğu için, kırsal insanın oyunu sağlayacağı düşünülen ortaçağ zihniyeti, çağdaş eğitim yoğunluğuna ulaşmıştır.
İstatistik bir oyundur. Kent bir programsız agglomera’dır. Kente üşüşen toprak yağması isterisi, belediye, plan, imar, tarihi çevre, doğal çevre, sağlıklı çevre kavramlarının içini boşaltmıştır. Çağdaş Türkiye’nin bütün hastlıkları, kırda değil, kent adı verilmekte devam edilen kaotik oluşumlarda, fakat çağdaşa ulaşamamış kırsal kültür temsilcileri tarafından sergilenmektedir. Bu temsilciler ne köylüden ne de sadece köyden gelenlerdir. Batı’nın 21. yüzyıl sömürgecilik vizyonunun bilinçsiz temsilcileridir.
Bunlar ne köylü ne kentli. Sorun da bu yönsüzlüktedir…
Bu ortamda bütün bilimler, sanatlar, üretimler, bugünü kurtarabilecek geçici kurumsallaşmalar içinde, iktidar oyununun sahanleri olarak vardır. Üniversite kurulur. Üniversite olması tabelasında kalabilir. Araştırma enstitüsü kurulur. Fakat araştırma yapacak bütçesi olmaz. Öğretim vardır. Hocası ve kitabı bir türlü yeterli olamaz. Sayı arttıkça her şey reklam levhasına dönüşür. Eğitim çoktan oya kurban olduğu için, kırsal insanın oyunu sağlayacağı düşünülen ortaçağ zihniyeti, çağdaş eğitim yoğunluğuna ulaşmıştır.
İstatistik bir oyundur. Kent bir programsız agglomera’dır. Kente üşüşen toprak yağması isterisi, belediye, plan, imar, tarihi çevre, doğal çevre, sağlıklı çevre kavramlarının içini boşaltmıştır. Çağdaş Türkiye’nin bütün hastlıkları, kırda değil, kent adı verilmekte devam edilen kaotik oluşumlarda, fakat çağdaşa ulaşamamış kırsal kültür temsilcileri tarafından sergilenmektedir. Bu temsilciler ne köylüden ne de sadece köyden gelenlerdir. Batı’nın 21. yüzyıl sömürgecilik vizyonunun bilinçsiz temsilcileridir.
Bunlar ne köylü ne kentli. Sorun da bu yönsüzlüktedir…
12 Şubat 2009 Perşembe
Nasip
Alır herkes nasibini kendi deryası kadar.
Eğer senin tasın küçük ise deryanın günahı ne?
Nur Yoldaş
(Erçin arkadaşım sağolsun)
Eğer senin tasın küçük ise deryanın günahı ne?
Nur Yoldaş
(Erçin arkadaşım sağolsun)
7 Şubat 2009 Cumartesi
Yemin Billah: Sapık
Bir arkadaşımın annesinin başına gelmiş bu olay. Kadını devamlı arayan bir telefon sapığı varmış. İllallah gelen kadın, telefonuna bir alet taktırıp karşıdaki numarayı tespit ettirmek için gerekli hazırlıkları yapmış. O gün yine kendisini aramış sapık. Ihlayıp uhlarken, kadın da küfür ediyor, onu bu sefer yakalatacağını söylüyormuş ki, adamın inlemelerinin garip bir hal aldığını farketmiş. Bir de şöyle bir ses çıkıyormuş artık kısık kısık: “Yardım edin, yardım edin!” Kadın hem polisi hem hastaneyi aramış ve numarasından adresini tespit edip kalp krizi geçiren adamı son anda acil servise yetiştirerek kurtarmayı başarmışlar.
