12 Aralık 2018 Çarşamba
8 Kasım 2018 Perşembe
Apple İş Başvurusu Cevap Anahtarı
“Seni buraya ne getirdi?” (Herkese sorulan ilk ve genel soru)
Kader
8 yaşında bir çocuğa anlatıyormuş gibi modem cihazının ne işe yaradığını anlatın.
Çok uzaklaşmadıkça yakınlarına bağlanmanı sağlar
“En yakın arkadaşınız kim?”
Bunu zaman gösterir. Demek ki en yakın arkadaşım o.
“Eğer 2 yumurtanız olsaydı ve yumurtaları kırmadan en yüksek kata çıkmak istiyorsanız, bunu nasıl yapardınız? En iyi çözüm nedir?”
Bu soruda zaman kullanımı hatası yaptınız. Bunun yumurta kırmaktan bir farkı yok. Sorunuza gelirsem, bunun bir garantisi asla olamaz, en iyisi yumurtaları yukarıya tavada taşımak.
“İlginç bir problem bulun ve bunu nasıl çözeceğinizi anlatın!”
Zaman makinesini bulmak! Çözüme emekli olana kadar manzaralı bir ofiste her gün dokuz ile beş arasında hiçbir iş yapmadan tefekkürde durarak kavuşacağımı düşünüyorum.
“Her gün dünyada kaç çocuk doğuyor?”
Bir. Hepsi aynı.
“100 adet bozuk paranız var, 10 adeti tura, 90’ı yazı şekilde masanın üzerinde. Herhangi bir şekilde göremiyor, dokunamıyorsunuz. Hepsini eşit bir şekilde ikiye ayırmalısınız. Nasıl yapardınız?”
Bakkalı ararım. Gelen çırağa, masanın üstünden paraları almasını bana bir kalıp peynir getirmesini söylerim. Gelen peyniri ikiye bölerim.
“Kendini anlat, seni ne meraklandırıyor?”
Beni buraya getiren rastlantılar zincirinde sizin hiçbir yeriniz olmamasına rağmen şimdi karşınızda size muhtaç bir şekilde durmam. Bu gerçekten çok şaşırtıcı bir şey.
“Seni işe alsaydım, ne üzerinde çalışmak isterdin?”
Zaman makinesi.
"3 kutu var. 1’inde elma, 1’inde portakal ve 1’inde hem elma hem portakal var. Kutuların etiketi de yanlış ve sen yalnızca 1’ini açıp bakarak diğerlerinin etiketini nasıl düzeltirsin?”
Kutulara sorarım. Onlarla konuşabiliyorum.
“Senaryo: 20 dakikadır bekleyen sinirli bir müşteriyle uğraşmak zorundasın. Microsoft PC almakla tehdit etmeye başladı. Problemi nasıl çözersin?” “Bu kalemi, fiyatlandır? Neye göre maliyetini belirlersin?” Ben şirkete ondan daha fazla sallarım, beraber küfür ederken rahatlar. Bir müşteriyi yirmi dakika bekletmenin izahı olamaz.
“Bir kişi bilgisayarı için ‘beton gibi’ diyor. Ne yaparsın.”
Hemen beton testine sokmayı öneririm. Kabul ederse kafasına bir beton parçasıyla vururum.
“Sen, zeki misin?”
Diğerleri biraz aptal desek daha doğru. Kendimi övmek istemem.
“Hataların neler ve bunlardan ne öğrendin?” Her insan gibi, her düşüncem her davranışım hatalı. Her şey hatalıyken doğruya ulaşılmaz. Herkes hatalarından yeni hatalar yapmanın yolunu öğrenir.
“Bir yöneticinin kararına katılmadığın oldu mu ve bu olaya nasıl yaklaştın? Bir örnek ver ve tepkilerini açıkla.”
Bu tuzak bir soru. Cevap vermeme hakkımı kullanmak istiyorum.
"Öyle bir hakkınız yok."
Bu da tuzak bir yaklaşım.
“Bir bardağa su doldurdun ve bardağı, pikabın üzerine koydun. Yavaşça hızlanmaya başladı. İlk önce ne olur?”
Herkes onun fizik yasalarıyla kenarıya doğru kaymaya başladığını düşünürken o, plağı çalamadığı için intihar edecektir.
“Hayatında gurur duyarak yaptığın bir şey söyle”
Her sabah bir şekilde umutla uyanabilmek.
Seni neden işe alalım?”
Benlik yapmayın. Kaderimde varsa elinizden gelen bir şey yok.
"Yaratıcı mısın? Yaratıcı bir şey söyle!”
Bir gün öleceksiniz.
"Bu herkesin bildiği bir gerçek."
Evet ama yeniden doğacaksınız, aynı şeyleri yaşayacaksınız ve bu gün geldiğinde ben iş görüşmesine gelmiş olmayacağım. Bunu bilmiyordunuz.
“Bir alçak gönüllülük örneği tarif et”
Bu pozisyon için üst seviyede kaliteli olmama rağmen bu görüşmeye gelmem.
"Bir müşterinin problemini çözmekten veya iyi bir deneyim yaşatmaktan daha iyi olan şey nedir?” Müşterinin olmaması...
"Geldiğiniz için teşekkürler." Daha sorular var sanıyordum.
