Ve o özel kadınlar,
duyarlı yazarlara binip gittiler...-
C.Kozanoğlu
27 Ekim 2010 Çarşamba
26 Ekim 2010 Salı
25 Ekim 2010 Pazartesi
Yaşam Nedir
Yaşam nedir?
Geceleyin, bir ateş böceğinin saçtığı ışıktır. Kışın, bufalonun soluğudur. Otların arasında koşan ve günbatımında kaybolan gölgeciktir.
Wakan-Tanka
Geceleyin, bir ateş böceğinin saçtığı ışıktır. Kışın, bufalonun soluğudur. Otların arasında koşan ve günbatımında kaybolan gölgeciktir.
Wakan-Tanka
24 Ekim 2010 Pazar
22 Ekim 2010 Cuma
Sonrası
Yalnız başına büyük hayaller kuran adam
Arkadaşlarıyla küçücük hayalleri çıtır çıtır ezerek devam ediyor şu kır yoluna.
Zamanında tek başına karanlığın önüne dikilip aç olduğunu haykıran adam o.
Yığınların içinde dertli, yuvasız bir karınca gibi,
gözleri, içinde iki kara balığın gezindiği yosunlu bir havuz,
Yumruğunu zorla kaldırıyor havaya;
kalabalık ittirmez, gömleğinden çekiştirilmezse
hali yok
yıllarca duracak aynı yerde
cesedinin tebeşirle beceriksizce çevrelendiği,
sınırları, insanoğlunun yalak kapasitesini aşmayan o geniş meydanda
Yapayalnız kalıncaya dek bir tek laf etmeyecek
Denizin kenarında bir bankta mesela,
kocaman hayaller kuran adam o.
Kuşkum yok,
kendini yunus zanneden ölümün suratına bağıracak kendinden emin:
“Tek Yol Devrim!”
Altyazı geçecek aynı anda sözlerinin altından:
“Sadece Yalnızken!”
Arkadaşlarıyla küçücük hayalleri çıtır çıtır ezerek devam ediyor şu kır yoluna.
Zamanında tek başına karanlığın önüne dikilip aç olduğunu haykıran adam o.
Yığınların içinde dertli, yuvasız bir karınca gibi,
gözleri, içinde iki kara balığın gezindiği yosunlu bir havuz,
Yumruğunu zorla kaldırıyor havaya;
kalabalık ittirmez, gömleğinden çekiştirilmezse
hali yok
yıllarca duracak aynı yerde
cesedinin tebeşirle beceriksizce çevrelendiği,
sınırları, insanoğlunun yalak kapasitesini aşmayan o geniş meydanda
Yapayalnız kalıncaya dek bir tek laf etmeyecek
Denizin kenarında bir bankta mesela,
kocaman hayaller kuran adam o.
Kuşkum yok,
kendini yunus zanneden ölümün suratına bağıracak kendinden emin:
“Tek Yol Devrim!”
Altyazı geçecek aynı anda sözlerinin altından:
“Sadece Yalnızken!”
Film Sosyalizm
(Godard Film Sosyalizm filmi hakkında konuşuyor:)
- Madem bu kadar kısa gösterecektiniz, filminize Alain Badiou ve Patti Smith'i neden davet ettiniz?
Patti Smith zaten oradaydı, ben de onu filme çektim. Onu niçin mesela bir garson kızdan daha uzun süre çekmem gerektiğini anlayamıyorum.
- Ondan niçin filmde yer almasını istediniz?
Bir de iyi Amerikalı olsun diye. Emperyalizmden başka bir şeyi temsil eden bir Amerikalı olduğu için.
- Peki ya Alain Badiou'yu?
Husserl'ın geometriyle ilgili bir metninden alıntı yapmak istiyordum ve birsinin bundan hareketle ve tamamen kendine has tarzda bir şey yapmasını arzu ediyordum. Bu, Badiou'nun da ilgisini çekti.
- Niçin boş bir sınıfta çektiniz onu?
Çünkü Badiou'nun konferansı gemideki turistlerin ilgisini çekmemişti. "Husserl hakkında bir konferans var," diye duyurduk, kimse gelmedi. O boş salona Badiou'yu götürdüğümüzde, çok hoşuna gitti. "Nihayet hiç kimsenin karşında konuşabileceğim," dedi.
Onu daha yakından kadrajlayabilirdim, boş salonu göstermeyebilirdim ama bu sözlerin boşlukta edildiğini, ıssızlıkta, çölde olduğumuzu göstermek gerekiyordu. Jean Genet'nin cümlesi geliyor aklıma: "Görüntüleri, imgeleri, sözcükleri gidip aramanız gerekiyor, çünkü çöldeler." Benim sinemamda hiçbir zaman kasıt yoktur. O boş salonu ben uydurmadım. Ben hiçbir şey söylemek istemiyorum, göstermeye çalışmıyorum ya da hissettirmeye ya da ardından başka bir şey söylemeye imkân tanımaya.
---
- Yunanistan Krizi filminizde çok ağırlıklı...
Yunanistan'a müteşekkir olmalıyız. Aslında bütün Batı, Yunanistan'a borçlu: Felsefe, demokrasi, trajedi... Trajediyle demokrasi arasındaki bağ hep unutuluyor. Sofokles olmasaydı, Perikles olamazdı. Perikles olmasaydı Sofokles olamazdı. İçinde yaşadığımız teknolojik dünya her şeyi Yunanistan'a borçlu. Mantığı kim icat etti? Aristoteles. Egemen güçler her gün bunu kullanıyor; çelişki diye bir şey olmaması için, hepimizin aynı mantık içinde kalmamız için ellerinden geleni yapıyorlar. Hannah Arendt çok güzel söylemişti: Mantık totalitarizme yöneltir. Dolayısıyla bugün herkes aslında Yunanistan'a para borçlu. Yunanistan pekâlâ günümüz dünyasından bin milyar dolar tekli hakkı talep edebilr ve mantıken de bunun onlara verilmesi gerekir. Hem de hemen. Ayrıca, Yunanlıları yalancılıkla suçluyorlar. Aklıma vaktiyle okulda öğrendiğimiz eski bir tasarım geliyor. Epaminondas yalancıdır, bütün Yunanlılar yalancıdır, dolayısıyla Epaminondas Yunanlıdır. Pek ilerleme kaydetmemişiz...
