30 Kasım 2010 Salı
29 Kasım 2010 Pazartesi
Zamansız Adamın Anıları
Durak bizi güneşten kopup belli aralıklarla yerde patlayan koca histeri damlalarından koruyor. İçeriye sığınıp köşeye korkak bir çocuk gibi büzüşmüş gölgeden bize kalan o küçücük alanda otobüs beklerken birbirimize geçiyoruz sıkışmış. Nereye gideceğimi, babamı ilkönce nerede aramam gerektiğini düşünmeye çalıştığım her seferde önüme bir görüntü gelip oturuyor. Taş bir yapıda küçücük pembe bir pencere açılıp, bir tavşan somurtuk suratını dışarı çıkartıyor ve beni görünce göz kapaklarını kırpıştırarak şöyle diyor: “Ne duruyorsun orada aptal gibi, hadi içeri geç.” Beynime kuşku oturuyor birden, koluma da tanımlanamaz bir soğuk. Elimi hızla çekip gölgeden kurtarırken, insanları ittirerek öne alıyorum hemen vücudumu. Başlar görünmez bir streç kağıdını ittirirmişçesine belirip yeniden içeri çekiliyorlar ve küçülüyor gölge. Huzursuzluk hissi, kurtulmaya çalışsam gözeneklerime iyice yayılacak kurumlar gibi duruyor uyuşmuş bedenimin üstünde. Karşı kaldırımdan bir haykırış kopuyor o sırada. Delice çırpınıp koşturan bir kadın görüyor oraya çevrilen gözlerimiz. Saçlarını çekiştirirken yardım istercesine dört bir yanına bakıyor durmadan. Koşturup geliyor çevrede balık avlayanlardan birkaçı. Duruyor iki üç araba. Bir şey dikkatimi çekiyor o an. Onlardan on metre kadar ileride denizin tam üstünde bağdaş kurmuş, asılı duran küçücük bir bebek! Yerdekilere gülücükler savuruyor ve ben duyuyorum artık kadını.
“Oğlum! Oğlum! Lütfen yardım edin!”
Histerik bir haykırışla dizlerinin üstüne çöküyor hemen ardından. Bayılacakmışçasına arkaya atıyor kendini sonra, üstündeki gömleği çekiştiriyor nefes almaya çalışarak. Gülüyor çocuk tatlı tatlı ve yükseliyor biraz daha. Ağzındaki emzikten çıkarttığı şapırtıların kulaklarımıza kadar ulaşması bana tuhaf geliyor.
“Çok şımartmışlar,” diyor yanımdaki yaşlı. Dudaklarını büzerek ağzını şaplatıyor ardından. Bir gözü takma olmalı. Direk bana bakıyor kafası denizden yana dönükken.
“Bir ip bulsanıza!” diye bağırıyor deniz kıyısındakilerden biri. “Çabuk.”
Çocuğun bir anda elli metre kadar yukarıya çıktığını fark ediyorum o anda. Bir martı gelip kucağına tünüyor. Hiç korkmuyor ufaklık. Uzatıyor yavaşça küçük elini. Gövdesine bastıran küçük parmaklarla çöküp oturuyor martı, başını bir o yana bir bu yana döndürerek çevreyi kesmeye girişiyor. Huzurlu görünüyor ikisi de…
Kadının sesi çıkmıyor artık. Kalabalığın arasında yitip gitmiş. Bayılmış olmalı.
“Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” diyor bir kadın yanımda. Hanım hanımcık teyze giysisine uymayan, kıpkırmızı bir oje sürmüş dudaklarına. “Ya altı pis ya aç.”
Algılamamla tüylerimin ayağa dikilmesi bir oluyor. Kapkara bir kütle geliyor solumuzdan. Yavaşlayıp az önce önümüze serilmiş her türlü görüntüyü iğrenç enerjisine gömerek durağa yanaşıyor. İrkilmiş, kaçma dürtüsüne zorlukla karşı koyarak algılamaya çalışıyorum tanımsız nesneyi. Somut siyahlığın içindeki duygusal patlamalar midemi bulandırıyor. Bir kapısı var. İyice bakılırsa belli oluyor bu. Nefes alıyormuş gibi bir his yaratıyor insanda.
