1930 Salvador Dali, Paul Eluard, Max Ernst, Man Ray, Luis Bunuel, Joan Miro, Marcel Duchamp…
Jean Claude Carriére: Yaratıcı akımlar birbirini tanıyan ve aynı anda aynı arzuları paylaşan küçük gruplardan çıkmıştır daima. Arkadaştırlar neredeyse. Tanışabildiğim bütün sürrealistlar Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden kısa süre sonra, bir şeyin onları Paris’e doğru çektiği hissine kapıldıklarını söylemişlerdi bana. Man Ray Amerika Birleşik Devleri’nden, Max Ernest Almanya’dan, Bunuel ve Dali İspanya’dan, Bejamin Péret Toulouse’dan geliyordu; Paris’te benzerleriyle birlikte yeni diller ve imgeler yaratacaklarıyla buluşmak üzere çıkmışlardı yola. Aynı olgu “Beat Generation”, “Yeni Dalga”, Roma’da biraraya gelen İtalyan sinamacılar vs. için de geçerli. Hatta, hiçliğin ortasında ortaya çıkıveren XII. ve XIII. Yüzyıl Acem şairleri için. Hayranlık verici o şairleri saymek isterim: Attâr, Mevlâna, Celâleddin Rumî, Sadi, Hafız, Ömer Hayyam… Hepsi birbirini tanıyordu ve hepsi, demin işaret ettiğiniz şeyi, yani kendinden öncekinin belirleyici etkisini onaylamıştı. Sonra birden şartlar değişti, ilham kurudu, gruplar bazen birbirine düştü, çoğu zaman dağıldı ve serüven kısa sürdü. İran örneğinde, korkunç Moğol istilalarını da rolü olmuştur.
Umberto Eco: Allan Chapman’ın güzel bir kitabını hatırlıyorum, XVII. yüzyılda Oxford’da, Royal Society çevresinde, birbirlerini etkileyen çok parlak bir dizi âlimin varlığının, fen bilimlerinde nasıl olağanüstü bir atılım yarattığını anlatır. Otuz yıl sonra, bitti gitti. Aynı tecrübe XX. yüzyılın başında Cambridge’de matematik alanında da yaşandı.
Jean Claude Carriére: Bu anlamda, herekesten ve her şeyden uzakta bir dâhi tasavvur edilemez. La Pléiade şairleri; Ronsard, du Bellay, Marot dostturlar. Fransız klasikleri için de aynı şey geçerli. Moliére, Racine, Corneille, Boileau, hepsi biribini tanıyordu, o kadar ki Moliére’in piyeslerini – çok saçma da olsa – Corneille’in yazmış olduğu bile söylenebildi. Büyük Rus romancıları mektuplaşırdı, hatta Fransa’daki meslektaşlarıyla bile: Turgenyev ve Flaubert mesela. Şayet bir yazar eleme mağduru olmak istemiyorsa, ona ittifak kurması, bir gruba katılması, tek başına kalmaması tavsiye edilir.
Umberto Eco: Shakespeare’in esrarı, sıradan bir oyuncunun o dâhiyeane eseri nasıl yaratabildiğinin anlaışlamamasından gelir. Shakespeare’in oyunlarının Francis Bacon tarafından yazılmış olabileceğini uydurmaya kadar varır iş. Ama öyle değil. Shakespeare tek başına değildi. Gayet eğitimli bir toplumda, öbür Elizabeth Çağı şairlerinin arasında yaşıyordu.
Jean Claude Carriére: Şimdi, cevabını bilmediğim bir soru geliyor. Neden bir dönemde, bir sanat dili, diğer tüm sanat dillerini saf dışı bırakıp öne çıkıyor? Rönesans’ta İtalya’da resim ve mimari; XVI. yüzyılda İngiltere’de şiir; XVII. Yüzyılda Fransa’da tiyatro; ardından felsefe; bir sonraki yüzyılda Rusya’da ve Fransa’da roman vs. Mesela hep merak etmişimdir, sinema diye bir şey olmasaydı Bunuel hayatta ne yapabilirdi diye. François Truffaut’nun kesin yargılarını da hatırlıyorum: “İngiliz sineması yoktur, Fransız tiyatrosu yoktur.” Sanki tiyatro İngilizmiş, sinema da Fransızmış gibi. Fazlasıyla sert, esnek olmayan bir ifade bu besbelli.
(Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın - U. Eco - J. C. Carriére - Can)
Dali, Moreno Villa, Luis Buñuel, Gabriel García Lorca and Rubio Sacristán.
31 Temmuz 2010 Cumartesi
30 Temmuz 2010 Cuma
29 Temmuz 2010 Perşembe
Ne mutlu yoksullara
Ne mutlu yoksullara ki öteki dünya onlarındır. Er ya da geç bu dünya da onların olacaktır.
Engels
Engels
Şeylerin Ütopyası!
Her şeyi kendi bakış açımıza göre isimlendirmeye alışmışız. Bu bir ütopya. Yeteneksizlere, cahillere, düzenbazlara, yalancılara göre tanzim edilmiş bir dünya. Aptallara kapitalizm tarafından vaat edilmiş topraklarda yaşanan, vasıfsızların başarıyı garantilediği bir rüya! Onlara göre böyle bu, bir ütopya! Dünyanın ağzına sıçsa da...
28 Temmuz 2010 Çarşamba
Melek Kalbi
27 Temmuz 2010 Salı
Yaşam Raporu
Ben onları okurken kitapların da zevkle beni okuduğunu fark ettim. Okunmak gerçekten garip bir his.
Acı dolu çığlıklar duyulmasın diye yaşamın gürültüsünü her an biraz daha açıyorlar.
Sis tarlasında kimse üstünde yürüdüğü yoldan çıkmak istemez.
Şöyle köklü, adam kalınlığında dalları gökyüzüne uzanan bir çınar ağacı yetiştirecek kadar zamanım yok. Bilim adamları hormonlu çınar ağacını da yetiştirmek zorunda.