"Biz sizi ararız..."
Kader
8 yaşında bir çocuğa anlatıyormuş gibi modem cihazının ne işe yaradığını anlatın.
Çok uzaklaşmadıkça yakınlarına bağlanmanı sağlar
“En yakın arkadaşınız kim?”
Bunu zaman gösterir. Demek ki en yakın arkadaşım o.
“Eğer 2 yumurtanız olsaydı ve yumurtaları kırmadan en yüksek kata çıkmak istiyorsanız, bunu nasıl yapardınız? En iyi çözüm nedir?”
Bu soruda zaman kullanımı hatası yaptınız. Bunun yumurta kırmaktan bir farkı yok. Sorunuza gelirsem, bunun bir garantisi asla olamaz, en iyisi yumurtaları yukarıya tavada taşımak.
“İlginç bir problem bulun ve bunu nasıl çözeceğinizi anlatın!”
Zaman makinesini bulmak! Çözüme emekli olana kadar manzaralı bir ofiste her gün dokuz ile beş arasında hiçbir iş yapmadan tefekkürde durarak kavuşacağımı düşünüyorum.
“Her gün dünyada kaç çocuk doğuyor?”
Bir. Hepsi aynı.
“100 adet bozuk paranız var, 10 adeti tura, 90’ı yazı şekilde masanın üzerinde. Herhangi bir şekilde göremiyor, dokunamıyorsunuz. Hepsini eşit bir şekilde ikiye ayırmalısınız. Nasıl yapardınız?”
Bakkalı ararım. Gelen çırağa, masanın üstünden paraları almasını bana bir kalıp peynir getirmesini söylerim. Gelen peyniri ikiye bölerim.
“Kendini anlat, seni ne meraklandırıyor?”
Beni buraya getiren rastlantılar zincirinde sizin hiçbir yeriniz olmamasına rağmen şimdi karşınızda size muhtaç bir şekilde durmam. Bu gerçekten çok şaşırtıcı bir şey.
“Seni işe alsaydım, ne üzerinde çalışmak isterdin?”
Zaman makinesi.
"3 kutu var. 1’inde elma, 1’inde portakal ve 1’inde hem elma hem portakal var. Kutuların etiketi de yanlış ve sen yalnızca 1’ini açıp bakarak diğerlerinin etiketini nasıl düzeltirsin?”
Kutulara sorarım. Onlarla konuşabiliyorum.
“Senaryo: 20 dakikadır bekleyen sinirli bir müşteriyle uğraşmak zorundasın. Microsoft PC almakla tehdit etmeye başladı. Problemi nasıl çözersin?” “Bu kalemi, fiyatlandır? Neye göre maliyetini belirlersin?” Ben şirkete ondan daha fazla sallarım, beraber küfür ederken rahatlar. Bir müşteriyi yirmi dakika bekletmenin izahı olamaz.
“Bir kişi bilgisayarı için ‘beton gibi’ diyor. Ne yaparsın.”
Hemen beton testine sokmayı öneririm. Kabul ederse kafasına bir beton parçasıyla vururum.
“Sen, zeki misin?”
Diğerleri biraz aptal desek daha doğru. Kendimi övmek istemem.
“Hataların neler ve bunlardan ne öğrendin?” Her insan gibi, her düşüncem her davranışım hatalı. Her şey hatalıyken doğruya ulaşılmaz. Herkes hatalarından yeni hatalar yapmanın yolunu öğrenir.
“Bir yöneticinin kararına katılmadığın oldu mu ve bu olaya nasıl yaklaştın? Bir örnek ver ve tepkilerini açıkla.”
Bu tuzak bir soru. Cevap vermeme hakkımı kullanmak istiyorum.
"Öyle bir hakkınız yok."
Bu da tuzak bir yaklaşım.
“Bir bardağa su doldurdun ve bardağı, pikabın üzerine koydun. Yavaşça hızlanmaya başladı. İlk önce ne olur?”
Herkes onun fizik yasalarıyla kenarıya doğru kaymaya başladığını düşünürken o, plağı çalamadığı için intihar edecektir.
“Hayatında gurur duyarak yaptığın bir şey söyle”
Her sabah bir şekilde umutla uyanabilmek.
Seni neden işe alalım?”
Benlik yapmayın. Kaderimde varsa elinizden gelen bir şey yok.
"Yaratıcı mısın? Yaratıcı bir şey söyle!”
Bir gün öleceksiniz.
"Bu herkesin bildiği bir gerçek."
Evet ama yeniden doğacaksınız, aynı şeyleri yaşayacaksınız ve bu gün geldiğinde ben iş görüşmesine gelmiş olmayacağım. Bunu bilmiyordunuz.
“Bir alçak gönüllülük örneği tarif et”
Bu pozisyon için üst seviyede kaliteli olmama rağmen bu görüşmeye gelmem.
"Bir müşterinin problemini çözmekten veya iyi bir deneyim yaşatmaktan daha iyi olan şey nedir?” Müşterinin olmaması...
"Geldiğiniz için teşekkürler." Daha sorular var sanıyordum.
"Biz sizi ararız..."
15 Ekim 2018 Pazartesi
HASAN RIZA DEDEM
Güneş gölgeyi yaktı, okyanus katreyi içti, gül dikeni evlat edindi, kainat zerreyi tanıyınca altına minder attı, Hasan Rıza Dede kendini bilene gönül evini açtı, kapıyı da sonuna kadar açık bıraktı...