“Kimse binmesin,” diyor yaşlı, acı çekecesine bir yüzle. Alnından yanaklarına boncuk boncuk terler akıyor şimdi. Yüzündeki her kas ayrı seğirtiyor. Pantalonunun önüne bakıyorum ve utanıyorum bunu yaptığım için..
“Ay!” diye bağırıyor sağımda, durağın camına sırtını vermiş, bir süredir hiç durmadan mesaj yazan kız. Telefonunun elinden kopup gittiğini, döne döne uçup kütleye saplandığını görebiliyoruz yavaş çekim.
“Cebim!” diye bağırıyor o ve haykırışı da bir anda karanlık otobüsün içine çekiliveriyor. Olmayan sesiyle bir şeyler daha söylemeye çalışırken elleriyle ağzını kapatıyor, paniğin çılgınlığı gözlerine oturmuş. Yanaklarına akıveriyor korku dolu damlalar ve çenesinden aşağıya düşecekken uçup saplanıyorlar önümüzdeki karanlığa küçücük yağmur tanelerinden farksız.
Saat sesleri başlıyor yine. Tik tak tik tak. Rölantide çalışan gölgenin homurtularını bastırarak yükseliyor.
“Binmeyin sakın,” diye bağırıyor yaşlı, bir kez daha, sesini duyurabilmek için var gücüyle. Elini kalbinin üstüne koymuş zorlukla nefes alıyor.
Hiç durmadan “Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” cümlesini yineliyor kadın, belki aklını yitirme korkusuyla. Değişiyor cümle çok geçmeden. “Bir sorunum olmalı benim, mutlaka,” derken hıçkırıklara boğuluyor. Her tekrar, acımasızca sallıyor çaresizlikten kaskatı kalmış vücudunu.
Kız içeri dalıp yok oluyor o an. Uçuyor havada, bir başkasının aklı. Geri dönmek için gösterdiği büyük çaba durağın camlarını zangır zangır sallıyor. Dişlerini son anda yakalıyor yaşlı. Dilini tutamıyor ama. Gözlerini de. Bir zamanlara ait güzel anılarım siliniyor birden beynimden. Kadının elbiseleri liflerden yapılmışçasına kolayca sıyrılıp gidiyor üstünden. Çırılçıplak yineliyor cümlenin ulaştığı son hali. “Birisiyle olmalıyım. Şimdi, şu an, hemen. İçime girmeli birisi. Lütfen…” Yalvarırken apış arasını tutuyor sanki zevk almıyor da daha çok acı çekiyormuş gibi buruşmuş bir yüzle.
Gölge dağılıyor yanımda, yavaştan. Belirginleşiyor içindeki insanlar. Birden silkinip atıyorlar sanki üstlerindeki dumanı. Dikkatle kara kütlenin üstünde bir yerlere bakan, şuradan geçer mi gibisinden sorular soran yüzleri net bir şekilde görebiliyorum artık. Eciş bücüşler. Eski püskü ama temiz giysileri var. Yüzlerine umutsuzluk derin çizgiler atmış. Birden kararlarını verip içeriye biniyorlar tek tek.
Kör gözleriyle bastonuna dayanmış, ayakta zorlukla duruyor yaşlı adam. Umutsuzca hemen önünde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir köstebek gibi havayı kokluyor. Pantalonunun önüne ıslaklık yayılırken yavaşça atıyor adımlarını otobüsün karanlığına doğru. Dişsiz ağzından şapır şapır akıyor salyalar. Kendini parmaklarken bir çocuk gibi ağlıyor kadın ve yerde yavaşça sürükleniyor çekim gücüne kapılmış.
Sinirli bir hayvanı andıran bir homurtu yükseliyor o sırada kara kütlenin içinden. Titriyor. Hareketleniyor sonra ağırdan, incecik bir öksürükten farksız. Ve birden, müthiş bir hız yiyip bitiriyor onu. Gittiğinden emin olmasak da artık orada olmadığını görebiliyoruz. Rıhtımda toplaşmış halkın şimdi daha kalabalık, bağrışmaya devam ettiğini de...