- Madem bu kadar kısa gösterecektiniz, filminize Alain Badiou ve Patti Smith'i neden davet ettiniz?
Patti Smith zaten oradaydı, ben de onu filme çektim. Onu niçin mesela bir garson kızdan daha uzun süre çekmem gerektiğini anlayamıyorum.
- Ondan niçin filmde yer almasını istediniz?
Bir de iyi Amerikalı olsun diye. Emperyalizmden başka bir şeyi temsil eden bir Amerikalı olduğu için.
- Peki ya Alain Badiou'yu?
Husserl'ın geometriyle ilgili bir metninden alıntı yapmak istiyordum ve birsinin bundan hareketle ve tamamen kendine has tarzda bir şey yapmasını arzu ediyordum. Bu, Badiou'nun da ilgisini çekti.
- Niçin boş bir sınıfta çektiniz onu?
Çünkü Badiou'nun konferansı gemideki turistlerin ilgisini çekmemişti. "Husserl hakkında bir konferans var," diye duyurduk, kimse gelmedi. O boş salona Badiou'yu götürdüğümüzde, çok hoşuna gitti. "Nihayet hiç kimsenin karşında konuşabileceğim," dedi.
Onu daha yakından kadrajlayabilirdim, boş salonu göstermeyebilirdim ama bu sözlerin boşlukta edildiğini, ıssızlıkta, çölde olduğumuzu göstermek gerekiyordu. Jean Genet'nin cümlesi geliyor aklıma: "Görüntüleri, imgeleri, sözcükleri gidip aramanız gerekiyor, çünkü çöldeler." Benim sinemamda hiçbir zaman kasıt yoktur. O boş salonu ben uydurmadım. Ben hiçbir şey söylemek istemiyorum, göstermeye çalışmıyorum ya da hissettirmeye ya da ardından başka bir şey söylemeye imkân tanımaya.
---
- Yunanistan Krizi filminizde çok ağırlıklı...
Yunanistan'a müteşekkir olmalıyız. Aslında bütün Batı, Yunanistan'a borçlu: Felsefe, demokrasi, trajedi... Trajediyle demokrasi arasındaki bağ hep unutuluyor. Sofokles olmasaydı, Perikles olamazdı. Perikles olmasaydı Sofokles olamazdı. İçinde yaşadığımız teknolojik dünya her şeyi Yunanistan'a borçlu. Mantığı kim icat etti? Aristoteles. Egemen güçler her gün bunu kullanıyor; çelişki diye bir şey olmaması için, hepimizin aynı mantık içinde kalmamız için ellerinden geleni yapıyorlar. Hannah Arendt çok güzel söylemişti: Mantık totalitarizme yöneltir. Dolayısıyla bugün herkes aslında Yunanistan'a para borçlu. Yunanistan pekâlâ günümüz dünyasından bin milyar dolar tekli hakkı talep edebilr ve mantıken de bunun onlara verilmesi gerekir. Hem de hemen. Ayrıca, Yunanlıları yalancılıkla suçluyorlar. Aklıma vaktiyle okulda öğrendiğimiz eski bir tasarım geliyor. Epaminondas yalancıdır, bütün Yunanlılar yalancıdır, dolayısıyla Epaminondas Yunanlıdır. Pek ilerleme kaydetmemişiz...
21 Ekim 2010 Perşembe
Mesele Ne?
(Osman Akınhay'ın 78'liler Artık Birlikte Yürümüyor romanı vesilesiyle Cumhuriyet Kitap'ta Erdem Öztop'la yaptığı söyleşiden...)
Mesele tarihsel: Dünya çapında, devrimler dalgasının geri çekildiği otuz beş kırk yıldan beri gerileme halindeyiz. Türkiye'de de12 Eylül'le başlayan karanlık rejim, AKP iktidarında esaslı bir mutasyona uğrayarak hükmünü devam ettiriyor. İşçi sınıfı hem dağınık hem de örgütlenme kapasitesi çok sınırlı. Beyaz yakalı kesimler daha ziyade gerici ve milliyetçi güçlerin etkisi altında. İsyankâr bir dinamiğe sahip Kürt hareketi de en kritik kavşaklarından birinin önünde duruyor. Umutsuzluk değil de, tehlikenin iki büyük kaynağı var. Kabaca söyleyeyim: Küresel kapitalizmin bu yeni krizi aşılmış olduğunda, dünyanın hemen her ülkesinde eskisinden daha otoriter yönetim biçimleri yerleştirilecek. Türkiye ise (burada AKP'yi ayırmıyorum, bütün bir egemenler bloğu için söz konusu olarak söylüyorum) ABD'nin stratejik desteğiyle emperyal girişimlerini daha somutlaştırmanın derdinde.
Her iki gelişme de aşağıdan gelecek baskıların daha nüve halindeyken ya da fazla yeşermeden ezilmesini gerektiriyor. Avrupa'da tarihsel mücadeleler içinde kazanılmış sosyal hakların budanması esas hedef. Fransa 800-1000 Romanı bunun için kovuyor. İtalya Çingeneleri bunun için şeytanlaştırıyor. Küresel işsizliğin patlamasının etkileri, çalışanlara ve işsizlere hem durumlarının müsebbibi hem de baş etmeleri gereken düşman olarak birbirlerini görmelerinin sağlanmasıyla, patlayıcı bir aleve dönmesin isteniyor. Bizdeki iktidarın siyasal görüşünün İslami ağırlıklı olması ülkeye özgü birtakım farklılıkları da getiriyor tabii ama tablo ana hatlarıyla aynı. İşçi sınıfının hakları ve hak arama-örgütlenme imkanlarını önü giderek daha fazla ve yeni yasla engellerle kapatılıyor. Zaten cılız bir konumda olan üniversitelerdeki muhalif öğrencilerin her adımı, "ölçüsüz cezalar"la boğuluyor. Referandumun getirdiği yeni "özgürlükler"de olduğu gibi, meslek odalarının varlık sebapleri ortadan kaldırılmak isteniyor. Egemenleri ciddi biçimde rahatsız eden Kürtlerin mücadelesi de her yolla pasifize edilmeye çalışılıyor. Burada solu hedef alan sağlı sollu saldırılar ayrı bir öneme sahip. Toplumsal gücü son derce kısıtlı olan solun bunca yaygarayla saldırı altında tutulması size de garip gelmiyor mu? Çok kişiye öyle geliyor. Ama garip değil. Burada söz konusu olan ve amaçlanan toplumsal mücadelelerde muhtemel bir kıpırdanmaya karşı hegemonya kavgasının - sola karşı - evvelden kazanılması...