Ya Rıza Dede, ya Allah!
Bu ne muziplik, nasıl bir saklambaç oyunu... Sen gitmediysen yoklukta saklanan kim?
Ya Rıza Dede, ya Dost!
Bu ne düzen? Ağlayan da sen, özleyen de, peki içimde yalnız başına tir tir titreyen?
Ya Rıza Dede, ya Sevgili!
Aynaya aşıktı o bülbül, ‘ah’ şarkısını duymak için ne diye gülistana attın?
Ya Rıza Dede, ya Aşkın Efendisi!
Her yanı güzel cemalinle donattın, kirli ayağımı nereye basayım da yanına varayım.
Ya Rıza Dede, ya Hak!
Bizleri bize bırakma diye yalvarır idik, nasıl oldu da gönlümün uzak diyarlarına kaçtın?
Ya Hasko, ya güzel Dedem! Şu tuzaklarla dolu rüyada cennetler önüme serilse ben yine seni ararım.
Seni ararım.
Seni ararım...
Bulamazsam kendimi cehenneme atarım...
Ya Rıza Dede, ya Allah!
Bu ne muziplik, nasıl bir saklambaç oyunu... Sen gitmediysen yoklukta saklanan kim?
Ya Rıza Dede, ya Dost!
Bu ne düzen? Ağlayan da sen, özleyen de, peki içimde yalnız başına tir tir titreyen?
Ya Rıza Dede, ya Sevgili!
Aynaya aşıktı o bülbül, ‘ah’ şarkısını duymak için ne diye gülistana attın?
Ya Rıza Dede, ya Aşkın Efendisi!
Her yanı güzel cemalinle donattın, kirli ayağımı nereye basayım da yanına varayım.
Ya Rıza Dede, ya Hak!
Bizleri bize bırakma diye yalvarır idik, nasıl oldu da gönlümün uzak diyarlarına kaçtın?
Ya Hasko, ya güzel Dedem! Şu tuzaklarla dolu rüyada cennetler önüme serilse ben yine seni ararım.
Seni ararım.
Seni ararım...
Bulamazsam kendimi cehenneme atarım...
11 Ekim 2018 Perşembe
Geçmişten Haberler
Şöyle bir geçmişe uğrayayım dedim. Gördüm ki orası boş, in cin top oynuyor, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi...
9 Ekim 2018 Salı
Kapanî Mehmed Efendi'nin menkıbelerinden...
Bir gün bu hakîr çocukluğumda Unkapanı'nm iç yüzünde kuyumcu dükkânlarımızda sure-i (— ) 'Biz onda (Tevrat'ta) Onların üzerine yazdık cana can [Mâide, 45] âyetini okurken Kapanî Efendi geldi. Bu âyeti duyunca "Allah Allah" dediler. Derhâl berber dükkânında Güleşciler Tekkesi Şeyhi Pehlivan Ali Halhali belirdi. Bizim dükkân önünde Giysüdâr'ı görünce bir nara atarak, "Ey dost, Şahımız Şah Ali'dir kurban olsun Şah [113a] Hüseyin'e canım, başım top eyleyüp geldim belâ meydanına, Kerbelâ Meydanı'dır meydanımız" deyip Kapanî Mehmed Efendi'ye temennâ edip el öpünce hemen Kapanî Efendi, "İnşaallah Derviş Ali bu anda arzu ve isteğine erip Kerbelâ Çölü'nün şehitleri sevabına bu Aşure gününde nail olursun" deyip elindeki çoçtura testisini Derviş Ali'nin eline verdi. Derviş Ali o şaraptan birkaç nefes çekti ve bir kere nara atarak çıplak olup berber dükkânına girince Kapanî Efendi hakîre: "İşte ve ketebnâ âyeti mahalli geldi yine tekrar oku" derken onu gördük Derviş Ali kaçarak bizim dükkânımızın önüne gelince berber dükkânından Hacı Ahadoğlu adh bir yiğit dal-bıçak gelip Derviş Ali'yi memesi üstünden vurup şehit etti. Hemen Kapanî Mehmed Efendi Derviş Ali'ye, "Kerbelâ şehâdetin buldun mu ve 'Biz onda (Tevrat'ta) onların üzerine yazdık cana can ..." [Mâide, 45] âyetine mazhar oldun mu?" deyip gitti. Hemen babam, "Bre şu Hacı Ahadoğlu'nu tutun" deyip hademelerimiz derhâl katilin yakasını toplayıp Yeniçeri Ağası Şehit Haşan Halife'ye götürdüler. Suçlu bulununca Ahadoğlu'nu da Ağakapısı'nda esâmesin çalıp zindanda katlederek çardak önünde geceleyin denize attılar. Peder Derviş Ali'yi Güleşciler Tekkesi bahçesinde gömdüler. Derviş Ali'nin okuduğu beyitlerine uygun cevaplan Kapanî Mehmed Efendi keşfedince anında çıktı. Allah bilir böyle olmuştur.
