31 Aralık 2008 Çarşamba

Bulgar Kahin Vanga


Bulgar Kahin Vanga 'nın kehanetlerine göre 3.Dünya Savaşı 2010 yılında başlayacak ve 2014 yılına kadar sürecek..
Kimdir bu Bulgar Vanga ?
Bulgar Vanga, 12 yaşındayken bir fırtına sonrası hortuma kapılarak ortadan kayboldu.Uzun süren kurtarma çalışmaları sonrası sağ olarak bulundu. Ancak gözlerine dolan kum
ve taşlar iki gözünü kör bıraktı. 16 yaşından itibaren gelecek hakkında tahminlerde bulunması, hastaları iyileştirmesiyle ülkesinde ün saldı."
- 1989`da yani 11 Eylül saldırılarından tam 12 yıl önce Rus televizyonuna `İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi.
- ABD`ye 11 Eylül 2001`deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce `Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak` demişti.
- 11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya`nın Gürcistan`ı işgal edeceğini bildi.
- `Amerika Birleşik Devletleri`nin 44`üncü başkanı (Yani George Bush`tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika`nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek. Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak.
Bundan sonra ileriye dönük kehanetleri :
- 2010 yılı : 3. Dünya Savaşı Kasım 2010`da başlayacak ve 2014`e kadar sürecek.
- 2011 yılı : Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.
- 2014 yılı : İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.Her 2 insandan biri deri kanseriyle boğuşacak.
- 2016 yılı : Avrupa`nın nüfusu azalacak
- 2018 yılı : Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak çok güçlenecek.
- 2028 yılı: Venüs`e yolculuk başlayacak.
- 2033 yılı:: Kutuplar büyük bir hızla erimeye devam edecek ve dünyanın büyük bir çoğunluğu sular altında kalacak.
- 2043 yılı : Müslüman bir devlet yeniden Avrupa`nın tek hükümdarı olacak.
- 2046 yılı : Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.
- 2076 yılı: Bütün dünyada `sınıfsız` komünizm sistemi yerleşecek.
- 2088 yılı: Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.
- 2097 yılı: Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.
- 2167 yılı: Yeni bir din ortaya çıkacak.
- 2304 yılı: Ay`ın sırrı, gizemi çözülecek.
- 3797 Yılı : End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak.
Burada ilgi çekici olan şey şu...
Nostradamus'ta şifreli olarak yazdığı dörtlüklerden oluşan kehanetlerinin olduğu kitapta kehanetlerini 3797 yılında bitirmiştir..
Ayrıca Nostradamus'ta Vanga gibi kendi dönemindeki veba salgınlarını kendi iç güdüsel algılamalarıyla tedavisini bulup iyileştiriyordu.

(Darkhardware Forumu'nda 440 CDX adlı kullanıcının yazısından alınmıştır.)

Tarafımdan Konulan Not: Bilinmeyen bir gerçek de kahin Vanga'nın bu kehanetlerine sadece üç yıllık garanti verdiğidir. Kamuoyunun ilgisine sunuyorum.

Yılın Şeyleri - Deniz Som

Sonuçta, yeni umutlarla yeni bir yıla girilirken dünyanın hemen her köşesinde herkes kendine göre bir şeyleri yılın şeyi olarak seçer.
biz de öyle yapalım dedik fakat memleketteki yılın bütün şeyleri bir kişide toplandı. bu da memleketimizin zenginliği olsa gerek diyerek yılın en şey ödülünü o kişiye verdik. İşte o kişinin şeyleri:
Yılın adamı, yılın siyasetçisi, yılın genel başkanı, yılın eş başkanı, yılın arabulucusu, yılın arabulmak için en çok gezeni, yılın arabulmak için en çok gezip de eli en boş döneni, yılın deliğe süpürülmeyeni.
Yılın kocası, yılın babası, yılın dünürü, yılın eniştesi, yılın kayınçosu, yılın kankası, yılın kayınbabası, yılın dedesi, yılın ebesi, yılın en az üç çocuk yaptırıcısı, yılın küçük çocuklara oyuncak, şerket ve çikolata dağıtıcısı.
yılın savcısı, yılın doktoru, yılın psikoloğu yılın teğetçisi, yılın geometricisi, yılın çembercisi, yılın kriz çemberine teğet değdiricisi, yılın hamd olsuncusu.
Yılın öfke sanatçısı, yılın asabisi, yılın abisi, yılın hamisi, yılın yiğidi, yılın kefili.
Yılın kredi bulucusu yılın borç yiğidin kamçıcısı, yılın ümük sıktırma pazarlıkçısı.
Yılın medya terbiyecisi, yılın gazeteci seçicisi, yılın gazete kapattırıcısı, yılın televizyon açtırıcısı, yılın medyaya patron yetiştiricisi.
Yılın uleması, yılın laiklik karşıtı eylemlerin odağı olanı, yılın anayasanın arkasından dolanmaya çalışanı, yılın türbana çene altından bağlama kriteri arayanı, yılın yüksek yargı ile en çok çatışanı, yılın herkesle en çok atışanı, yılın dişlisi, yılın mirlisi, yılın el fenerlisi ve deniz fenercisi, yıln en sev ya da hemen terketçisi.
Yılın vazgeçilmez nikah şahidi.
Yılın en düşük kalorili ve en bol dumanlı kömürcüsü, yılın soba dağıtıcısı, yılın memur kadrosunda soba borusu taktırıcısı kadrosu yaratanı, yılın kestane kebapçısı.
Yılın hava kirliliğine en çok sinirleneni, yılın hodri meydancısı, yılın en çok sadaka dağıtanı, yıln fitre ve zekâtçısı, yılın simitçiye en çok bahşiş vereni.