Mesele tarihsel: Dünya çapında, devrimler dalgasının geri çekildiği otuz beş kırk yıldan beri gerileme halindeyiz. Türkiye'de de12 Eylül'le başlayan karanlık rejim, AKP iktidarında esaslı bir mutasyona uğrayarak hükmünü devam ettiriyor. İşçi sınıfı hem dağınık hem de örgütlenme kapasitesi çok sınırlı. Beyaz yakalı kesimler daha ziyade gerici ve milliyetçi güçlerin etkisi altında. İsyankâr bir dinamiğe sahip Kürt hareketi de en kritik kavşaklarından birinin önünde duruyor. Umutsuzluk değil de, tehlikenin iki büyük kaynağı var. Kabaca söyleyeyim: Küresel kapitalizmin bu yeni krizi aşılmış olduğunda, dünyanın hemen her ülkesinde eskisinden daha otoriter yönetim biçimleri yerleştirilecek. Türkiye ise (burada AKP'yi ayırmıyorum, bütün bir egemenler bloğu için söz konusu olarak söylüyorum) ABD'nin stratejik desteğiyle emperyal girişimlerini daha somutlaştırmanın derdinde.
Her iki gelişme de aşağıdan gelecek baskıların daha nüve halindeyken ya da fazla yeşermeden ezilmesini gerektiriyor. Avrupa'da tarihsel mücadeleler içinde kazanılmış sosyal hakların budanması esas hedef. Fransa 800-1000 Romanı bunun için kovuyor. İtalya Çingeneleri bunun için şeytanlaştırıyor. Küresel işsizliğin patlamasının etkileri, çalışanlara ve işsizlere hem durumlarının müsebbibi hem de baş etmeleri gereken düşman olarak birbirlerini görmelerinin sağlanmasıyla, patlayıcı bir aleve dönmesin isteniyor. Bizdeki iktidarın siyasal görüşünün İslami ağırlıklı olması ülkeye özgü birtakım farklılıkları da getiriyor tabii ama tablo ana hatlarıyla aynı. İşçi sınıfının hakları ve hak arama-örgütlenme imkanlarını önü giderek daha fazla ve yeni yasla engellerle kapatılıyor. Zaten cılız bir konumda olan üniversitelerdeki muhalif öğrencilerin her adımı, "ölçüsüz cezalar"la boğuluyor. Referandumun getirdiği yeni "özgürlükler"de olduğu gibi, meslek odalarının varlık sebapleri ortadan kaldırılmak isteniyor. Egemenleri ciddi biçimde rahatsız eden Kürtlerin mücadelesi de her yolla pasifize edilmeye çalışılıyor. Burada solu hedef alan sağlı sollu saldırılar ayrı bir öneme sahip. Toplumsal gücü son derce kısıtlı olan solun bunca yaygarayla saldırı altında tutulması size de garip gelmiyor mu? Çok kişiye öyle geliyor. Ama garip değil. Burada söz konusu olan ve amaçlanan toplumsal mücadelelerde muhtemel bir kıpırdanmaya karşı hegemonya kavgasının - sola karşı - evvelden kazanılması...
Devrim
Bu işe pek de kafa yormuyorum artık.
Biliyorum ki, tavşanlar bir köşede uyuklar ya da birbirlerini bafilerken devrim ağırdan telaşsız yürüyüp gidiyor...
Yolun sonu çıkmaz değilse bir sorun yok.
Biliyorum ki, tavşanlar bir köşede uyuklar ya da birbirlerini bafilerken devrim ağırdan telaşsız yürüyüp gidiyor...
Yolun sonu çıkmaz değilse bir sorun yok.
Saat Sekizi Geç Vurdu
Kime ne desem
Boyuna kendimi dinliyordum eski
yağmurları dinliyordum
Düşünmeden biliyordum deniz ılıdı
Dökülen çelik katı
Yürüyenler yanyana
Yüzümü güneşte dinlendirsem
Dağın dağ olduğunu bilsem ovanın ova
ağacın ağaç
Kurtulurdum
Çok köprülü sular gibi git git bitmedi
Boyuna kendimi dinliyordum eski
yağmurları dinliyordum
Saat sekizi geç vurdu
Giden gitmiş hüznü ayaklandırmak
boşuna
Düşünmeden biliyordum
ARİF DAMAR
Boyuna kendimi dinliyordum eski
yağmurları dinliyordum
Düşünmeden biliyordum deniz ılıdı
Dökülen çelik katı
Yürüyenler yanyana
Yüzümü güneşte dinlendirsem
Dağın dağ olduğunu bilsem ovanın ova
ağacın ağaç
Kurtulurdum
Çok köprülü sular gibi git git bitmedi
Boyuna kendimi dinliyordum eski
yağmurları dinliyordum
Saat sekizi geç vurdu
Giden gitmiş hüznü ayaklandırmak
boşuna
Düşünmeden biliyordum
ARİF DAMAR
Kadına Bakış
Erkek olmadığıma memnunum; yoksa bir kadınla evlenmek zorunda kalacaktım.
Madame... De Stael
Madame... De Stael
Kadın, insanın gölgesi gibidir; kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar.
Chamfort
Chamfort
Öyle kadınlar gördüm ki bir şiirle evlenmek için bir romandan vazgeçmeye hazırdırlar.
John Keats
John Keats
Kadın olsun, kitap olsun cildine aldanmayıp içindekilere bakılmalıdır.
Cenap Şehabettin
Cenap Şehabettin
Aşk bir deniz, kadın onun kıyısıdır.
Victor Hugo
Victor Hugo
Dead Man's Chest
Fifteen men on a dead man's chest
Yo ho ho and a bottle of rum
Drink and the devil had done for the rest
Yo ho ho and a bottle of rum.
The mate was fixed by the bosun's pike
The bosun brained with a marlinspike
And cookey's throat was marked belike
It had been gripped by fingers ten;
And there they lay, all good dead men
Like break o'day in a boozing ken
Yo ho ho and a bottle of rum.
Yo ho ho and a bottle of rum
Drink and the devil had done for the rest
Yo ho ho and a bottle of rum.
