Bugün 91 yaşında olan, 1947-56 arasında resmi olarak örgütlenmiş “Komünist Parti Tarihçileri” grubunda yer alan, Devrim Çağı, İmparatorluk Çağı, Sıradışı İnsan: Direniş, Devrimciler, Aşırılıklar Çağı gibi kitapların yazarı Hobsbawn, küresel saldırıya ve serbest piyasa oyununa şöyle bakıyor:
“Dünya, gün geçtikçe daha fazla, ulusüstü ya da ulusaşırı sorunlar için ulusüstü çözümler arayışında görünmektedir, fakat bu konuda ortada, bırakın onları uygulayan güce sahip olmayı, siyasal karar alma yeteneğine sahip tek bir küresel çaplı otorite de yoktur.
Hobsbawn’a göre, 21. yüzyılın sorunlarını, “onlarla başa çıkmaya hiç uygun düşmeyen bir dizi siyasal mekanizmalarla” karşılamaktayız. Dünyanın görünen bütün sorunu, üretimi artırmada, zenginlik üretmede değil, bu zenginliğin nasıl paylaşılabileceği notkasında düğümlenmektedir. Üretilen servetin ancak küçük bir bölümü nüfusun büyük çoğunluğuna yeniden dağıtılmaktadır. Asıl güçlük budur. Hosbawn, çare olarak “yeniden paylaşımı temin edecek bir kamu otoritesi mutlaka olmalı” derken etik bir gerekçeyi ileri sürüyor: “İnsanlar kapitalizm için yaratılmadı.”
Yeniden paylaşım eşitlik ilkesi içinde çözümlenebilecek bir şeydir ki serbest piyasa bunu hiçbir surette temin edemez. Bu noktada, karıştırılmakta olan iki şeyin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini söylüyor Hobsbawn: “Küreselleşme hiç kuşku yok ki, dönüşü olmayan bir süreçtir.” Ama “küreselleşmeyi temel alan neoliberal, serbest piyasacı ideoloji ya da serbestpiyasa fundamentalizmi için bu söylenemez.”
Dünyaya istikrarsızlık, savaş, doğa felaketleri, eşitsizlik, yoksulluk getiren serbest piyasa fundamentalizmi, geri dönüşü olan bir süreçtir. Serbest piyasa küreselleşmesinin ilerleyişini yavaşlatma potansiyeline sahip bir güçün ise dünyanın çeşitli yerlerinde şu ya da bu şekilde sergilenmekte olan ‘siyasal direnç’te bulunduğuna inanmaktadır. Tüketici yığınına dönüştürülmüş toplumdan, giderek büyüyen yeni orta sınıftan, genç nüfustan, seçimlere katılım oranlarından örnekler vererek dile getirdiği günümüz dünyasının içinde bulunduğu ‘demokrasi krizi’, ‘büyük yurttaş kitlelerinin depolitizasyonu’ bu gücün önünde ciddi tehlikedir, “çünkü böylesi bir durum bu kitlelerin her türlü demokratik politikanın modus operandisinin (bir şeyin işleme, çalışma biçiminin) tamamen dışında kalan mobilizisazyonuna yol açabilir.”
Batının varlıklı ama güvensiz toplumunun ideologları umutsuzluğun ya da şüpheciliğin tohumlarını yaymaktadır. Ne mutlu ki bu eğitim sonuçsuz kalmıştır. “
(Radikal kitapta Hobsbawn’ı ve eserlerini tanıttığı için Göksel Aymaz’a teşekkürlerimi sunarım.)
23 Şubat 2008 Cumartesi
Liberal Nedir?
Bir süreden beri “liberaller” sözcüğü havada uçuşuyor. Ortada parti marti yok. Politikacı da yok. Ne var? Büyük medya gruplarına yan gelmiş köşeciler ya da üniversitelere postu sermiş ‘seçkinciler’ var…
İlhan Selçuk.
İlhan Selçuk.
Tekel Gerçeği
Tekel nasıl çökertildi?
Turgut Özal’ın gerçekleştirdiği 1984 yılındaki mevzuat değişikliği sonrasında, sektör adım adım yabancılaştırıldı. Çokuluslu firmaların rekabetine karşın Tekel, 1993 yılından özelleştirme programına alındığı 2001 yılına kadar pazar payını yüzde 68-70’ler aralığında tuttu. Kriz yılı 2001’de 189 trilyon lira kâr etti. 1994’te yürürlüğe giren toptan satıcılık sistemi, aracılara rant aktaran yapısıyla satışları ve kârlılığı olumsuz etkiledi. Yüksek Denetleme Kurulu’nun 2001 yılında yaptığı tepsite göre Tekel’in sigara makinelerinden yüzde 60’ı ekonomik ömrünü tamamladığı halde, özelleştirme kapsam ve programına alındığı tarihten sonra Tekel’e yatırım yapılmadı. AKP iktidarı döneminde Tekel’in Pazar payının yüzde 61’den yüzde 30.9’a, kârının ise 309 milyon YTL’den 94 milyon YTL’ye düşmesine; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın da karıştığı sert paket makinelerinin alınamaması ile ilgili usulsüzlük ile Unakıtan ve ekibinin belirlediği Özel Tüketim Vergisi politikalarının Tekel ürünlerine karış haksız rekabet yaratması neden oldu.
Özelleştirilirse Ne Olacak?
Tekel özelleştirilirse, çalışanları ile beraber yaklaşık 1.5 milyon kişi daha geçim kaynağından yoksun kalacak. Az gelişmiş bölgelerdeki fabrikalar teknoloji eskiliği nedeniyle derhal kapatılacak. AB ülkeleri tütüncüsünü kilo başına 2.12 Avro ile 4.15 Avro arasında desteklediği için Türkiye şark tipi tütündeki dünya lideri konumunu kaybedecek. İthalatçı konuma gelebilecek. Sigara sektöründe kamunun kontrolü ortadan kalkacak. Araştırmalar, özel firmaların kamu şirketleri yokken daha saldırgan olduğunu gösteriyor. Türkiye’de özel firmalar hâlâ zam yaparken Tekel’i izliyor. Yüzde 10-15’inin kaçak olduğu bilinen sigara pazarında kayıt dışılık artacak. Bunun doğal sonucu olarak da tütün üzerinden alınan vergiler düşecek. Tıpkı sahte rakıdan yaşanan ölümler gibi sahte sigaradan da çok ciddi sağlık problemleri ortaya çıkabilecek.
(Cumhuriyet’te Murat Kışlalı’nın yazısından alınmıştır.)
Turgut Özal’ın gerçekleştirdiği 1984 yılındaki mevzuat değişikliği sonrasında, sektör adım adım yabancılaştırıldı. Çokuluslu firmaların rekabetine karşın Tekel, 1993 yılından özelleştirme programına alındığı 2001 yılına kadar pazar payını yüzde 68-70’ler aralığında tuttu. Kriz yılı 2001’de 189 trilyon lira kâr etti. 1994’te yürürlüğe giren toptan satıcılık sistemi, aracılara rant aktaran yapısıyla satışları ve kârlılığı olumsuz etkiledi. Yüksek Denetleme Kurulu’nun 2001 yılında yaptığı tepsite göre Tekel’in sigara makinelerinden yüzde 60’ı ekonomik ömrünü tamamladığı halde, özelleştirme kapsam ve programına alındığı tarihten sonra Tekel’e yatırım yapılmadı. AKP iktidarı döneminde Tekel’in Pazar payının yüzde 61’den yüzde 30.9’a, kârının ise 309 milyon YTL’den 94 milyon YTL’ye düşmesine; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın da karıştığı sert paket makinelerinin alınamaması ile ilgili usulsüzlük ile Unakıtan ve ekibinin belirlediği Özel Tüketim Vergisi politikalarının Tekel ürünlerine karış haksız rekabet yaratması neden oldu.
Özelleştirilirse Ne Olacak?
Tekel özelleştirilirse, çalışanları ile beraber yaklaşık 1.5 milyon kişi daha geçim kaynağından yoksun kalacak. Az gelişmiş bölgelerdeki fabrikalar teknoloji eskiliği nedeniyle derhal kapatılacak. AB ülkeleri tütüncüsünü kilo başına 2.12 Avro ile 4.15 Avro arasında desteklediği için Türkiye şark tipi tütündeki dünya lideri konumunu kaybedecek. İthalatçı konuma gelebilecek. Sigara sektöründe kamunun kontrolü ortadan kalkacak. Araştırmalar, özel firmaların kamu şirketleri yokken daha saldırgan olduğunu gösteriyor. Türkiye’de özel firmalar hâlâ zam yaparken Tekel’i izliyor. Yüzde 10-15’inin kaçak olduğu bilinen sigara pazarında kayıt dışılık artacak. Bunun doğal sonucu olarak da tütün üzerinden alınan vergiler düşecek. Tıpkı sahte rakıdan yaşanan ölümler gibi sahte sigaradan da çok ciddi sağlık problemleri ortaya çıkabilecek.
(Cumhuriyet’te Murat Kışlalı’nın yazısından alınmıştır.)
20 Şubat 2008 Çarşamba
FossurGama Haberler
Genelevde Kontrol
Kayseri belediyesi genelev girişlerinde santim kontrolü başlattı. Cinsel organları yirmi santimin üzerindekilerden yıpranma vergisi alınırken, on santim altındaki kişilere de indirim yapılacağı pezevenk Kadri Suser tarafından basın toplantısında gazetecilere anlatılıp, uygulamalı olarak da gösterildi. Daha sonrasında haklarından yararlanmak üzere içeri alınan ilgili basın mensupları birbirlerini genelevde çekerek haber yapma, yani madara etme çabasına girince arbede yaşandı.
FGH – Ankara
İntiharın Yeri
İntihara eğilimli insanların, ileride kentlerde görüntü kirliliği yaşatmamaları nedeniyle, devlet imha çiftliklerinde yok edilmesi kanunu sonunda üçte iki oy çoğunluğuyla kabul edildi. Çiftlikler yapılana kadar gerekli işlemler için mezbahaların kullanılması düşünülüyor. Psikiyatristler Derneği başkanı Adil Asil de bu konuda ellerindeki bilgileri devletle paylaşma konusunda bir çekinceleri olmadığını, bu arkadaşların nasıl olsa günün birinde intihar edeceğini, bunun abuk sabuk yerlerde yaşanıp başka insanların psikolojisini bozmasını çok anlamsız bulduklarını ifade etti.
FGH – Ankara
Filler ve Kelebekler
Kelebeklerle fillerin genetik olarak akraba olduğu ve boyları uysa çiftleşebileceği kanıtlandı. Bilim adamlarının bundan sonraki arzusu bu iki türü laboratuar ortamında birleştirerek melez bir tür elde etmek ve kuş avından sıkılan avcılara değişik bir zevk yaşatabilmek.
FGH - Arkansas
O Şimdi Tavşan Başlı Ponpon Terlikli
Ordudan bir modernleşme adımı daha. Erlerimiz bundan böyle postal yerine tavşan başlı, pembe ponpon terlik giyecekler. Genelkurmay adına konuyla ilgili açıklamayı ayağında ayılı ponpon terlikle yapan orgeneral Adnan Pabuç, Yunanistan'ın bu jeste nasıl karşılık vereceğini merak ettiklerini söyledi.
FGH – Ankara
Alaattin Bulundu!
İzmir Hayvanat Bahçesi’nden kaçan Alaattin adındaki orangutan, dört yıl sonra Kayseri’nin Karaayak köyünde yakalandı. Orada Ömer adını alıp evlenen ve köye muhtar olan orangutanı beldelerinden almaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini söyleyen köylüler amuda çıplak oturma eylemi yaptılar.
FGH – Kayseri
Kaçak Et
Bilim dünyasını sarsan gerçek, geçenlerde Fatih’te Subaşı mahallesi sakinlerinin midesinin bozulmasıyla ortaya çıkan sır bir türlü aydınlatılamıyor. Dinazor eti satarken yakalanan kasap İrfan Durmuş’un, etleri nereden bulduğunu açıklamaması dünyadan İstanbul’a akan zoolog ve biyologları çaresiz bırakmakta. Başbakanın bugün İstanbul’a gelerek İrfan Durmuş’la görüşüp, dinazorları nerede yetiştirdiğini açıklaması için ricada bulunacağı, dinazor sayısına göre yakınlarını ortak etmeye çalışacağı kulağımıza ulaşan haberlerden…
FGH – İstanbul
Tablodan Kaçış
Ünlü Jamaica’lı ressam Rembrandt’ın Louvre müzesinde bulunan Gergedanla Çiftleşme tablosundaki bahçıvan tablodan kaçmıştı. Tabloda yırtık olmaması ve sadece bahçıvanın fırça darbelerinin yok olması, onu gördüğünü iddia eden bekçinin savını doğrulamaktaydı. Ve tüm gerçek geride bıraktığı notun ışığında ortaya çıktı. Rembrandt’ın kendisini yanlış tabloya koyduğunu, gergedanla çiftleşen çiroz ve sapık bir herifin yanında niye tarlayı çapaladığını anlayamadığını söyleyen bahçıvan Ayda Domates tablosuna geçtiğini de belirtmekteydi. Ve yan salona koşturan müze yetkilileri bahçıvanın orada mutlu mesut, ağzını türkü söylercesine büzmüş durduğunu, topraktaki domateslerin de karpuz gibi olduğunu gördüler. Restoratörlerin bu işi düzeltip, bahçıvanı tekrardan resmine geri götürüp götüremeycekleri belirsiz.
FGH - Paris
Bilim adamları bir dakika önceye gitmeyi başardı. Arkadan kendisine yaklaşıp şaplak atan gönüllü bilim adamı Edward Puck, olayı izleyenlerin kahkahaları arasında saatine basıp yine geleceğe döndü ve olaya da en fazla şaplak yiyen kendisi güldü, sinirlenmeyi hemen bırakıp. Böylece denek bilim adamı, eşek şakasına hem maruz kalıp hem de yapan ilk adam olarak da tarihe geçti.
FGH - Amsterdam
fossurgama.blogspot.com
Kayseri belediyesi genelev girişlerinde santim kontrolü başlattı. Cinsel organları yirmi santimin üzerindekilerden yıpranma vergisi alınırken, on santim altındaki kişilere de indirim yapılacağı pezevenk Kadri Suser tarafından basın toplantısında gazetecilere anlatılıp, uygulamalı olarak da gösterildi. Daha sonrasında haklarından yararlanmak üzere içeri alınan ilgili basın mensupları birbirlerini genelevde çekerek haber yapma, yani madara etme çabasına girince arbede yaşandı.
FGH – Ankara
İntiharın Yeri
İntihara eğilimli insanların, ileride kentlerde görüntü kirliliği yaşatmamaları nedeniyle, devlet imha çiftliklerinde yok edilmesi kanunu sonunda üçte iki oy çoğunluğuyla kabul edildi. Çiftlikler yapılana kadar gerekli işlemler için mezbahaların kullanılması düşünülüyor. Psikiyatristler Derneği başkanı Adil Asil de bu konuda ellerindeki bilgileri devletle paylaşma konusunda bir çekinceleri olmadığını, bu arkadaşların nasıl olsa günün birinde intihar edeceğini, bunun abuk sabuk yerlerde yaşanıp başka insanların psikolojisini bozmasını çok anlamsız bulduklarını ifade etti.
FGH – Ankara
Filler ve Kelebekler
Kelebeklerle fillerin genetik olarak akraba olduğu ve boyları uysa çiftleşebileceği kanıtlandı. Bilim adamlarının bundan sonraki arzusu bu iki türü laboratuar ortamında birleştirerek melez bir tür elde etmek ve kuş avından sıkılan avcılara değişik bir zevk yaşatabilmek.