30 Aralık 2008 Salı

Kayıp Ülkenin Masalları – Yani Kendisi

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tehlikeli hastaların bulunduğu ikinci katta, psikiyatrist Numan Özgür, kaplama suntadan dandik masasının arkasından, yüzünde hep taşıdığı o aynı anlayışlı ifadeyle bakıyordu. Karşıdaki duvarın önünde bir iskemleye oturtulmuş, çılgın gözleriyle kendisini süzen Yiğit Şarkan’ın da gözlem altında olmaktan gocunmadığı açıkça belliydi. Rutin kontrolü o gün de rahatça geçirip ana binadaki kafede bir şeyler yemekten başka bir derdi yoktu Numan beyin o sırada. Hastaların küstah tavırlarına sıkıldığı yaşlar çok gerilerde kalmıştı.
“Evet nasılız bakalım?”
“Çok iyi, çok,” derken muzip bir gülüşle alttan alttan onu süzdü Yiğit Şarkan.
“Keyifliyiz ha. Ancak burada, dün Serdar adındaki hastaya saldırdığın yazıyor. Bu konuda konuşmak ister misin biraz?”
Kıkırdadı Yiğit Şarkan sanki kendini tutamıyormuş gibi. “Bir yanlışlık var. Görünüş olarak ben saldırdım ama aslında, o ben değildim.”
“İlginç,” dedi Numan Özgür parmağıyla çenesini kaşıyarak. Sonra da bir şey söylemedi. Sadece baktı bir şeyler anlamış gibi.
“Neyse,” dedi Yiğit Şarkan. “Zaten bunların önemi yok. Bir saat sonra dışarıda olucam.”
Masaya dirseğini dayayıp “Öyle mi,” dedi Numan Özgür. Sonra ekledi çok fazla beklemeyip. “Bak Yiğit, seni evine göndermeyi biz de çok isteriz, buna kuşku yok, ancak...”
“Bir yıldır çalışıyorum,” diyerek psikiyatristin sözünü böldü Yiğit Şarkan. “Çok önemli bir teknik geliştirdim.”
Yine iskemlesinin arkalığına yaslanıp baktı Numan Özgür. “Dinliyorum Yiğitçim,” dedi sonra.
“Artık ruh transferi yapabiliyorum,” dedi Yiğit Şarkan. “Dışarı da böyle çıkıcam zaten.”
“Hı hı,” diyerek önündeki deftere bir şeyler karaladı Numan Özgür ve tekrar hastaya baktı. “Dışarıda ne yapmayı düşünüyorsun peki?”
“Bunu sonra düşünücem,” dedi Yiğit Şarkan ve gözlerini koskocaman açarak, doktora dikti. “Şimdi izninizle kaçışa hazırlanmam lazım.”
Önce şöyle bir hastaya sonra saatine baktı Numan Özgür. “Neyse, bugünlük de bu kadar yeter. Korkarım ilacında doz arttırımına gitmemiz gerekecek...” Kafasını kaldırırken sesi de kısık kısık çıkmıştı sanki ve birden gördüğü şeyle tüyleri diken diken oldu. Yerinden bir çığlıkla kalkıp karşısındaki doktora bakarken neredeyse yere yığılıyordu. “Sen... sen,” diye sayıklayarak bir iki adım attı öne.
“Gördünüz mü doktor bey,” dedi karşıdaki doktor, yani kendisi. “Ben çıkıp gidicem şimdi, siz hasta olarak kalacaksınız burada.”
“Hayır hayır,” diye sayıklarken aynaya doğru yönlendi hasta. Bir yandan elleriyle vücudunu çekiştiriyor, bir an önce bu kabustan uyanmaya çalışıyordu. O aynanın karşısına geçip acı dolu bir çığlık patlatırken, doktor çoktan hemşireye seslenmiş, çantasını toplamaya başlamıştı bile.
Döndü hemen büyük bir öfkeyle. Koştururken bağırdı. “Çıkamayacaksın buradan. Bedenimi geri ver. Yoksa öldürürüm seni.” Üstüne atlayıp devirdi doktoru, yani kendisini. Boğazını sıkmaya başladı ama nazik nazik gülüyordu o, yani kendisi. Ve hemşireler gelip, iğneyi kalçasına saplayarak kendisini kendisinin üstünden alana kadar da gülmeye devam etti canı falan acımıyormuş gibi…

Yeni Aydınlar

Aydın ismi ayağa düştüğünden beri düşünüyorum. Farklı türler ortaya çıktıysa bunları isimlendirmenin de zamanı gelmiş demektir:
F TİPİ AYDIN (Cemaat sözcüsü demokrasi aşıkları)
KAYDIN (Diğer tarafa kayanları ve her an kayma potansiyeline sahip olanları betimler)
AYDINCIK (Her an bir şeylerden özür dileme kompleksi duyanlar)
KUŞUM AYDINLAR (Medyatik pazarlama yöntemlerini yücelten ve içine sindirenler.)
GÜNAYDIN (Hala ortada nasıl bir oyun döndüğünü anlayamamış olanlar)
vb....
Tür mü istersin, dolu... Ama gerçek aydın ararsan bir elin parmaklarını geçmez...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Fazla mı çıktı!