Önümüzde, asfaltın üstünde, debelenerek bir şeyleri yakalamaya, elleri önde ayakta durmaya, birbirlerine vurmaya, ısırmaya, tırmıklamaya çalışıyor az önce kara kütlenin içine sürüklenen onca kişi…
Betona güm güm vuran yelkovan darbeleri duruyor bir an. Atlıyor sonra yarım bir vuruşla. Yokoluyor yaşanmış her şey. Sadece karanlık kalıyor. Buz gibi vücudum, kaskatı. Nefes alamıyorum! Büyük bir telaşla öne atıyorum kendimi ve yıvış yıvış bir dokuyu yırtarak gölgeden çıkıp yere, yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyorum. Bana bakıyor herkes. O anda da geliyor otobüs. ‘Taksim’ yazıyor önünde.
Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogunda devam ediyor.
Dikkatli Olmalıyız
"Eğer dikkatli değilseniz, gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanları sevmenizi sağlar."
Malcolm X
Malcolm X
26 Kasım 2010 Cuma
25 Kasım 2010 Perşembe
Yedinci Adam
Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez, buzdan soğuk sellerde,
bir kez, azgın deliler arasında,
bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
bir kez de kimsesiz bir manastırda,
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez;
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşında yedi kişi görmeli düşmanın:
Biri, Pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
biri, para düşünmeden bir şey öğreten,
biri, boğularak yüzme öğrenen,
biri, koca bir ormanın tohumu olan,
biri de yiğit atalarının koruduğu bir torun,
ama onların bu hünerleri yetmez;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Bir kadın mı bulacaksın kendine,
yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine
biri , güzel sözlere kanan,
biri, başının çaresine bakan,
biri, kendini hayalci sanan,
biri, eteğinin altından kadını okşayan,
biri, hiç bir numarayı yutmayan,
biri, kadının düşürdüğü mendile basan;
sinek gibi vızıldasınlar kadının çevresinde.
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Yazmak geliyorsa elinden,
yedi kişi birden yazmalı şiirini.
Biri mermerden bir köy kuran,
biri, uykusundayken doğan,
biri, göğün haritasını çizen,
biri, adı sözcüklerle anılan,
biri, ruhunu yetkinleştiren,
biri, diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
yedi kişi için öleceksin.
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
bir, boş tabakları fırlatıp atan,
bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
bir yıkılıncaya dek çalışan,
bir, sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Attila Joszef (1905-1937)
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez, buzdan soğuk sellerde,
bir kez, azgın deliler arasında,
bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
bir kez de kimsesiz bir manastırda,
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez;
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşında yedi kişi görmeli düşmanın:
Biri, Pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
biri, para düşünmeden bir şey öğreten,
biri, boğularak yüzme öğrenen,
biri, koca bir ormanın tohumu olan,
biri de yiğit atalarının koruduğu bir torun,
ama onların bu hünerleri yetmez;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Bir kadın mı bulacaksın kendine,
yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine
biri , güzel sözlere kanan,
biri, başının çaresine bakan,
biri, kendini hayalci sanan,
biri, eteğinin altından kadını okşayan,
biri, hiç bir numarayı yutmayan,
biri, kadının düşürdüğü mendile basan;
sinek gibi vızıldasınlar kadının çevresinde.
Sen kendin yedinci olmaya bak.
Yazmak geliyorsa elinden,
yedi kişi birden yazmalı şiirini.
Biri mermerden bir köy kuran,
biri, uykusundayken doğan,
biri, göğün haritasını çizen,
biri, adı sözcüklerle anılan,
biri, ruhunu yetkinleştiren,
biri, diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
yedi kişi için öleceksin.
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
bir, boş tabakları fırlatıp atan,
bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
bir yıkılıncaya dek çalışan,
bir, sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak;
sen kendin yedinci olmaya bak.
Attila Joszef (1905-1937)
24 Kasım 2010 Çarşamba
İnsanlar
Her zaman, fakat, bilhassa
beni sevmediğini
anladığım zamanlarda
görmek isterim seni de
annemin kucağından
seyrettiğim insanlar gibi,
küçüklüğümde...
Orhan Veli
beni sevmediğini
anladığım zamanlarda
görmek isterim seni de
annemin kucağından
seyrettiğim insanlar gibi,
küçüklüğümde...
Orhan Veli
Karşılaşma
Donmuş tarlalardan geçiyorduk bir vagonla
şafakta.
Kızıl bir kanat havalandı karanlığın içinde.
Ve birden koşarak bir tavşan geçti yoldan.
İçimizden biri eliyle gösterdi bize.
Aradan çok zaman geçti. Artık ikisi de sağ değil,
ne tavşan ne de tavşanı eliyle gösteren adam.