Evliya Çelebi - İstanbul
Evliya Çelebi - İstanbul
4 Ağustos 2018 Cumartesi
Hayali Sohbetler Bürosu - Galata Kulesi
Yeni Hikayeler: Galata Kulesi ve Atın İntikamı ve Galata Kulesi ve İhtiyar Adam
5 Nisan 2018 Perşembe
Orhan Kaptan
“Keşanlı Ali Destanı’nın ilk oynanışıydı. Oyunun sanatçılarıyla Orhan Kemal edebiyatçılar arasında bir futbol maçı yapalım dedik. Memet Fuat, Altunizade sahasını verdi. Biz edebiyatçılar toplanıp takımımızı kurduk. Kaptanımız Orhan Kemal olacaktı elbette. Keşanlıların kaptanı, oyunun yazarı Haldun Taner’di. Takıma bir de ‘konuk oyuncu’ almışlardı: Bedri Koraman.
Maçın hakemi kimdi dersiniz? Halit Kıvanç!
Maç günü Altunizade’de bayağı seyirci toplanmıştı. Semt sakinlerinin yanı sıra, ‘medya’ da tam kadro oradaydı. (Maç ertesi gün bütün gazetelerde geniş yer alacak, haftalık Ses dergisi ise bu olaya iki sayfa ayıracaktı.) Bizi destekleyenlerin ellerinde koca bir pankart vardı: ‘Yürüyün, Fazıl’ın aslanları!’ Fazıl’ın, yani Dağlarca’nın.
Ben santrfor oynuyordum. Maçın başlamasıyla birlikte ayağıma bir top geldi. Santra çizgisiyle ceza alanı arasında bir yerlerdeydim. Yaradana sığınıp şöyle bir patlattım. Olacak iş değil, top gitti, kalenin örümceğini aldı, doksana takıldı.
Biraz sonra Keşanlılar bir gol attılar. Bunu yine benim bir golüm izledi. Arkasından, Feridun Metin frikikten Hagi’yi bile kıskandıracak nefis bir gol attı. Devreyi 3-1 önde kapattık.
İkinci devrenin hemen başında Keşanlıların iki golü geldi. Şanslı günümdeydim anlaşılan. Bir gol daha attım. Biraz sonra da ceza alanı içinde resmen biçildim. Halit Kıvanç, penaltımızı verdi.
Çok penaltı gördüm bugüne kadar. Lefter’in, Metin’in, İstanbulsporlu İbrahim’in penaltılarını nasıl unutabilirim! Ama o gün Orhan Kemal’in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil! Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık! Maç bitti. 5-3’lük yenginin coşkusuyla, kaptanımız omuzlarımızda, sahada bir tur attık… Sonra da soluk soluğa, yerlere yığıldık!”
Ülkü Tamer
Maçın hakemi kimdi dersiniz? Halit Kıvanç!
Maç günü Altunizade’de bayağı seyirci toplanmıştı. Semt sakinlerinin yanı sıra, ‘medya’ da tam kadro oradaydı. (Maç ertesi gün bütün gazetelerde geniş yer alacak, haftalık Ses dergisi ise bu olaya iki sayfa ayıracaktı.) Bizi destekleyenlerin ellerinde koca bir pankart vardı: ‘Yürüyün, Fazıl’ın aslanları!’ Fazıl’ın, yani Dağlarca’nın.
Ben santrfor oynuyordum. Maçın başlamasıyla birlikte ayağıma bir top geldi. Santra çizgisiyle ceza alanı arasında bir yerlerdeydim. Yaradana sığınıp şöyle bir patlattım. Olacak iş değil, top gitti, kalenin örümceğini aldı, doksana takıldı.
Biraz sonra Keşanlılar bir gol attılar. Bunu yine benim bir golüm izledi. Arkasından, Feridun Metin frikikten Hagi’yi bile kıskandıracak nefis bir gol attı. Devreyi 3-1 önde kapattık.
İkinci devrenin hemen başında Keşanlıların iki golü geldi. Şanslı günümdeydim anlaşılan. Bir gol daha attım. Biraz sonra da ceza alanı içinde resmen biçildim. Halit Kıvanç, penaltımızı verdi.
Çok penaltı gördüm bugüne kadar. Lefter’in, Metin’in, İstanbulsporlu İbrahim’in penaltılarını nasıl unutabilirim! Ama o gün Orhan Kemal’in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil! Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık! Maç bitti. 5-3’lük yenginin coşkusuyla, kaptanımız omuzlarımızda, sahada bir tur attık… Sonra da soluk soluğa, yerlere yığıldık!”
Ülkü Tamer
29 Mart 2018 Perşembe
Hazreti Mevlana, Ahiler ve Moğollar - Yalanlar ve Gerçekler
Bu yazı, bazı tarihçilerin ve aydınların Mevlana Celaleddin Rumi
hakkında ileri sürdüğü yanlış söylemlere cevap niteliği taşımakta, Mevlevilik cenahından bakışımla bilgilendirme amacı gütmektedir.