FGH - Arkansas
O Şimdi Tavşan Başlı Ponpon Terlikli
Ordudan bir modernleşme adımı daha. Erlerimiz bundan böyle postal yerine tavşan başlı, pembe ponpon terlik giyecekler. Genelkurmay adına konuyla ilgili açıklamayı ayağında ayılı ponpon terlikle yapan orgeneral Adnan Pabuç, Yunanistan'ın bu jeste nasıl karşılık vereceğini merak ettiklerini söyledi.
FGH – Ankara
Alaattin Bulundu!
İzmir Hayvanat Bahçesi’nden kaçan Alaattin adındaki orangutan, dört yıl sonra Kayseri’nin Karaayak köyünde yakalandı. Orada Ömer adını alıp evlenen ve köye muhtar olan orangutanı beldelerinden almaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini söyleyen köylüler amuda çıplak oturma eylemi yaptılar.
FGH – Kayseri
Kaçak Et
Bilim dünyasını sarsan gerçek, geçenlerde Fatih’te Subaşı mahallesi sakinlerinin midesinin bozulmasıyla ortaya çıkan sır bir türlü aydınlatılamıyor. Dinazor eti satarken yakalanan kasap İrfan Durmuş’un, etleri nereden bulduğunu açıklamaması dünyadan İstanbul’a akan zoolog ve biyologları çaresiz bırakmakta. Başbakanın bugün İstanbul’a gelerek İrfan Durmuş’la görüşüp, dinazorları nerede yetiştirdiğini açıklaması için ricada bulunacağı, dinazor sayısına göre yakınlarını ortak etmeye çalışacağı kulağımıza ulaşan haberlerden…
FGH – İstanbul
Tablodan Kaçış
Ünlü Jamaica’lı ressam Rembrandt’ın Louvre müzesinde bulunan Gergedanla Çiftleşme tablosundaki bahçıvan tablodan kaçmıştı. Tabloda yırtık olmaması ve sadece bahçıvanın fırça darbelerinin yok olması, onu gördüğünü iddia eden bekçinin savını doğrulamaktaydı. Ve tüm gerçek geride bıraktığı notun ışığında ortaya çıktı. Rembrandt’ın kendisini yanlış tabloya koyduğunu, gergedanla çiftleşen çiroz ve sapık bir herifin yanında niye tarlayı çapaladığını anlayamadığını söyleyen bahçıvan Ayda Domates tablosuna geçtiğini de belirtmekteydi. Ve yan salona koşturan müze yetkilileri bahçıvanın orada mutlu mesut, ağzını türkü söylercesine büzmüş durduğunu, topraktaki domateslerin de karpuz gibi olduğunu gördüler. Restoratörlerin bu işi düzeltip, bahçıvanı tekrardan resmine geri götürüp götüremeycekleri belirsiz.
FGH - Paris
Bilim adamları bir dakika önceye gitmeyi başardı. Arkadan kendisine yaklaşıp şaplak atan gönüllü bilim adamı Edward Puck, olayı izleyenlerin kahkahaları arasında saatine basıp yine geleceğe döndü ve olaya da en fazla şaplak yiyen kendisi güldü, sinirlenmeyi hemen bırakıp. Böylece denek bilim adamı, eşek şakasına hem maruz kalıp hem de yapan ilk adam olarak da tarihe geçti.
FGH - Amsterdam
fossurgama.blogspot.com
19 Şubat 2008 Salı
Facebook’ta Pasif Rahatlık
Facebook’ta kurulan gruplar ve hesapta her üyelikle toplanmış olan imzalar, burjuvanın yeni kaçış platformu olarak da algılanabilir. Üye ol ve rahatla, sorumluluklarından kurtul, belki de hava atmış ol girdiğin grupları gören arkadaşlarına. Sonuçta kesin olan şu ki, hiçbir grup en ufak bir somut girişime, ortak direnişe, paylaşıma yol açmıyor. Sadece üye olduğunu tescil edip rahatlıyorsun. Rahatlayıp oturuyorsun. Ve hiçbir şey değişmiyor…
Türk Sosyal Bilimciler Derneği’nin 40. Yılı
Ergin Yıldızoğlu Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 40. yılında ODTÜ’de gerçekleştirilen konferanslardan izlenimlerini şu paragrafla sonlandırıyor: “Bir taraftan tatım tasfiye edilerek, tümüyle yabancı sermayenin gereksinimlerine göre düzenlenirken (hangi ürün, nerede, ne kadar ve hangi yabancı ortakla üretilecek) dışarıya nüfus veriyor. Kente gelenler sanayi tarafından emilerek işçileşemiyor, işçileşenler sendikalaşamıyor. Bu arada orta sınıf erozyonu devam ediyor, krizin yükü emekçilerin üzerinde kalıyor. Bu sırada bölgemizde bir emperyalist yeniden yapılanma gündeme geliyor. Türkiye’nin neoliberalizm etkisi altına girmesinde işlevsel olan yerli egemen sınıflar, devlet kurumları ve 50-60 yıllık devlet deneyimi, ortaya çıkan sorunlarla hiçbir biçimde baş edemiyor.
NE YAPMALI?
Özgür bireyin, gelecek ve demokratik cumhuriyeti korumak için yeni bir davranış biçimi geliştirmesi gerekir.
Bu da “ben” olmaktan çıkmak ve “biz olmak gibi, kökten bir değişim-dönüşümü gündeme getiriyor.
Bu gerektiğinde ofis eşyaları satan ve her yıl Fethullah’ına 5 milyon trink parayı eğitim amacıyla hediye eden bir cemaatçinin davranışını örnek almak demektir.
Tamamen halkı kazanmaya yönelik, irili ufaklı kaynakların bir ırmağa dönüşmesini sağlayacak, eğitim yurt-burs projelerinden tutun, daha geniş kesimlerle çeşitli yardımlaşmaları gündeme getirecek, hedeflere odaklı geniş bir dayanışma sisteminin ortaya çıkması gerekir.
Sözün kısası, internet üzerindeki iletişim-haberleşme ağları da sanal âlemden gerçek âleme ayak basmalı, zeminde yürümeye başlamalı.
(Orhan Bursalı’nın Cumhuriyet-Salı köşesindeki Ne Yapmalı yazısından alınmıştır.)
Bu da “ben” olmaktan çıkmak ve “biz olmak gibi, kökten bir değişim-dönüşümü gündeme getiriyor.
Bu gerektiğinde ofis eşyaları satan ve her yıl Fethullah’ına 5 milyon trink parayı eğitim amacıyla hediye eden bir cemaatçinin davranışını örnek almak demektir.
Tamamen halkı kazanmaya yönelik, irili ufaklı kaynakların bir ırmağa dönüşmesini sağlayacak, eğitim yurt-burs projelerinden tutun, daha geniş kesimlerle çeşitli yardımlaşmaları gündeme getirecek, hedeflere odaklı geniş bir dayanışma sisteminin ortaya çıkması gerekir.
Sözün kısası, internet üzerindeki iletişim-haberleşme ağları da sanal âlemden gerçek âleme ayak basmalı, zeminde yürümeye başlamalı.
(Orhan Bursalı’nın Cumhuriyet-Salı köşesindeki Ne Yapmalı yazısından alınmıştır.)
KINDLE
E-kitap sürecinin okurlar için yepyeni açılımlar sağlayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Dünyanın en büyük sanal mağazası Amazon yeni bir ürünle okurlara ilginç olanaklar sunuyor.
Kindle adlı araçla elektronik kitap okumak kolaylaşıyor ve basılı kağıdın duygusunu da içermesiyle kimi alışkanlıklarımızdan vazgeçmeden, bu yeni alana uyum sağlamamız kolaylaşıyor.
Bu yeni araç doksan bin kitabı içinde barındırabiliyor. Ayrıca yüzlerece dergi ve gazeeteye anında ulaşabiliyor. İçinde iki sözlük bulunduran Kindle, kolay taşınabilir olması nedeniyle de çekici.
Kindle’ın en önemli özelliğiyse kitapların altını çizerek okuma alışkanlığı olanların bu geleneği sürdürmelerine olanak sağlaması. E-kalem araclığıyla dilediğiniz satırın altını çizebiliyorsunuz.
Kindle, yazarlar, okurlar, editörler için kolaylık sağlayacak yenilikler de sunuyor: Bir romancı memnun olmadığı bir paragrafı yapıtından çıkarmak için en azından bir sonraki baskıyı bekliyordu eskiden. Oysa Kindle, yazarını değişikliklerini anında okura yansıtıyor. Editörün gözünden kaçan bir yanlışlık, anında düzeltilebiliyor. Böylelikle yaşayan yapıtlar dönemi başlıyor.
(Enver Aysever’in yazısından alınmıştır.)
Kindle adlı araçla elektronik kitap okumak kolaylaşıyor ve basılı kağıdın duygusunu da içermesiyle kimi alışkanlıklarımızdan vazgeçmeden, bu yeni alana uyum sağlamamız kolaylaşıyor.
Bu yeni araç doksan bin kitabı içinde barındırabiliyor. Ayrıca yüzlerece dergi ve gazeeteye anında ulaşabiliyor. İçinde iki sözlük bulunduran Kindle, kolay taşınabilir olması nedeniyle de çekici.
Kindle’ın en önemli özelliğiyse kitapların altını çizerek okuma alışkanlığı olanların bu geleneği sürdürmelerine olanak sağlaması. E-kalem araclığıyla dilediğiniz satırın altını çizebiliyorsunuz.
Kindle, yazarlar, okurlar, editörler için kolaylık sağlayacak yenilikler de sunuyor: Bir romancı memnun olmadığı bir paragrafı yapıtından çıkarmak için en azından bir sonraki baskıyı bekliyordu eskiden. Oysa Kindle, yazarını değişikliklerini anında okura yansıtıyor. Editörün gözünden kaçan bir yanlışlık, anında düzeltilebiliyor. Böylelikle yaşayan yapıtlar dönemi başlıyor.
(Enver Aysever’in yazısından alınmıştır.)
Baba Bana Federasyon Al…
Hasan Doğan başbakanın en has arkadaşı olarak gemicik verdi federasyoncuk aldı. “Sırada ne mi var?” diye soruyor Tuğrul Yenidoğan. Mevcut futbol yapımız, belediye ve belediye destekli kulüplerin çoğunluğu oluşturacağı şekilde biçimlendirilid. Sırada elbette ki büyük kulüplerimizin AKP iktidarının belirleyeceği kişilerce yönetileceği günler var. Olmaz demeyin. Birer stat projesi ortaya atılarak nasıl da kıpırdayamaz hale getirildiler, gördünüz. Devamını izleyin. Trabzonspor’u hiç saymadım. Trabzon’da zaten görev alacak başkanı siyasetçiler belirler hale geldi. Sıra İstanbul’un büyüklerinde. Unutmayın, futbol tarihi 1955-60 arası Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın başkanlarının Demokrat Parti tarafından tayin edildiğini yazıyor. Hatta bu başkanların tamamının tutuklanarak Yassıada’da yargılandığını da yazıyor. Tarih değil hatalar tekerrür eder…
18 Şubat 2008 Pazartesi
Şimdi Burada Yarın
Karımın pandispanya kokusu, oğlumun süt arayan yumuk dudakları, salondan gelen sıcak sesler… Mutluluk gözlerini kapatmış odada volta atıyor , ikide birde çarpıyor bana, sesimi çıkarmıyorum…
YIRTIK SAYFALAR
Necla hanım, mutfaktaki işini bitirip de salona geldiğinde okuduğu kitabın birkaç sayfasının altı yaşındaki sevgili oğlu Berkecan tarafından koparıldığını görünce canı iyice bir sıkıldı. Ama sabırlı bir anne olarak bir kez daha, ufak bir “Ama oğlum, oldu mu bu şimdi?” cümlesiyle şikayetini belli edip cıkcıklayarak koltuğuna gömüldü. Bir çabuk kitabı açıp kopan sayfaları çoktan okuduğunu müşaade edince ise içine su serpildi. Kitap öyle heyecanlı gidiyordu ki, beklemeye tahammülü yoktu. Oğlunun eline bir oyuncak tutuşturarak hemen okumaya başladı.
Neredeyse içine düşecekti sayfaların. Kendini kaptırıyor, hikayenin akışıyla beraber gözleri büyüyor, tırnaklarını yemeden duramıyordu ki ansızın bozulmuş bir ifadeyle duruverdi. Önce bir daha okudu o sayfayı. Sonra hızla çevirdi atlaya atlaya. İşte. Bu bölümde de aynı şey vardı. Hemen geriye döndü. Bir çabuk neler olduğunu bulmazsa delirecekti. Koparırcasına birkaç sayfa daha geçti ve elinden kitabı atıp ayağa kalktı hemen. Elleri titrer, göğsü körük gibi kalkıp inerken yırtık sayfaları aldı eline ve anladı herşeyi.
Kötü karakterin öldüğü sayfalardı bunlar. Berkecan onları koparınca kitabın akışı da değişmiş, karakter yeniden yaşama olanağına kavuşmuştu. Orada, apartmanın girişinde, elinde bir silahla bekliyordu sinsi sinsi ve belki de öldürecekti kahramanı...
Kayıp Ülkenin Masalları'nın dehşetengiz hikayelerine linkten ulaşabilirsiniz.
Neredeyse içine düşecekti sayfaların. Kendini kaptırıyor, hikayenin akışıyla beraber gözleri büyüyor, tırnaklarını yemeden duramıyordu ki ansızın bozulmuş bir ifadeyle duruverdi. Önce bir daha okudu o sayfayı. Sonra hızla çevirdi atlaya atlaya. İşte. Bu bölümde de aynı şey vardı. Hemen geriye döndü. Bir çabuk neler olduğunu bulmazsa delirecekti. Koparırcasına birkaç sayfa daha geçti ve elinden kitabı atıp ayağa kalktı hemen. Elleri titrer, göğsü körük gibi kalkıp inerken yırtık sayfaları aldı eline ve anladı herşeyi.
Kötü karakterin öldüğü sayfalardı bunlar. Berkecan onları koparınca kitabın akışı da değişmiş, karakter yeniden yaşama olanağına kavuşmuştu. Orada, apartmanın girişinde, elinde bir silahla bekliyordu sinsi sinsi ve belki de öldürecekti kahramanı...
Kayıp Ülkenin Masalları'nın dehşetengiz hikayelerine linkten ulaşabilirsiniz.
Fossurgama Sunar: Kayıp Ülkenin Masalları - Otobüsteki Kız
Necla’nın içi birden sıkılıverdi otobüste. Gözlerini dikmiş öküz gibi ne diye bakıyordu ki şu herif! Başını hızla yere indirmiş ama aklı oraya takılıp kalmıştı. Öyle de iğrenç bir tipti ki. Patlak gözleri, sırtlan sırıtışı, ayrık dişleri, basık alnı, seyrelmiş saçları. Ben bir sapığım diye bas bas bağırıyordu neresine bakarsan bak. Derin bir nefes alıp kitabını çıkarmak üzere çantasını kucağına aldı Necla.