Her şeyin mutlaka bir kilidi var ama anahtarı yok. Benimse binlerce anahtarım, tek bir kilidim var.
Eminim, ölüm arkamızdan ittirmese günler de hızlı geçmeyecek.
Çok çok sarhoşken bir kez kendimi gördüm. Önümde yürüyordu, mutsuz, yaşlı, omuzları çökmüş. Hemen bir kadeh daha yuvarladım bara dönüp, unutmak için. İçeri girdi birden, şık, neşeli, kendinden emin. Bir viski söyledi kendine, yanıma oturup.
Çizgi film izlerken, dünyamıza inen uzaylıların da bizi öyle görüp görmediğini soruyorum kendime. Sadece sakar, iki boyutlu, gelişigüzel çizimlerden ibaret…
Zihnimi açık bırakmışlar. Bütün gece duyuyorum şıp şıp damladığını. Ama nereden kapatacağımı bilmiyorum.
Basket oynarken topun yuvarlak olduğunu bilirsin. Dünyayla oynarken hiçbir şeyden emin olamıyorsun.
İnsanların dilinin altındaki şeyleri toplayıp biriktirmeliyim aslında ama zamanım yok.
Günler rastgele geçiyor ne zamandır. Bazen üç gün bazen bir yıl sonrasını yaşıyoruz. Sonra iki yıl geriye dönüyoruz aniden. Hepsi aynı olmasa kafası karışır insanın.
Tarihe Tanıklık
Koş Delice
Koş
Delice koş
En sevdiğin maske yüzünde
Aşağı sarkmış dudakların
yuvalarında dönüyor gözlerin
boş bir gülümsemeyle
ihtirasla dolu kalbin ve
suç dolu geçmişin
öfkesiyle yanında
gevşemiş sinirlerin de
çatlıyor deniz kabukları
ve çekiçler iniyor kapının altına
İn aşağı
ve koş delice
tüm gün
tüm gece
Pink Floyd - Run Like Hell
Koşmak Gerekliliği
Her sabah bir ceylan uyanır Afrika’da. Tek bir düşüncesi vardır; en hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek! Yoksa yem olacaktır. Bir aslan uyanır Afrika’da. Tek bir düşüncesi vardır; en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek! Yoksa aç kalacaktır. İster aslan olun, ister ceylan, önemi yok. Yeter ki gün doğarken koşuyor olmanız gerektiğini, hem de bir önceki günden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiğini bilin.
Nihat Genç
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Blues'da İlk Üç Sıra
Reverend Gary Davis - Death don't have no mercy
John Lee Hooker - Boogie Chillun
Jimmy Witherspoon - Ain't Nobody's Business
John Lee Hooker - Boogie Chillun
Jimmy Witherspoon - Ain't Nobody's Business
Hırsızlık
Sadece bir tek günah var, o da hırsızlık. Tüm diğer günahlar hırsızlığın çeşitleri. Bir adamı öldürdüğünde bir hayat çalmış olursun, karısının koca hakkını, çocukların baba hakkını çalmış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeği bilme hakkını çalarsın. Çalmaktan daha alçakça bir hareket yoktur...
Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini
Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini
25 Temmuz 2010 Pazar
24 Temmuz 2010 Cumartesi
Halam
Büyük halam geldi aklıma. Bir köyde ebelik yapmış, hayatı zorluklarla geçmişti. Geçimsiz bir kadındı. Dedemler köye gittiğinde biz de uğrardık. Güzel yemekler yapmak için uğraşırdı herkes. O gelip pat diye karıştırırdı tümünü birbirine, sonra da, ne farkeder aynı mideye gitmiyor mu hepsi, derdi. Bence gıcıklık içinden gelirdi. Gençken onu vurmuştu birisi. Karnında kurşun, kuyunun dibinde iki gün yaşamıştı. Dirençliydi. Ölüme de yaşama da dirençliydi. Aynı adam, hapisten çıkar çıkmaz, halam sana süt yaptım diye yanına gitmiş suratına tuz ruhu atmıştı. Evi kediyle dolu olurdu. Ama hepsi trafik mağduru, sakat ve aşırı sinirli kediler. Çakaldan farksız, Toni isimli iğrenç bir köpeği de vardı. Bizi mutfağın arkasındaki bölüme asla sokmayan, dişleri hep dışarıda ama kişilik olarak uyuz bir köpek. Dedemin koca adımlarıyla, o orada hırlamıyormuş gibi içeriye girip bir tekme atması, yine o orada yokmuş gibi işini görmesi de çıkmaz aklımdan. Sadece evde bakılması normal karşılanacak kedi köpek gibi hayvanlar olmazdı halamın evinde. Pişirilen çörekleri falan yataklara dolduran süper zararcı bir karga... Dedemle amcam, halam ortalarda yokken onu taşla vurmaya çalışır ama o asla bu numaraları yutmazdı. Domino adında şımarık bir eşek... Yazlık evin girişinde oturulan çardak bir metre kadar yüksekteydi. Domino masaya bizimle birlikte oturmaya kalkışınca dedem bağırıp çağırmış, eşek de onu tepmişti. Dedem de karşılık olarak onu tepmiş, Domino aşağı uçmuştu. Dedemle halamın ilişkisi oldukça garipti aslında. Küçük yaşta öksüz kalmışlar, dedem evlatlık verilirken halam da hemşire okuluna yerleştirilmişti. Halam gençken kocasını dövüyor, adam da yalvar yakar dedemi arıyordu söylenene göre. Dedem de her seferinde üç saat yol tepip halamı dövüyordu. Neyse... Halam yazlığa geldiği zaman dedemin dışında herkes tedirgin olurdu. Yan komşulara, yolun karşısındakilere, balıkçılara, karşısına çıkar çıkmaz girişirdi. Hepiniz hırsızsınız derdi. Beş para etmez herifler! Hiçbir işe yaramazsınız. Neredeyse hepsini o doğurtmuştu. Ve orada, ebelik yaparken, biz her ne kadar alay etsek de, Türkiye gerçeğini çok önceleri çözdüğü yıllar sonra ortaya çıktı.