Bunlara hemen iş bulunacak deseler, o altı milyon fazla, yirmi milyon eksiye düşer.
Ha ha ha!

FossurGama Sunar: Ve otopark ve Araba ve…

Elindeki anahtarı çıkır çıkır sallayarak otoparka girdi Kemal. Bir iki tek atmıştı ve doğrusunu söylemek gerekirse keyfi oldukça yerindeydi. Arabasının yanına nasıl geldiğini anlayamamıştı, sofrada telefonunu nice soytarılıkla aldığı o kızı düşünürken. Anahtarını kapıya uzatutıyordu ki birden durdu. Bir gariplik vardı. Işıl ışıldı arabası. Cantlar, tekerlekler… Adım adım geriye çekilirken yanlış yere geldiğini düşünüyordu. Plakayı okumaya çalışırken bir şeye çarptı. Hayır. Birisine.
Döndüğünde tüm sevimliliğiyle gülen iki tip gördü orada.
“Nasıl buldun abi,” diye sordu kaşları birbirine geçmiş, her yeri sakalla dolu tip.
Düşünürken kekelemekten kendini alamadı Kemal. Çünkü plakayı görmüş ve her şeyi idrak etmişti. “Neyi nasıl buldum?”
“Modifiye ettik arabanı,” dedi diğeri. Sarışın, kanlı gözlü, yarma bir herifti.
“Arabamı mı?”
“Heee!”
“Modifiye mi?”
“Heee!”

Aşırı Duyarlı Kişilik Serisi - Devam

Asurlulardan Özür Diliyorum

Krizi Aşmak İçin Ne Yapmalı - Doç Dr Özlem Onaran

AKTİF İSTİHDAM YARATMA POLİTİKASI BAŞLAMALI
Öncelikle kriz karşısındaki acil politikaları konuşmak lazım; çünkü bunlar kriz sonrasına da şekil verecek. Ana eksen tam istihdam politikası olmalı. Acilen; kâr eden, yani kâr payı dağıtabilen özel işletmelerde işten çıkarmalar yasaklanmalı. Zarar eden şirketler, özellikle işverenlerin kapatmak istediği veya bırakıp kaçtığı şirketler ise çalışanların denetiminde kolektif mülkiyete dönüştürülmeli; kamusal kredilerle canlandırılmalı ve işletilmeli. Arjantin krizi sonrası çalışanların inisiyatifinde oluşan bu tür işletmeler şimdi hâlâ üretime devam ediyor. ABD'de Chicago'da geçen ay bir pencere fabrikasının işçileri; kıdem tazminatlarını ödemeden onları işten çıkarıp fabrikayı kapatmak isteyen patronlarının oyununu bozdu ve fabrikayı ele geçirdi.
Kamu sektörü aktif istihdam yaratma politikası başlatmalı. Türkiye'de sağlık, eğitim, çocuk ve yaşlı bakımı, depreme dayanıklı kaliteli kamusal konut işaatı gibi alanlarda yatırıma ve istihdama zaten ihtiyaç var. Biz kamuyu kutsamıyoruz, ama çalışanların denetiminde demokratik katılımcı kamusal işletmeler istiyoruz. Bu reel sosyalizm deneylerinden farklı bir sosyalizme kapıları açacak bir köprü bence.
ŞİMDİ ZENGİN EMEKÇİYİ TAZMİN ETMELİ
Orta vadede ise kör bir ihracatla sınırlı büyüme rejimini terk edip, demokratik ve katılımcı bir planın çerçevesini oluşturmalıyız. Bu, seçilmiş kritik sektörlerde, örneğin yeşil enerji sektöründe kamusal yatırımlara dayalı bir kalkınma ve teknoloji politikası içermeli. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sektörlerde kâr güdüsünün ve özel mülkiyetin felaketler yarattığı görüldü. Düzenleme de tek başına yeterli değil.
Bunun finansmanı nereden gelecek derseniz: Kapsamlı bir servet ver gisi, oranlı gelir vergisi ve bütün finansal işlemlerden bir vergi alınması gerekli. Bunu bir tür "Neoliberalizmin tahribatını onarma tazminatı" olarak görmek lazım. Kriz eğer bir bölüşüm dengesizliğinin ürünü ise, şimdi zenginler, emekçileri tazmin etmeli.
İkinci nokta dış borç ödemelerinin durdurulması ve kaynakların ekonomiyi canlandırmak için kullanılması. Aslında bu borçlar yüksek faiz mekanizması sayesinde çoktan kat kat ödenmiş borçlar zaten. Benzer şekilde iç borç senetleri üzerine de artan oranlı bir servet vergisi getirilmeli. Yani örneğin, orta gelirlinin, emeklinin elinde devlet tahvili varsa, o çok düşük bir servet vergisi öderken, bankaların elindeki kağıtların belli bir limitin üstündeki bölümünden yüzde 100 servet vergisi alınmalı. Ve nihayet, sermaye kaçışlarının, kaynakları yok eden ve kriz yaratan etkisini durdurmak için, sermaye hareketlerinin kontrolü ve kısa süreli olarak kriz döneminde dondurulması gerekli.
Bu program ulusal çapta atılacak pek çok adım içeriyor, ama elbette uluslararası eşgüdümlü bir hareketlilik emeğin gücünü çok arttıracaktır. Küresel eşitsizliğe karşı küresel bir yatırım programı için küresel bir fonun oluşturulması, kalkınmayı destekleyen yeni bir küresel dış ticaret politası, egemen bir para birimi içermeyen yeni bir küresel sabit kura dayalı parasal sistem...
Eğer dünyada da, Türkiye'de de sol kendi köklü alternatifini oraya koyamazsa, neoliberal küresel kapitalizmin meşruiyet krizine karşı cevap aşırı sağcı partilerin sahte söylemlerinden ve milliyetçilik tellallığından gelecek; yani emekçilerin umutsuzluğunu onlar örgütleyecek.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Politik Güç - Eduardo Galeano