Ve tam da o esnada! Bacağının üstünde sert bir şey hissetti ve içine öfkenin yalımları üşüşen gözlerini bir çabuk kaldırdı. Bir tokat patlatacak, tükürecek, delice kusacaktı nefretini... Ama... Ama... Yutkunmaktan başka bir şey yapmadı. Yapamadı daha doğrusu. Herif o iğrenç yüzünde aynı bakışla iki metre uzağında oturuyordu masum! Gözlerinden üstüne akıyordu ahlaksız parıltılar. Yalanıyordu haz alırmış gibi. Necla kafasında soru işaretleri dönerken ne olduğunu anlamaya çalıştı. Psikolojik miydi bacağının üstünde bir erkeğin cinsel organını andıran sert deriyi hissetmesi. O düşünürken, hareket etti birden oluşum. Baktı Necla. Sonra biraz daha yaklaştırdı gözlerini. Ellemek üzere kaldırdığı eli öylece asıldı kaldı havada. Şişlik büyük bir hızla donuna doğru ilerleyip girişi zorlamaya başladığında ise delice bir çığlık attı. Ayağa fırladı hemen. Üstünü başını silkeliyor, çırpınıyor fakat bir türlü çekilip gitmiyordu o şey. Hafifçe aralanırken acıyordu cinsel organı.
“Kapıyı aaaç! Aaaç!”
Haykırış bir süredir hayretler içinde kızı izleyen otobüs sakinlerini ayağa fırlattı. “Nooluyor kızım?” gibisinden sözlerle onu yatıştırmaya çalıştı bazıları ama Necla onları dinleyecek durumda değildi. Kapıya tekme tokat girişip bağırmaya devam edince otobüs şöförü otomatiğe bastı hemen.
Aşağıya uçan Necla yerlerde yuvarlanıp hemen ayağa dikildi ve yaşadıklarını bilmeyenlerin delilikten başka bir şey değil diye adlandıracağı şekilde koşturup uzaklaştı.
Bir süre cık cık ederek yaşananları konuştu herkes. Sonra unutup gittiler tabi ki her şeyi. Bir tek o herif, kıs kıs gülüp durdu ineceği durağa kadar ve ona bakıp kıllanan bazıları olayın bu kadar komik olup olmadığını defalarca sordular kendilerine...
(Kayıp Ülkenin Masalları hikayelerine linkten ulaşabilirsiniz.)
Ve tam da o esnada! Bacağının üstünde sert bir şey hissetti ve içine öfkenin yalımları üşüşen gözlerini bir çabuk kaldırdı. Bir tokat patlatacak, tükürecek, delice kusacaktı nefretini... Ama... Ama... Yutkunmaktan başka bir şey yapmadı. Yapamadı daha doğrusu. Herif o iğrenç yüzünde aynı bakışla iki metre uzağında oturuyordu masum! Gözlerinden üstüne akıyordu ahlaksız parıltılar. Yalanıyordu haz alırmış gibi. Necla kafasında soru işaretleri dönerken ne olduğunu anlamaya çalıştı. Psikolojik miydi bacağının üstünde bir erkeğin cinsel organını andıran sert deriyi hissetmesi. O düşünürken, hareket etti birden oluşum. Baktı Necla. Sonra biraz daha yaklaştırdı gözlerini. Ellemek üzere kaldırdığı eli öylece asıldı kaldı havada. Şişlik büyük bir hızla donuna doğru ilerleyip girişi zorlamaya başladığında ise delice bir çığlık attı. Ayağa fırladı hemen. Üstünü başını silkeliyor, çırpınıyor fakat bir türlü çekilip gitmiyordu o şey. Hafifçe aralanırken acıyordu cinsel organı.
“Kapıyı aaaç! Aaaç!”
Haykırış bir süredir hayretler içinde kızı izleyen otobüs sakinlerini ayağa fırlattı. “Nooluyor kızım?” gibisinden sözlerle onu yatıştırmaya çalıştı bazıları ama Necla onları dinleyecek durumda değildi. Kapıya tekme tokat girişip bağırmaya devam edince otobüs şöförü otomatiğe bastı hemen.
Aşağıya uçan Necla yerlerde yuvarlanıp hemen ayağa dikildi ve yaşadıklarını bilmeyenlerin delilikten başka bir şey değil diye adlandıracağı şekilde koşturup uzaklaştı.
Bir süre cık cık ederek yaşananları konuştu herkes. Sonra unutup gittiler tabi ki her şeyi. Bir tek o herif, kıs kıs gülüp durdu ineceği durağa kadar ve ona bakıp kıllanan bazıları olayın bu kadar komik olup olmadığını defalarca sordular kendilerine...
(Kayıp Ülkenin Masalları hikayelerine linkten ulaşabilirsiniz.)
Metinsel Karikatür - Girecek Direğin…
Yan yana bayrak direkleri düşünün. En uzak direkte Türk bayrağı yarıya inmiş. Devamında, dalgalanan, gönderde yabancı bayraklar. En yakındaki direkte ise bir türban. Yine göklerde… Direklere bağlanmış, gözleri bağlarla kapanmış işçiler, kadınlar, aydınlar...
ADORNO – Kültürün Endüstrileşmesi – İkinci Bölüm
Genel anlamda endüstri insana, müşteri ve çalışan olarak eğilir. Aynı endüstriyel zihniyet, çalışanlara “akılsal örgütlenme” modeli önerir; onların sisteme uyumu için çaba harcara. Buradan bakıldığında insanlara, hem çalışma hayatında hem de kültür endüstrisi bağlamında “seçme özgürlüğüne” sahip ‘bireyler’ oldukları söylense de, kişiler, “her durumda birer nesne konumundadır.”
İnsan kültür endüstrisince yaratılan bu tekdüzeliğe katılıp katılmama konusunda kimi çelişkilerle de yüz yüze kalır. Ama tekdüzeliğin çekici yapısı, insanları kendi tarafına yaklaştırmayı genelde başarır. Tekrar eden, birbirine benzer arzuları okşayan ve insanları tatmin eden ürünler, müşterisini çemberin dışında konumlanmaktan alıkoyar; dirençlerini kırar. Bir diğer deyişle tüketici haline gelen insan “kurumlarından yakasını kurtaramadığı eğlence endüstrisinin ideolojisine dönüşür. Bu bağlamda kültür endüstrisinin kotardığı “sanat ürünü”yle de, sanat “metalaşır ve pazarlanabilir bir şekle gelir.”
Böylesine bir ortamda, tüm ürünlerin pazarlanıp tüketiciye sunulmasının en önemli yolu (bir süre sonra kendisi de sanata dönüşen) reklamdır. Adorno’nun deyişiyle reklam, “kültür endüstrisinin yaşam iksiridir ve reklamın arkasında, sistemin egemenliği gizlenmektedir; reklam damgası taşımayan her şeye ekonomik açıdan su götürür diye bakılmaktadır”
Adorno, reklamın kültür endüstrisindeki zaferini “tüketicinin sahte olduğu halde, bastırılması zor bir istekle ‘kültür’ metalarını alma ve kullanmaya devam etmesi” biçiminde açımlar. Sonuçta kültür endüstrisi, çemberini tamamlamış ve nesnelerinin (müşterilerinin) kalbini fethetmeyi başarmıştır.
Adorno 1963’te yayımladığı “Kültür Endüstrisine Genel Bakış” adlı makalesinde, “Kültür Endüstrisi” çalışmasına ve buradaki belirlemelere bir kez daha eğilir.
Adorno’ya göre adı geçen endüstrinin yeni diye sunduğu şey, hep aynı olanın kılığının değiştirilmesinden ibarettir: “değişikliğin her yerde gizlediği, kültür üzerinde egemen olduğu günden beri değişmeden kalan kâr güdüsü gibi bir iskelettir.
Kültür endüstirisinin başat etkinliği, kişiye sahte bireysellik sunmasıdır. Ürünler, bir kaçışın yarattığı sığınaktır; ancak bu, bir kaçıştan öte adeta kümelenmeyi ortaya çıkarır. Adorno için kültür endüstrisinin fizyolojisini “verimliliği arttırma, fotoğrafik sertlik ve netlik karışımı; diğer yanda bireyci tortular, hazırlanmış ve rasyonel eğilimli romantizmin ruh hali oluşturur.
Adorno için tüm bunlarını insanları götürdüğü en önemli sonuç, koşulsuz ve bilinçten yoksun “uyumdur”
Kültür endüstrisinde bilincin yerini uyumlu olma hali alır. Zaten dirençten/direnç gösterme ediminden uzaklaştıran yapısıyla kültür endüstrisinin, insanı ulaştıracağı farklı bir durak da söz konusu değildir: Bu durağın en arı ifadesi, “ben zayıflığın teşvik edilmesi ve sömürülmesidir.” Az önce belirtilen bilinç gerilmesi veya yoksunluğu da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Kültür ve Yönetim
Kültür ile yönetim arasında bir bağ var mıdır? Adorno, bu soruyu olumlu şekilde yanıtlar. Çünkü ona göre “kültürden söz ediyorsak yönetimden de bilerek ya da bilmeyerek söz ederiz.
Ortaya attığı kültür endüstrisi kavramı ve onun biçimlendirici/birörnekleştirici, yöneten-yönlendiren ve ürünlerini pazarlayan yapısı dikkate alındığında, Adorno kültür konusunda hassas davranır. Ona göre “kültüre özgü olan, yaşamın çıplak zorunluluklarından bağımsız olandır.” Adorno için kültürün “dokunulmaz irrasyonelliğini en açık biçimde dışavurduğu yer, yönetimin kültürel olana yabancılaşmasıdır; kültür en fazla, onun hakkında en az deneyimi olanlara irrasyonel görünür.”
19. yüzyıldan başlayarak (yararlı-yararsız ayrımından hareketle) kültürün gerçek yaratıcılarının, yönetenler tarafından çoğunlukla hoş karşılanmaması veya en azından yöneticilerle tam bir uyum içinde bulunmayışı da gözden kaçmamalıdır. Adorno bu notkada, yönetimin kültürü biçimlendirişiyle bağlantılı olarak Nazileri örnek gösgterir. Onların “özerkliği, bilinçliliği, kendiliğindenliği ve eleştirelliği yok edip” bunlar yerine “biçimlendiriciliği, güçsüz topluluğu ve uyumu” koyduğunu vurgular. Adorno yönetimlerin “doğru kavrama” başlığı altında, “öznenin boyun eğmesi ve körü körüne itaat etmesinin yolunun açıldığını” belirtir. Yönetimin eskiden beri varolan hastalığı, kültür yönetiminde bir kez daha nükseder. Adorno’nun deyişiyle bu, kültürün “kitleleri işleme, propaganda ve turizm aracına dönüştürülmesidir.”
Kültürü kültür kılan, insana özgü varoluş koşullarının kişilere aktarılmasıdır, bunun eksik kalması kültürün kök salamamasına; bir anlamda kütürlenmenin gerçekleşememesine neden olur. Adorno, bu belirlemelerin ardından, bir kültür politikasının nasıl olması gerektiği üzerine ipuçlarını da verir: “Eleştirel düşünceyi dışlamayan ve yönetim organının bir işlevi olmakla kalmayan bir kültür politikasıdır bu.” Böylesine bir politika, kültürün tüketim nesnesi haline getirilmesine ve insanların baskı altına alınmasına engel olacak niteliktedir.
Şimdinin kültür endüstrisi, insanları daha çok tüketmeye, yalnızlaştırmaya; onun ancak toplum içinde birey ve bireysel özne olabileceği gerçeğini unutturup, bağlarından koparmaya çalıştığı da bir var olan. Aynı zamanda ürünleriyle, daha sarsılmaz bir fetişizm yaratıp kişinin, bundan doğan yeni cemaatler içinde yer almasını da sağlamakta…
İnsan kültür endüstrisince yaratılan bu tekdüzeliğe katılıp katılmama konusunda kimi çelişkilerle de yüz yüze kalır. Ama tekdüzeliğin çekici yapısı, insanları kendi tarafına yaklaştırmayı genelde başarır. Tekrar eden, birbirine benzer arzuları okşayan ve insanları tatmin eden ürünler, müşterisini çemberin dışında konumlanmaktan alıkoyar; dirençlerini kırar. Bir diğer deyişle tüketici haline gelen insan “kurumlarından yakasını kurtaramadığı eğlence endüstrisinin ideolojisine dönüşür. Bu bağlamda kültür endüstrisinin kotardığı “sanat ürünü”yle de, sanat “metalaşır ve pazarlanabilir bir şekle gelir.”
Böylesine bir ortamda, tüm ürünlerin pazarlanıp tüketiciye sunulmasının en önemli yolu (bir süre sonra kendisi de sanata dönüşen) reklamdır. Adorno’nun deyişiyle reklam, “kültür endüstrisinin yaşam iksiridir ve reklamın arkasında, sistemin egemenliği gizlenmektedir; reklam damgası taşımayan her şeye ekonomik açıdan su götürür diye bakılmaktadır”
Adorno, reklamın kültür endüstrisindeki zaferini “tüketicinin sahte olduğu halde, bastırılması zor bir istekle ‘kültür’ metalarını alma ve kullanmaya devam etmesi” biçiminde açımlar. Sonuçta kültür endüstrisi, çemberini tamamlamış ve nesnelerinin (müşterilerinin) kalbini fethetmeyi başarmıştır.
Adorno 1963’te yayımladığı “Kültür Endüstrisine Genel Bakış” adlı makalesinde, “Kültür Endüstrisi” çalışmasına ve buradaki belirlemelere bir kez daha eğilir.
Adorno’ya göre adı geçen endüstrinin yeni diye sunduğu şey, hep aynı olanın kılığının değiştirilmesinden ibarettir: “değişikliğin her yerde gizlediği, kültür üzerinde egemen olduğu günden beri değişmeden kalan kâr güdüsü gibi bir iskelettir.
Kültür endüstirisinin başat etkinliği, kişiye sahte bireysellik sunmasıdır. Ürünler, bir kaçışın yarattığı sığınaktır; ancak bu, bir kaçıştan öte adeta kümelenmeyi ortaya çıkarır. Adorno için kültür endüstrisinin fizyolojisini “verimliliği arttırma, fotoğrafik sertlik ve netlik karışımı; diğer yanda bireyci tortular, hazırlanmış ve rasyonel eğilimli romantizmin ruh hali oluşturur.
Adorno için tüm bunlarını insanları götürdüğü en önemli sonuç, koşulsuz ve bilinçten yoksun “uyumdur”
Kültür endüstrisinde bilincin yerini uyumlu olma hali alır. Zaten dirençten/direnç gösterme ediminden uzaklaştıran yapısıyla kültür endüstrisinin, insanı ulaştıracağı farklı bir durak da söz konusu değildir: Bu durağın en arı ifadesi, “ben zayıflığın teşvik edilmesi ve sömürülmesidir.” Az önce belirtilen bilinç gerilmesi veya yoksunluğu da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Kültür ve Yönetim
Kültür ile yönetim arasında bir bağ var mıdır? Adorno, bu soruyu olumlu şekilde yanıtlar. Çünkü ona göre “kültürden söz ediyorsak yönetimden de bilerek ya da bilmeyerek söz ederiz.
Ortaya attığı kültür endüstrisi kavramı ve onun biçimlendirici/birörnekleştirici, yöneten-yönlendiren ve ürünlerini pazarlayan yapısı dikkate alındığında, Adorno kültür konusunda hassas davranır. Ona göre “kültüre özgü olan, yaşamın çıplak zorunluluklarından bağımsız olandır.” Adorno için kültürün “dokunulmaz irrasyonelliğini en açık biçimde dışavurduğu yer, yönetimin kültürel olana yabancılaşmasıdır; kültür en fazla, onun hakkında en az deneyimi olanlara irrasyonel görünür.”