23 Temmuz 2010 Cuma
Tarihe Tanıklık
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Eflatun'a Göre İnsan
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler...
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Geri almak için para öderler...
Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Geri almak için para öderler...
Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar...
Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...
20 Temmuz 2010 Salı
İdealizmin Gübresi
"Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların her şeyden önce dünyanın tüm öteki... davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler." -İnsanca, Pek İnsanca -
F. Nietzsche
F. Nietzsche
Sadece Normal Olmak
"Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor."
Albert Camus
Albert Camus
19 Temmuz 2010 Pazartesi
İradeyi Egemen Kılmak
Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı'yı kullanırlar."
Giordano Bruno
Giordano Bruno
Şok Doktrini - Naomi Klein
Şok Doktrini: Başlarına gelen beklenmedik bir felaket sonrasında şaşıran, ne yapacağını bilemeyen, şok giren halk daha önceleri kabul etmeyip karşı çıktığı yatırımlara boyu eğmek zorunda kalır...
Sri Lanka halkı
2006'daki tsunamiden sonra yıkılanları yerine koymaya ekonomik gücü olmayan Sri Lank hükümeti, IMF ve Dünya Bankası'ndan borç aldı, kıyı şeridini "yeniden yapılandırmaya" açmak karşılığında. Bu Sri Lanka halkının kıyı şeridine evlerini kuramayacağı anlamına geliyordu. Eskiden balıkçılık yapılan sahiller turizme açılacaktı.
Klein "Şok Doktrini"nde hak arayışında tutuklanıp daha sonra kendilerini hak arayanları tutuklarken bulan insanların Polonya'sını, Falkland Savaşı'nın getirdiği milli duygulardan faydalanan Thatcher İngiltere'sini, 11 Eylül'ün ardından insanlarının korkularından yararlanan ABD'yi, gerçek anlamda yıkılıp yakılarak şok üstüne şok yaşatılan Irak'ı, dünyanın dört bir yanından, farklı kıtalarda, farklı kültürlerde, farklı demokrasilerde uygulanan şok tedavisinin yok ettiklerini ve bunların üzerine inşa edilen kapitalizmi anlatıyor...
(Hazal Akbaş'ın Cumhuriyet Kitap tanıtım yazısından...)
Elleyiciler
İlk elleyiciler Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkmış. Darağacının etrafındaki kalabalığın arasında, kendilerini pek göstermeden dolaşırlar ve her kelle düştüğünde bir kadının kıçını ellerlermiş.
Paris Geceleri - Restif de la Bretonne
Paris Geceleri - Restif de la Bretonne
17 Temmuz 2010 Cumartesi
Hayat Bir Görevdir
Schopenhaur, iradenin insan davranışları altında yatan esas dayanak olduğunu, insanın bir akıl varlığından daha çok bir irade varlığı olduğunu ve bunun, insanın dayanılmaz trajedisini başlattığını söyler. İnsan için iradenin ortaya çıkışı bir hedefe yönelimle başlar. Hedef bir kez belirlendikten sonra ona ulaşmak için her cefaya katlanan insan için istemenin sonu yoktur, hedefler tükenmez. Bir şeyi elde ettiği anda onu kaybetmeye başlamıştır zaten insan ya da onu kaybetmenin korkusuna köle olmuştur. Dolayısıyla irade, özgürlük ve köleliktir. İnsan yaşar, yaşamak için ister, istediği için savaşır, ezer, yok eder, akıl kötü olduğunu söylediği halde, insan eyler, eylediklerinden utanır, kendinden nefret eder, acı çeker. "Dünya bizi mutlu edecek şekilde tanzim edilmemiştir ve mutluluk hayatın gayesi değildir. Doğuştan getirilen tek bir hata vardır. Schopenhaur dfokunaklı bir dille ifade eder, bu da burada mutlu olmak için bulunduğumuzdur. Hayat bize farklı bir ders verir. Ölüm kaçınılmaz. Hayat onun gözünde bir zevk değil, fakat bir görevdir.
(Çiğdem Utlu - Schopenhaur kitabının tanıtımından.)
16 Temmuz 2010 Cuma
Gerçekler
Doğa harikası Akkuyu Ruslar'a ve Nükleer Enerji karanlığına peşkeş çekildi. Arazi ve tesis elli yıllığına Ruslar'ın olurken Türkiye 15 yıl boyunca buradan 12.35 cente enerji satın almayı garanti ediyor. Nükleer enerjiyi Fransa 2.54'ten Güney Kore 2.34'ten, Kanada 2.60'tan, Hollanda 3.58'den, Çek Cumhuriyeti 2.30'dan alıyor...
Yaşlı Bir Adam
Yavaş yürüyemeyecek kadar
yaşlıyım ben
Yaşlılık
daha büyük hızdır
Yavaş yürüyen
yaşlı bir adam
çabuk uykuya dalar.
Peter Laugesen
yaşlıyım ben
Yaşlılık
daha büyük hızdır
Yavaş yürüyen
yaşlı bir adam
çabuk uykuya dalar.
Peter Laugesen
Peter Laugesen'in Esin Kaynakları
Şiir kör bir midillidir
dilin maden ocağı geçitlerinde
sırtında bir kanarya
Çağdaş Danimarka şiirinin ilginç temsilcilerinden biri Peter Laugesen. Amerikalı Beat kuşağı şairlerinin, Rimbaud ile başlayarak gökçeyazın alanında boy gösteren yenilikçi şaarilerin ve yapısalcılık sonrası gökçeyazın kuramının bir uzantısı. Esin kaynaklarını şöyle sıralıyor:
Okuduklarım neydi?