5 Şubat 2009 Perşembe
Yeni HarkTular
Kitap 2 HarkTu 316
Uzay zamanıyla düşündüğümde
gerici diyorlar ya
en çok da buna gülüyorum
Kitap 2 HarkTu 317
Delirmeden hemen önce
süper bir şey bulmuştum
Unuttum
Kitap 2 HarkTu 318
Yalanla gerçek aynı şey
Götsen gerçek
Dürüstsen yalan
Kitap 2 HarkTu 319
Dilek tutun
Bir işsiz daha kaydı
Kitap 2 HarkTu 320
İnsan su damlalarıyla değil
Gözyaşlarıyla delirir
Kitap 2 HarkTu 321
Siz benle alay ettikçe
Tüketim nesnesine dönüşüyorum
Dikkatli olun
(Arci'ye özel sipariş)
Uzay zamanıyla düşündüğümde
gerici diyorlar ya
en çok da buna gülüyorum
Kitap 2 HarkTu 317
Delirmeden hemen önce
süper bir şey bulmuştum
Unuttum
Kitap 2 HarkTu 318
Yalanla gerçek aynı şey
Götsen gerçek
Dürüstsen yalan
Kitap 2 HarkTu 319
Dilek tutun
Bir işsiz daha kaydı
Kitap 2 HarkTu 320
İnsan su damlalarıyla değil
Gözyaşlarıyla delirir
Kitap 2 HarkTu 321
Siz benle alay ettikçe
Tüketim nesnesine dönüşüyorum
Dikkatli olun
(Arci'ye özel sipariş)
2 Şubat 2009 Pazartesi
BUGÜN
10.20
İçeri girdim, dışarı çıktım, yine içeri girdim ve gördüm ki dışardayım.
12.11
Karaköy’e doğru ilerlerken bulutlar kafama düştü, depresyona girdim.
12.12
Cepten tanrıyı aradım, meşgule aldı.
13.20
Dünya Yazarlar Birliği’nden bana, sümüklü böcek sıvısını mürekkep olarak kullanan ve normal olarak sayfa yakılmadan görülemeyen bir kalem hediye edilmiş. Postacıdan teslim aldım ve ilk yazımı okulda, bir sümüklüböceğin arkasından sürünerek yazdım.
13.50
Canım bir ilaca başlamak istedi. Eczacı başlı başına bir ilaç olduğuma, alındığım takdirde başağrısına iyi geleceğime beni inandırdı. Günde beş dakika aynayı yalama kararı aldım.
14.67
Saatin sınırları dışına çıkınca hiçbir şey olmadığını, sadece tekrarların oynatıldığını gördüm. Normal zamana geri döndüm.
15.00
Elvis Presley ile aynı istasyonda treni beklerken içimden Wearin’ That Loved On Look’ söyledim. O gelen trene binmedi. Sadece beklemek istediğini anladım. Başka bir şey değil.
16.00
Okulun birinde İstiklal Marşı çalınmaya başlayınca, civardaki yurttaşlar, utanç içinde, elleriyle yüzlerini kapatarak kaçıştılar.
16.37
Deniz kenarında oturmuş, romantik romantik ufka bakıp çayımı içerken, orada, kesişim yerinde bir leke keşfettim. Temizlikçinin biraz daha dikkatli olması gerek.
17.13
Deja vu oldum. Deja vu oluşumun da bir deja vu olduğunu hissedince çok fena oldum. En pisi de deja vu’nün sonunu bilmek.
17.57
Ayağım takıldı, düştüm ve kaldırım beni geri ittirdi. Tam da İtalyan yokuşunda. On kere denedim, her seferinde itti beni. İlginç. Reenkarnasyon mu acaba?
18.36
İçimden AKP’ye salladığımda dinsel bir huzura ulaştığımı keşfettim. Yine aradım tanrıyı. Meşgule aldı.
19.15
Benim filmimi oynatan bir sinemaya daldım. Öylesine güldüm ki. Harikaydı. Mutlu sonu izlerken bol bol alkışladım. Işıklar yanınca tek başıma olduğumu görüp bir garip oldum.