Ah sevgilim, neredeler, nereye gidiyorlar.
Elin çakıp sönüşü, koşunun hızı, çakıl taşlarının çıkırtısı.
Çektiğim acıdan değil, meraktan soruyorum.
Czeslaw Milosz
şafakta.
Kızıl bir kanat havalandı karanlığın içinde.
Ve birden koşarak bir tavşan geçti yoldan.
İçimizden biri eliyle gösterdi bize.
Aradan çok zaman geçti. Artık ikisi de sağ değil,
ne tavşan ne de tavşanı eliyle gösteren adam.
Ah sevgilim, neredeler, nereye gidiyorlar.
Elin çakıp sönüşü, koşunun hızı, çakıl taşlarının çıkırtısı.
Çektiğim acıdan değil, meraktan soruyorum.
Czeslaw Milosz
Bir Başka Öneri
(Topçu Yoldaş Cantona'nın Devrim Formülü - Mustafa Sönmez)
Bizde banakalarda 564 milyar TL mevduat var. Bunun 380 milyar TL kadarı tasarruf mevduatı. Görünürde, banka cüzdanı sayısı 75 milyon kadar. Bu 75 milyon kişi demek değil. Bir kişinin 5-10 hesabı olabilir. Şimdi bakın ne durumdayız.: Bankalarda 1 milyon TL'nin üstünde mevduatı olan cüzdanlar on binde 3 ama bu mutlu azınlığın toplam mevduattaki payı yüzde 46.6 Bankadaki birikimi 250 bin TL ile 1 milyon TL arasında olan rantiyelerin toplam cüzdan sahipleri arasındaki oranı binde 2 ama mevduattaki payları yüzde 14.5 Şimdi, birikimi 250 bin TL'nin üstünde olan rantiyelere toptan bakalım: Sayıları binde 2.3 ama parnın yüzde 61'ine sahipler. Onlara, 50 bin liranın üstünde birikimi olan cüzdanları eklersek ne oluyor: Cüzdanların yüzde 1.2 kdarı bankalardaki paranın yüzde 80 küsuruna hâkim. Bunlar, öyle böyle değil, bankaların yılda verdiği 35 milyar faizin yüzde 80'ini alıyorlar. Hesap sayısı 75 milyon ama bunun yüzde 54'ünde para yok. Öyle olunca mevduatın yüzde 80'ine sahip olanları yüzde 1 değil de yüzde 2 yapalım, sonuç yine değişmez.
Şimdi Cantona yoldaşın devrim için formülünü bizim mudilere önersek; bunlardan paranın yüzde 80'ine hükmeden yüzde 1-2lik rantiyeler eyleme katılmaz. Diğer yüzde 98 eyleme katılsa bile cürümleri kadar yer yakarlar. bizdeki bu gelir-servet eşitsizliği, Avrupa'da farklı mı? Bizdeki kadar olmasa da orada da yüzde 1'lik azınlık hâkimiyeti var. Cantona, "Bütün mudiler birleşin" sloganıyla suya yazı yazıyor. Klasik ama her zaman geçerli devrim formülü ise şudur: "Bütün işçiler birleşin"
Çünkü birikime can veren tasarruflar değil, işçilerin karşlığı ödenmemiş emekleridir. Birikim çarkı onlarla döner, onlar durursa çark da durur.
Yeine de, mevduat sahipleri ile de olsa "devrim rüyası" görebilen Cantona'ya bin selam...
Bizde banakalarda 564 milyar TL mevduat var. Bunun 380 milyar TL kadarı tasarruf mevduatı. Görünürde, banka cüzdanı sayısı 75 milyon kadar. Bu 75 milyon kişi demek değil. Bir kişinin 5-10 hesabı olabilir. Şimdi bakın ne durumdayız.: Bankalarda 1 milyon TL'nin üstünde mevduatı olan cüzdanlar on binde 3 ama bu mutlu azınlığın toplam mevduattaki payı yüzde 46.6 Bankadaki birikimi 250 bin TL ile 1 milyon TL arasında olan rantiyelerin toplam cüzdan sahipleri arasındaki oranı binde 2 ama mevduattaki payları yüzde 14.5 Şimdi, birikimi 250 bin TL'nin üstünde olan rantiyelere toptan bakalım: Sayıları binde 2.3 ama parnın yüzde 61'ine sahipler. Onlara, 50 bin liranın üstünde birikimi olan cüzdanları eklersek ne oluyor: Cüzdanların yüzde 1.2 kdarı bankalardaki paranın yüzde 80 küsuruna hâkim. Bunlar, öyle böyle değil, bankaların yılda verdiği 35 milyar faizin yüzde 80'ini alıyorlar. Hesap sayısı 75 milyon ama bunun yüzde 54'ünde para yok. Öyle olunca mevduatın yüzde 80'ine sahip olanları yüzde 1 değil de yüzde 2 yapalım, sonuç yine değişmez.