Mevlana, tarihin gördüğü en büyük
devrimcilerden biridir. O, tüm büyük veliler ve peygamberler gibi bir put kırıcıdır. Hayatı; Muhammedileşememiş din alimlerinin, mevkiye
esir benlik satıcılarının, malla mülkle varlık bulan maddeperestlerin, cüzi
akla esir olmuş okumuşlar taifesinin, sorgulamadan biat eden cahil kesimin
putlarını kırmakla geçmiştir. Mesnevi
Kur’ân’ın aşkla tevil ve tefsiridir. Kendisine tasavvuf ehli tarafından
bu yüzden Aşk Peygamberi payesi verilmiştir. Gericilerin halk üzerinde baskı kurmak amacıyla Hazreti Muhammed'i bir kanun adamına, Kur'ân'ı da bir kanun kitabına dönüştürmeye çalıştıkları o dönemde, Hazreti Mevlana yobazlığın karşısına dikilmiş, bugün bile din adamlarının söylemeye çekindikleri hakikatleri korkusuzca dile getirmiştir. Bugün, gerici tarikatlardan nefret eden bazı demokratların, solcuların, halka aydınlık ve bilim saçan bu büyük evliyanın karşısındaki sofu gerici tayfasının tarafında saf tutması kendileriyle çeliştikleri en dikkate şayan nokta ve aslında bir akıl tutulmasıdır.
Hazreti Mevlana çok küçükten başlayan ve sıkı bir disiplinle süren yoğun eğitimi sonrasında, dünyanın her yanından gelen kırka
yakın alimi her türlü ilimde alt ederek ‘alimlerin alimi’ anlamına
gelen Mevlana ismini almıştır. Hiç uyurken görülmeyen, her gün ayrı bir camide vaaz
veren, iki yüze yakın müftü yetiştiren, her anını toplumu eğitmeye harcayan,
Rum kiliselerinde Rumca rubailer okuyup onları da irşad eden, cenazesinde
hristiyan, musevi, müslüman bütün toplumu birlemeyi başaran Hazreti
Mevlana, hiç durmamış, çalışkanlığın üstün bir örneği olmuştur. Peygamberimizin
bir ismi de Cabbar’dır. Hazreti Muhammed’e
bende olmuş Mevlana da hiç durmadan, bir deri bir kemik kalana dek
çalışmış, ömrü riyazadla geçmiş, iki günde bir, bir iki lokma yemekle yaşamış,
evine gelip iki tencere yemek piştiğini görür görmez karısına, ‘Evimiz Firavun
evine dönmüş,’ diyerek tencerenin birini ihtiyacı olan komşulara göndertmiştir.
‘Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının
tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben
o kişilerden de, onların sözlerinden de bizarım,’ diyen Hüdâvendigâr Mevlana,
Peygamberimiz gibi fakr’da yaşamış, fakirlik benim övüncümdür sözlerini
kendisine şiar edinmiştir. Mürid olarak yanına genelde esnaftan kimseleri
aldığı için kendisini, ilim irfan sahiplerini bırakıp avamı yüceltmekle
suçlayan ulemalara, Attar ve Hallac da meslek erbablarıydılar da bunun ne
eksikliğini gördüler, diyerek azarlamıştır.
“Tanrı’nın verdiği kudrete
şükretmek kudretini artırır. Cebir (batıl) ise nimeti elinden çıkarır. Senin
cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma!
Ey dikkatsiz Cebri! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma. Ki
rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün. Cebre
inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak aynı şeydir. Tevekkül ediyorsan
çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan!” (Mesnevi,
I/939)
sözleriyle halkı çalışmaya itmiş, Muhammedi tekamülü idrak etmeyip kaderciliğe
saplanan toplumu çağdaşlığa yöneltmiştir. Yani Hazreti Mevlana'nın saray eşrafıyla takılan burnu büyük halka uzak bir din adamı olarak resmedilmesi hayasızca büyük bir yalandır. O her an her türlü vesileyle, Konya'nın her yanına ulaşarak hep halkla (müslüman, hristiyan, yahudi gözetmeden) beraber olmuş, her türlü soruya alçakgönüllülükle cevap vererek, hayatını insanları irşad etmeye adamıştır...
Bütün Pirler vahdet okyanusunda ikamet ederler.
Onların amelleri, niyetleri Hak’tan ayrı değildir. Piran
Efendilerimiz belki kalabalık görünürler ama hakikatte hepsi birdirler. Şems
Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Üzümler gibi hepimiz bağda kalabalık
görünürüz ama tavada hepimiz biriz. Sayı ortadan kalkar, pekmez oluruz.”
Tasavvufun ‘Birlik’ kavramını birazcık anlayan birisi, onları birbirleriyle
kıyaslamak gibi büyük bir hataya düşmez. Özellikle de çağlar boyunca tüm
bilgelik yolcularını derinden etkilemiş, etkisini her geçen gün daha da
arttıran ölümsüz bir veliyi. Ama aslanla kurdu da aynı kefeye koymayın.
Şöyle bir hikayeyle sözümüzü perçinleyelim: "Kalkmış biri bir kurban almış, gelmiş Cenab-ı Mevlana'nın huzuruna, selam vermiş, almış Mevlana selamını. 'Ya Hüdavendigar' demiş, 'senin sohbetinden faydalanmak istiyorum. Destur var mı, bu kurbanı tığlayalım, burda kaynasın, canlar lokma etsinler?' Cenab-ı Mevlana, kurbanı almadan evvel sormuş, 'Senin sağa sola bir borcun var mı?' 'Var' demiş. 'O kurban burda kesilmez' demiş Mevlana, 'peşin borçlarını ödemiş olsaydın, sonra buraya adağını getirseydin.' Kabul etmemiş. 'Otur' demiş, 'burda Hakk ne verdiyse yiyip içelim, muhabbeti dinlersin.' 'Yok' demiş 'madem kabul etmedin oturmam.' 'Sen bilirsin.'