21.43
Yeni açtığım word dosyasına bol bol virgül koydum. Nasıl olsa doldururum aralarını.
21.52
Bir tartışma programı açıldı televizyonda. Dünyanın yavaşça battığını hissettim. Zaplayıp kurtardım... Ama sadece evdekileri.
23.13
Önüme konan çayı yudumlarken birden havalandım. Tam yirmi santim. Koşturup altıma yastık koydu karım. Teşekkür ettim.
23.42
Dördüncü çaydan sonra baktım, yastık, Boray, oyuncaklar ve televizyon kafamın üstünde duruyor. Karım koşturup beni altlarından çekiverdi. Havada duran bilumum şeye bakıp karıma bir kez daha teşekkür ettim.
23.59
Kendimi diğer güne geçirebilmek için rokete bindim ve ateşleme mekanizmasını çalıştırdım. Bir anda oldu. Çok heyecanlıydı. Roketten indiğimde her şey aynı gözükse de farklı olduğunu biliyordum. Başka bir günde başka bir insan. Başka bir insanda başka bir yalan. Başka bir yalanda bambaşka bir hayat.
Ne güzel!
İçeri girdim, dışarı çıktım, yine içeri girdim ve gördüm ki dışardayım.
12.11
Karaköy’e doğru ilerlerken bulutlar kafama düştü, depresyona girdim.
12.12
Cepten tanrıyı aradım, meşgule aldı.
13.20
Dünya Yazarlar Birliği’nden bana, sümüklü böcek sıvısını mürekkep olarak kullanan ve normal olarak sayfa yakılmadan görülemeyen bir kalem hediye edilmiş. Postacıdan teslim aldım ve ilk yazımı okulda, bir sümüklüböceğin arkasından sürünerek yazdım.
13.50
Canım bir ilaca başlamak istedi. Eczacı başlı başına bir ilaç olduğuma, alındığım takdirde başağrısına iyi geleceğime beni inandırdı. Günde beş dakika aynayı yalama kararı aldım.
14.67
Saatin sınırları dışına çıkınca hiçbir şey olmadığını, sadece tekrarların oynatıldığını gördüm. Normal zamana geri döndüm.
15.00
Elvis Presley ile aynı istasyonda treni beklerken içimden Wearin’ That Loved On Look’ söyledim. O gelen trene binmedi. Sadece beklemek istediğini anladım. Başka bir şey değil.
16.00
Okulun birinde İstiklal Marşı çalınmaya başlayınca, civardaki yurttaşlar, utanç içinde, elleriyle yüzlerini kapatarak kaçıştılar.
16.37
Deniz kenarında oturmuş, romantik romantik ufka bakıp çayımı içerken, orada, kesişim yerinde bir leke keşfettim. Temizlikçinin biraz daha dikkatli olması gerek.
17.13
Deja vu oldum. Deja vu oluşumun da bir deja vu olduğunu hissedince çok fena oldum. En pisi de deja vu’nün sonunu bilmek.
17.57
Ayağım takıldı, düştüm ve kaldırım beni geri ittirdi. Tam da İtalyan yokuşunda. On kere denedim, her seferinde itti beni. İlginç. Reenkarnasyon mu acaba?
18.36
İçimden AKP’ye salladığımda dinsel bir huzura ulaştığımı keşfettim. Yine aradım tanrıyı. Meşgule aldı.
19.15
Benim filmimi oynatan bir sinemaya daldım. Öylesine güldüm ki. Harikaydı. Mutlu sonu izlerken bol bol alkışladım. Işıklar yanınca tek başıma olduğumu görüp bir garip oldum.
21.43
Yeni açtığım word dosyasına bol bol virgül koydum. Nasıl olsa doldururum aralarını.
21.52
Bir tartışma programı açıldı televizyonda. Dünyanın yavaşça battığını hissettim. Zaplayıp kurtardım... Ama sadece evdekileri.