VATANI EVE AŞKTAN GÖTÜRÜYORLAR!
Altmış yıl önce, Arjantinli yazar Roberto Arlt siyasi kariyer yapmak isteyenlere şunları tavsiye ediyordu:
- Açıkça ilan edin: "Çaldım, daha çok çalma arzusundayım" Arjantin topraklarını son karışına kadar mahvedeceğinize söz verin, Kongre'yi satacağınaza ve Adalet Sarayı'na bir manastır kuracağınıza. Konuşmalarınızda şöyle deyin: "Çalmak kolay değildir, baylar. Sinik olmak gerekir ve ben öyleyim. Hain olmak gerekir ve ben ööyleyim."
Arlt'a göre başarının kesin formülü buydu, çünkü bütün utanmazlar dürüstlükten bahsediyordu ve inasnalar yalanlardan bıkmıştı. Brezilyalı politikacı Adhemar De Barros, ülkenin en zengin eyaleti Sao Paulo'nun seçmenlerinin sevgisini "Rouba mas faz" sloganıyla kazandı. 'Çalıyor ama iş de bitiriyor' Tam tersine Arjantin'de adaylar Arlt'ın tavsiyesine hiçbir zaman rağbet etmedi ve bugün hâlâ çalacağını ilan etme ya da yüksek sesle çaldığını kabul etme cesaretini gösterecek bir politikacıyla karşılaşmak imkânsız. "Kendim için çaldım, kendime iyi bir hayat sunmak için çaldım," diye itirafta bulunacak tek bir talancı yoktur. Eğer bilinci yerindeyse ve vicdanı varsa, hırsız en iyi ihtimalle şöyle söyleyecektir: "Partim için yaptım, halkım için, vatanım için." Bazı politikacıların vatanı evlerine götürmelerinin nedeni vatana duydukları büyük aşktır.

23 Aralık 2008 Salı

Astronotlar

Gezegenin birinde ne zamandır görmediği bir arkadaşıyla karşılaşan ve öpüşüp hal hatır soran iki astronot geldi aklıma.
İlginç!

Özür

Sümerlerden özür diliyorum.

Format

Aman Tanrım!
Bana format atmışlar!

Manga: Japon Çizgi Romanının Tarihi - PlanB

Manga: Japon Çizgi Romanının Tarihi, Plan B yayınlarından çıktı.Kitap manganın günümüze dek yaşadığı gelişmeyi anlatırken Japon tarihiyle ilgili zengin bir değerlendirme sunuyor.
İlgililerine duyurulur.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Yorumculukta Alternatif Seçimler

Bundan sonra futbol yorumcuları her sene yapılacak kurayla halktan seçilsin. Her televizyon için dört kişilik kontenjan belirlensin. Başvurular yapılsın. Kura çekilsin ve geyikte hiçbir kayıp olmayacağı görülsün.

Oy Oy Oy

Cumhuriyet kurulduğundan beri varolan herkes oy kullanmalı. Gerekirse sandık başında ruh çağırsınlar.

19 Aralık 2008 Cuma

Özür

İşgal sonucu komşu Irak'ta 1 milyon 600 bin kişi ölürken kılını kıpırdatmayan, eşgüdümlü suç ortaklarını demokrat diye alkışlayan liboşlar, Ermeniler'den özür diliyormuş.
Ha ha haaaaaa!
Önce aptal yerine koydukları için Türk halkından özür dilemeleri gerekmiyor mu?