19. yüzyıldan başlayarak (yararlı-yararsız ayrımından hareketle) kültürün gerçek yaratıcılarının, yönetenler tarafından çoğunlukla hoş karşılanmaması veya en azından yöneticilerle tam bir uyum içinde bulunmayışı da gözden kaçmamalıdır. Adorno bu notkada, yönetimin kültürü biçimlendirişiyle bağlantılı olarak Nazileri örnek gösgterir. Onların “özerkliği, bilinçliliği, kendiliğindenliği ve eleştirelliği yok edip” bunlar yerine “biçimlendiriciliği, güçsüz topluluğu ve uyumu” koyduğunu vurgular. Adorno yönetimlerin “doğru kavrama” başlığı altında, “öznenin boyun eğmesi ve körü körüne itaat etmesinin yolunun açıldığını” belirtir. Yönetimin eskiden beri varolan hastalığı, kültür yönetiminde bir kez daha nükseder. Adorno’nun deyişiyle bu, kültürün “kitleleri işleme, propaganda ve turizm aracına dönüştürülmesidir.”
Kültürü kültür kılan, insana özgü varoluş koşullarının kişilere aktarılmasıdır, bunun eksik kalması kültürün kök salamamasına; bir anlamda kütürlenmenin gerçekleşememesine neden olur. Adorno, bu belirlemelerin ardından, bir kültür politikasının nasıl olması gerektiği üzerine ipuçlarını da verir: “Eleştirel düşünceyi dışlamayan ve yönetim organının bir işlevi olmakla kalmayan bir kültür politikasıdır bu.” Böylesine bir politika, kültürün tüketim nesnesi haline getirilmesine ve insanların baskı altına alınmasına engel olacak niteliktedir.
Şimdinin kültür endüstrisi, insanları daha çok tüketmeye, yalnızlaştırmaya; onun ancak toplum içinde birey ve bireysel özne olabileceği gerçeğini unutturup, bağlarından koparmaya çalıştığı da bir var olan. Aynı zamanda ürünleriyle, daha sarsılmaz bir fetişizm yaratıp kişinin, bundan doğan yeni cemaatler içinde yer almasını da sağlamakta…
11 Şubat 2008 Pazartesi
FossurGama Sunar: Canlandırma – Niye Yukarıdalar?
Büyük bir fabrikanın giriş kapısının hemen önünü gözünüzde canlandırın. Direkler çakılmış, aralarına tel ipler gerilmiş ve on beş kadar erkek ayaklarından asılmış, ölü gibi sallanıyorlar. Altlarındaki devasa bez afişte bir yazı göze çarpıyor. “BU İŞYERİNDE GREV YAPMAYA KALKTILAR!”
FossurGama Sunar: Canlandırma - Çok Aç
Lokantada şapır şupur yemeklerine yumulmuş, soluk bile almayan bir sürü insan. Pencere kenarında takım elbiseli şişko bir herif. Yanakları şiş şiş. Önünde en az dört çeşit tabak var. Dışarıya şöyle bir bakıyor gölgeyi farkedip. Üstü başı dökülen bir tip. Ağzından akan salyalar... Hemen yine önüne dönüp çatalını pilava daldırıyor şişko. İki masa arkasındaki bir kadın “Aaa!” diyor o sırada. Bakıyor başkaları da ve çeneleri hayretten şak diye aşağı düşüveriyor. Şişko kaldırıyor kafasını seslerden kıllanıp ve gördüğü şeyle sandalyesini de devirerek yere oturuyor kıç üstü. Dilenci camdan geçmiş beline kadar, eğilmiş yemekleri kokluyor şimdi. Yarısı yenmiş butu alıp tıkıştırıyor ağzına. O anda, görüyor onu bir garson ve “Ulan!” diyerek koşturuyor üstüne. Birden panik içinde çekiyor kendini tip. Cama sıkışmış, kalakalıyor yerinde. “Senin ananı avradını!” diye bağırıyor garson yaklaşırken ve bir daha debeleniyor serseri. Şangııır! diye iniyor cam aşağı ve o elinde, cam kırığı dolmuş iki tabakla ağlaya bağıra kaçıyor. Olay yerine varan lokanta sahibi, “Oğlum,” diye azarlıyor garsonu, “Size demedim mi ben ürkütmeyin şu herifi, dışarı çıksın sonra müdahale edin diye, sen mi ödiycen şimdi camı gerizekalı?” Ve hemen ardından da okkalı bir tokat çarpıyor suratına…
ADORNO – Kültürün Endüstrileşmesi – Birinci Bölüm
(1944’te Theodor W. Adorno tarafından kaleme alınmış “Kültür Endüstrisi” isimli makale Ali Bulunmaz’ın yerinde yorumlarıyla yeni, medyatik kültür şaklabanlığına neden katlanamayacağımızı çok güzel ortaya döküyor.)
“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. (…) Her düşünce, dhaa önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. Böyle bir ön biçimlendirmenin izini taşımayan şeylerse, inandırıcılıktan yoksun bulunuyor.”
Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramlaştırmasını anlamak için, öncelikle zeminde yer alan “araçsal akıl” belirlemesi çözümlenmelidir. Modern Batı dünyasında aklın araçsallaşması, kişinin aklıyla doğa üzerinde hâkimiyet kurması, onu dönüştürmesi biçiminde açıklanabilir. Kapitalist üretim şeklinin (kâr ve tüketim amaçlı üretimin) yaygınlaşması, bireye de bu gözlükle bakılmasını sağlamış ve yararlılık ilkesi, bireyin değerlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu da bir kölelik şeklidir, ancak söz konusu kölelik dolaylı bir niteliği sahiptir. İşte tam bu nokta, kültür endüstrisi ve ürünlerinin gündem gelişini imler.
Kültür endüstrisi tüketici olan, tüketmek için üreten, tüketmek adına yaşayan ve kısıtlı serbest zamana sahip “bireyleri”, ürünleriyle bütünleştiren ve mekanik-karmaşık hayatı çekilir kılan bir “alan” sunar. Bir diğer deyişle adı geçen endüstri ve ürünleri, tüketicileri birörnekleştiren ve tek boyutluluğu hızlandıran bir yapıdadır. Buradaki temel amaç ise, estetikten yoksun (seri olarak üretilen kötü kopya-kitch) ürünler aracılığıyla tatmin sağlamaktır.
Bir sektöre dönüşen “kültür” ve ürünleri, belirli çizelge ve müşteri kimliğine uygun şekilde piyasaya sürülür. Bunun dışındakiler, “yabancı” veya “işlevsiz” (getirisi olmayan) biçiminde nitelenir. Böylelikle kültür endüstrisi, birörnekleştirme harekatı başlatır ve kitle toplumunun yaratılmasına kapı aralanır. Kitle toplumu denen şey, nesne (salt tüketici) durumundaki ve davranışları önceden belirlenmiş bireylerden oluşur. Adorno bunu şöyle resmeder:
“Herkes kendiliğinden, önceden birtakım göstergelere göre belirlenmiş düzeyine uygun davranmalı ve belli başlı tüketici tipleri için üretilmiş kitlesel üretim kategorilerinden kendine denk düşene yönelmelidir. Tüketiciler, araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amacıyla kullanılanlardan ayırt edilemeyen haritalarda kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla değişik gelir gruplarına göre ayrılarak birer istatistik malzemesine dönüşür.”
Bir başka deyişle tüketici, her an endüstrinin ürettiklerine bağımlı olan/olması beklenen sahte (pseudo) özneler biçiminde konumlanır. Tüketici de tüketecekleri de (ve bunun zamanı da) zaten bellidir.
“Kültür endüstrisinin ürünleri insanlar perişan halde olsalar bile canlı bir biçimde tüketilecektir. Bu ürünlerin her biri, ister iş saatlerinde ister onun benzeri dinlence saatlerinde herkesi ayakta tutan dev ekonomi çarkının bir modelidir.”
“Taklit olanı, mutlak olanın yerine koyan” kültür endüstrisi, daha da ileri giderek, taklidin çoğaltılması ve pazarlanmasını üstlenir. Endüstriyi oluşturan tekeller, sunup pazarladıklarıyla ilintili olarak bedeni özgür bırakıp ruha saldırmaktadır. Adorno, Tocqueville’in yardımıyla şu belirlemeyi yapar: Hükümdar (Adorno’ya göre günün kültür tekelleri –A.B) benim gibi düşünmeli ya da ölmelisin, demez. Benim gibi düşünmemekte özgüsün; yaşamın malın mülkün sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın biçiminde seslenmektedir.”
Bir başka deyişle, uyumsuz olan dışlanır; yoksun kılınır. Buradaki temel kural çarkın dönmesidir. Kültür tekelleri, hem üretimi hem tüketimi belirler; denenmemiş/piyasanın çerçevesinin dışındaki herhangi bir şeye şüpheyle yaklaşır. Her şey, piyasanın kuralları içinde/izin verildiği ölçüde, sürekli değişmeli ve üretim-tüketim dengesi devam etmelidir. Ancak bu şekilde kültür tekellerince çizilen sınırın dışına çıkılmayacağının güvencesi elde edilmiş olur.
Kültür endüstrisinin temel amaçlarından biri de, hafif sanat (eğlence) ile yüksek sanatı uzaklaştırmak, iç içe geçirmek ve nihayet birbirine dönüştürmektir. Böylece tüketicinin “gereksinimi” karşılanırken, bir yanda da eğlenmesi sağlanmaktadır. Eğlence Adorno’ya göre “geç kapitalizmde çalışmanın uzantısıdır.”
Bu bağlamda çalışma zamanının dışındaki vakit, kültür endüstrisi tarafından doldurulur. Başkaca söylenecek olursa saf (kişinin rahatladığı, ama tüm çağrışımlara açık olduğu) eğlence,kültür endüstrisinin eğlence anlayışınca ötelenir.
Burada esas olan hazzın kamçılanmasıdır. Arzu nesneleri yaratılarak, tüketici onlara yönlendirilir. Bu anlamda kültür endüstrisi, “yüceltmeden çok, baskı kuran” bir niteliğe bürünür.İnsan denetim alıntan alınırken yaşamdan kaçırılır da;
“… Bugün sistem içinde belirleyici olan şey, tüketicinin iplerini elden bırakmama, bir an olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme gerekliliğidir. Endüstriyel kültürün ilkesi, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin kültür endüstrisi tarafından giderileceğini göstermek, öte yandan da bu gereksinimleri insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimide düzenlemektir. (…) Kültür endüstrisi ve onun tüm dalları gündelik yaşamdan kaçış vaat eder.”
Adorno’ya göre külütr endüstrisi “düşünmemekle eşdeğer bir eğlenceyi” dayatır, bu da bir kaçıştır, “direnme güdüsünden uzaklaşma”dır. Fakat bunun arkasından gelen “Halk ne ister?” sorusuyla, “öznellikleri yok edilmeye çalışılan insanlara, “düşünen özneler” olarak seslenilir. Sorunun yanıtı bir “karşı çıkış” içerse bile, kültür endüstrisinin “insanlara aşıladığı ve tutarlı hale gelen dirençsizlik kolayca söküp atılamaz.”
“Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi. (…) Her düşünce, dhaa önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. Böyle bir ön biçimlendirmenin izini taşımayan şeylerse, inandırıcılıktan yoksun bulunuyor.”
Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramlaştırmasını anlamak için, öncelikle zeminde yer alan “araçsal akıl” belirlemesi çözümlenmelidir. Modern Batı dünyasında aklın araçsallaşması, kişinin aklıyla doğa üzerinde hâkimiyet kurması, onu dönüştürmesi biçiminde açıklanabilir. Kapitalist üretim şeklinin (kâr ve tüketim amaçlı üretimin) yaygınlaşması, bireye de bu gözlükle bakılmasını sağlamış ve yararlılık ilkesi, bireyin değerlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu da bir kölelik şeklidir, ancak söz konusu kölelik dolaylı bir niteliği sahiptir. İşte tam bu nokta, kültür endüstrisi ve ürünlerinin gündem gelişini imler.
Kültür endüstrisi tüketici olan, tüketmek için üreten, tüketmek adına yaşayan ve kısıtlı serbest zamana sahip “bireyleri”, ürünleriyle bütünleştiren ve mekanik-karmaşık hayatı çekilir kılan bir “alan” sunar. Bir diğer deyişle adı geçen endüstri ve ürünleri, tüketicileri birörnekleştiren ve tek boyutluluğu hızlandıran bir yapıdadır. Buradaki temel amaç ise, estetikten yoksun (seri olarak üretilen kötü kopya-kitch) ürünler aracılığıyla tatmin sağlamaktır.
Bir sektöre dönüşen “kültür” ve ürünleri, belirli çizelge ve müşteri kimliğine uygun şekilde piyasaya sürülür. Bunun dışındakiler, “yabancı” veya “işlevsiz” (getirisi olmayan) biçiminde nitelenir. Böylelikle kültür endüstrisi, birörnekleştirme harekatı başlatır ve kitle toplumunun yaratılmasına kapı aralanır. Kitle toplumu denen şey, nesne (salt tüketici) durumundaki ve davranışları önceden belirlenmiş bireylerden oluşur. Adorno bunu şöyle resmeder:
“Herkes kendiliğinden, önceden birtakım göstergelere göre belirlenmiş düzeyine uygun davranmalı ve belli başlı tüketici tipleri için üretilmiş kitlesel üretim kategorilerinden kendine denk düşene yönelmelidir. Tüketiciler, araştırma kuruluşları tarafından çizilen ve propaganda amacıyla kullanılanlardan ayırt edilemeyen haritalarda kırmızı, yeşil ve mavi alanlarla değişik gelir gruplarına göre ayrılarak birer istatistik malzemesine dönüşür.”
Bir başka deyişle tüketici, her an endüstrinin ürettiklerine bağımlı olan/olması beklenen sahte (pseudo) özneler biçiminde konumlanır. Tüketici de tüketecekleri de (ve bunun zamanı da) zaten bellidir.
“Kültür endüstrisinin ürünleri insanlar perişan halde olsalar bile canlı bir biçimde tüketilecektir. Bu ürünlerin her biri, ister iş saatlerinde ister onun benzeri dinlence saatlerinde herkesi ayakta tutan dev ekonomi çarkının bir modelidir.”
“Taklit olanı, mutlak olanın yerine koyan” kültür endüstrisi, daha da ileri giderek, taklidin çoğaltılması ve pazarlanmasını üstlenir. Endüstriyi oluşturan tekeller, sunup pazarladıklarıyla ilintili olarak bedeni özgür bırakıp ruha saldırmaktadır. Adorno, Tocqueville’in yardımıyla şu belirlemeyi yapar: Hükümdar (Adorno’ya göre günün kültür tekelleri –A.B) benim gibi düşünmeli ya da ölmelisin, demez. Benim gibi düşünmemekte özgüsün; yaşamın malın mülkün sende kalacak, ama bugünden itibaren aramızda yabancısın biçiminde seslenmektedir.”
Bir başka deyişle, uyumsuz olan dışlanır; yoksun kılınır. Buradaki temel kural çarkın dönmesidir. Kültür tekelleri, hem üretimi hem tüketimi belirler; denenmemiş/piyasanın çerçevesinin dışındaki herhangi bir şeye şüpheyle yaklaşır. Her şey, piyasanın kuralları içinde/izin verildiği ölçüde, sürekli değişmeli ve üretim-tüketim dengesi devam etmelidir. Ancak bu şekilde kültür tekellerince çizilen sınırın dışına çıkılmayacağının güvencesi elde edilmiş olur.
Kültür endüstrisinin temel amaçlarından biri de, hafif sanat (eğlence) ile yüksek sanatı uzaklaştırmak, iç içe geçirmek ve nihayet birbirine dönüştürmektir. Böylece tüketicinin “gereksinimi” karşılanırken, bir yanda da eğlenmesi sağlanmaktadır. Eğlence Adorno’ya göre “geç kapitalizmde çalışmanın uzantısıdır.”