23.13
Önüme konan çayı yudumlarken birden havalandım. Tam yirmi santim. Koşturup altıma yastık koydu karım. Teşekkür ettim.
23.42
Dördüncü çaydan sonra baktım, yastık, Boray, oyuncaklar ve televizyon kafamın üstünde duruyor. Karım koşturup beni altlarından çekiverdi. Havada duran bilumum şeye bakıp karıma bir kez daha teşekkür ettim.
23.59
Kendimi diğer güne geçirebilmek için rokete bindim ve ateşleme mekanizmasını çalıştırdım. Bir anda oldu. Çok heyecanlıydı. Roketten indiğimde her şey aynı gözükse de farklı olduğunu biliyordum. Başka bir günde başka bir insan. Başka bir insanda başka bir yalan. Başka bir yalanda bambaşka bir hayat.
Ne güzel!
FossurGama Sunar: Ulan!
Deli gibi anırıyordu zavallı. Taş çatlasa on dokuz yaşındaydı daha. Damarları yüzüne yürümüş, acıdan her yanı kasılmıştı. Başına çökmüş kel herif, saçından yakalayarak çırpınmasını engellerken bir diğeri, fırça saçlı, kalın kaşlı, yaşlı bir tip, copu götüne kaydırmış kanırtıyor, bir yandan da ağza alınmadık küfürleri sıralıyordu. O esnada birden durdu. Copu şlop, diye çıkarıp mosmor olan suratıyla ayağa dikildi yavaşça. Karşısında tere batmış, gözleri yarı kapanmış delikanlıya dikkatle bakarak “Ulan, sen benim oğlumsun lan!” dedi.
Götünde yan yana duran iki beni daha yeni görmüştü!
Götünde yan yana duran iki beni daha yeni görmüştü!
FossurGama Sunar: Tiyatro
Shakespeare’in Macbeth’ini oynayan bir özel tiyatro! Hem de Üsküdar'da!
Duyduğu şaşkınlığın itici gücüyle bileti alıp içeri dalan Murat Ak, hayal kırıklığına batmış buruşuk suratıyla oyunu izliyordu. Tam da tahmin ettiği gibiydi her şey. Malca bir amatörlük paçalarından akıyordu oyuncuların. O bir yana, içeriye doluşan güruh da bir garipti. Aralarında fısıldaşıp duruyorlar, ikide bir dışarı çıkıp çıkıp tekrar dönüyorlardı yerlerine. Sadece bunlar mı? Daha da bir sürü dangalaklık. Bu ne cüretti ama. Tiyatro mezunu oldukları bile tartışılacak bir sürü salağın Shakespeare oynamaya soyunması. İnanılacak gibi değil!
Bunları düşünüp, oradan bir an önce kaçmamak için kendini zorlarken birden bir şeyler değişiverdi.
Önce zil çaldı dışarıda. Hafifçe. Ardından da telaş geldi. İçeriye bir sürü insan doluştu. Işıkların seviyesi azaldı.
Ve oyuncular bir çırpıda soyunup, birbirlerine yumuldular şapır şupur.
!!!
Şimdi anlamıştı olan biteni. Tiyatro oyununda araya parça alıyordu herifler!
Duyduğu şaşkınlığın itici gücüyle bileti alıp içeri dalan Murat Ak, hayal kırıklığına batmış buruşuk suratıyla oyunu izliyordu. Tam da tahmin ettiği gibiydi her şey. Malca bir amatörlük paçalarından akıyordu oyuncuların. O bir yana, içeriye doluşan güruh da bir garipti. Aralarında fısıldaşıp duruyorlar, ikide bir dışarı çıkıp çıkıp tekrar dönüyorlardı yerlerine. Sadece bunlar mı? Daha da bir sürü dangalaklık. Bu ne cüretti ama. Tiyatro mezunu oldukları bile tartışılacak bir sürü salağın Shakespeare oynamaya soyunması. İnanılacak gibi değil!