Bu Nasıl Yalnızlık? - Turgut Özakman

Soru: Filmi savunan genç bir bilimadamı da, filmdeki iddiaya ek olarak, "Atatürk'ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini" söylüyor. Ne dersiniz?
Cevap: Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım'la birlikte Vatandaş İçin Medini Bilgiler'i yazması; 1932 İlk Türkçe Kuran'ın okunuşu, Türkçe ezan, Halkevleri'nin kuruluşu, 1 Tarih Kongeresi, Türk Dil Kurumu'nun kuruluşu, Dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 Üniversite reformu, Cumhuriyet'in 10. Yıldönümü; 1934 balkan Antantı'nın imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın uygulanmaya başlaması, 2. Dil Kurultayı, yeni devrim kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi; 1935 Türkkuşu'nun Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin MTA'nın, Etibank'ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC Fakültesi'nin eğitime başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuar'ın açılması, Montreux Sözleşmesi'nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı; 1937 Hatay Sorunu, ağır sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk'ün bütün varlığını hazineye bırakması...
Sonuç: Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz ve de yalnız geçmemiştir. Bu yıllar Atatürk'ün en yoğun, en hareketli, en canlı, en verimli yıllarıdır. Maddi ve manevi büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.

16 Aralık 2008 Salı

Maymunkeş

Eskiden kalyonlarda birkaç tane talimli maymun bulunur, bunlar açık denizde gemilerin direklerinin tepesine tırmanarak korsan gözcülüğü yaparlardı. Galata'da Azapkapısı civarında bir sıra maymuncu dükkanları varmış, tersane gemileri ve sair tüccar gemileri için talimli maymunlar burada satılırdı. 3. Murad'ın hocası Abdülkerim Efendi gayet mutaassıp, asabî, her aklına geleni yapan, padişah üzerindeki nüfuzna dayanarak hiç kimseden korkmayan bir adamdı. Güzel konuur, camilerde vaaz ettiği zaman dinleyicileri kendisine meftun ederdi. Bir gün hoca efendi bir kitapta "Maymun fuhşa alet olur" diye bir bend okumuş, asabiyetinden ateş kesilmişti; hemen arkasına binlerce insan toplayarak Azapkapısı çarşısına gitmiş, maymuncu dükkanlarını basmış, ne kadar maymun varsa yakalatıp biçare hayvanları oradaki ağaçlara astırarak idam ettirmişti. halk de pek haklı olarak bu mutaassıp hocaya "Maymunkeş" lakabını takmıştı.

(Reşad Ekrem Koçu'nun Tarihimizde Garip Vakalar kitabından Alınmıştır.)

Bakalım şimdi hangi fetvayla neleri yakacak cahil cühela takımı, neye hazırlanıyorlar, merakla bekliyoruz.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Yeni Albümlere Bakış

ACDC'nin Black Ice albümü beklediğimin çok üstünde, Flick Of The Switch zamanlarını anımsatan bir sıkılıkta geldi. Özellikle Roc'nRoll Train, War Machine, Skies on Fire parçaları oldukça vurucu...
OASIS de bir başka şaşırtıcı albüme imza atan grup. Son albümleri Dig Out Your Soul'la yeniden kalkınıp eski zamanlarından hoş bir seda sunmayı başarıyorlar. Özel bir havası, eski tarzlarla yeni arasında klas bir şekilde köprü kuran bir tarza sahip. Sakinler ve artık ne yaptıklarını gerçekten iyi biliyorlar. Mucky Fingers, The Importance Of Being Idle, Part Of The Queu, Let There Be Love etkileyici ve kalıcı parçalar.
Guns'n Roses'ın Chinese Democracy'si bana biraz şişirme geldi. Pop yanı daha baskın. Ama Axl'ın solistlik becerisini bir kademe daha yukarıya taşıdığını görmek de hoş oldu. Ancak şişirme deyip hemen kenarıya atılacak bir albüm de değil bu. İnsanı ters köşeye yatıracak garip işler mevcut. Özellikle Better, If The World, Catcher In The Rye, IRS parçalarına bir bakmanızı tavsiye ederim. Chinese Democracy şarkısında ise Robin Finck'in solosuna...
Çok yeni olmasa da, araya bir de Kanadalı armonik rock grubu "Metric"i de sıkıştırayım. "Old World Underground, Where Are You Now?" albümlerinin müthiş olduğunu düşünüyorum. Cardigans'ı andıran bir stille oldukça karmaşık bir yapıya ayak basıyor ve orada yumuşacık bir sesle türlü duyguyu ayağa kaldırmayı başarıyorlar. Hustle Rose, Combat Baby, The List müthiş şarkılar.