The mate was fixed by the bosun's pike
The bosun brained with a marlinspike
And cookey's throat was marked belike
It had been gripped by fingers ten;
And there they lay, all good dead men
Like break o'day in a boozing ken
Deniz Som
Bir güzel insan daha kaydı bu kahpe yaşamdan. Son kuvvacılardan, dalgacı savaşçı, yılmaz aydın, usta kalem. Toprağın bol olsun.
GODARD - O Bu ve Şu
Bugün insanlar kendileri varolmak için kameraya ihtiyaç duyuyorlar, filmin varolması için değil. Bir zengini ya da bir fakiri, bir garibanı alıp çekiyorlar. “Darfur üzerine bir film yapıyorum” deniyor mesela. Halbuki Darfur ile yapman lâzım ya da Darfur’un yanında. Kesin olan bir şey var ki, Darfur üzerine değil. Arkada ve yukarıdalar; über komando!
---
Bugün sinemada tek bir şey geçerli: High definition. Zaten her şey ultra, her şey yüksek tanımlı. Bu “yüksek” hikayesi oldum olalı bana acayip gelmiştir: Yüksek komiserlik, yüksek fikir, çok acayip… Yüksek otorite, yüksek sadakat, yüksek eğitim, yüksek sosyete, yüksek güvenlik, yüksek denetim, yüksek komutanlık, yüksek yargı, çok yüksek majesteleri… Empresyonistler “high definition” değil miydi? Alçak Fransız resmi!
---
Yeni Dalga’nın başından beri benim için kurgu ve belgesel aynı şey. Yazı ve tura, paranın iki yüzü, ama para, aynı para, yani üçüncü şahıs. Annemin hocası ünlü filozof Brunschvicg’in dediği gibi: “Biri ötekinin içinde, öteki birinin içinde ve bunlar üç kişi.” Mesela, İsrail bağlanmında söylersek, İsrail kurgu tarafında, diğerleri belgesel.
---
Bugün sinemada tek bir şey geçerli: High definition. Zaten her şey ultra, her şey yüksek tanımlı. Bu “yüksek” hikayesi oldum olalı bana acayip gelmiştir: Yüksek komiserlik, yüksek fikir, çok acayip… Yüksek otorite, yüksek sadakat, yüksek eğitim, yüksek sosyete, yüksek güvenlik, yüksek denetim, yüksek komutanlık, yüksek yargı, çok yüksek majesteleri… Empresyonistler “high definition” değil miydi? Alçak Fransız resmi!
---
Yeni Dalga’nın başından beri benim için kurgu ve belgesel aynı şey. Yazı ve tura, paranın iki yüzü, ama para, aynı para, yani üçüncü şahıs. Annemin hocası ünlü filozof Brunschvicg’in dediği gibi: “Biri ötekinin içinde, öteki birinin içinde ve bunlar üç kişi.” Mesela, İsrail bağlanmında söylersek, İsrail kurgu tarafında, diğerleri belgesel.
Jacques Ranciére – Özgürleşen Seyirci
Modernist paradigmanın ve sanatın yıkıcı gücüyle ilgili egemen şüpheciliğin ifşa edildiği bir dönemin ardından, sanatın ekonomik, resmi ve ideolojik tahakküm biçimlerine tepki göstermesi çağrısının her yerde yeniden dile getirildiğini görmekteyiz. Fakat yeniden ifade edilen bu çağrının çok farklı, hatta çelişkili biçimler aldığını da görüyoruz. İkonların algımız üzerinde kurduğu iktidar konusunda bizi bilinçlendirmek isteyen bazı sanatçılar medya ve reklam ikonlarını anıtsal heykeller dönüştürüyor; bir takım başka sanatçılarsa çağın korkularına adanmış anıtları sessiz sedasız toprağa gömüyor. Kimileri madun kimliklerin egemen temsilinde göze çarpan “çarpıklıkları” göstermeye çalışıyor; kimileriyse akışkan ve anlaşılamaz kimlikleri olan kişilerin imajlarına bakışımızı arındırmamızı öneriyor. Bazı sanatçılar küreselleşmiş iktidara karşı duran göstericilerin pankart ve maskelerini tasarlıyor; bazılarıysa dünya kodamanlarının toplantılarına veya bilgi ve iletişim ağlarına sahte kimliklerle sızıyor. Bazıları müzelerde yeni ekolojik makinelerin tanıtımını yapıyor; bazılarıysa zor koşullardaki banliyölerde yeni toplumsal ilişkilerin kurulacağı yeni bir ortam yaratmak amacıyla neonlar altına küçük taşlar veya gizli simgeler yerleştiriyor. Bazısı yoksul mahallelere bir müzenin başyapıtlarını getiriyor, bazısıysa müze salonlarını ziyaretçilerin bıraktıkları atıklarla dolduruyor. Biri göçmen işçilere kendi mezarlarını kazarak ücret sisteminin zorbalığını teşhir etmeleri için para ödüyor, bir diğeri sanatı toplumsal bağların onarılması pratiğine katkıda bulunsun diye süpermarkette kasiyer oluyor.
Yani sanatı yeniden politikleştirme isteği çok çeşitli strateji ve uygulamalarla tezahür ediyor. Bu çeşitlilik aynı amaca ulaşmak için tercih edilen yolların çeşitliliğini yansıtmıyor sadece. Ulaşılmak istenen amaç ve hatta alanın yapısı konusunda, politikanın ne olduğu ve sanatın ne yaptığı hususunda daha temel bir belirsizliği gösteriyor.
(Bir Artı Bir’den Alıntılanmıştır.)
Yani sanatı yeniden politikleştirme isteği çok çeşitli strateji ve uygulamalarla tezahür ediyor. Bu çeşitlilik aynı amaca ulaşmak için tercih edilen yolların çeşitliliğini yansıtmıyor sadece. Ulaşılmak istenen amaç ve hatta alanın yapısı konusunda, politikanın ne olduğu ve sanatın ne yaptığı hususunda daha temel bir belirsizliği gösteriyor.
(Bir Artı Bir’den Alıntılanmıştır.)