Bu bağlamda çalışma zamanının dışındaki vakit, kültür endüstrisi tarafından doldurulur. Başkaca söylenecek olursa saf (kişinin rahatladığı, ama tüm çağrışımlara açık olduğu) eğlence,kültür endüstrisinin eğlence anlayışınca ötelenir.
Burada esas olan hazzın kamçılanmasıdır. Arzu nesneleri yaratılarak, tüketici onlara yönlendirilir. Bu anlamda kültür endüstrisi, “yüceltmeden çok, baskı kuran” bir niteliğe bürünür.İnsan denetim alıntan alınırken yaşamdan kaçırılır da;
“… Bugün sistem içinde belirleyici olan şey, tüketicinin iplerini elden bırakmama, bir an olsun direnişin mümkün olduğunu sezdirmeme gerekliliğidir. Endüstriyel kültürün ilkesi, bir yandan tüm tüketici gereksinimlerinin kültür endüstrisi tarafından giderileceğini göstermek, öte yandan da bu gereksinimleri insanın hep bir tüketici, sadece kültür endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak biçimide düzenlemektir. (…) Kültür endüstrisi ve onun tüm dalları gündelik yaşamdan kaçış vaat eder.”
Adorno’ya göre külütr endüstrisi “düşünmemekle eşdeğer bir eğlenceyi” dayatır, bu da bir kaçıştır, “direnme güdüsünden uzaklaşma”dır. Fakat bunun arkasından gelen “Halk ne ister?” sorusuyla, “öznellikleri yok edilmeye çalışılan insanlara, “düşünen özneler” olarak seslenilir. Sorunun yanıtı bir “karşı çıkış” içerse bile, kültür endüstrisinin “insanlara aşıladığı ve tutarlı hale gelen dirençsizlik kolayca söküp atılamaz.”
10 Şubat 2008 Pazar
Merak Ediyorum
Bugüne kadar yapılmış savaşlarda akan kan bir iç deniz oluşturabilir miydi. O kanlar nereye gitti?
Hep beraber aynı şekilde; doğurmaktan, çalışmaktan, tek tip eğlence yerlerine gitmekten ve televizyon seyretmekten başka bir şey yapmayan insanlar neden birleşip tek hücre olmazlar?
Türban yuvarlak hatları olan masalarda, masa örtüsü olarak kullanılmalı mıdır?
Meclisteki milletvekillerini bir adaya götürüp iki yıl tutsak acaba nasıl bir yaşam sistemi kurarlar?
Hep beraber aynı şekilde; doğurmaktan, çalışmaktan, tek tip eğlence yerlerine gitmekten ve televizyon seyretmekten başka bir şey yapmayan insanlar neden birleşip tek hücre olmazlar?
Türban yuvarlak hatları olan masalarda, masa örtüsü olarak kullanılmalı mıdır?
Meclisteki milletvekillerini bir adaya götürüp iki yıl tutsak acaba nasıl bir yaşam sistemi kurarlar?
Gilbert Adair ile Mini Röportaj
(İskoçlu yazardır. Kapalı Kitap, Kulenin Anahtarı, Yazarın Ölümü bazı kitaplarındandır. – Alttaki söyleşi Financial Times tarafından 10.11.07 tarihinde yapılmıştır.)
Soru: İdeal Okurunuz kimdir? G.A: Ben yazarken zorlandığım denli o zorlanmayan. – Soru: Aynı anda kaç kitap okursunuz? G.A: Altı veya yedi. Bir kitap birden ön plana çıkmayı başarırsa artık ona odaklanırım. – Soru: Başucunuzda hangi kitapları tutmaktasınız? G.A: Başucu kitaplarım dekoratif amaçlıdır. Yatak odamın ergine uyanları yeğlerim. – Soru: Kitaplığınızdaki kitapların kaçta kaçını okudunuz? G.A: Yarıdan azını okumuşumdur. Okuyabildiğimden daha fazla kitap alırım. – Soru: Müzik, yazmanıza yardımcı olur mu? G.A: Mutlak sessizliğin eşliğinde yazabilmek için kulaklarımı da tıkarım. Proust yazma odasını sese karşı mantarla izole ettirmişti. Ben odamı izole ettiremediğim için kulaklarıma mantar tıp sokuştururum. – Soru: Yaşamınızı değiştiren bir kitap oldu mu? G.A: Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü. – Soru: Eviniz yanıyor, yanınıza neyi alıp çıkardınız? G.A: Jean Cocteau “yangını” demişti. Sanırım ben de aynısını yapardım.
(Selçuk Altun’un Cumhuriyet Kitap’taki Kitap İçin köşesinden alınmıştır.)
Soru: İdeal Okurunuz kimdir? G.A: Ben yazarken zorlandığım denli o zorlanmayan. – Soru: Aynı anda kaç kitap okursunuz? G.A: Altı veya yedi. Bir kitap birden ön plana çıkmayı başarırsa artık ona odaklanırım. – Soru: Başucunuzda hangi kitapları tutmaktasınız? G.A: Başucu kitaplarım dekoratif amaçlıdır. Yatak odamın ergine uyanları yeğlerim. – Soru: Kitaplığınızdaki kitapların kaçta kaçını okudunuz? G.A: Yarıdan azını okumuşumdur. Okuyabildiğimden daha fazla kitap alırım. – Soru: Müzik, yazmanıza yardımcı olur mu? G.A: Mutlak sessizliğin eşliğinde yazabilmek için kulaklarımı da tıkarım. Proust yazma odasını sese karşı mantarla izole ettirmişti. Ben odamı izole ettiremediğim için kulaklarıma mantar tıp sokuştururum. – Soru: Yaşamınızı değiştiren bir kitap oldu mu? G.A: Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü. – Soru: Eviniz yanıyor, yanınıza neyi alıp çıkardınız? G.A: Jean Cocteau “yangını” demişti. Sanırım ben de aynısını yapardım.
(Selçuk Altun’un Cumhuriyet Kitap’taki Kitap İçin köşesinden alınmıştır.)
Jürgen Elsasser ve Yeni Sol Bakış
Alman solunun önde gelen isimlerinden Jürgen Elsasser, yeni yayınlanan “Cihat Avrupa’ya Nasıl Geldi? Balkanlar’da Allahın Savaşçıları ve Gizli Servisler” kitabı sonrası Cumhuriyet Kitap’ın sorularına ufuk açıcı cevaplar vermiş. Oradan bazı önemli yargıları sizin için bloğuma aldım.
Ultra-emperyalizm: Şu an ortaya çıkan durum, Karl Kautsky’nin 20. yy başlarında ultra-emperyalizm olarak nitelediği durumdur. Lenin, Kautsky’nin bu tezine karşı çıkmıştı ve Lenin 20. yy başlarında kesinlikle haklıydı. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada dünya çapındaki kapitalist güçler ulusal egemenliğe karşı birleştiler. Ultra-emperyalizmin hedef olarak gördüğü ilk sıradaki ülkeler Venezüela, İran, Lübnan ve gelecekte Çin ile Rusya’dır. Ulusal bir devlet, bundan da öte sosyal bir devlet olan Almanya da bu saldırının hedefindedir. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal devletin tasfiyesi ve yurtdışaına asker yollanması gibi, halkın genelinin karşı çıktığı konularda halkın görüşü alınmazken, Alman sermayesi, Brüksel’dedi güçlü lobisi sayesinde isteklerine ulaşmaktadır. Ulusal devlet , alt sınıfların politik kararların alınma sürecine katılmasını garanti altına alır.
AB: Avrupa Birliği emperyalist bir projedir. Avrupa Birliği, ülkelerin ekonomisini ve tarımını çökertmekte. Yeni üye olan ülkelere akan en başta Alman sermayesi, bu ülkelerin ekonomisini ele geçirip bu ülkelerde yaşayan insanlara doğdukları topraklarda yaşama hakkı tanınmamakta ve onları göç etmeye zorlamakta. Polonya, Avrupa birliği’ne üye olduğundan beri 3-4 milyon Polonyalı ülkesini terk etti. Çoğu bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş eğitimli kişiler olan bu insanları ülkelerini terk etmesi, Polonya için bir yıkımdır. Alman sermayesi, kendi işçi sınıfını da bu yolla baskı altında tutmaktadır.
68’liler İnsan Hakları’na Sarıldı: 68’liler azınlıklar için bir cennet yaratırken, geniş kitlelerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak için hiçbir çaba göstermiyorlar. Bireysel özgürlüklerin genişletilmesi tabii ki gerekli, ama bu geniş kitlelerin hakları için mücadele etmeketen geri durmayı gerektirmez. Eski sol, yurtsever ve işçi sınıfına dayalı bir politika üretirken “Cappucino Solu” olarak adlandırdığım yeni sol, sivil toplum örgütleri veya feminist hareketler gibi, çalışmalarını lobiciliğe dayandıran hareketler üzerinden politika üretmektedir.
ABD ve Kosova: ABD’nin Kosova’nın bağımsızlığını desteklemesinin bir nedeni de ortaya çıkabilececk zincirleme reaksiyon sonucu Avrupa’yı daha güçsüz düşürebilecek olmasıdır.
Azınlıklar: Kosovalı Arnavutlar, Basklar, Tutsiler ya da Kürtler haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlardır. Ancak bu azınlıkların hepsi şu an emperyalistlerce kullanılmaktadır ve bağımsızlık talepleri emperyalizme hizmet etmektedir. Sol hareketin gözden kaçırdığı nokta ise artık Sovyetler’in var olmadığı gerçeğidir. Sovyetler’in olmadığı bir dünyada ayrılıkçı hareketler neoliberal sisteme hizmet eder.
www.juergen-elsaesser.de
Ultra-emperyalizm: Şu an ortaya çıkan durum, Karl Kautsky’nin 20. yy başlarında ultra-emperyalizm olarak nitelediği durumdur. Lenin, Kautsky’nin bu tezine karşı çıkmıştı ve Lenin 20. yy başlarında kesinlikle haklıydı. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada dünya çapındaki kapitalist güçler ulusal egemenliğe karşı birleştiler. Ultra-emperyalizmin hedef olarak gördüğü ilk sıradaki ülkeler Venezüela, İran, Lübnan ve gelecekte Çin ile Rusya’dır. Ulusal bir devlet, bundan da öte sosyal bir devlet olan Almanya da bu saldırının hedefindedir. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal devletin tasfiyesi ve yurtdışaına asker yollanması gibi, halkın genelinin karşı çıktığı konularda halkın görüşü alınmazken, Alman sermayesi, Brüksel’dedi güçlü lobisi sayesinde isteklerine ulaşmaktadır. Ulusal devlet , alt sınıfların politik kararların alınma sürecine katılmasını garanti altına alır.
AB: Avrupa Birliği emperyalist bir projedir. Avrupa Birliği, ülkelerin ekonomisini ve tarımını çökertmekte. Yeni üye olan ülkelere akan en başta Alman sermayesi, bu ülkelerin ekonomisini ele geçirip bu ülkelerde yaşayan insanlara doğdukları topraklarda yaşama hakkı tanınmamakta ve onları göç etmeye zorlamakta. Polonya, Avrupa birliği’ne üye olduğundan beri 3-4 milyon Polonyalı ülkesini terk etti. Çoğu bu ülkenin kaynakları ile yetişmiş eğitimli kişiler olan bu insanları ülkelerini terk etmesi, Polonya için bir yıkımdır. Alman sermayesi, kendi işçi sınıfını da bu yolla baskı altında tutmaktadır.
68’liler İnsan Hakları’na Sarıldı: 68’liler azınlıklar için bir cennet yaratırken, geniş kitlelerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak için hiçbir çaba göstermiyorlar. Bireysel özgürlüklerin genişletilmesi tabii ki gerekli, ama bu geniş kitlelerin hakları için mücadele etmeketen geri durmayı gerektirmez. Eski sol, yurtsever ve işçi sınıfına dayalı bir politika üretirken “Cappucino Solu” olarak adlandırdığım yeni sol, sivil toplum örgütleri veya feminist hareketler gibi, çalışmalarını lobiciliğe dayandıran hareketler üzerinden politika üretmektedir.
ABD ve Kosova: ABD’nin Kosova’nın bağımsızlığını desteklemesinin bir nedeni de ortaya çıkabilececk zincirleme reaksiyon sonucu Avrupa’yı daha güçsüz düşürebilecek olmasıdır.
Azınlıklar: Kosovalı Arnavutlar, Basklar, Tutsiler ya da Kürtler haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlardır. Ancak bu azınlıkların hepsi şu an emperyalistlerce kullanılmaktadır ve bağımsızlık talepleri emperyalizme hizmet etmektedir. Sol hareketin gözden kaçırdığı nokta ise artık Sovyetler’in var olmadığı gerçeğidir. Sovyetler’in olmadığı bir dünyada ayrılıkçı hareketler neoliberal sisteme hizmet eder.
www.juergen-elsaesser.de
9 Şubat 2008 Cumartesi
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ: 4. KİTAP 3. BÖLÜM
Ahmat El Kabar bir gün öğrencilerini büyük toplantı salonuna çağırdı. İçeri girdiklerinde ustanın hemen üstünde kocaman, kapkara bir bulut durduğunu gören müritler şaşırıp ürkerek bakındılar.
“Gelin,” dedi büyük usta. “Şöyle oturun bakayım çevreme.”
“O bir bulut mu ustam?” diye sordu manifaturacı Kemal, gereksiz yere soru sormaktan kafasına kaç kere yumruk yediği halde uslanmadan.
“Öyle,” dedi El Kabar ayağa kalkarken. “Şimdi sizden bu bulutu yok etmenizi istiyorum. Sonra yanıma gelin. Ben çayhanede olucam.”
“Ama ustam, nasıl yapacaz ki?” diye sordu Şamsa.
Güldü usta tam kapının orada durup. Sinirlenmişti besbelli. Sonra bir şey demeden çıkıp gitti büyüklü küçüklü ona yakın öğrencisini gittikçe genişleyen, duvarların sıvalarını arsızca yiyen bulutla başbaşa bırakarak. Hemen yere çöktü müritler. Meditasyondan başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı ve aralarından bir densizin ateş yakma fikrini kaale bile almamışlardı. Gözlerini kapattıktan sonraki yarım saat büyük bir mücadeleyle geçti ve bulut azalmak şöyle dursun, her dakika daha da azdı karanlık bir iblise dönüşerek. Sonunda panik içinde açıldı çoğunun gözleri. Elleri üstlerine yağan doluyu kesmek için yüzlerini örtünce güvenlik çemberi de dağılıp gidiverdi.
“Kaçalım lan,” dedi Habeş Turri. İçeride dönen kasırgadan zorlukla duyuluyordu sesi, ama ne kadar vızıltı gibi gelse de gerekli etkiyi yaratmıştı. Kapıyı dördü beşi zorlukla açarak sırılsıklam olmuş, yedikleri doludan iyice kızarmış bedenlerini dışarıya attılar. Ardından başları önde, ayakları geri geri giderek çayhanenin önüne geldiler. Kemal öne çıktı. Tokmağı çevirdi. Aralanan kapıdan şöyle bir uzattığı başını hemen geri çekti sonra ve “Aman bilader, ben yokoluyom,” diyerek sıvıştı.
Büyük Usta Ahmat El Kabar, masada, başını iki elinin arasına almış, kara kara düşünürken hemen üstünde başka bir bulut büyümekteydi...
(Hebburi Tarikatı Öğretileri'ne fossurgama.blogspot.com sitesinden ulaşabilirsiniz)
“Gelin,” dedi büyük usta. “Şöyle oturun bakayım çevreme.”