Suzuki'yi Debord'u Artaud'yu okudum. Dylan Thomas sesti, akarsuydu Kerouac.
Finnegans Wake balta girmemiş yapay bir orman. Konakladığım ilk yerlerdi bunlar geleceğin çölünde.
Gökçeyazın erlerinin dökümü:
Shakespeare, Joyce, Beckett, Artaud, Baudelaire, Mallarmé, Rimbaud, Hölderlin, Dostoyevski, Diderot, Faulkner, Dickinson, Benjamin, Brecht, Benn, Poe, Carroll, Willliams, Pound...
(Cevat Çapan'ın Şiir Atlası'ndan...)
dilin maden ocağı geçitlerinde
sırtında bir kanarya
Çağdaş Danimarka şiirinin ilginç temsilcilerinden biri Peter Laugesen. Amerikalı Beat kuşağı şairlerinin, Rimbaud ile başlayarak gökçeyazın alanında boy gösteren yenilikçi şaarilerin ve yapısalcılık sonrası gökçeyazın kuramının bir uzantısı. Esin kaynaklarını şöyle sıralıyor:
Okuduklarım neydi?
Suzuki'yi Debord'u Artaud'yu okudum. Dylan Thomas sesti, akarsuydu Kerouac.
Finnegans Wake balta girmemiş yapay bir orman. Konakladığım ilk yerlerdi bunlar geleceğin çölünde.
Gökçeyazın erlerinin dökümü:
Shakespeare, Joyce, Beckett, Artaud, Baudelaire, Mallarmé, Rimbaud, Hölderlin, Dostoyevski, Diderot, Faulkner, Dickinson, Benjamin, Brecht, Benn, Poe, Carroll, Willliams, Pound...
(Cevat Çapan'ın Şiir Atlası'ndan...)
Ağırdır Taşlar
Yalnız değerli taşlara değil,
ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara
ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da
sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır taşlar
Peter Laugesen - Danimarka
ama uzun taşlara ve kalın taşlara ve yüksek taşlara
ve yassı taşlara ve yuvarlak taşlara ve sivri taşlara da
sahip çık konuştukları zaman. Ağırdır taşlar
Peter Laugesen - Danimarka
15 Temmuz 2010 Perşembe
Tarihe Tanıklık
Srebrenitsa Katliamı
Yugoslavya'nın çöküşü üzerine 1992 yılında Sırpların Bosna'da başlattıkları soykırımın ardından bölgeye zoraki olarak müdahele eden Birleşmiş Milletler'in güvenli bölge ilan ettiği 6 bölge arasında Srebrenica'da bulunmaktaydı.
Savaştan önce 24 bin civarı olan kentin nüfusu diğer bölgelerden gelen mülteci göçleriyle 60 bine yaklaşmıştı. Artık Srebrenica 'açlık' ve 'hastalıklar' ile mücadele eden bir 'toplama kampı'na dönüşmüştü. Müslümanların elindeki silahlar BM Barış Gücü tarafından koruma gerekçesiyle toplanmıştı.
Ratko Mladiç komutasındaki Sırplar Srebrenica'ya olan saldırılarını sıklaştırdıklarında Müslümanlar'ın toplanan silahlarını geri almak için yaptıkları basvuru sorumlu Hollanda komutanı tarafından reddedildi.BM yalnızca iki F16'yı kent üzerinde bir uçuş yaptırmakla yetindi.
Hollandalı askerler bir gece yarısı Bosna'daki BM Barış Gücü komutanı Fransız generalden aldıkları emir doğrultusunda kenti boşalttılar.
11 Temmuz 1995 günü Ratko Mladiç silahlarından arındırılmış kente hiç zorlanmadan girdi.Sonra da Sırp askerler Müslüman Boşnakları yolarda,dağlarda hunharca katlettiler.Sırp katiller 8300'e yakın Boşnağı, kimlikleri tespit edilmesin diye cesetlerini parçalayarak sayıları 64'ü bulan toplu mezarlara gömdüler.
Daha sonra orataya çıkan bir video kasedinde Sırp generalin kenti boşaltan Hollandalı komutana bir hediye verirken görüntüleri çekilecekti.Bir hafta süren katliam II. Dünya Savaşı'ından sonra insanlığa yapılan en büyük suç olarak arşivlerde yer aldı.
Lahey Adalet Divanı bir hafta süren katliamın bir 'soykırım' olarak kabul etti;ancak Sırbistan'ın sorumlu tutulmayacağına karar verdi.
Yugoslavya'nın çöküşü üzerine 1992 yılında Sırpların Bosna'da başlattıkları soykırımın ardından bölgeye zoraki olarak müdahele eden Birleşmiş Milletler'in güvenli bölge ilan ettiği 6 bölge arasında Srebrenica'da bulunmaktaydı.
Savaştan önce 24 bin civarı olan kentin nüfusu diğer bölgelerden gelen mülteci göçleriyle 60 bine yaklaşmıştı. Artık Srebrenica 'açlık' ve 'hastalıklar' ile mücadele eden bir 'toplama kampı'na dönüşmüştü. Müslümanların elindeki silahlar BM Barış Gücü tarafından koruma gerekçesiyle toplanmıştı.
Ratko Mladiç komutasındaki Sırplar Srebrenica'ya olan saldırılarını sıklaştırdıklarında Müslümanlar'ın toplanan silahlarını geri almak için yaptıkları basvuru sorumlu Hollanda komutanı tarafından reddedildi.BM yalnızca iki F16'yı kent üzerinde bir uçuş yaptırmakla yetindi.
Hollandalı askerler bir gece yarısı Bosna'daki BM Barış Gücü komutanı Fransız generalden aldıkları emir doğrultusunda kenti boşalttılar.