20 Ekim 2010 Çarşamba
Zamansız Adamın Anıları
Genç bir çift geçiyor yanımdan neşeyle gülüşerek. Yere damlayan kanlara kayıyor gözlerim. Kurslarda boş bırakılan alanlardaki noktaları andırıyor caddedeki iz. Dolduramıyorum bir türlü içini. Başım tekrar yukarıya kalkarken, kızın bileğini buluyorum. Derin bir yarık var orada. Parmaklarının ucundan şıp şıp yere atlıyor kan. Al yanaklarında neşe, dünyayı unutmuş, sohbet ederek uzaklaşıyor sevgililer. Silinip gidiyor lekeler arkalarından, buharlaşan fare salyalarından farksız…
Telefonum birden çalınca irkiliyorum. Hiçbir şey yazmıyor kadranda. Kulağıma götürürken açıyorum. Uzunca bir sessizlikten sonra “Geri gel,” diyor yumuşacık bir kederle sarmalanmış tatlı bir kadın sesi. Üstüme çullanan duygu seliyle afallarken, “Kimi aramıştınız?” diye soruyorum. Neden vicdan azabı çektiğimi düşünüyorum aynı anda.
“Geri gel, lütfen,” diyor kadın. Sesi acıyla titriyor. “Çok özledim seni.”
Sıkıntı beni bacası tıkalı bir şömineden havaya yayılan kurum gibi çevreliyor. Onu tanımalı mıyım yoksa?
“Eee, kimi aramıştınız?”
“Geri gel.”
“Yanlış numara olmalı hanımefendi.”
Kapanıyor telefon ansızın. Bekliyorum bir süre sanki öyle durursam tekrar açılırmış gibi.
“Geri dön,” diyor içimden bir ses.
“Yanlış numara,” diyorum ben dışımdan.
Geriye dönüyorum sonra. Az önce yüzüm dönük baktığım caddenin aynısını görünce, bir iki adım atıyorum afallamış. Tekrar öbür tarafa çeviriyorum vücudumu sonra. Orası da aynı. Gözlerimden yaşların ip gibi indiğini hissediyorum yanaklarıma.
“Geri dön,” diye çınlıyor kulaklarımda ses.
Dönüyorum. Sanki biri benden daha hızlı, apartmanları, oyun parkını, insanları alıp önüme koyuveriyor. Aynılığın içinde ya ileri ya da geri devam ediyorum yoluma, ayaklarımı sürüyerek…
Zamansız Adamın Anıları aynı isimli blogunda...
Telefonum birden çalınca irkiliyorum. Hiçbir şey yazmıyor kadranda. Kulağıma götürürken açıyorum. Uzunca bir sessizlikten sonra “Geri gel,” diyor yumuşacık bir kederle sarmalanmış tatlı bir kadın sesi. Üstüme çullanan duygu seliyle afallarken, “Kimi aramıştınız?” diye soruyorum. Neden vicdan azabı çektiğimi düşünüyorum aynı anda.
“Geri gel, lütfen,” diyor kadın. Sesi acıyla titriyor. “Çok özledim seni.”
Sıkıntı beni bacası tıkalı bir şömineden havaya yayılan kurum gibi çevreliyor. Onu tanımalı mıyım yoksa?
“Eee, kimi aramıştınız?”
“Geri gel.”
“Yanlış numara olmalı hanımefendi.”
Kapanıyor telefon ansızın. Bekliyorum bir süre sanki öyle durursam tekrar açılırmış gibi.
“Geri dön,” diyor içimden bir ses.
“Yanlış numara,” diyorum ben dışımdan.
Geriye dönüyorum sonra. Az önce yüzüm dönük baktığım caddenin aynısını görünce, bir iki adım atıyorum afallamış. Tekrar öbür tarafa çeviriyorum vücudumu sonra. Orası da aynı. Gözlerimden yaşların ip gibi indiğini hissediyorum yanaklarıma.
“Geri dön,” diye çınlıyor kulaklarımda ses.
Dönüyorum. Sanki biri benden daha hızlı, apartmanları, oyun parkını, insanları alıp önüme koyuveriyor. Aynılığın içinde ya ileri ya da geri devam ediyorum yoluma, ayaklarımı sürüyerek…
Zamansız Adamın Anıları aynı isimli blogunda...
O Gün
O gün geldiğinde
Şaşkın, gururlu, aklına o sırada ağlamaktan başka bir şey gelmeyen küçük bir oğlan çocuğu nasıl bakarsa babasına, öyle çıkacağım yuvamdan.
Ayaklarıma yapışmış geçmişi de çekip sürükleyeceğim sınırların ötesine
Kedim atlayıp eve geri kaçacak huzuru da yanımda götürdüğümden habersiz.
Karım ellerimi ovacak telaş içinde.
Dostlarım alkışlayacak her attığım adımı
Boşlukta yürüyeceğim beş yaşında nasıl bir kez becerdiysem.
Dağların üstünde yaşlı bir karının bedduasından farksız, edepsizce asılı duran o koca nemrut yüze kadar ölmeden gidebilmek amacım.
Balgamlı, onur kırıcı bir tükürük yapıştırmak suratına.
Suya ihtiyacım yok artık.
Beynim her kuruduğunda o pis suratı yalamaya da asırlardır olduğu gibi…
O gün geldiğinde
deli raporu ya da işgöremez belgesi alıp çıkacağım yuvamdan
İçi saman dolu kafaların üstüne basarak yükseleceğim gökyüzüne
Sadece gidiş biletim cebimde
Yanacak dokunduğum her şey.
Her adımım bir çentik olacak hapishane duvarlarına.
Kulaklarımdan aşağıya atlayacak intihara eğilimli cümleler
Yanıma kadar ulaşmak amacım
Sıkmak elimi gözyaşlarına boğulurken
Şımartmak onu, şaşkın, gururlu, aklına o an ağlamaktan başka bir şey gelmeyen çocuğu.
Okşamak şeklini yitirmiş kafasını.
Birden bağıracak o sırada arkamdan biri.
Tanımayacağım onu.
Ama bileceğim, halktan biri...
“O gün geldi!” lafı büyüyecek yankılarla.
Ve sokacağım hiç düşünmeden, böğrüne, yıllardır o gün için sakladığım klasımı
Çıkacağım sonra yuvamdan dışarı
O güne kadar,
tek becerebildiğim,
hiçliğin üstünde dengeli, kararlı bir şekilde yürüyebilmek oldu.