Kalkmış, almış kurbanı, gelmiş Hünkar Hacı Veli Bektaş'a, aynı teklifi yapmış. Hacı Veli Bektaş fazla incelememiş, 'Tığlayın' demiş, tığlamışlar. Tığlandıktan sonra kazana atılmış. Dönmüş Hacı Veli Bektaş'a, selam olsun üzerine, 'Ya Hünkar' demiş, 'senden önce gittim Hüdavendigar Hazreti Mevlana'ya, aynı teklifte bulundum, o kabul etmedi. Sen kabul ettin.' Hemen Hünkar Hacı Veli Bektaş kendini toparlamış, 'Hüdavendigar Mevlana, bütün Evliyalar arasında en pürüzsüz bir Evliya'dır' demiş, 'zerre kadar pürüz kabul etmez.' Adam susmuş. Kalkmış Hacı Veli Bektaş'tan tekrar gelmiş Mevlana'ya, çıkmış huzuruna, 'Sen' demiş, 'kabul etmedin ama Hünkar Hacı Veli Bektaş kabul etti.' Cenab-ı Mevlana dönüp demiş, 'O öyle bir deryadır, özünü almıştır kirini atmıştır.'Adam demiş, 'Yahu açamadım ikisinin arasını."
Boşuna uğraşmayın, hakiki birlik yolcularının arasını kimse açamadı, açamaz. Yedi yüz elli yıl sonra sansasyonel çıkış yapıp dikkat çekeceğim, halkı kutuplaştırıp belli kesimlerin beğenisini alacağım diye Hakk'ın nurunu göremeyen iblisin konumuna düşmeyin. Cahillerin saflarında yerinizi almayın.
Hazreti Mevlana ve Ahmed Yesevi'nin aşığı Hünkar Hacı Bektaş Veli'nin birbirine sevgisi, saygısı çoktu. Ve bilinir ki, Hacı Bektaş Veli hakka yürümeden önce, müridlerini toplayıp onlara artık yollarının sona erdiğini, gidip Hazreti Mevlana'ya mürid olmalarını söyledi. Dergahın kapısına da büyük bir zincir çektirtti. Birisi giriş kapısından nazar ederek bu zincirleri açmadıkça orası kapalı kalacaktı. Ve sonunda, Hazreti Mevlana'nın yanında yetişmiş Balım Sultan gelerek zincirleri kırdı. Yol da işte böyle devam etti.
Hazreti Mevlana Türklere düşmandı, söylemi de başka bir yalandır. Hazreti Mevlana Horasan Türkü'dür. Farsça o dönem bilginler ve sanatçılar tarafından tercih edildiği ve daha şiirsel olduğu için kullanmış, oğlu Sultan Veled ise tüm eserlerini Türkçe yazmıştır. Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve Hazreti Mevlana Horasan evliyalarıdır.
Açık bir şekilde "Ben o Padişah değilim, tahttan inip tabuta gireyim. Ben o Padişahım ki, tahttan inip gönüllerde yer alayım,” diyen Hazreti
Mevlana, canlı Kur''ân'dır. Hak'tan başka kimseden bir şey istememiş zamanın hükümdarı Alaaddin’i, nefsini kırmak için bir gün boyunca
kapıda bekletip, içeri almayan, otoriteye hiçbir zaman ödün vermemiş, “hiçlikte kalan bir Veli’nin bağımsız ve
özgür ruhunu ortaya koymuştur. Üstelik sultan Alaaddin ve vali Pervane’nin
Hazreti Mevlana’nın müridi oldukları unutulmamalıdır. Dilenmek gibi çirkin bir
söylemi bir yana koyalım, Sultanlar, emirler; fakr içinde yaşayan, dünyaya
zerre metelik vermeyen bu yüce veliden hikmet alabilmek için kapısında
çırpınmışlardır. Ayrıca, Hazreti Mevlana’nın, dilenciliği hoş görmediği,
müridlerine kesinlikle yasakladığı da bilinmektedir. Bu anlayış yüzyıllar boyu
tüm Mevleviye’de devam etmiş, dervişler Hak’tan başkasına el açmamışlardır..
Moğollar bahsine gelirsek,
yayılmaları süresince toplam beş milyon civarı insanı katleden bu acımasız
savaşçıların Kayseri’yi ve çevresini nasıl yakıp yıkıp yağmaladıkları, rivayete
göre Anadolu’da beş yüz bine yakın insanı katlettikleri ortadadır. Peygamberler
ve Veliler cemaatlerinin çobanıdır. Veli Hak’la Hak olmuş kişidir, hata yapmaz,
insanlarını kazanamayacakları savaşlara sokup helak olmalarına izin vermez.
Hazreti Mevlâna Moğollar’ı Konya’ya sokmamış ve daha sonra şartlı olarak
girmelerine izin vermiştir, kimsenin namusuna, malına, kılına zarar
gelmeyecektir, şart budur ve öyle de olmuştur. Ve bu, Moğollar’ın ele geçirdiği yerler içinde bir
ilktir. Savaşlar bazen diplomasiyle kazanılır ama bu öyle bir diplomasidir ki,
şartlar tek taraflı kabul edilmiş, karşı taraf hiçbir şey alamamıştır.