11 Temmuz 1995 günü Ratko Mladiç silahlarından arındırılmış kente hiç zorlanmadan girdi.Sonra da Sırp askerler Müslüman Boşnakları yolarda,dağlarda hunharca katlettiler.Sırp katiller 8300'e yakın Boşnağı, kimlikleri tespit edilmesin diye cesetlerini parçalayarak sayıları 64'ü bulan toplu mezarlara gömdüler.
Daha sonra orataya çıkan bir video kasedinde Sırp generalin kenti boşaltan Hollandalı komutana bir hediye verirken görüntüleri çekilecekti.Bir hafta süren katliam II. Dünya Savaşı'ından sonra insanlığa yapılan en büyük suç olarak arşivlerde yer aldı.
Lahey Adalet Divanı bir hafta süren katliamın bir 'soykırım' olarak kabul etti;ancak Sırbistan'ın sorumlu tutulmayacağına karar verdi.
Yaşam Raporu
Odamı yüz kilometre kareye çıkardığımdan bu yana özgürlük duygum tekrar yanıma döndü. Bir de at aldım ona, istediği gibi koştursun sınırlarımda.
Periler devamlı iyi haber taşıyor. Amaçları ne bilmiyorum ve güvenmiyorum onlara. Belki iyi haberleri ciddiye aldıkça kötülüğe sürükleniyordur insan.
Ev beni okşamayı, ninniler okuyarak uyutmayı seviyor ama akşam birden delice bir çığlık atıp sarsıyor, ilgi çekmek istiyor belki.
Öğlenin neminde düşüncelerimin arasında boğulurken oğluma sarılıyorum. Yaşamın üstüne çıkıyoruz kıkır kıkır. Bulutlar da bize katılıyor. Öylesine gülüyorlar ki hıçkırarak, yazın ortasında, sokaklara asit yağmurları inince şaşırıyor, anlayamıyor olan biteni, yanan insanlar.
Sanki kaplumbağanın üstüne yerleştirilmiş bir yarış arabasında hızla ilerliyor gibiyim yıllardır. Suç kaplumbağada ama bende değil...
Dünyadaki herkese telefon açıp soruyorum. “Beni tanıyor musunuz?” Susuyorlar sıkıntılı. Tanışıyoruz... Bir daha arıyorum sonra ve beş saniyede unuttuklarını görüyorum. Yine tanışıyoruz, hoşbeş ediyoruz ve bu böyle sürüp gidiyor. Öldüğümde, sırf televizyona çıkmadığım için beni kimse tanımayacak.
Sıkıntıyı yenmek için kendimi ağaç zannetmeye karar verdim. Ağaçlar sıkılmıyor gerçekten. Doktorum benimle görüşmek için ormana geliyor artık ve harika vakit geçirdiğini söylüyor. İnşallah içtendir.
Kelimelerin denetimsiz gücünden korksam da yazıyorum hâlâ. Karakterlerimle iyi geçinmeye çalışıyorum ve ne başını ne ortasını ne sonunu biliyorum yazdıklarımın. Zevkle okuyorum böylece, bitirdikten hemen sonra.
Periler devamlı iyi haber taşıyor. Amaçları ne bilmiyorum ve güvenmiyorum onlara. Belki iyi haberleri ciddiye aldıkça kötülüğe sürükleniyordur insan.
Ev beni okşamayı, ninniler okuyarak uyutmayı seviyor ama akşam birden delice bir çığlık atıp sarsıyor, ilgi çekmek istiyor belki.
Öğlenin neminde düşüncelerimin arasında boğulurken oğluma sarılıyorum. Yaşamın üstüne çıkıyoruz kıkır kıkır. Bulutlar da bize katılıyor. Öylesine gülüyorlar ki hıçkırarak, yazın ortasında, sokaklara asit yağmurları inince şaşırıyor, anlayamıyor olan biteni, yanan insanlar.
Sanki kaplumbağanın üstüne yerleştirilmiş bir yarış arabasında hızla ilerliyor gibiyim yıllardır. Suç kaplumbağada ama bende değil...
Dünyadaki herkese telefon açıp soruyorum. “Beni tanıyor musunuz?” Susuyorlar sıkıntılı. Tanışıyoruz... Bir daha arıyorum sonra ve beş saniyede unuttuklarını görüyorum. Yine tanışıyoruz, hoşbeş ediyoruz ve bu böyle sürüp gidiyor. Öldüğümde, sırf televizyona çıkmadığım için beni kimse tanımayacak.
Sıkıntıyı yenmek için kendimi ağaç zannetmeye karar verdim. Ağaçlar sıkılmıyor gerçekten. Doktorum benimle görüşmek için ormana geliyor artık ve harika vakit geçirdiğini söylüyor. İnşallah içtendir.
Kelimelerin denetimsiz gücünden korksam da yazıyorum hâlâ. Karakterlerimle iyi geçinmeye çalışıyorum ve ne başını ne ortasını ne sonunu biliyorum yazdıklarımın. Zevkle okuyorum böylece, bitirdikten hemen sonra.
Gerçekler
Uluslararası Yönetim Geliştirme Enstitüsü tarafından, ülkenin ekonomik performansı, kamu hizmetlerinin etkinliği, alt yapı durumları, iş dünyasının etkinliği gibi ana başlıklar esas alınarak her sene yayınlanan Dünya Rekabet Gücü Yıllığı'nda Türkiye 58 ülke arasında 48. sırada.
Ahlakın Türleri
İnsanlığın iki tür ahlakı vardır. Biri, sözünü edip de uygulamadığımız, diğeri de uygulayıp sözünü etmediğimiz...
Bertrand Russell
Bertrand Russell
Kabul Edin: Akılsızca
Akılsızca bir şeyi milyonlarca kişi söylese de o şey yine akılsızcadır.
Bertrand Russell
Bertrand Russell
14 Temmuz 2010 Çarşamba
Derin Uyku
Uyuyorum.