Yuvamda öyleydi,
Dışarıda da öyle olacak…
Şaşkın, gururlu, aklına o sırada ağlamaktan başka bir şey gelmeyen küçük bir oğlan çocuğu nasıl bakarsa babasına, öyle çıkacağım yuvamdan.
Ayaklarıma yapışmış geçmişi de çekip sürükleyeceğim sınırların ötesine
Kedim atlayıp eve geri kaçacak huzuru da yanımda götürdüğümden habersiz.
Karım ellerimi ovacak telaş içinde.
Dostlarım alkışlayacak her attığım adımı
Boşlukta yürüyeceğim beş yaşında nasıl bir kez becerdiysem.
Dağların üstünde yaşlı bir karının bedduasından farksız, edepsizce asılı duran o koca nemrut yüze kadar ölmeden gidebilmek amacım.
Balgamlı, onur kırıcı bir tükürük yapıştırmak suratına.
Suya ihtiyacım yok artık.
Beynim her kuruduğunda o pis suratı yalamaya da asırlardır olduğu gibi…
O gün geldiğinde
deli raporu ya da işgöremez belgesi alıp çıkacağım yuvamdan
İçi saman dolu kafaların üstüne basarak yükseleceğim gökyüzüne
Sadece gidiş biletim cebimde
Yanacak dokunduğum her şey.
Her adımım bir çentik olacak hapishane duvarlarına.
Kulaklarımdan aşağıya atlayacak intihara eğilimli cümleler
Yanıma kadar ulaşmak amacım
Sıkmak elimi gözyaşlarına boğulurken
Şımartmak onu, şaşkın, gururlu, aklına o an ağlamaktan başka bir şey gelmeyen çocuğu.
Okşamak şeklini yitirmiş kafasını.
Birden bağıracak o sırada arkamdan biri.
Tanımayacağım onu.
Ama bileceğim, halktan biri...
“O gün geldi!” lafı büyüyecek yankılarla.
Ve sokacağım hiç düşünmeden, böğrüne, yıllardır o gün için sakladığım klasımı
Çıkacağım sonra yuvamdan dışarı
O güne kadar,
tek becerebildiğim,
hiçliğin üstünde dengeli, kararlı bir şekilde yürüyebilmek oldu.
Yuvamda öyleydi,
Dışarıda da öyle olacak…
BBC Music - Tüm Zamanların En İyi 20 Piyanisti
1. Sergey Rachmaninov (1873-1943) Rus.
2. Arthur Rubinstein (1887-1982) Polonyalı.
3. Vladimir Horowitz (1903-1989) Rus.
4. Sviatoslav Richter (1915-1997) Rus.
5. Alfred Cortot (1877-1962) İsviçreli/Fransız.
6. Dinu Lipatti (1917-1950) Rumen.
7. Artur Schnabel (1882-1951) Avusturyalı.
8. Emil Gilels (1916-1985) Rus.
9. Martha Argerich (1941- ) Arjantinli.
10. Arturo Benedetti Michelangeli (1920-1995) İtalyan.
11. Krystian Zimerman (1956- ) Polonyalı.
12. Ignaz Friedman (1882-1948) Polonyalı.
13. Radu Lupu (1945- ) Rumen.
14. Edwin Fischer (1886-1960) İsviçreli.
15. Wilhelm Kempff (1885-1991) Alman.
16. Murray Perahia (1947- ) Amerikan.
17. Glenn Gould (1932-1982) Kanadalı.
18. Walter Gieseking (1895-1956) Alman.
19. Josef Hofmann (1876-1957) Polonyalı.
20. Claudio Arrau (1903-1991) Şilili.
2. Arthur Rubinstein (1887-1982) Polonyalı.
3. Vladimir Horowitz (1903-1989) Rus.
4. Sviatoslav Richter (1915-1997) Rus.
5. Alfred Cortot (1877-1962) İsviçreli/Fransız.
6. Dinu Lipatti (1917-1950) Rumen.
7. Artur Schnabel (1882-1951) Avusturyalı.
8. Emil Gilels (1916-1985) Rus.
9. Martha Argerich (1941- ) Arjantinli.
10. Arturo Benedetti Michelangeli (1920-1995) İtalyan.
11. Krystian Zimerman (1956- ) Polonyalı.
12. Ignaz Friedman (1882-1948) Polonyalı.
13. Radu Lupu (1945- ) Rumen.
14. Edwin Fischer (1886-1960) İsviçreli.
15. Wilhelm Kempff (1885-1991) Alman.
16. Murray Perahia (1947- ) Amerikan.
17. Glenn Gould (1932-1982) Kanadalı.
18. Walter Gieseking (1895-1956) Alman.
19. Josef Hofmann (1876-1957) Polonyalı.
20. Claudio Arrau (1903-1991) Şilili.
19 Ekim 2010 Salı
18 Ekim 2010 Pazartesi
Hasta Toplum
Tespit: Türklerde en yaygın hastalık emek vermeden hazıra konma hastalığı...
Gazeteye verdiğim ilansa şöyle: Ben hazırım.
Gazeteye verdiğim ilansa şöyle: Ben hazırım.
Sanat Pazarı Sanatçıları Sebil
'Sanat Pazarı'nın içinde yer alan sanatçı ya domatestir ya hıyar! Elmas pazara düşmez...
15 Ekim 2010 Cuma
Dış Kapının Sesi
- Bir Kuple -
MEGAFON: (Zangırdar. Öksürük duyulur. Telefon çalar sonra arka planda. Pür dikkat dinler herkes içeride. Yaşlı, telefonun çalışını taklit eder. Telefonun açılış sesi. Öksürük durur.) Evet efendim… Hayır efendim. Evet efendim… Hayır efendim. Evet efendim. Hayır efendim. Haklısınız efendim… Hayır efendim. Doğru efendim… Katılıyorum efendim. Evet efendim… Elemanlarımızın toplu seks yaptığını reddetmemiz tabii ki mümkün efendim. Evet efendim. Yedi bin üç yüz kişi kadar. Hayır efendim. Hı hı efendim. Raporda bastırılmışlık lafının geçtiği konusunda hemfikirim efendim. Sildik efendim. Haklısınız efendim. Siktirin gidin efendim. Hı hı efendim. Yanlış anladınız efendim. Doğru efendim. Emredersiniz efendim. İleteceğim efendim. İyi günler efendim. (Çat, diye kapanır telefon. Gacırdayarak açılır bir kapı.) Kim var orda? Kim var?. Kimsin? Ortaya çık.