“O bir bulut mu ustam?” diye sordu manifaturacı Kemal, gereksiz yere soru sormaktan kafasına kaç kere yumruk yediği halde uslanmadan.
“Öyle,” dedi El Kabar ayağa kalkarken. “Şimdi sizden bu bulutu yok etmenizi istiyorum. Sonra yanıma gelin. Ben çayhanede olucam.”
“Ama ustam, nasıl yapacaz ki?” diye sordu Şamsa.
Güldü usta tam kapının orada durup. Sinirlenmişti besbelli. Sonra bir şey demeden çıkıp gitti büyüklü küçüklü ona yakın öğrencisini gittikçe genişleyen, duvarların sıvalarını arsızca yiyen bulutla başbaşa bırakarak. Hemen yere çöktü müritler. Meditasyondan başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı ve aralarından bir densizin ateş yakma fikrini kaale bile almamışlardı. Gözlerini kapattıktan sonraki yarım saat büyük bir mücadeleyle geçti ve bulut azalmak şöyle dursun, her dakika daha da azdı karanlık bir iblise dönüşerek. Sonunda panik içinde açıldı çoğunun gözleri. Elleri üstlerine yağan doluyu kesmek için yüzlerini örtünce güvenlik çemberi de dağılıp gidiverdi.
“Kaçalım lan,” dedi Habeş Turri. İçeride dönen kasırgadan zorlukla duyuluyordu sesi, ama ne kadar vızıltı gibi gelse de gerekli etkiyi yaratmıştı. Kapıyı dördü beşi zorlukla açarak sırılsıklam olmuş, yedikleri doludan iyice kızarmış bedenlerini dışarıya attılar. Ardından başları önde, ayakları geri geri giderek çayhanenin önüne geldiler. Kemal öne çıktı. Tokmağı çevirdi. Aralanan kapıdan şöyle bir uzattığı başını hemen geri çekti sonra ve “Aman bilader, ben yokoluyom,” diyerek sıvıştı.
Büyük Usta Ahmat El Kabar, masada, başını iki elinin arasına almış, kara kara düşünürken hemen üstünde başka bir bulut büyümekteydi...
(Hebburi Tarikatı Öğretileri'ne fossurgama.blogspot.com sitesinden ulaşabilirsiniz)
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ – 6. KİTAP 4. BÖLÜM
Ahmat El Kabar holdingin koridorlarında, elleri belinde kavuşmuş ıslık çalarak dolaşırken karşısına şak diye şirketin genç müdürü Kenan Işıl çıktı. Ustanın methini duyan ama o güne kadar bir türlü konuşma fırsatı bulamayan adam yerlere kadar eğildi hemen ve doğrulduğunda “Aman efendim, merhaba, nasılsınız, işler nasıl gidiyor?” diye sordu taramalı tüfek gibi.
Fakat El Kabar bir elini kaldırıp susturdu onu. Sonra da arkasında hayretler içinde ve mal gibi bakarken bırakıp yürüdü gitti.
Ertesi gün odasında çalışırken üç kişi içeri girip Kenan beyi karga tulumba aşağı, esrime mahzenlerine indirdiler. Ve az bu değil, tam üç yıl kaldı orada Büyük Usta El Kabar’ın direktifiyle. Bu adamın iyice bir düşünüp kendilerinin orada asla ama asla iş yapmadığını öğrenmesini istiyordu.
Ve beklediği gibi de oldu.
Bir daha kesseler de, öldürseler de işlerle ilgili bir soru sormadı Kenan Işıl. Ne ustasına ne başka birisine...
(Hebburi Tarikatı Öğretilerine fossurgama.blogspot.com içinden ulaşabilirsiniz.)
Fakat El Kabar bir elini kaldırıp susturdu onu. Sonra da arkasında hayretler içinde ve mal gibi bakarken bırakıp yürüdü gitti.
Ertesi gün odasında çalışırken üç kişi içeri girip Kenan beyi karga tulumba aşağı, esrime mahzenlerine indirdiler. Ve az bu değil, tam üç yıl kaldı orada Büyük Usta El Kabar’ın direktifiyle. Bu adamın iyice bir düşünüp kendilerinin orada asla ama asla iş yapmadığını öğrenmesini istiyordu.
Ve beklediği gibi de oldu.
Bir daha kesseler de, öldürseler de işlerle ilgili bir soru sormadı Kenan Işıl. Ne ustasına ne başka birisine...
(Hebburi Tarikatı Öğretilerine fossurgama.blogspot.com içinden ulaşabilirsiniz.)
Özgürlük Bahane!
15-29 yaş dilimindeki kızlarımızın üçte ikisi ne okuyor ne çalışıyor, evde oturuyor. Yalnızca 22 milyon kişinin çalışıp 70 milyona baktığı garip, geri bir ülkenin yürek sızlatıcı gerçeği bu.
Prof Dr. Binnaz Toprak ile Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun Açık Toplum Enstitüsü ile Türkiye Ekonomik Sosyal Etüdler Vakfı için yaptıkları “İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın” başlıklı araştırma şunları gösteriyor:
İlkokuldan sonra okumaya devam edemeyen kızların “en önemli nedeni” olarak % 49 ile Ailenin İzin Vermemesi. Liseden sonra %29.8 üniversite sınavını kazanamadığından, %14.6 evlenip okulu bıraktığından, %14 daha fazla okumasına izin verilmediğinden. Vb…
Peki ya türban?
Sadece yüzde 1
Bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran türban uygulaması ise üniversiteye gidemeyen kızlarımızın yalnızca yüzde 1’i için engel teşkil etmiş…
TBMM’de türbanın önünü açacak anayasa değişikliği oylamasının yapıldığı gün, Adalet Komisyonu’nda Yargıtay’ı ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu tırpanlayan yeni düzenlemelerin gündeme getirilmesi, bir gün sonrasında da YÖK’te İmam Hatipler’e avantaj sağlayacak olan farklı katsayı uygulamasının ele alınması, hiçbir yoruma gerek bırakmayacak bir açıklıkla gözler önüne seriyor gerçek niyeti.
(Ali Sirmen)
Prof Dr. Binnaz Toprak ile Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun Açık Toplum Enstitüsü ile Türkiye Ekonomik Sosyal Etüdler Vakfı için yaptıkları “İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın” başlıklı araştırma şunları gösteriyor:
İlkokuldan sonra okumaya devam edemeyen kızların “en önemli nedeni” olarak % 49 ile Ailenin İzin Vermemesi. Liseden sonra %29.8 üniversite sınavını kazanamadığından, %14.6 evlenip okulu bıraktığından, %14 daha fazla okumasına izin verilmediğinden. Vb…
Peki ya türban?
Sadece yüzde 1
Bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran türban uygulaması ise üniversiteye gidemeyen kızlarımızın yalnızca yüzde 1’i için engel teşkil etmiş…
TBMM’de türbanın önünü açacak anayasa değişikliği oylamasının yapıldığı gün, Adalet Komisyonu’nda Yargıtay’ı ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu tırpanlayan yeni düzenlemelerin gündeme getirilmesi, bir gün sonrasında da YÖK’te İmam Hatipler’e avantaj sağlayacak olan farklı katsayı uygulamasının ele alınması, hiçbir yoruma gerek bırakmayacak bir açıklıkla gözler önüne seriyor gerçek niyeti.
(Ali Sirmen)
8 Şubat 2008 Cuma
YAĞDANLIKLAR – Hikmet Çetinkaya
(Hikmet Çetinkaya’nın yazısından süzülenler)
“…Televizyon ekranları onların, gazete köşelerinde bunlar… Vakıf üniversitelerinde bunlar! Bir ayakları Brüksel, öteki ayakları Washington… Hepsi birer yağdanlık! Özellikle CNN, NTV, Samanyolu, Kanal 7 ekranlarında boy gösterip “dolar üzerinden” program başı mangır alırlar. Yeni Şafak, Zaman, Star, Taraf, Sabah gazetelerinde yzarlar. Hürriyet ve Milliyet’e sızanlar da vardır. Aydın ve sanatçı dünyanın her yerinde muhaliftir, bunlar ise iktidar yalakası… Para orada. Sıkmabaş için imza toplarlar. Hrant Dink cinayetinin arkasındaki “tarikatçı yapılanmayı” görmezler; Fethullahçıların ABD’nin maşası olduğunu bilmezlikten gelirler. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın tutuklandığında, van kedisi gibi kuyruklarını altlarına alıp otururlar.Yazılarına çok özen gösterirler, AKP’yi sözde eleştirirken: “Aman Tayyip bey alınmasın!” derler. YÖK başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın bazı rektörlere baskı yaptığını yazmaktan korkarlar. Zaman zaman tiyatro, konser, sinema salonlarında rastlarım onlara. Nedense Genco Erkal’ın sahneye koyduğu oyunlara gitmezler. “Sivas 93” onlar için yobazların değil, derin devletin işidir. Hrant Dink, Rahip Santoro, Necip Hablemitoğlu, Malatya katliamı akp iktidarı döneminde gerçekleştiği halde “ampule” dokunmazlar. Ataol Behramoğlu, Özdemir İnce, Ahmet Cemal, Genco Erkal, Tarık Akan, Rutkay Aziz, Arif Sağ’dan nefret ederler. Sosyalistleri, yurtseverleri sevmezler. Onlar sahtekârların, yobazların, hokkabazların, Soros Vakfı’nın rüzgar gülleridir. Sıvas acısını duymazlar. Güneydoğu’da ağa, şıh, şeyh, baskısını görmezler; Güneydoğu’ya sınıfsal ve ekonomik açıdan bakmazlar. Sermaya-emek çelişkisi onlara vız gelir tırıs gider…”
“…Televizyon ekranları onların, gazete köşelerinde bunlar… Vakıf üniversitelerinde bunlar! Bir ayakları Brüksel, öteki ayakları Washington… Hepsi birer yağdanlık! Özellikle CNN, NTV, Samanyolu, Kanal 7 ekranlarında boy gösterip “dolar üzerinden” program başı mangır alırlar. Yeni Şafak, Zaman, Star, Taraf, Sabah gazetelerinde yzarlar. Hürriyet ve Milliyet’e sızanlar da vardır. Aydın ve sanatçı dünyanın her yerinde muhaliftir, bunlar ise iktidar yalakası… Para orada. Sıkmabaş için imza toplarlar. Hrant Dink cinayetinin arkasındaki “tarikatçı yapılanmayı” görmezler; Fethullahçıların ABD’nin maşası olduğunu bilmezlikten gelirler. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın tutuklandığında, van kedisi gibi kuyruklarını altlarına alıp otururlar.Yazılarına çok özen gösterirler, AKP’yi sözde eleştirirken: “Aman Tayyip bey alınmasın!” derler. YÖK başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın bazı rektörlere baskı yaptığını yazmaktan korkarlar. Zaman zaman tiyatro, konser, sinema salonlarında rastlarım onlara. Nedense Genco Erkal’ın sahneye koyduğu oyunlara gitmezler. “Sivas 93” onlar için yobazların değil, derin devletin işidir. Hrant Dink, Rahip Santoro, Necip Hablemitoğlu, Malatya katliamı akp iktidarı döneminde gerçekleştiği halde “ampule” dokunmazlar. Ataol Behramoğlu, Özdemir İnce, Ahmet Cemal, Genco Erkal, Tarık Akan, Rutkay Aziz, Arif Sağ’dan nefret ederler. Sosyalistleri, yurtseverleri sevmezler. Onlar sahtekârların, yobazların, hokkabazların, Soros Vakfı’nın rüzgar gülleridir. Sıvas acısını duymazlar. Güneydoğu’da ağa, şıh, şeyh, baskısını görmezler; Güneydoğu’ya sınıfsal ve ekonomik açıdan bakmazlar. Sermaya-emek çelişkisi onlara vız gelir tırıs gider…”
Türban ve Özgürlük Zorlamasına Belçika’dan Yanıt
Belçika’da da fazlaca aydınlanmış liboş aydınlara gerçek solcu yazarlar Benno Barnard ve Geert Van Istendael’den yanıt geldi. “Eşlerinin veya kızlarının taşıdıkları başörtüsü veya örtülü başlar kamu güvenliğini tehlikeye atmaz ama her başörtüsü “ben bir kadın olarak ikinci sınıf bir varlık olmakla beraber erkeğin cinsel güdülerini kontrol altında tutmaktan sorumluyum” mesajı vermektedir. Birçok solcu entelektüel İslami haklar adına aslında erkek özgürlüğünü savunurken, İslami terörün en ılımlı hali olan kadının baslkı altında tutulmasını da savunmaktadırlar.”
Kriz = 3 Dünya Kapitalizmi – Erinç Yeldan
Dünya ekonomilerinde baş gösteren yeni krizin sadece gelip geçici bir dalgalanmadan ibaret olmadığını, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyası altında örgütlenmiş olan küresel kaptializmin artık olgunlaşarak yerini yeni bir üretim ve pazarlama şemasına bırakmakta olduğunu ve söz konusu krizin de bu sürecin sancılarını ortaya dökmekte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Nitekim, dünya üretimini son 10 yıldır sürükleyen ana kaynağın artık Amerikan ve Avrupa ekonomileri değil de, Asya ve Latin Amerika’nın seçilmiş bölgelerinde yatmakta olduğu gerçeği giderek daha netlik kazanıyor. 20. yüzyılın gelişmiş ekonomileri birer birer bir hizmet toplumuna dönüşürken, dünyanın üretici fabrika ve çiftliklerinin giderek üçüncü dünya ekonomilerine kaymakta olduğunu gözlemliyoruz. Kalkınmakta olan ülkeler grubunun dünya üretimi içindeki payının 2003 itibarıyla yüzde 20’ye; dünya ihracatı içindeki payının ise yüzde 27’ye yükseldiğini gözlemlemekteyiz. Söz konusu ülke grubu, dünya doğrudan yatırım stokunun yüzde 25’ine sahip bulunuyor ve bu payın hızla artmakta olduğu gözleniyor.
Bu süreçlere koşut olarak “Yeni Sanayileşen Ülkeler” diye anılan (Kore, Tayland, Malezya vb.) grubun yanına ek olarak “Yeni Tarımsallaşan Ekonomiler” (Kenya, Brezilya, Orta Amerika Cumhuriyetleri…) diye betimlenen yeni bir üretici kitlenin eklendiği görülüyor. Gelişmiş ülkelerin hipermarketlerini ve mutfaklarını süsleyen çilek, kivi, papaya, mango gibi egzotik nitelikli tarımsal ürünlerin giderek dünyanın bu yeni “çifliklerinde”, “organik ürünler” pazarlaması altında üretilmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Üçüncü dünya giderek kapitalizmin ana üreticisi olarak gelişimini sürdürüyor. Bu süreçte ulus ötesi şirketlerin dünya ticaretinin yönlendirilmesi ve küresel kapitalizmin uluslar arası işbölümünün yeniden örgütlenmesi işlevini bizzat yürüttükleri açık olarak biliniyor.
Bütün bu gözlemlerden hareketle radikal görüşteki birçok iktisatçı ve sosyolog, dünya kapitalizminin yeni bir aşama içine girdiğini ve artık bir tür üçüncü dünya kapitalizminden bahsedilebileceğini savunuyor. Bu yoruma göre, emeğin esnekleştirilip örgütsüzleştirilerek en acımasız şekilde sömürüldüğü ve gezegenimizin bir çevre felaketine sürüklendiği bu tür üçüncü dünya kapitalizmi, dünya çapında proleterleşmenin hızlandırıldığı bir aşamayı ifade ediyor.