Yüzümde oynaşan öğle güneşini hissetsem de
Ağzım kıpırtılar içinde,
anlamsız kelimelerle sarıldığımı bilsem de
uyuyorum
Keder balıkları beynimde ağır hareketlerle dolanırken
deliliğin acı suyu, dudaklarımdan çeneme doğru kayarken
onlarca kez gözlerim körlüğe açılır
korkuyla yerimden fırlarken
uyuyorum
Ayaklarımın dibinde küçük solukları bir kedinin
Annem mutfakta şarkı söylüyor
Çayın kokusu geziniyor burnumun üstünde
Pikabın cızırtılarından o devasa konçerto
Kapıyı açıp bana baktığını
gülümsediğini
ayaklarını sürüyerek odasına yürüdüğünü algılayabiliyorum babamın
Ben uyuyorum
mışıl mışıl
dizlerim karnımda
ellerim bacaklarımın arasında…
Uyansam
her şeyin
bir anda kaybolacağını biliyorum…
Yüzümde oynaşan öğle güneşini hissetsem de
Ağzım kıpırtılar içinde,
anlamsız kelimelerle sarıldığımı bilsem de
uyuyorum
Keder balıkları beynimde ağır hareketlerle dolanırken
deliliğin acı suyu, dudaklarımdan çeneme doğru kayarken
onlarca kez gözlerim körlüğe açılır
korkuyla yerimden fırlarken
uyuyorum
Ayaklarımın dibinde küçük solukları bir kedinin
Annem mutfakta şarkı söylüyor
Çayın kokusu geziniyor burnumun üstünde
Pikabın cızırtılarından o devasa konçerto
Kapıyı açıp bana baktığını
gülümsediğini
ayaklarını sürüyerek odasına yürüdüğünü algılayabiliyorum babamın
Ben uyuyorum
mışıl mışıl
dizlerim karnımda
ellerim bacaklarımın arasında…
Uyansam
her şeyin
bir anda kaybolacağını biliyorum…
Minimalist İtaat Sistemi
Elindekileri gözden geçir, önem sıralaması yap, yarısını at. Derin bir nefes al, tekrar bak çevrene, daha az sevdiklerini geride bırak. Düşüncelerine de uygula aynı şeyi. Sevgine, bunalımına, nefretine, usancına... Korkuyu, çıkarları, yaşamsal kuralları işine karıştırma. Teke, biriciğe, yansımana ulaşana kadar devam et. Ve her gün kalk onu düşün, onu yap, onu sev, onu okşa, onu geliştir, onu büyüt… Bırak o versin kararları…
9 Temmuz 2010 Cuma
Tarihe Tanıklık
Jaime Escalante. Bolivya doğumlu Amerikalı aritmetik öğretmeni. Yüzbinlerce benzeri varmış gibi görünürken ünlü olmasının, hayatının filme çekilmesinin nedeni, Garfiel Yüksek Okulu gibi sorunlu öğrencilere sahip ve hiçbir başarıya imza atmamış bir liseden 1981 yılından başlayarak her sene 14-15 ulusal aritmetik şampiyonu çıkarması...
Tarihe Tanıklık
Bugüne kadar yapılmış olan en büyük hava taşıtı, ismini 1925-1934 yılları arasında Almanya başbakanlığı yapmış olan Paul von Hindenburg'dan alan LZ 129 Hindenburg, New Jersey'in alacakaranlığında yanarken... Küresel sermaye birbirini yoklama atışlarına başlamış da denebilir. Sabotaj olduğu su götürmez, 36 kişinin hayatına mal olmuş bu garip tarihi cilvenin yaklaşan savaşın habercisi olmadığını kim söyleyebilir.
6 Mayıs 1937
6 Mayıs 1937
Gerçek Ad
Sen olan bu şatoya çöl diyeceğim,
Bu sese gece,yüzüne yokluk,
Ve sen bu kısır yeryüzüne düştüğünde
Hiçlik diyeceğim seni taşıyan şimşeğe.
Sevdiğin bir ülkedir ölmek. Geliyorum,
Ama hep karanlık yolların boyunca.
Yok ediyorum biçimini, istediğini ve belleğini,
Acıma bilmeyen düşmanınım ben senin.
Savaş diyeceğim sana ve savaşın
Gözüpekliğiyle davranacağım
Ve ellerime alacağım karanlık, delik deşik yüzünü,
Kalbime, fırtınanın aydınlattığı bu ülkeyi.
Bu koyu ışığın görünebilmesi için
Geceyle sarsılan dövülmüş bir toprak gerek.
Karanlık bir korudan gelir alevlerin coşkusu.
Sözlere bile bir öz gerek,
Bütün türkülerden öte bir kıyı.
Yaşayabilmen için ölümü aşmak gerek,
Akıtılmış kandır en arı varlık.
Yves BONNEFOY
(Cevat Çapan çevirisi)
Bu sese gece,yüzüne yokluk,
Ve sen bu kısır yeryüzüne düştüğünde
Hiçlik diyeceğim seni taşıyan şimşeğe.
Sevdiğin bir ülkedir ölmek. Geliyorum,
Ama hep karanlık yolların boyunca.
Yok ediyorum biçimini, istediğini ve belleğini,
Acıma bilmeyen düşmanınım ben senin.
Savaş diyeceğim sana ve savaşın
Gözüpekliğiyle davranacağım
Ve ellerime alacağım karanlık, delik deşik yüzünü,
Kalbime, fırtınanın aydınlattığı bu ülkeyi.
Bu koyu ışığın görünebilmesi için
Geceyle sarsılan dövülmüş bir toprak gerek.
Karanlık bir korudan gelir alevlerin coşkusu.
Sözlere bile bir öz gerek,
Bütün türkülerden öte bir kıyı.
Yaşayabilmen için ölümü aşmak gerek,
Akıtılmış kandır en arı varlık.
Yves BONNEFOY
(Cevat Çapan çevirisi)
Bir Ses
İhtiyarlıyorduk, o bir dolu yaprak bense pınar,
O az güneş bense derinlik,
O ölüm bense yaşama bilgeliği.