(Merhaba amca, der küçük bir kız çocuğu sesi. Yerinden fırladığı belli olur megafonun sesinin. Bağırır.) Bu da ne. Korumalar. Hay Allah! (Gürültüyle kaçarken kapanır megafon.)
YAŞLI: (Şarkı) Küçük kalanların dünyasında ne de cesur olur çocuklar. Sessiz kalanların dünyasında ne de yalnız olur cesurlar… (Lay lay’larla sürer şarkı.)
DELİKANLI: (Bir süre volta attıktan sonra.) Benim anlamadığım, niye baskın yapmadıkları, niye tutuklamadıkları bizi? Belki de güçleri kalmadı. Tükettiler kendilerini.
DELİ KADIN: Ne belli şu anda haince planlar peşinde olmadıkları. Ama aha yazın bakın buraya. Ölüm çıkar buradan.
ALAYCI: Sıkılıp gitmezsen tabii.
DELİ KADIN: O ayrı.
ŞİŞKO: Kötü niyetli olmadıklarını niye düşünmüyoruz peki? Sizdeki özgüvene de hayran kalmamak mümkün değil. Hem de altyapınız sıfırken. Adınızı bile hatırlamıyorsunuz ama karşı koymak diye bir terane tutturmuşsunuz gidiyor… Ne güzel!
DELİKANLI: Karanlıktan bahsettin ya. (Deli Kadın’a bakar.) Bence dekordu karanlık. Aydınlığı görmemizi engellemek niyetleri.
ALAYCI: Aydınlık dekordur. Karanlıksa değiştirilemez, yerinden oynatılamaz, üstüne konulan her türlü insan yapısı şeyi yutacak bir mutlak gerçek bataklığıdır.
HASSAS ADAM: Burada bizi izlemekten başka bir amaçları yoktur belki de.
DELİKANLI: Nasıl yani.
HASSAS: (Şişko yine dinlenmediği için kızgın arkasını dönerken o öne çıkar.) Denek olarak kullanılıyor olamaz mıyız? Davranış bilimi uzmanlarının şu anda not aldığını görür gibi oluyorum ve ellerimi nereme koyacağımı bilemiyorum. (Panik içinde saçlarını düzeltir, üstüne bakar.) Saçlarım nasıl? Ah. Üstüm başım da iğrenç durumda.
DELİKANLI: (Kapıya bakar düşünceli.) Sadece bekliyorlar. İrademizin çökmesini, ağlayarak bir çocuk gibi onlara koşmamızı bekliyorlar.
DELİ KADIN: Avuçlarını yalarlar.
DELİKANLI: Kesinlikle. Onlar gelecekler. Özür dileyip, isteklerimize kulak verecekler.
ŞİŞKO: Pöh, ne istiyorsunuz, söyleyin o zaman!
DELİ KADIN: Kapa gaganı, seni baykuş! Susma hakkını kullanmaya devam et, yoksa…
ALAYCI: Bana bir kilo kadar direnme gücü lazım bu arada. Nereden alabilirim, biliyor musunuz?
11 Ekim 2010 Pazartesi
10 Ekim 2010 Pazar
İslami Akımlar ve Tarikatlar: Sınıfsız Bir Çorba mı?
- Hakan Gülseven'in Red'deki Yazısından -
AKP'de buluşan tarikatlar koalisyonunun da 'cemaat'in de sınıfsal bir karşılığı var elbette. AKP hükümetinin hizmet ettiği sınıfsallık, emperyalist sermayenin oluşturduğu 'enternasyonal' sınıfsallıktır. Hükümete 'sömürge tipi' niteliği veren de esas olarak budur. Emperyalist tekellerin çıkarlarını temsil eden yasaların paşa paşa geçirilmesi hükümetin temel misyonudur. Devlet aygıtı da bu misyon çerçevesinde yeniden şekilleniyor tabii...
Haklı olarak bir soru atılacak ortaya: TÜSİAD'da ifadesini bulan Türkiye büyük burjuvazisi buhar olup uçtu mu? Hani kapitalist devleti o ülkenin büyük sermayesi yönetirdi? Elbette Türkiye'nin o koca koca patronları buhar olup uçmadı. Ne olduğunu iyice anlamak için, buyurun, Türkiye'deki sermayenin son 10 yılda geçirdiği everime bir göz atın. Şirket satın almalarında ve birleşmelerinde büyük bir payla yabancı sermayenin Türkiye ekonomisne dalış yaptığını, Türkiye büyük burjuvazisinin esas olarak emperyalist sermayeye tam manasıyla entegre olduğunu, dolayısıyla AKP hükümetinin hizmet ettiği gücün küçük de olsa ortağı olarak iktidarlarını koruduklarını kolaylıkla göreceksiniz. Sadece, artık Türkiye'nin şeklen de olsa egemen bir ülke olmasından hiçbir çıkarları yoktur, ellerini iç siyasetle daha az kirletmektedirler, o kadar. Hem abartmayalım; Türkiye büyük burjuvazisinin topunu bir araya getirdiğinizde bir Shell kadar etmemektedir; hatta Shell'in yarısı bile etmemektedir!..
Büyük patronlar, en fazla, ülkedeki yaşam tarzının giderek ucube bir hale dönmesinden bireysel olarak huzursuzlanabilirler; neticede ikametgah ilmühaberleri bu topraklardaki muhtarlardan alınmaktadır. Öte yandan, artık siyah-beyaz Türk filmlerinde olduğu gibi fakir kız-zengin oğlan kombinasyonunun hayat bulabileceği bir sokak yaşamı da yoktur.
Burjuvazi, kendi yaşam alanlarında steril bir vaziyette keyfine bakmakta, dışarıdaki cangılda olup biteni ancak bir safari turizmi yabancılığında takip etmektedir.
AKP teşkilatına vücut kazandıran sınıfsallığı ise, yine bir safari türeviyle tekneden atılan bulamacı kapmak için suda çırpınan köpekbalıkları üzerinden tarif edebiliriz. İç pazarın kırıntılarını toplayıp sermaye birikimlerine eklemek isteyen geleneksel Anadolu tefeci-bezirganlarının güncellenmiş halidir AKP gövdesinde ifadesini bulan, ona hayat veren sınıfsallık. Ne var ki bunlar emperyalist sermayenin izin verdiği alanı doldurabilir ve kırıntı toplayabilir ancak. Çok azı büyük sermaye kulübüne katılabilecektir.