Nitekim, dünya üretimini son 10 yıldır sürükleyen ana kaynağın artık Amerikan ve Avrupa ekonomileri değil de, Asya ve Latin Amerika’nın seçilmiş bölgelerinde yatmakta olduğu gerçeği giderek daha netlik kazanıyor. 20. yüzyılın gelişmiş ekonomileri birer birer bir hizmet toplumuna dönüşürken, dünyanın üretici fabrika ve çiftliklerinin giderek üçüncü dünya ekonomilerine kaymakta olduğunu gözlemliyoruz. Kalkınmakta olan ülkeler grubunun dünya üretimi içindeki payının 2003 itibarıyla yüzde 20’ye; dünya ihracatı içindeki payının ise yüzde 27’ye yükseldiğini gözlemlemekteyiz. Söz konusu ülke grubu, dünya doğrudan yatırım stokunun yüzde 25’ine sahip bulunuyor ve bu payın hızla artmakta olduğu gözleniyor.
Bu süreçlere koşut olarak “Yeni Sanayileşen Ülkeler” diye anılan (Kore, Tayland, Malezya vb.) grubun yanına ek olarak “Yeni Tarımsallaşan Ekonomiler” (Kenya, Brezilya, Orta Amerika Cumhuriyetleri…) diye betimlenen yeni bir üretici kitlenin eklendiği görülüyor. Gelişmiş ülkelerin hipermarketlerini ve mutfaklarını süsleyen çilek, kivi, papaya, mango gibi egzotik nitelikli tarımsal ürünlerin giderek dünyanın bu yeni “çifliklerinde”, “organik ürünler” pazarlaması altında üretilmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Üçüncü dünya giderek kapitalizmin ana üreticisi olarak gelişimini sürdürüyor. Bu süreçte ulus ötesi şirketlerin dünya ticaretinin yönlendirilmesi ve küresel kapitalizmin uluslar arası işbölümünün yeniden örgütlenmesi işlevini bizzat yürüttükleri açık olarak biliniyor.
Bütün bu gözlemlerden hareketle radikal görüşteki birçok iktisatçı ve sosyolog, dünya kapitalizminin yeni bir aşama içine girdiğini ve artık bir tür üçüncü dünya kapitalizminden bahsedilebileceğini savunuyor. Bu yoruma göre, emeğin esnekleştirilip örgütsüzleştirilerek en acımasız şekilde sömürüldüğü ve gezegenimizin bir çevre felaketine sürüklendiği bu tür üçüncü dünya kapitalizmi, dünya çapında proleterleşmenin hızlandırıldığı bir aşamayı ifade ediyor.
Amerikan Milliyetçiliğinden Çağdaş Ulusalcılığa – Erol Manisalı
Ziya Gökalp ve Atatürk milliyetçiliğinden çok farklı bir, “naylon Amerikan milliyetçiliği”, Sovyetler Birliği ve Çin’e karşı bir maşa olarak kullanılan araç oldu.
20. yüzyılın gerçek milliyetçileri Atatürk, Gandi, Castro, Nasır ve Tito’nun tgemsil ettiği çizgi ve düşünce sistemidir.
Türkiye’de bugün “Milliyetçiliğin hâlâ, Amerika’nın ezberlettiği anlamda yorumlanmaya çalışılması eğer cehalet değilse emperyalizle işbirliğinden başka ne olabilir?
Amerika dün Sovyetler Birliği ve Çin karşıtlığını milliyetçilik olarak zihinlere yerleştirdi. Oysa bugün gerçek milliyetçilik, sömürgecilere (emperyalistlere) karşı durarak ulusal çıkarları koruyan çağdaş ve uygar bir düzen oluşturmaktır. Sömürgecilerin başında da ABD geliyor.
Ekonomide, siyasette, savunmada, kültürde uluslararası ilişkileri, “karşılıklı çıkarlar doğrultusunda kurmak” çağdaş milliyetçiliğin (ulusalcılığın) amacıdır.
20. yüzyılın gerçek milliyetçileri Atatürk, Gandi, Castro, Nasır ve Tito’nun tgemsil ettiği çizgi ve düşünce sistemidir.
Türkiye’de bugün “Milliyetçiliğin hâlâ, Amerika’nın ezberlettiği anlamda yorumlanmaya çalışılması eğer cehalet değilse emperyalizle işbirliğinden başka ne olabilir?
Amerika dün Sovyetler Birliği ve Çin karşıtlığını milliyetçilik olarak zihinlere yerleştirdi. Oysa bugün gerçek milliyetçilik, sömürgecilere (emperyalistlere) karşı durarak ulusal çıkarları koruyan çağdaş ve uygar bir düzen oluşturmaktır. Sömürgecilerin başında da ABD geliyor.
Ekonomide, siyasette, savunmada, kültürde uluslararası ilişkileri, “karşılıklı çıkarlar doğrultusunda kurmak” çağdaş milliyetçiliğin (ulusalcılığın) amacıdır.
Donun Kutsalı
"Bezde kutsallık aranacaksa, o zaman, en önemli yerleri örttüğü için en kutsal örtü dondur!"
ZEKERİYA BEYAZ
ZEKERİYA BEYAZ
3 Şubat 2008 Pazar
Namazda Mola Verilmez
İkinci rekatı kılarken arkadaşları kalp krizi geçirince ara vermeyip namazın bitmesini bekleyen dini bütün iyi insancıklar bu ölümün hesabını Allah katında nasıl verecekler bakalım. Bundan gayrı şundan da eminim ki, o sırada bir deprem olsa hepsi fossura fossura kaçıp gideceklerdi.
Aah Ah. Ülkeyi ele geçiren cahil sofu zihniyetle önümüzdeki günlerde bayağı bir işimiz olacak gibi görünüyor.
Aah Ah. Ülkeyi ele geçiren cahil sofu zihniyetle önümüzdeki günlerde bayağı bir işimiz olacak gibi görünüyor.
CELAL ŞENGÖR – İcab Ederse Kapıları Kapatırız
Celal Şengör’ün Üniversitelerarası Kurul üyelerine hitaben yazdığı mektup:
“Bunu uygarlığa karşı yöneltilmiş saldırıların fütursuzca geliştiği bir ortamda cesaret ve haysiyetle yaptınız. Bu saldırıların en son örneği Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin ortaklaşa başlattıkları üniversitelerde türban serbestisi atağıdır… Bizim açımızdan, üniversitelere dini bir sembolün girmesinin hukuk cephesinin, kamuoyunda öne çıkartıldığı kadar belirleyici olduğunu sanmıyorum, çünkü hukuk nihayet akiyomatik bir sistemdir. Baştan kabul edilen aksiyomlara bağlıdır. Bu açıdan hukukun rölativist bir temeli vardır ve bu temel onu bazı durumlarda pek tehlikeli bir tahakküm aracı yapabilir. Bunun en meşhur misalleri… pek çok insanın en fecî şartlarda katledilmesine, toplumların sefâlet ve felaketine neden olmuştur.”
----
“… Üniversitede dinin “şakırdatılması” bizzat üniversite kavramıyla çelişir… Dinin, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bilim, bitmeyen bir deneme-yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimtotik olarak yaklaşır. Ancak hepinizin bildiği gibi tek bir ters veri, en ihtişamlı teoriyi çöpe atmaya yeterlidir… Bugün artık ne düyanın yedi günde yaratıldığına, ne de Havva İle Âdem masalına iannamak mümkündür. “Üniversitede yasak olmaz” diyenlerin, üniversitede yanlışlığı isbat edilmiş fikirlerin artık kullanılamayacağını ve öğretilmeye devam edilmelerine izin verilemeyeceğini anlamış olması gerekir. Bu nedenle coğrafya derslerinde düz bir dünya veya fizik derslerinde Aristo fiziği öğretmeye kalkan hocalara izin verilemez…”
----
“… üniversite tüm dogmatik inanç sistemlerini işlevine temel yapmayı reddeder. Onları bilimsel olarak inceler, ancak temsilcilerini üyleri olarak kabul etmez…. Büyük felsefeci Lord Bertrand Russell’ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği, fakat bilimin bulmuş olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur… Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir… Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız.”
---
“İcab ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız. Bu bizim tarihsel geleneklerimizden gelen hakkımız ve hem insanlığa hem de öğrencilerimize karşı görevimizdir…”
“Bunu uygarlığa karşı yöneltilmiş saldırıların fütursuzca geliştiği bir ortamda cesaret ve haysiyetle yaptınız. Bu saldırıların en son örneği Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin ortaklaşa başlattıkları üniversitelerde türban serbestisi atağıdır… Bizim açımızdan, üniversitelere dini bir sembolün girmesinin hukuk cephesinin, kamuoyunda öne çıkartıldığı kadar belirleyici olduğunu sanmıyorum, çünkü hukuk nihayet akiyomatik bir sistemdir. Baştan kabul edilen aksiyomlara bağlıdır. Bu açıdan hukukun rölativist bir temeli vardır ve bu temel onu bazı durumlarda pek tehlikeli bir tahakküm aracı yapabilir. Bunun en meşhur misalleri… pek çok insanın en fecî şartlarda katledilmesine, toplumların sefâlet ve felaketine neden olmuştur.”
----
“… Üniversitede dinin “şakırdatılması” bizzat üniversite kavramıyla çelişir… Dinin, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bilim, bitmeyen bir deneme-yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimtotik olarak yaklaşır. Ancak hepinizin bildiği gibi tek bir ters veri, en ihtişamlı teoriyi çöpe atmaya yeterlidir… Bugün artık ne düyanın yedi günde yaratıldığına, ne de Havva İle Âdem masalına iannamak mümkündür. “Üniversitede yasak olmaz” diyenlerin, üniversitede yanlışlığı isbat edilmiş fikirlerin artık kullanılamayacağını ve öğretilmeye devam edilmelerine izin verilemeyeceğini anlamış olması gerekir. Bu nedenle coğrafya derslerinde düz bir dünya veya fizik derslerinde Aristo fiziği öğretmeye kalkan hocalara izin verilemez…”
----
“… üniversite tüm dogmatik inanç sistemlerini işlevine temel yapmayı reddeder. Onları bilimsel olarak inceler, ancak temsilcilerini üyleri olarak kabul etmez…. Büyük felsefeci Lord Bertrand Russell’ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği, fakat bilimin bulmuş olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur… Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir… Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız.”
---
“İcab ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız. Bu bizim tarihsel geleneklerimizden gelen hakkımız ve hem insanlığa hem de öğrencilerimize karşı görevimizdir…”
Yeni HarkTular
Takkenin altında on karafatma
onu da nereye gittiğini bilmiyor.
--------------
Bir yerde delik açarsanız
o delik siz istemeseniz de genişleyecektir
--------------
Kişioğlunun gerçek karakterini
unutmayı yeğlediği hatıralar gösterir.
--------------
Toplum delirmedikçe baştakiler normalleşmez
--------------
Çocukluğa geri dönüş yoluna
döküyor sistem,
yetişkinlerden topladığı atıkları
--------------
Kaçan biri mutlaka yakalanır
Savaşan insan
kovalanmaz
harktu.blogspot.com
onu da nereye gittiğini bilmiyor.
--------------
Bir yerde delik açarsanız
o delik siz istemeseniz de genişleyecektir
--------------
Kişioğlunun gerçek karakterini
unutmayı yeğlediği hatıralar gösterir.
--------------
Toplum delirmedikçe baştakiler normalleşmez
--------------
Çocukluğa geri dönüş yoluna
döküyor sistem,
yetişkinlerden topladığı atıkları
--------------
Kaçan biri mutlaka yakalanır
Savaşan insan
kovalanmaz
harktu.blogspot.com
Hırs deyip geçmeyin
Hırs deyip geçmeyin, bu dünyada ne yapılırsa onun sayesinde yapılır (Anatole France)
(Hakan Aksay’ın Perşembe’nin Gelişi köşesinden alınmıştır.)
(Hakan Aksay’ın Perşembe’nin Gelişi köşesinden alınmıştır.)
De Omnibus Dubitandum Est
“Herhangi bir bankacı, borsa işlemcisi, ya da yatırımcıdan , ihtirasının en çılgın hayallerini bile aşan servetleri yaratmasına olanak sağlayacak, mükemmel bir piyasa modeli tasarlamasını isteseydik, bize, geçtiğimiz on yılda egemen olanlara benzer koşulları tarif ederdi. Peki, öyleyse, şimdi ne oldu?”
Yazıyı merak ettiyseniz, devamı Ergin Yıldızoğlu'nun sitesinde:
Yazıyı merak ettiyseniz, devamı Ergin Yıldızoğlu'nun sitesinde:
Sorunsuluğun Bilmecesi
Be hey dürzü!
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın.
Hakikaten gözün yoksa haramda,
başı açığa niye türban sorarsın?
Neyzen Tevfik
Ne ararsın Tanrı ile aramda?
Sen kimsin ki orucumu sorarsın.
Hakikaten gözün yoksa haramda,
başı açığa niye türban sorarsın?
Neyzen Tevfik
FossurGama Sunar: Kütüphanenin En Değerli Kitabı
Kütüphaneye girdi Selim. Görevlinin yanına gitti dosdoğru. Bir gün önce uğrayıp not aldığı kitapları isteyecek ve bir çabuk işe koyulacaktı. İşle birlikte doktorayı da götürmeye çalışmak çok yorucuydu. Hem hızlı hem de planlı olması şarttı. “Merhaba,” derken çantasından da kağıdı çıkarmaya çalışıyordu. Kafasını kaldırdığında kıvırcık esmer kadının kısılmış gözlerini kendisine diktiğini gördü. “Ben sizi tanıyorum,” dedi kadın büyülenmiş gibi.
“Normal,” dedi Selim, tatlı bir gülüşle bu hatayı bağışlayarak. “Dün de buradaydım ben.”
“Hayır hayır,” dedi kadın. “Ben sizi bir kitapta gördüm.”
Düşündü Selim. Kendisi bir kitaba bir yerden girmiş olabilir miydi?! “Yok canım,” dedi sonra. “Bir yanlışınız var.”
“Kesinlikle gördüm,” dedi kadın alt dudağını kemirip önündeki tahtaya bir şaplak indirerek. “Hem de buralarda bir yerlerde.”
Selim onun sorularından birkaç kaçamak yanıtla kurtulup kendini masalardan birine attı. İşin doğrusu, rahatsız olmuştu bu muhabbetten. Takmamaya çalışarak, kitapların üstüne eğildi.
İkinci gün içeri girdiğinde, arkada belirlediği kuytu köşeye yürürken kadın parmağıyla onu gösteriyordu yanındakilere. O tarafa bakmamak, hiç muhattap olmamak en iyisiydi. Yüzüne somurtuk bir ifade oturdu hemen.
Üçüncü gün orada, danışma bölümünde kadını görmeyince yüreğine bir ferahlık yayıldı. Allahın kaçığını kapatmışlar mıydı acaba hastaneye? Diğer görevliden aldığı tezi açtı oturunca bir çabuk. Bayağı ilerlemişti notlar alıp. Ve güm diye bir ses çıktı. Kadın, kıvırcık saçları, bilmiş gözleri, yamuk gülüşüyle tepesinde duruyordu. Masaya da bir kitap çarpmıştı.
“İşte, ben size ne demiştim.”
O yerine dönerken Selim kitabı eline aldı ve hayretle kapağında resmi olduğunu gördü. Sonra üç saat boyunca hiç durmadan okudu mırıltılar içinde. Kütüphane görevlisinin kitabı koyup uzaklaştığı bölüme geldiğinde ayağa kalktı. Kitabı sıkı sıkı tutarak çıkışa ilerledi.
“Gidiyor musunuz,” diye sordu kadın çökmüş omuzların sahibi gariban Selim’e. “Beğendiniz mi bari. Sizde kalsın biraz, önemli değil.”