12 Aralık 2008 Cuma

Bugün

Geçmişten beş kilo 0 Rh+ kan çektim.
Panik atağımı bir arkadaşıma geçirip kurtulmak için suratına dik dik baktım. Onunki de bana geçti.
Tartıya sinirli zamanlarımda çıktığımda iki kilo daha zayıf çektiğimi keşfettim.
Otobüste yaşlı kılığına girmiş bir ilkokul öğrencisine yer verdim.
Rating’i düşman belledim. Onu öldürmek için and içtim. Becerebilsem ratingim kaç olurdu diye düşünmeden edemedim.
Ülkemizi küresel güçlerin ılımlı islam oyunundan kurtarması için tanrıya ılımlı bir şekilde dua ettim.
B sınıfı osuruktan bir filmin içinde olduğumu ortaya çıkarmak için çalışmalara başladım.
Bir gün sonra öleceğini öğrenen birisi hemen şimdi ne yapmalıdır, diye sordum kompütere. Cevap, horul horul uyumalıdır çıktı.
Fazla kahveden titreyen ellerimi durdurmaya çalışınca dünyanın sallanmaya başladığını gördüm.
Bu günün de delilere bayram olabilmesi için İçişleri Bakanlığı’na dilekçe yazdım.
Bir Bruegel tablosuna girip kafasını kaçırmış yığınların o tarifsiz yaygarasını izleyerek bir çay içtim. Bir de tost söyledim ama ölülerin arasından geçip gelene kadar ekmek kadayıfına dönüştü.
Aklıma bir şey gelince bol bol güldüm ama neye güldüğümü düşününce unuttuğumu farkettim.
Eve geldim, yemek yedim, oğlumla oynadım, karımla kikirdeştim, bunları yazdım ve......

Caracas’ın Barrio’ları – Engin Demiriz

(Venezüella’nın varoşlarından naklen yayın)
“Her barrio’da bir Mercal (devletin desteklediği ucuz halk pazarları), bir Barrio Adentro yani bir sağlık ocağı, okul ve İnfocentro adı verilen kültür merkezi var.”
“İnfocentro’da bir bilgisayar odası var. İnternet bağlantılı 9-10 bilgisayardan barrio’lu çocular ve gençler yararlanıyor. Dikiş atölyesinde kadınalr dikiş öğrenip satılmak üzere giysi üretiyorlar. Büyükçe bir salonsa yine çocukların ve gençlerin tiyatro çalışmalarına ayrılmış. Buradan ayrılıp barrio halkının birlikte ekolojik tarım yaptığı ve kümes hayvanları yetiştirdikleri Mission Che Guevera isimli kooperatife gittik. Yetiştirilen ürünler bölge halkına satılıyor. Bu misyonlara devlet araç gereç, teknik yardım ve kredi veriyor. Ancak msiyonların önce bir proje yapıp halk meclislerine sunması gerekiyor.”
“Venezuela devreiminde, asker halkla birikte çalışıyor, yaşıyor. Böyelce çoğu Güney Amerika ülkesinde görülen ordu-halk yabancılaşması ortadan kalkıyor.”
“Barrio Adentro’larda Kübalı hekimler çalışıyor. Tüm halk sağlığı hizmeti parasız olarak barrio halkına sunuluyor. Kent merkezinde de tüm semtlerde bu sağlık ocaklarında bölge sakinleri yararlanıyor.”
“On yıllık Bolivarcı Devrim’in sonunda Kübalı eğitimcilerin geliştirdiği “evet yapabilirim” yöntemiyle okuma yazma bilmeyen kalmamış. Temel eğitimde okullaşma oranı yüzde 89.7’den yüzde 99’a ulaşmış.”
“1996’da Venezüella’nın neredeyse yarısı yoksulluk çekiyormuş. Aşırı yoksulluk oranı yüzde 20.3’ten 2007’de yüzde 9.5’e düşmüş. 10 yıl önce en zengin yüzde 20 ulusal gelirin yüzde 53.6sını alırken en yoksul yüzde 60 anak yüzde 25.5’inden yararlanıyormuş. Bu oranlar 2007’de yüzde 47.7 ve yüzde 29.7 olarak değişmiş ve aradaki yarık oldukça azalmış.”

Yaa, bazıları sadaka verir, bazıları balık tutmayı öğretir. Aradaki beş yüz on beş fark böyle ortaya çıkıyor.

11 Aralık 2008 Perşembe

Julio Martinez Mesanza - Şiirler

ÇARPIŞMADA ATLAR DA ÖLÜR
Çarpışmada atlar da ölür
ve bunu yavaşça yaparlar, aldıklarında o
fark edilmez ok darbesini. Kan kaybından ölürler
suskun, asil bir dayanıklılıkla.
Uzak, yüksek bir bakış
hâkimdir artık kıpırtısız gözlerine
ve kulakları katlanmak zorundadır
insanların öfkeli, ölçüsüz, acılı inlemelerine.

TUTSAK
Tanrılar saf, göksel ışık altında
geminin güvertesinde çarpışıyorlar.
Bense silahların gürültüsünü dinliyorum
karanlıkta görmeye çalışarak.
Yalnızca bir yankı erişiyor körlüğüme
ve yaşamadığım çarpışmayı tasarlıyorum.
(Europa-1983)

DOĞAL MESELELER
Başıboş yıldızlar bir hiç için yanıp duruyor.
Boşluğu yarıp geçiyor ölü ay'lar;
gökyüzü bizim uykusuzluğumuzu gözetliyor,
burada, aşağıda, dünyanın kirli derisi
ve onun en berbat konuğu, yaşam.
Anlaşılmaz olan bunları yaratman değil,
tuhaf olan, senin evreninin insanlar için
saçma olduğunu bilmene rağmen,
bu evreni onların kılman ve onlardan
bu kâbusa katılmalarını beklemen.
(Las Trincheras-1996)

Julio Martinez Mesanza: Şair, çevirmen. 1955, Madrid doğumlu. Complutense Universitesi'nde felsefe ve İtalyan filolojisi okudu.