Şimdi Cantona yoldaşın devrim için formülünü bizim mudilere önersek; bunlardan paranın yüzde 80'ine hükmeden yüzde 1-2lik rantiyeler eyleme katılmaz. Diğer yüzde 98 eyleme katılsa bile cürümleri kadar yer yakarlar. bizdeki bu gelir-servet eşitsizliği, Avrupa'da farklı mı? Bizdeki kadar olmasa da orada da yüzde 1'lik azınlık hâkimiyeti var. Cantona, "Bütün mudiler birleşin" sloganıyla suya yazı yazıyor. Klasik ama her zaman geçerli devrim formülü ise şudur: "Bütün işçiler birleşin"
Çünkü birikime can veren tasarruflar değil, işçilerin karşlığı ödenmemiş emekleridir. Birikim çarkı onlarla döner, onlar durursa çark da durur.
Yeine de, mevduat sahipleri ile de olsa "devrim rüyası" görebilen Cantona'ya bin selam...
Ecevit'in Falı
1983 Ekim'inde Ecevit Cüneyt Arcayürek'e neler olacağının falını çıkarıyor:
"MGK aslında iktidara Anavatan'ı getirmek istiyor. Turgut Özal'la iki yıl birlikte çalıştılar. Elbet, kimi isteklerini açıktan söyleyemiyorlar. Önce Ulusu'nun ismini ortaya attılar. Başaramayınca Sunalp'ı buldular. Öyle ki kimi bakanlara 'Siz bu partiye girin, nasılsa iktidar olacak, bakanlığınız devam edecek!' dediler.
Asıl hedefleri sivil-asker görüntüsü veren Turgut Özal'dı. Onu hazırlıyorlar.
Özal kazanacak; Marksistlerden bile (bunu söylerken gülüyordu) hatta CHP'den bile Özal'a oy verenler olacak. Böylece Anavatan iktidara geliyor, getiriliyor.
Özal'la ülke Friedman modeliyle yönetilecek.
Televizyondaki açık oturmlarda Özal'ı halka daha da ısındırmak, oy almasını sağlamak için Genelkurmay'daki teknisyenler hazırlandı.
Eski AP oyları Özal'a kayacak. Demirel bu gelişmeyi engelleyemez. Askerler Demirel'i mahkûm etmenin yollarını arıyorlar. Yarın Özal kazanırsa sonuç AP'nin desteğine bağlanacak."
"MGK aslında iktidara Anavatan'ı getirmek istiyor. Turgut Özal'la iki yıl birlikte çalıştılar. Elbet, kimi isteklerini açıktan söyleyemiyorlar. Önce Ulusu'nun ismini ortaya attılar. Başaramayınca Sunalp'ı buldular. Öyle ki kimi bakanlara 'Siz bu partiye girin, nasılsa iktidar olacak, bakanlığınız devam edecek!' dediler.
Asıl hedefleri sivil-asker görüntüsü veren Turgut Özal'dı. Onu hazırlıyorlar.
Özal kazanacak; Marksistlerden bile (bunu söylerken gülüyordu) hatta CHP'den bile Özal'a oy verenler olacak. Böylece Anavatan iktidara geliyor, getiriliyor.
Özal'la ülke Friedman modeliyle yönetilecek.
Televizyondaki açık oturmlarda Özal'ı halka daha da ısındırmak, oy almasını sağlamak için Genelkurmay'daki teknisyenler hazırlandı.
Eski AP oyları Özal'a kayacak. Demirel bu gelişmeyi engelleyemez. Askerler Demirel'i mahkûm etmenin yollarını arıyorlar. Yarın Özal kazanırsa sonuç AP'nin desteğine bağlanacak."