Hemen sayfayı açtı Selim, orada cevap vermediğini okuyunca, aynen uygulayıp bir şey demeden dışarı çıktı.
Ve böylece kitaba göre yaşayıp kitaba göre öldü mutluluk nedir bilmeden.
(Öykü, FossurGama'nın sunduğu Kayıp Ülkenin Masalları kitabından alınmıştır.)
“Normal,” dedi Selim, tatlı bir gülüşle bu hatayı bağışlayarak. “Dün de buradaydım ben.”
“Hayır hayır,” dedi kadın. “Ben sizi bir kitapta gördüm.”
Düşündü Selim. Kendisi bir kitaba bir yerden girmiş olabilir miydi?! “Yok canım,” dedi sonra. “Bir yanlışınız var.”
“Kesinlikle gördüm,” dedi kadın alt dudağını kemirip önündeki tahtaya bir şaplak indirerek. “Hem de buralarda bir yerlerde.”
Selim onun sorularından birkaç kaçamak yanıtla kurtulup kendini masalardan birine attı. İşin doğrusu, rahatsız olmuştu bu muhabbetten. Takmamaya çalışarak, kitapların üstüne eğildi.
İkinci gün içeri girdiğinde, arkada belirlediği kuytu köşeye yürürken kadın parmağıyla onu gösteriyordu yanındakilere. O tarafa bakmamak, hiç muhattap olmamak en iyisiydi. Yüzüne somurtuk bir ifade oturdu hemen.
Üçüncü gün orada, danışma bölümünde kadını görmeyince yüreğine bir ferahlık yayıldı. Allahın kaçığını kapatmışlar mıydı acaba hastaneye? Diğer görevliden aldığı tezi açtı oturunca bir çabuk. Bayağı ilerlemişti notlar alıp. Ve güm diye bir ses çıktı. Kadın, kıvırcık saçları, bilmiş gözleri, yamuk gülüşüyle tepesinde duruyordu. Masaya da bir kitap çarpmıştı.
“İşte, ben size ne demiştim.”
O yerine dönerken Selim kitabı eline aldı ve hayretle kapağında resmi olduğunu gördü. Sonra üç saat boyunca hiç durmadan okudu mırıltılar içinde. Kütüphane görevlisinin kitabı koyup uzaklaştığı bölüme geldiğinde ayağa kalktı. Kitabı sıkı sıkı tutarak çıkışa ilerledi.
“Gidiyor musunuz,” diye sordu kadın çökmüş omuzların sahibi gariban Selim’e. “Beğendiniz mi bari. Sizde kalsın biraz, önemli değil.”
Hemen sayfayı açtı Selim, orada cevap vermediğini okuyunca, aynen uygulayıp bir şey demeden dışarı çıktı.
Ve böylece kitaba göre yaşayıp kitaba göre öldü mutluluk nedir bilmeden.
(Öykü, FossurGama'nın sunduğu Kayıp Ülkenin Masalları kitabından alınmıştır.)
2 Şubat 2008 Cumartesi
Eduardo Galeano – Savaşlar yalan söyleyerek satılır
Adem’le Havva cennetten kovulduklarında Afrika’ya yerleştiler, Paris’e değil. Bir zaman sonra oğulları dünyayı dolaşmaya çıktığında yazı icat edilmişti; ama Irak’ta, Tekasa’ta değil. Cebir de Irak’ta biliniyordu. 1200 yıl önce Muhammed el Harizmi bulumuştu ve logaritma sözü onunu adından türetilmişti. İsimler, onları isimlendirenlerle pek uyuşmaz genellikle. Örneğin British Museum’daki Partenon yontuları Elgin mermerleri olarak bilinir, oysa Fidias’ın (Yunanlı heykeltıraş MÖ 490-431) yottuğu mermerlerdir. Elgin onları müzeye satan İngilizin ismidir. Avrupa’ya Rönesans’la gelen üç önemli buluş; pusula, barut ve matbaa, aslında Çin’de çoktan beri biliniyordu, Avrupa’nın yeninden bulduğu pek çok şey gibi. Doğu’da Hintliler herkesten önce Dünya’nın yuvarlak olduğunu biliyorlardı, Batı’da ise Mayalar, zamanı doğru biçimde gösteren takvimi yapmışlardı.
---------------------
1493’te Vatikan, Amerika’yı İspanya’ya, Kara Afrika’yı da Portekiz’e bağışlamıştı; barbar halklara Katolik inancını öğretsinler diye. O zamanlar Amerika İspanya’dan 15, Afrika da Portekiz’den 200 kat fazla nüfusa sahipti.
---------------------
Tenoçtitlan, Aztek ülkesinin merkezi, bir su kentiydi. Hernan Cortez kenti taş üstünde taş kalmayıncaya dek yıktı. 200 kanonun dolaşabildiği su kanallarını molozlarla doldurdu. Bu , Amerika kıtasındaki ilk su savaşıydı. Tenoçtitlan bugünkü Meksiko kentidir. Suyun aktığı yerlerde otomobiller dolaşıyor.
----------------------
Özgürlük filozofu John Locke, Kraliyet Afrika şirketi adına köle alıp satardı.
----------------------
1793’te eşitlik, özgürlük ve kardeşlik adına Fransız Devrimi erkeklerin yurttaşlık haklarını ilan etti. Kadınların yurttaşlık hakkını öneren Olympia de Gouges’un kafası giyotinlekesildi. Yarım yüzyıl sonra Paris Komünü’nde bir başka devrimci seçme hakkını kabul etti. Kadınların oy kullanması ise neredeyse oybirliğiyle (899’a karşı 1) reddedildi.
---------------------
Lootie, küçük ganimet, Avrupa’ya gelen ilk Pekin cinsi köpekti. 1860’ta Londra’ya vardığında İngilizler onu bu isimle vaftiz ettiler. Çünkü yıllarca süren afyon savaşlarının sonunda Çin’de başlayan yağmanın bir parçasıydı. Uyuşturucu satıcısı Kraliçe Viktoria, afyonu toplarıyla kabul ettirmişti. Böylece Çin koskoca bir uyuşturucu bağımlısı ülke olup çıkmıştı. Hem de özgürlük adına, yani ticaretin özgürlüğü adına yok edilmişti. 5 yıllık bir savaşın ardından bu ülke, hiç kimseye tek kuruş borcu olmayan tek Latin Amerika ülkesi, dış borçla tanışıyordu. Yıkıntıların tozu yatışmadan daha, ilk borç kredisi Londra’dan ulaştı; çünkü Arjantin’e Uruguay’a ve Brezilya’ya yüklü tazminat ödemesi gerekiyordu. Kıyıma uğramış olan ülke (Paraguay) kendi katillerine bu iş için para ödemeye zorlanmıştı.
--------------------
Haiti de yüklü bir tazminat ödemişti. 1804’te bağımsızlığını kazanan ülke, 150 yıl boyunca Fransa’ya bu günahının kefareti olarak bir servet ödemek zorunda kalmıştı.
-------------------
Birleşik Devletler’de büyük şirketlerin insan hakları vardır. 1886’da yüksek mahkeme bu hakları özel kuruluşlara da tanıdı. Çok zaman geçmedi, şirketlerinin insan haklarını savunmak için Birleşik Devletler dünyanın farklı yerlerinde on ülkeyi işgal etti. Bunun üzerine Antiemperyalist Birlik’in yöneticisi olan Mark Twain, yıldızların yerine kurukafalar olan bir bayrak önerdi. Bir başka yazar, Ambrose Bierce ise şöyle diyordu: “Savaş, Tanrı’nın bize coğrafyayı öğretmek için seçtiği bir yoldur.”
--------------------
Toplama kampları Afrika’da doğmuştu. İngilizler başlatmış, Almanlar geliştirmişti. Herman Göring, babasının 1904’te Namibya’da denediği medeli Almanya’da uygulamıştı. Joseph Mengele’nin öğretmenleri, aşağı ırkların anatomisini Namibya’daki toplama kamplarında öğrenmişlerdi. Tüm kobaylar siyahlardı.
--------------------
Rockefeller Vakfı ırk araştırmalarını ve ırkçı Nazi tıbbını paraca desteklemişti. Coca Cola Alman pazarı için Fanta’yı icat etti. IBM Yahudilerin belirlenmesini ve sınıflandırılmasını sağladı; böylece ilk kez delikli kart sistemi denenmiş oldu.
------------------
Pazarlama çalışmaları. Kamuoyu oluşturma. Savaşlar yalan söyleyerek satılır, otomobil satar gibi. 1964’te ABD Vietnam’ı işgal etti. Çünkü Vietnam, Tonkin Körfezi’nde iki ABD gemisine saldırmıştı. Dışişleri Bakanı Robert McNamara, Tonkin Körfezsi saldırısı diye bir şeyin hiç olmadığını kabul ettiğinde, savaş binlerce Vietnamlının bağırsaklarını deşmişti çoktan. 40 yıl sonra Irak’ta tarih kendini yineledi.
-----------------
Marco Polo’nun bir özgürlük serüveni olan gezi kitabı Cenova’da bir hapishanede yazıldı.
Mançalı Don Kişot, bir başka özgürlük serüveni Sevilla’da bir hapishanede doğdu.
Müziğin en özgür biçim cazı yaratanlar siyah kölelerin torunlarıydı.
En iyi caz gitaristi Django Reinhardt’ın sol elinde sadece iki parmağı parmağı vardı.
Fransız mutfağının büyük ustası Grimod de la Reyniere’in elleri yoktu. Kanca ellerle yazar, pişirir ve yerdi.
(İspanyolcadan çeviren: Engin Demiriz. (La Jornada, Meksika, 3 Ocak 2008)
(Eduardo Galeano – Uruguay’lı gazeteci yazar. Türkçe’ye de çevrilmiş Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Tepetaklak, Ateş Anıları Üçlemesi gibi kitapların yazarıdır.)
(Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazıdan keyfime göre seçilip derlenmiştir.)
---------------------
1493’te Vatikan, Amerika’yı İspanya’ya, Kara Afrika’yı da Portekiz’e bağışlamıştı; barbar halklara Katolik inancını öğretsinler diye. O zamanlar Amerika İspanya’dan 15, Afrika da Portekiz’den 200 kat fazla nüfusa sahipti.
---------------------
Tenoçtitlan, Aztek ülkesinin merkezi, bir su kentiydi. Hernan Cortez kenti taş üstünde taş kalmayıncaya dek yıktı. 200 kanonun dolaşabildiği su kanallarını molozlarla doldurdu. Bu , Amerika kıtasındaki ilk su savaşıydı. Tenoçtitlan bugünkü Meksiko kentidir. Suyun aktığı yerlerde otomobiller dolaşıyor.
----------------------
Özgürlük filozofu John Locke, Kraliyet Afrika şirketi adına köle alıp satardı.
----------------------
1793’te eşitlik, özgürlük ve kardeşlik adına Fransız Devrimi erkeklerin yurttaşlık haklarını ilan etti. Kadınların yurttaşlık hakkını öneren Olympia de Gouges’un kafası giyotinlekesildi. Yarım yüzyıl sonra Paris Komünü’nde bir başka devrimci seçme hakkını kabul etti. Kadınların oy kullanması ise neredeyse oybirliğiyle (899’a karşı 1) reddedildi.
---------------------
Lootie, küçük ganimet, Avrupa’ya gelen ilk Pekin cinsi köpekti. 1860’ta Londra’ya vardığında İngilizler onu bu isimle vaftiz ettiler. Çünkü yıllarca süren afyon savaşlarının sonunda Çin’de başlayan yağmanın bir parçasıydı. Uyuşturucu satıcısı Kraliçe Viktoria, afyonu toplarıyla kabul ettirmişti. Böylece Çin koskoca bir uyuşturucu bağımlısı ülke olup çıkmıştı. Hem de özgürlük adına, yani ticaretin özgürlüğü adına yok edilmişti. 5 yıllık bir savaşın ardından bu ülke, hiç kimseye tek kuruş borcu olmayan tek Latin Amerika ülkesi, dış borçla tanışıyordu. Yıkıntıların tozu yatışmadan daha, ilk borç kredisi Londra’dan ulaştı; çünkü Arjantin’e Uruguay’a ve Brezilya’ya yüklü tazminat ödemesi gerekiyordu. Kıyıma uğramış olan ülke (Paraguay) kendi katillerine bu iş için para ödemeye zorlanmıştı.
--------------------
Haiti de yüklü bir tazminat ödemişti. 1804’te bağımsızlığını kazanan ülke, 150 yıl boyunca Fransa’ya bu günahının kefareti olarak bir servet ödemek zorunda kalmıştı.
-------------------
Birleşik Devletler’de büyük şirketlerin insan hakları vardır. 1886’da yüksek mahkeme bu hakları özel kuruluşlara da tanıdı. Çok zaman geçmedi, şirketlerinin insan haklarını savunmak için Birleşik Devletler dünyanın farklı yerlerinde on ülkeyi işgal etti. Bunun üzerine Antiemperyalist Birlik’in yöneticisi olan Mark Twain, yıldızların yerine kurukafalar olan bir bayrak önerdi. Bir başka yazar, Ambrose Bierce ise şöyle diyordu: “Savaş, Tanrı’nın bize coğrafyayı öğretmek için seçtiği bir yoldur.”
--------------------
Toplama kampları Afrika’da doğmuştu. İngilizler başlatmış, Almanlar geliştirmişti. Herman Göring, babasının 1904’te Namibya’da denediği medeli Almanya’da uygulamıştı. Joseph Mengele’nin öğretmenleri, aşağı ırkların anatomisini Namibya’daki toplama kamplarında öğrenmişlerdi. Tüm kobaylar siyahlardı.
--------------------
Rockefeller Vakfı ırk araştırmalarını ve ırkçı Nazi tıbbını paraca desteklemişti. Coca Cola Alman pazarı için Fanta’yı icat etti. IBM Yahudilerin belirlenmesini ve sınıflandırılmasını sağladı; böylece ilk kez delikli kart sistemi denenmiş oldu.
------------------
Pazarlama çalışmaları. Kamuoyu oluşturma. Savaşlar yalan söyleyerek satılır, otomobil satar gibi. 1964’te ABD Vietnam’ı işgal etti. Çünkü Vietnam, Tonkin Körfezi’nde iki ABD gemisine saldırmıştı. Dışişleri Bakanı Robert McNamara, Tonkin Körfezsi saldırısı diye bir şeyin hiç olmadığını kabul ettiğinde, savaş binlerce Vietnamlının bağırsaklarını deşmişti çoktan. 40 yıl sonra Irak’ta tarih kendini yineledi.
-----------------
Marco Polo’nun bir özgürlük serüveni olan gezi kitabı Cenova’da bir hapishanede yazıldı.
Mançalı Don Kişot, bir başka özgürlük serüveni Sevilla’da bir hapishanede doğdu.
Müziğin en özgür biçim cazı yaratanlar siyah kölelerin torunlarıydı.
En iyi caz gitaristi Django Reinhardt’ın sol elinde sadece iki parmağı parmağı vardı.
Fransız mutfağının büyük ustası Grimod de la Reyniere’in elleri yoktu. Kanca ellerle yazar, pişirir ve yerdi.
(İspanyolcadan çeviren: Engin Demiriz. (La Jornada, Meksika, 3 Ocak 2008)
(Eduardo Galeano – Uruguay’lı gazeteci yazar. Türkçe’ye de çevrilmiş Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Tepetaklak, Ateş Anıları Üçlemesi gibi kitapların yazarıdır.)
(Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazıdan keyfime göre seçilip derlenmiştir.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)