Hazreti Mevlana Moğollar'la anlaştı, sözlerinin saçmalığını birazcık olsa da idrak edemiyorsunuz. Mevlana'nın sıfatı neydi ki Moğollar onunla anlaştı. Bir dergahta sohbet açan bir veliyle anlaştıkları söylemiyle onu kendi ağzınızla yüceltmiş olmuyor musunuz? Geçtikleri yerlerde insan ölülerinden küçük dağlar oluşturmuş, civar kentlerde beş yüz bin insanı yok etmiş bir Moğol gücünün onunla nasıl anlaşabileceğini söyleyin o zaman.
Sema ile Ahi Evran’ın işle
zikrini karşılaştırma komikliğine detaylı girmek istemiyorum. İlk olarak
Peygamberimiz tarafından, Cafer-i Tayyar, Zeyd ve Hazreti Ali ile bir coşku
anında gerçekleştirilen Sema, her zerrenin sürekli döndüğü bu alemde vecd
haline geçmek için kullanılan dünyanın en etkili zikri ve Mevlevilerin baş ibadetidir.
Fakat hakikatte, bir Mevlevi dervişi, çalışırken, bahçeyle uğraşırken, müzik
yaparken ve her an Allah’la beraber ve zikir halinde olmalıdır. Hazreti
Mevlana, ezan sesini duyunca namaza kalkmaya davranan müridlerini bu yüzden
durdurup, nereye gittiklerini sormuş, huzura çıkacağız sözünü duyunca da, Siz burada
Allah muhabbeti yaparken Hak’tan ayrı mıydınız, diyerek onları edebe davet
etmiştir. Üstelik Hazreti Mevlana'nın katibi ve varisi Hüsameddin Çelebi'nin ahi olduğu, dönemin büyük ahi şeyhlerinin önce Hazreti Mevlana'ya ardından Sultan Veled'e bağlandıklarını, Ulu Arif Çelebi döneminde ise tüm ahi şeyhlerinin ona biat ettikleri, Mevlevi Dedelerini Kutb-ul Cihan olarak gördüklerini unutmamak gerekir. (Ariflerin Menkıbeleri gibi kaynaklarda konu detaylı bir şekilde anlatılmıştır. İsteyenler, önemli ahi şeyhlerinin gözünden, Hazreti Mevlana'nın Moğolları nasıl korkutup engellediğini bu eserlerde bulabilirler.) Tabii ki bugünkü gibi tüm pazarları cahilleri sömürme üzerine kuran bazı yobaz Ahi şeyhleri de türlü karalamayla halkı Dedelerden soğutmaya çalışmış ama bir çabuk kendi kötü nefslerinin karanlık kuyularında yok olup gitmişlerdir. Günümüzde, aydınların, İslam'ı tüm hurafelerden temizlemiş, aşk dini haline getirmiş bir abide Veli'nin tarafında değil de Emevi İslam temsilcilerin cahil karanlığı peşinde taraf alması tabi ki araştırılması gereken bir akıl tutulmasıdır.
‘Ruh karanlık içindeyse yolunu
bulması için aklın aydınlığına ihtiyaç duyar, fakat ruh aydınlanmışsa kimse
aklın kandilini aramaz,’ diyen Hazreti Mevlana, Hak’la Hak olana dek türlü ilmi
hatmetmiş, bilginler bilgini sıfatını almıştır. Akıl, akılların aklını bulana
dek usturlab işlevine sahiptir. Ondan sonra aşk gelir, akıl da yanar gider kül
olur.
Hazreti Mevlana bilimin kendisidir.
Yunus Emre’nin ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini
bilmezsin, ya nice okumaktır?’ dediği gibi Hazreti Mevlana, nefsini bilmiş, kendini
bilmiş, kendinde tüm alemi ve kimyanın özünü görmüştür. Hazreti Ali’nin ‘İlim
bir nokta idi cahiller onu çoğalttı,’sözlerinden yola çıkarak, tarikatın bir yol, hakikatin nokta olduğunu,
o noktanın bizim gözümüz, elifin ise vücudumuz olduğunu söylemiş, elifi bırakıp
noktada, yani yoklukta kalmış ve tüm ilimlerin kaynadığı yerden hakikati
seyretmiştir.
Daha önce de ispatladığımız gibi
Hazreti Mevlana’nın seçkinci ve havas olduğu iddiası kesinlikle yanlış olsa da
bu izlenim; aklı, bilimi, evrimsel gelişimi ve estetiği şiar edinen
Mevlevilerin, coğrafya, matematik, astronom gibi alanlarda bir çok büyük bilim
adamı ve Osmanlı kültürünün temellerini atan sayısız besteci, şair
yetiştirmelerinden, saraylarda ve medreselerde çocukların eğitimlerine yön
vermelerinden doğmaktadır.
Hazreti Mevlana bir put kırıcıdır.