(Cevat Çapan'ın Şiir Atlası köşesinden alınmıştır.)

Miguel D'Ors - Şiirler

1) Ömrün Takvimi
Yağmurun ismidir pazartesi
bu derece kötü niyetli gelirken
yaşama benzeyen yaşam

Salıları uzaktan trenler geçer
asla binmediğimiz

Çarşamba perşembedir, cumadır ve hiçtir.

Cumartesi söz verir, pazar sözü tutmaz
sonra buraya yeniden gelir -belki de yeniden bile değil
hep aynı -yağmuru pazartesinin.

2) Sır'dan
Kimim ben?

-Sır'ın bu fasılası
senin için kopardığım yakıcı gülle
elimde sana uzanan gölgeli gül arasında

3) Kusur Yolu
Gençken
tahammül edilmez kibirli biriydim.
"Bunun sonu kötü" dedi bir gün bana ayna
"çekidüzen vermelisin kendine"
birkaç hafta sonra daha az kibirliydim.
birkaç ay sonra artık kibirli değildim.
Bir sene sonra alçakgönüllü bir adamdım.
Çok alçakgönüllü.
Çok çok alçakgönüllü.
Tanıdığım en alçakgönüllü adamlardan biri.
Yani
tahammül edilmez bir kibirli ihtiyar.

MEKTUP
Sana, ki her zaman habersiz olacaksın,
sana, kimbilri nereye gelmiştin
ben tam da oradan ayrılmışken
ve kimbilir hangi treni kaçırdın, oysa seni
benim yaşamımın merkezine getirecekti,
bir parkta, bir banktaydın belki,
Verlaine'in yaprakları arasında
dolaşmak istemediğim bir gün, tam da o gün
sana
hiç görmediğim bakşının gücü için,
tanımadığım bu yürek için, bir eylül sahili gibi,
sana, beni sana aşık olmaya zorlayacak her şey
için,
sana, hiçbir zaman bana âşık olmayacak olan,
şimdi ağlıyor olabilirsin
bir otel odasının soğuk ışığında
ya da British Museum'dasın çocuklarınla
ya da beklenmedik bir yerden gökkuşağını gördün
ona bakıyorsun kimbilir
belki de beni düşünüyorsun ben olduğumu
bilmeden,
sana, geride kalana, her zaman şartlara bağlanan,
kayıp olana
sana, nerede olursan ol, sana
bu şiir.

Miguel D'Ors:1946, Santiago de Compostela doğumlu. Granda Üniversitesi'nde İspanyol Dili ve Edebiyatı profesörü. Araştırmacı olarak özellikle çağdaş İspanyol şiiri üzerine bir çok kitabı ve makalesi var. 1987 Ulusal Eleştiri Ödülü'nün sahibi.

(Cevat Çapan ustaya, Şiir Atlası gibi değerli bir köşeyi yıllardır canlı tutup, bize bu güzel insanların derin sularında gezme olanağı sunduğu için sonsuz teşekkürler.)

Sihirbaz bu adamlar!

Donlarından IMF, seçimden altı milyon seçmen fazlası, her türlü yolsuzluktan zaman aşımı, çarşafın içinden demokrasi çıkartıyorlar. Sihirbaz bu adamlar!

Kıyı

O kadar yakındı ki kıyı
imalı bir sözle
dalgalar, yıkıp geçiyordu günlük yaşamı.

FossurGama Sunar: Filtre

İstiklal Caddesi’nde bir karmaşa, bir panik havası esiyor! İnsanlar şaşkınca birbirlerine bakıp az önce başlarına gelen şeyi deneyip duruyorlar ve biip! sesleri bir koroya dönüşerek her yanı ele geçiriyor.
Küfür edemiyorlar artık! Yasaklanmış sözleri de söyleyemiyorlar!
Denemeye kalktıkları anda ise sadece bir biip sesi çıkıyor ağızlarından.

FossurGama Sunar: Guguklu Saat

Ahmet beylerin evinde, o büyükçe salonda hoş bir sohbet dönüyor. Vaktin nasıl geçtiği anlaşılmamış. Gülünüyor, viski kadehleri kaldırılıp müstehzi bakışlar yollanıyor birbirlerine. Az sonra, guguklu saatin sarkacı gerilince tüm yüzler oraya dönüyor. Saat oniki olmuş demek. Birden açılıyor küçük pencere ve bir kartal, başını oradan sığdırmaya çalışırken delice çığlıklar savuruyor.
Bir kartal!
Kadehler elden düşüyor. Bazıları ağlayarak kaçıyor, çocuklar anne babalarının ayakları altında ezilme tehlikesi geçiriyor ve Ahmet bey tüfeğini almak üzere doğruca içeriye koşturuyor…