Halbuki kimileri, İslami soslu sermayenin büyük burjuvaziyi tehdit ettiği rüyasını görüyor. Uzanlar mı? Uzanlar'a cezayı kesen, 2 milyar dolar dolandırdıkları Motorola'dan başkası değildir. Bu dünyada kimse Amerika'yı dolandırmaz. Aydın Doğan mı? Medyadaki yeniden şekillenme sürecinde bizzat emperyalist toplum mühendisliği çerçevesinde hizaya sokulmuştur. Doğan grubu mesajı biraz geç almış ya da kendini yeni duruma uyarlamakta geç kalmıştır, o kadar. Tekil örnekler kaideyi değiştiremeyecektir...
Peki AKP'ye 'gönül vermiş' yoksul yığınlar? Doğrusu, ortada 'gönül vermiş' bir yığın yoktur. İslami demagojiden etkilenen ama esas olarak sadaka aracılığıyla kurulmuş saadet zincirinin sol halkasını oluşturan sefalet ve chalet içindeki yığın, hiçbir iktidarla gönül ilişkisi kurmaz. Aç karnını doyurma güdüsüyle günlük refleksler geliştirir, o kadar. Brezilya'da sol Lula iktidarının dağıttığı erzak ve kömür nitelik olarak aynıdır. Hiç kuşkusuz o sadakaları alıp iktidarları oylarıyla besleyenlerin niteliği de aynıdır; belirsizliktense sadakaya tamah etmektedirler...
AKP'de buluşan tarikatlar koalisyonunun da 'cemaat'in de sınıfsal bir karşılığı var elbette. AKP hükümetinin hizmet ettiği sınıfsallık, emperyalist sermayenin oluşturduğu 'enternasyonal' sınıfsallıktır. Hükümete 'sömürge tipi' niteliği veren de esas olarak budur. Emperyalist tekellerin çıkarlarını temsil eden yasaların paşa paşa geçirilmesi hükümetin temel misyonudur. Devlet aygıtı da bu misyon çerçevesinde yeniden şekilleniyor tabii...
Haklı olarak bir soru atılacak ortaya: TÜSİAD'da ifadesini bulan Türkiye büyük burjuvazisi buhar olup uçtu mu? Hani kapitalist devleti o ülkenin büyük sermayesi yönetirdi? Elbette Türkiye'nin o koca koca patronları buhar olup uçmadı. Ne olduğunu iyice anlamak için, buyurun, Türkiye'deki sermayenin son 10 yılda geçirdiği everime bir göz atın. Şirket satın almalarında ve birleşmelerinde büyük bir payla yabancı sermayenin Türkiye ekonomisne dalış yaptığını, Türkiye büyük burjuvazisinin esas olarak emperyalist sermayeye tam manasıyla entegre olduğunu, dolayısıyla AKP hükümetinin hizmet ettiği gücün küçük de olsa ortağı olarak iktidarlarını koruduklarını kolaylıkla göreceksiniz. Sadece, artık Türkiye'nin şeklen de olsa egemen bir ülke olmasından hiçbir çıkarları yoktur, ellerini iç siyasetle daha az kirletmektedirler, o kadar. Hem abartmayalım; Türkiye büyük burjuvazisinin topunu bir araya getirdiğinizde bir Shell kadar etmemektedir; hatta Shell'in yarısı bile etmemektedir!..
Büyük patronlar, en fazla, ülkedeki yaşam tarzının giderek ucube bir hale dönmesinden bireysel olarak huzursuzlanabilirler; neticede ikametgah ilmühaberleri bu topraklardaki muhtarlardan alınmaktadır. Öte yandan, artık siyah-beyaz Türk filmlerinde olduğu gibi fakir kız-zengin oğlan kombinasyonunun hayat bulabileceği bir sokak yaşamı da yoktur.
Burjuvazi, kendi yaşam alanlarında steril bir vaziyette keyfine bakmakta, dışarıdaki cangılda olup biteni ancak bir safari turizmi yabancılığında takip etmektedir.
AKP teşkilatına vücut kazandıran sınıfsallığı ise, yine bir safari türeviyle tekneden atılan bulamacı kapmak için suda çırpınan köpekbalıkları üzerinden tarif edebiliriz. İç pazarın kırıntılarını toplayıp sermaye birikimlerine eklemek isteyen geleneksel Anadolu tefeci-bezirganlarının güncellenmiş halidir AKP gövdesinde ifadesini bulan, ona hayat veren sınıfsallık. Ne var ki bunlar emperyalist sermayenin izin verdiği alanı doldurabilir ve kırıntı toplayabilir ancak. Çok azı büyük sermaye kulübüne katılabilecektir.
Halbuki kimileri, İslami soslu sermayenin büyük burjuvaziyi tehdit ettiği rüyasını görüyor. Uzanlar mı? Uzanlar'a cezayı kesen, 2 milyar dolar dolandırdıkları Motorola'dan başkası değildir. Bu dünyada kimse Amerika'yı dolandırmaz. Aydın Doğan mı? Medyadaki yeniden şekillenme sürecinde bizzat emperyalist toplum mühendisliği çerçevesinde hizaya sokulmuştur. Doğan grubu mesajı biraz geç almış ya da kendini yeni duruma uyarlamakta geç kalmıştır, o kadar. Tekil örnekler kaideyi değiştiremeyecektir...
Peki AKP'ye 'gönül vermiş' yoksul yığınlar? Doğrusu, ortada 'gönül vermiş' bir yığın yoktur. İslami demagojiden etkilenen ama esas olarak sadaka aracılığıyla kurulmuş saadet zincirinin sol halkasını oluşturan sefalet ve chalet içindeki yığın, hiçbir iktidarla gönül ilişkisi kurmaz. Aç karnını doyurma güdüsüyle günlük refleksler geliştirir, o kadar. Brezilya'da sol Lula iktidarının dağıttığı erzak ve kömür nitelik olarak aynıdır. Hiç kuşkusuz o sadakaları alıp iktidarları oylarıyla besleyenlerin niteliği de aynıdır; belirsizliktense sadakaya tamah etmektedirler...
9 Ekim 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)