Bir devrimcidir. Dedeliği oğlu Sultan Veled’e değil hak eden Hüsameddin
Çelebi’ye vererek, Evladiyeyi kaldırmış,
Mevlevilik bu yüzdendir ki bozulmayan tek tarikat olarak kalmış, o kırmızı post
mâna yoluyla her zaman gerçek ‘Efendisi’ne gitmiş ve hiç kirlenmemiştir.
Devrimcidir, Kur’ân’ı aşkla tefsir
ederek, bir kanun adamına dönüştürülmek istenen Hazreti Peygamber’in miraca
hangi sırla yükseldiğini ortaya koymuş, tüm dinleri ve insanları sevgi yolunda
birlemiştir.
Devrimcidir. İslam’ı yüzlerce
yıldır ele geçirmiş çıkarcı kötülüğe, örgütlü sömürüye isyan etmiş; sofuların,
cahillerin karşısına Muhammedi İslam’ın çağdaş yüzüyle çıkmış, yobazların suratlarına
bugün bile din alimlerinin dile getirmekten korktuğu hakikatleri söylemekten
çekinmemiştir.
Devrimcidir. Sofu taifesinin nefret
ettiği müziği baş tacı etmiş, dansı bir ibadet biçimine dönüştürmüş, baskının,
zorlamanın karşısına hep güzelliklerle ve sanatla çıkmıştır.
Devrimcidir. ‘Kadın
bir nurdur, sevgili değil; kadın yaratıcıdır, yaratılmış değil...’ diyerek
kadını en yüce yere koymuş, her Perşembe kadınlarla bir arada sema meydanı
açmıştır. 16. Yüzyılda ise torunu Divane Mehmet Hazretleri kadın erkek beraber
sema meydanı açmış, kızı Güneş Bacı da posta oturmuştur.
Devrimcidir. Bir çok dini tabuyu yıkmış,
şekilciliğe büyük bir savaş açıp namazda, oruçta, hacda niyete, imana ve
Hazreti Muhammed’in insanlık sünnetine bakıldığını ortaya koyup, bunlar olmadan,
yani kamil insan mayası olmadan tüm dini ritüellerin içinin boş olduğunu açıkça
ifade etmiş,
Devrimcidir. O, elest aleminden
uzakta, sahipsiz kalmış ‘insana’ zahiri dünyada müthiş bir korkaklık, siniklik,
boyun eğme güdüsü veren ‘ölüm korkusunu’
yok etmiş, cenazesini bir düğün gecesine çevirerek imanın gücünü herkese
göstermiştir. Bu aynı zamanda, sadece Allah’a dayanmanın sınırsız gücü, zalime karşı ayağa kalkma görevi yüklenmiş Muhammedi devrimciye sunulan bir çeşit “Direnme” anahtarıdır.
Devrimcidir. “Din, dil, ırk, ayırdetmeden,
kimsenin suçunu gözetmeden, bütün insanlık alemine sevgiyle, saygıyla bakmaya,
hepsini kucaklamaya geldim,” diyerek İnsan Hakları Beyannamesi’nin temelini
1200’lü yıllarda atmış, tüm dünyada dinci, ırkçı, seçkinci düşmanlık ve nefreti elinin tersiyle
itivermiştir.
Devrimcidir. 48 bin beyit yazmış, şu
an yazılmışçasına çağdaşlık kokan eserlerinde günümüzün çok ötesinde bir edebi
yorumla ve muhteşem alegorilerle süslediği hikayeleriyle, neredeyse her türlü
stili deneyerek dünyanın en büyük yazarlarını birer taklitçi durumuna düşürecek
denli ustaca bir yapıt ortaya koymuştur. Kırk kat derine inen kırk kat göğe
yücelen mânâ içinde mânâ bir eserdir.
Örgütçüdür. Tüm dünyayı sevgi
felsefesinde ve aşkta birlemiş, her sene dört bir yandan sevenleri Konya’da
ziyaretine gelmekte, Mesnevi ve Rubaileri her dile çevrilerek ilim arayışındaki
insanları birlik yolunda beraberliğe ulaştırmaktadır. Mevlevi anlayışı idrak eden her ırktan insan
her gün şefkat ve merhamette güneş gibi, cömertlikte akarsu gibi, başkalarının
kusurunu örtmekte gece gibi, hiddet ve asabiyette ölü gibi, tevazu ve
muhafiyette toprak gibi, hoşgörüde deniz gibi, davranmaya çalışarak, tevhid
anlayışını duruşlarıyla topluma yaymaktadır.
Devrimci ideolojinin kalıcılığı ve yeniliklere açık
olması da önemlidir. Yüzlerce tasavvufi kol, çağa ayak uyduramayıp tarih
sahnesinden silinmiş ya da manevi işlevlerini yitirip ticarethaneye dönüşmüşken,
Mevlevilik pırıl pırıl ve yepyeni parlamakta, bilgelik arayışındaki insanlara
mütevazi bir dergahtan ışık olmaktadır.
Evet. İslam’ın Anadolu topraklarında
sekiz yüz yıl önce güncellendiği ve Ehl-i beyt zamanlarındaki rahmet dolu ruhuna
geri döndüğü doğrudur. Bunun mimarları
da Horasan velileri Ahmet Yesevi, Hünkar Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve insan
olabilme sanatını en yüksek mertebeye eriştiren Hazreti Mevlana’dır. Selam
olsun üzerlerine!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)