İstiyordum ki zaman alaycı olmayan gülüşüyle
Fauna yüzünü göstere karanlıkta,
Karanlığı taşıyan rüzgâr ese
Ve kuytu pınarda sarmaşığın içtiği
Derin suyu bulandırmak ola ölüm.
Seviyordum, ayaktaydım ölümsüz düşte.
Yves BONNEFOY
(Oktay Rifat çevirisi)
O az güneş bense derinlik,
O ölüm bense yaşama bilgeliği.
İstiyordum ki zaman alaycı olmayan gülüşüyle
Fauna yüzünü göstere karanlıkta,
Karanlığı taşıyan rüzgâr ese
Ve kuytu pınarda sarmaşığın içtiği
Derin suyu bulandırmak ola ölüm.
Seviyordum, ayaktaydım ölümsüz düşte.
Yves BONNEFOY
(Oktay Rifat çevirisi)
Birden
Sessiz gece. Sessiz. Ve sen vazgeçtin
beklemekten. Nerdeyse dingindi her yer.
Birden, orada olmayan kişinin o canlı
dokunuşunu duydun yüzünde. Gelecek.
Sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
İşte rüzgâr da çıktı. Ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz.
Yannis Ritsos
(Cevat Çapan çevirisi)
beklemekten. Nerdeyse dingindi her yer.
Birden, orada olmayan kişinin o canlı
dokunuşunu duydun yüzünde. Gelecek.
Sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
İşte rüzgâr da çıktı. Ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz.
Yannis Ritsos
(Cevat Çapan çevirisi)
8 Temmuz 2010 Perşembe
Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
"Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaran...ın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor."
(Çanlar Kimin İçin Çalıyor)
Ernest Hemingway
Vampir Trendleri ve Sermaye
(Ergin Yıldızoğlu'nun Canavar Dracula'dan "İyi Çocuk" Edward'a yazısından...)
....
SERMAYE ve VAMPİR
Stoker'ın Dracula'sı üzerine yapılmış en ilginç çözümlemenin Franco Moretti'nin New Left Review'nin 136. sayısında (1982) yayımlanan "Korkunun Diyalektiği" denemesi olduğunu düşünürüm. Moretti, Dracula'nın canlı olmadığına ama ölü de olmadığına dikkat çeker: Dracula "ölü olmayan" dır (undead). O insanların yaşam enerjisini taşıyan sıvıyla beslenerek "ölü olmamaya" devam edebilir. Vampir, enerjisini emerek "ölü olmayana" dönüştürdüğü insanları kendi iradesi altına alır.
Moretti, Vampir'in bu özelliğinin, ölü emek olan sermayenin, canlı emeği emerek var olmaya devam etmesine benzediğine dikkat çeker. Sermayenin var olmaya devam edebilmek için de işçiyi her zaman kendi denetimi, iradesi altında tutması gerekir. Dahası, Dracula, sermaye gibi, insan toplumunun hiçbir kuralına, yasasına uymak durumunda değildir. Sermaye, canlı emekle karşılaşmak için ve karşılaşmaya devam ettikçe hiçbir engel, kural tanımak istemez. Lacan'ın arzularını tatmin etmeye gelince, hiçbir kural tanımayan "müstehcen babası" gibidir...
Diğer taraftan, şatosunun mahzeni tüm ülkelerden gelmiş altın sikkelerle dolu olan Kont Drakula, nakit (bir toprağa, vatana bağlı kalması gerekmeyen) sermayeyi temsil eder. Zaten sermaye de canlı emekle nakit biçimde, ücret olarak, tüketiciyle de kredi biçiminde karşılaşmaz mı?
Bu çok kısa özete eklemek istediğim bir diğer nokta da Stoker'ın romanının gerilemekte olan İngiliz İmparatorluğu'nun, yükselmekte olan ABD kapitalizmi karşısındaki endişelerine ilişkin, servetinin kaynağı belirsiz, vampir olma olasılığı yüksek, Teksaslı Quincy P. Morris'ın kimliğinde ifadesini bulan bir boyut da var.
Darcula'yı düşünürken kitabın, 1897'de, 1873 birinci büyük bunalımın ardından başlayan hızlı finansallaşma, sömürgeler üzerinde, giderek kızışan emperyalist rekabet ortamından yayımlandığını anımsamak da yararlı olacaktır.
YENİ VAMPİR ve SÜPER EGOSU
Dracula'nın arzularına sınır koyan, "yapamazsın, yasak" diyen bir iç sesi, bir süper egosu yoktur. Edward'ın ise çok güçlü bir süper egosu olduğunu görüyoruz. Edward, doğasına en temel dürtüsüne, insan kanı içmeye direnir. Aşık olduğu kızı, ona sahip olmadana sever. Bu açıdan Edward'ın artık finans kapital metaforuna uymayana bir vampir olduğunu söyleyebilir miyiz? Ama Edward sürekli kriz içindedir. Edward aşkını, madddesini bulamayan uyuşturucu bağımlısı gibi yaşar; her an perhizini bozabilir, "relaps" edebilir. Tıpkı mali sermayenin şu günlerde, tüm şimşekleri üzerine çekmemek için, kurallara uymayı kabul etmeye çabalaması gibi. Sermaye, genel krizi içinde "undead" kalabilmek için, besleneme alışkanlıklarını (sınırsız spekülasyon, genişleme) değiştirmeye, belli denetimleri kabul etmeye hazır görünmüyor mu?
Vampir'in Dracula'dan, Edward'a evrimi, bir başka açıdan da mali sermayenin "kredi krizini" düşündürdü bana. Kredi krizinden önce, mali sermaye herkese bolca kredi dağıtıyor, borç kıskacına alacak kurban arıyordu. Kredi krizinden sonra, bu kez tüketici kredi bulamaz hale geldi; mali sermey "arzu nesnesi oldu" Ama Bella ne kadar isterse istsin, Edward onu "öpmeyi" bile göze almıyor, ya batarsa diye kredi vermekten kaçınan bankalar gibi.