Bir Öneri
Sarkozy karşıtı göstericiler kilometrelerce yürüyüş yapacaklarına bankaya gidip tüm paralarını çeksin, sistem çöksün.
Eric Cantona
Eric Cantona
23 Kasım 2010 Salı
Zamansız Adamın Anıları
“Ben Tanrıyım!” diye öfkeyle bağırıyor, meyve kasalarından birini yola koyup üstüne çıkmış adam. Üstü başı yırtık pırtık. Çıplak ayakları kirden neredeyse siyah. Göğsüne, bıçakla derin bir şekilde kazınmış çarpıya bakıyorum. Derisi pıhtılarla kabarık. Gözlerimi almaya çalışıyorum oradan, midem bulanmış.
Kimse ilgilenmiyor. Bir kişi bile bakmıyor ondan tarafa.
Ağzından köpükler saçarak bağırıyor o yine. “Tanrıyım ben! Tanrı! Allahın belaları, buraya bakın!”
Kimse döndürmüyor kafasını. Telaşla yürüyor, telaşla konuşuyor, telaşla tıkınıyorlar.
“Tanrıyım ben!”
Toplanıyor kapkara bulutlar yukarıda. Şimşekler birbiri içine girerken sarhoş bir örümceğin ağını taklit ediyor. Bir homurtu yükseliyor yerin altından. Titriyor beton.
“Sizi pezevenkler, beni dinleyin diyorum!”
Duruyor birisi ansızın. Yaklaşıp, cebinden çıkardığı bir lirayı kasanın üstüne koyup hızla uzaklaşıyor.
Suratı değişiyor adamın. Mahcup bir gülümsemeyle, çenesini hızla aşağı indirirken “Çok sağolun,” diyor titrek bir sesle. Bağışçının arkasından duygulu bakıyor bir an ve şak diye yine öne çıkarıyor göğsünü, iyice dikilip şöyle bir sallanıyor parmak uçlarında. Gözlerine ateş yürüyor.
“Tanrıyım ben!” diye bağırıyor tükürükle dolu. “Canınıza okuyacağım bir gün, göreceksiniz…”
Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda tüm hızıyla sürüyor...
Kimse ilgilenmiyor. Bir kişi bile bakmıyor ondan tarafa.
Ağzından köpükler saçarak bağırıyor o yine. “Tanrıyım ben! Tanrı! Allahın belaları, buraya bakın!”
Kimse döndürmüyor kafasını. Telaşla yürüyor, telaşla konuşuyor, telaşla tıkınıyorlar.
“Tanrıyım ben!”
Toplanıyor kapkara bulutlar yukarıda. Şimşekler birbiri içine girerken sarhoş bir örümceğin ağını taklit ediyor. Bir homurtu yükseliyor yerin altından. Titriyor beton.
“Sizi pezevenkler, beni dinleyin diyorum!”
Duruyor birisi ansızın. Yaklaşıp, cebinden çıkardığı bir lirayı kasanın üstüne koyup hızla uzaklaşıyor.
Suratı değişiyor adamın. Mahcup bir gülümsemeyle, çenesini hızla aşağı indirirken “Çok sağolun,” diyor titrek bir sesle. Bağışçının arkasından duygulu bakıyor bir an ve şak diye yine öne çıkarıyor göğsünü, iyice dikilip şöyle bir sallanıyor parmak uçlarında. Gözlerine ateş yürüyor.
“Tanrıyım ben!” diye bağırıyor tükürükle dolu. “Canınıza okuyacağım bir gün, göreceksiniz…”
Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda tüm hızıyla sürüyor...
Güdülebilitemiz
Koyun güdenler değneği kıçın sağ ya da sol lopuna indirip “hoo” diye bağırdığında hayvanın istenilen yöne atılacağından emindir. İnsan güdenler ne bağırır ne değnek sallar. Bilir ki, zaten herkes olabilecek en yanlış yöne kendiliğinden büyük bir hevesle gidecektir.
Neyin Peşindeyiz?
Biz ne hayatı taklit eden bir sanat ne de sanatı taklit eden bir hayat istiyoruz. Biz yavşakların götüne sokup patlattığımızda insanların üstüne küçücük, rengarenk vicdan azabı parçaları yağdıracak bir şeylerin peşindeyiz.
Bir Kitap
Bir kitap okuyup hayatı değişecekler bir dernek kursa şu hayatta neyi değiştirebilirler acaba?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)