Bunları düşünüp, oradan bir an önce kaçmamak için kendini zorlarken birden bir şeyler değişiverdi.
Önce zil çaldı dışarıda. Hafifçe. Ardından da telaş geldi. İçeriye bir sürü insan doluştu. Işıkların seviyesi azaldı.
Ve oyuncular bir çırpıda soyunup, birbirlerine yumuldular şapır şupur.
!!!
Şimdi anlamıştı olan biteni. Tiyatro oyununda araya parça alıyordu herifler!
Simitin Gücü Adına
İzmir'den İstanbul'a dönerken hep şu arabalı vapurdan simit atılıp da deliren, üşüşen, yaygara koparan, insanın üstüne üstüne gelen martılara bakarım da düşünürüm: Ulan derim, Hitchcock "Kuşlar" filmini çekerken de simit mi kullanmışlardı?
Ha ha haa!
Ha ha haa!
22 Ocak 2009 Perşembe
Fossurgayan Diyaloglar
“Yüzbaşım yüzbaşım, dışarda 300 kişi toplanmış, sizi soruyorlar.”
“O tabur salak, içtimaya çıkmışlar, yıkıl karşımdan!”
“Yılan kafesine düşünce hemen elimdeki suyu içmeye başladım ama yine de ısırdı orospu çocuğu.”
“Oğlum o laflara ne inanıyon sen. Kaçacaktın hemen.”
“Bakar mısın küçük, Konur sokağa nasıl gidebiliriz?”
“41°22′11.89 enlemi ve 36°12′13.47 boylamında amcacım.”
“Biliyor musun Ali. Süper güçlerim olsa karımı dövmeyi bırakırdım. Evet, kesinlikle yapardım bunu.”
“Siktirgit Havayolları’nın bu kadar iş yapması beni hakkaten şaşırtıyor.”
“Hayır! Bu konu kapanmıştır. Ulusalcıya asla kız vermem ben!”
“Doktor bey, bu bizim işimiz değil ki, kafatasının içinde sadece bağırsak var hastanın.”
“Doğru, dahiliyeye gönderelim kendisini de, benim merak ettiğim, götünde ne var bu adamın?”
“Oh Ricardo, babamla uğraşmanı istemediğimi biliyorsun. Katlanamam buna. İkinizin arasında kalamam, anla beni.”
“Ulan nerden düştüm bu pembe diziye. Ricardo mikardo, beynimi yedi karılar be!”
“O tabur salak, içtimaya çıkmışlar, yıkıl karşımdan!”
“Yılan kafesine düşünce hemen elimdeki suyu içmeye başladım ama yine de ısırdı orospu çocuğu.”
“Oğlum o laflara ne inanıyon sen. Kaçacaktın hemen.”
“Bakar mısın küçük, Konur sokağa nasıl gidebiliriz?”
“41°22′11.89 enlemi ve 36°12′13.47 boylamında amcacım.”
“Biliyor musun Ali. Süper güçlerim olsa karımı dövmeyi bırakırdım. Evet, kesinlikle yapardım bunu.”
“Siktirgit Havayolları’nın bu kadar iş yapması beni hakkaten şaşırtıyor.”
“Hayır! Bu konu kapanmıştır. Ulusalcıya asla kız vermem ben!”
“Doktor bey, bu bizim işimiz değil ki, kafatasının içinde sadece bağırsak var hastanın.”
“Doğru, dahiliyeye gönderelim kendisini de, benim merak ettiğim, götünde ne var bu adamın?”
“Oh Ricardo, babamla uğraşmanı istemediğimi biliyorsun. Katlanamam buna. İkinizin arasında kalamam, anla beni.”
“Ulan nerden düştüm bu pembe diziye. Ricardo mikardo, beynimi yedi karılar be!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)