Vampir filmlerinin bu kadar ilgi çekmesinin bir nedeninin de kahramanlarının "cool", isyancı, topluma uyumsuz olmalarına, böylece gençliğin farklı olma, isyan etme refleksini ifade etmelerine bağlayanlar da var. Edward 108 yaşında (deneyim, hafıza olağanüstü) ama hala liseye gidiyor, 15 yaşındaki kıza "aşık" oluyor, ama cinsel ilişkiden kaçınıyor, çok güçlü, çok güzel. Ama gerçekte, Edward uyumsuz, isyancı filan değil, aksine toplumun (kapitalist) tüm kurallarına uyuyor... Post modernizmin tipik bireyi bu "cool" vampirler: tüm kurallara isyan edebilirsin, sermayenin kuraslarını kabul ettiğin sürece....
7 Temmuz 2010 Çarşamba
Tarihe Tanıklık
Yol Gösteren
Yalancılarımı
geçmişimde bir odaya doldurdum
dört yanı acı filtresi
tavanı ne diyeceğini unutmuş bir ağzın karanlığı
kapısı güzele takılmış gözün bir anlık körlüğü
deliklerini, kusurlarını, soluklarını tıkadım
ellerine küçük saksılar tutuşturdum
ve bekledim…
Oksijensiz ortamda
sadece utanarak
bir tek yokluğu dinleyerek
gerçeği yetiştirebilenleri bekledim.
Saldım gitsinler sonra.
Yürüsün dursunlar önümde
sanki adımları onları nereye taşıyor, biliyorlarmış gibi…
geçmişimde bir odaya doldurdum
dört yanı acı filtresi
tavanı ne diyeceğini unutmuş bir ağzın karanlığı
kapısı güzele takılmış gözün bir anlık körlüğü
deliklerini, kusurlarını, soluklarını tıkadım
ellerine küçük saksılar tutuşturdum
ve bekledim…
Oksijensiz ortamda
sadece utanarak
bir tek yokluğu dinleyerek
gerçeği yetiştirebilenleri bekledim.
Saldım gitsinler sonra.
Yürüsün dursunlar önümde
sanki adımları onları nereye taşıyor, biliyorlarmış gibi…
6 Temmuz 2010 Salı
Tarihe Tanıklık
3 Kasım 1957 - Astronot köpek Laika Sputnik 2'de oturmuş çayın pişmesini bekliyor. Herkesin bildiği gibi, uzaylılar bir dünyalıyı bulup tüm gizemleri öğretmek istiyorlardı, karşılarına çıkan Laika oldu. Onlar insanoğlunu, insanoğlunun kendisini önemsediği gibi önemsemedikleri için bu farkı takmadılar. Laika ise böylece bilgili ve delirmiş bir köpek olarak, ısı filtresi olmayan kapsülde yanarak öldü. Son sözlerini duyan yer ekibi yıllarca psikolojik tedavi görmek zorunda kalacaktı. Konuşması bir yana, esas sözlerinin içeriği ilginçti: "Onları koşulsuzca seven köpeklerini siktiriboktan bir uzay yarışı için ölüme gönderen bu yarım akıllı ırka tek bir şey söyleyebilirim: "Sonunda siz de köpekleşeceksiniz! Bu kaçınılmaz."" Dediği gibi de oldu.
Bedri Rahmi Eyüboğlu / Marifet
...
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada.
Ama biçimine getirip ezerlerse;
Güzel kokmak,...
Kekik misali,
Lavanta çiçeği misali,
Fesleğen misali,
Itır misali,
İsâ misali,
Yunus misali,
Tonguç misali,
Nâzım misali...
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada.
Ama biçimine getirip ezerlerse;
Güzel kokmak,...
Kekik misali,
Lavanta çiçeği misali,
Fesleğen misali,
Itır misali,
İsâ misali,
Yunus misali,
Tonguç misali,
Nâzım misali...
Tarihe Tanıklık
İki Kere İki
"Yaşıyorum
Öyleyse
Kullanılıyorum"
Tek ayak üstünde dururken, bunları tahtaya bir milyon kere yazmanızı istiyorum. Kullanılmaya alışık olduğunuz için bu size koymayacaktır...
Öyleyse
Kullanılıyorum"
Tek ayak üstünde dururken, bunları tahtaya bir milyon kere yazmanızı istiyorum. Kullanılmaya alışık olduğunuz için bu size koymayacaktır...
Hangi Güney Afrika Hangi Kupa?
Ortalama yaşam süresi 49 yıl. Çocuklarda ölüm oranı yüzde 45, işsizlik oranıysa yüzde 27. Halkın yaklaşık üçte biri günde iki dolardan az parayla yaşıyor. Güvenlik sorunu had safhada. Yılda ortalama 19 bin cinayet. 50 bin kadına tecavüz... 15-45 yaş grubunun yüzde yirmisi AİDS'li. Nüfusun yüzde ondan azını oluşturan beyazlar, apartheid'ın ortadan kaldırılmasından neredeyse yirmi yıl sonra, hâlâ ülkedeki tarım topraklarının yüzde seksenine sahip.Dünya Kupası mı? Fifa'ya 3.3 milyar dolar kâr getirecek olan turnuvadan geriye Güney Afrika'da hiçbir işe yaramayacak 27 tane futbol sahası kalacak. FIFA ve Batı ise kupayı Afrika'da düzenledikleri için yücegönüllük madalyasıyla onurlandırılacak, tüm Avrupa bir yıl daha vicdanları rahat mışıl mışıl uyuyacak. Ne mutlu bize!
(Bilgiler Bir + Bir Dergisi'nden derlenmiştir.)
5 Temmuz 2010 Pazartesi
Tarihe Tanıklık
4 Temmuz 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)