6 Aralık 2008 Cumartesi

Hayali Sohbetler Bürosu

Yolda yürüyoruz…
Kalabalık azgın bir dereyse biz de paçalarımızı sıyırmış şıpıdak şıpıdak yürüyen devleriz...
“İnsanlara ne yapmalarını söyleyen 900’lü bir hat açılsa nasıl olur,” diye soruyor birden Dr Sayko..
“Kim söyleyecek bunu? Hattı direkt olarak Tanrı’ya mı bağlayacağız?” diye cevaplıyorum çevreye bakınırken.
“Yoo, biz söyleyeceğiz işte. Ne dersek onu yapacaklar.”
“Noolacak sonra?”
“Yaşam bizim belirlediğimiz bir düzende akacak abicim? Ne noolacak!”
Sinire kapılmayı reddeden durgun suratına bakarak bir süre düşünüyorum. “En iyisi bunu yapabilecek bir bilgisayar geliştirmek önce,” diyorum sonra. “Hepsiyle uğraşmak zor olur.”
“O bilgisayarı denetleyecek de bir bilgisayar yapmak gerekir o zaman.”
“Hayır, onu biz denetleriz. Ama önce kursa gitmemiz lazım.”
“Bilgisayar denetleme kursu diye bir şey duymadım ben.”
“Onu da biz açıcaz.”
“Başında kim duracak.”
“Bir bilgisayar daha geliştirmek lazım!”
Telefonum çalıyor. Açıyorum. Tok bir ses selamsız sabahsız hemen olaya girişiyor: “Sol tarafınızdaki sarı binada bir fotoğraf sergisi var.”
“Pardon, kimle görüşüyorum?”
“Bir dost.”
Kapanıyor telefon pat diye.
“Nooldu abicim,” diyor Sayko merakla göz kırparak.
“Şurada kokteyl varmış.”
“Oraya girmeyin,” diyor bir başka ses, gergin bir çınlamayla. Hemen dibimizde…
Dönüp bakınıyor ama telaşla yürüyen insanların arasında olayla ilgisi olabilecek birisini göremiyorum. Başımı Sayko’ya doğru çevirdiğimde ise onun, güzelce bir kadını durdurup “Pardon, siz mi seslendiniz?” diye sorduğuna şahit oluyorum.
“Oğlum,” diyorum kadın kafasını sallayarak uzaklaşırken. “Ses erkek sesiydi.”
“Öyle mi?” diyor şaşkın gibi görünen bir suratla. “Bana kadın sesi gibi geldi.”
Sonra kendimizi hızlı hızlı yürürken buluyoruz. Kokteyle duyduğumuz açlık, mantığı hafif kaydırarak zaman atlamasına yol açmış olmalı... Tam apartmandan içeri girecekken bir daha duyuyorum aynı şeyi: “Oraya girmeyin!” Öyle güçlü ve net ki. Hemen dönüyorum ve mal mal beni inceleyen Sayko’ya bakıyorum. Bir Allahın kulu bile yok dar sokakta, bizden başka.
“Oğlum, şaka yapma lan!”
“Ne şakası be abicim. Hem ağzımı burnuma getiriyorsun hem de üste çıkıyosun yağ gibi.”
İkimiz de kafalarımızı sallayıp, birbirimizin samimiyetine bir an bile güvenmeden asansöre doğru yollanıyoruz. İçeri girip kapıyı çekiyor, daracık yere zar zor sığışarak paneldeki numaralara bakıyoruz. Yedi numaralı düğme zemin katın altında duruyor. Allah Allah!
Gözlerimiz buluşuyor hemen.
“İlginç di mi?”
“Bir laz dizaynı bence.”
“Yer mi yetmedi acaba?”
“İşte ben de onu diyorum. Hesaplama hatası olmalı.”
“Bak şimdi aklıma ne geldi. Asansörlere bir şaka butonu koysalar nasıl olur. Basıyorsun, tepeden su püskürten düzenek çalışıyor. Her seferinde ayrı düğmeye de geçebilir rasgele…”
Yeri yanlış butona bakmaya devam ediyor o. “Yedi numarada oturan herif fazla alçakgönüllüdür belki. Deniz gördüğü için nazar değeceğinden de korkuyor olabilir.”
“Tümüyle nazarlıktan giysi niye yapmıyorlar sence?”
“Bilmem. Doğumda ameliyatla alnın tam ortasına bir nazarlık taşı yerleştirilse yine çözülecek sorun. Ama çözmek isteyen yok.”
“Nazar enerjisini iyi enerjiye çevirebilecek bir düzenek yapılabilir mi acaba? Buhar gibi yakıcı bir şey nasıl lokomotifi yürütmek için kullanılıyorsa…”
Tak tak tak!
Bulduğum fikri tartmayı hemen bırakıyorum. Asansörün kapısının çalınması hiç de hayırlı bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Tüylerim ayaklanıveriyor. Neden korktuğumu bilmesem de o kutu gibi yerde üstüme binen kaçma dürtüsünün salaklığıyla iyice afallıyorum. Ve bu cümle de beni ele geçiren hislerin yansıması oluyor. “Açsana oğlum, ne bekliyorsun!”
Şüpheyle kapıya bakıyor Sayko. “Niye açayım be, kimse girsin.” Onun da tırstığı açıkça belli oluyor o an. “Giir!” diyor sonra.
Ne bir ses geliyor karşılık olarak, ne de kapı açılıyor.
“Bas ta çıkalım ya,” diyorum. “Binseydi. Gerizekalı!”
7 numaraya basıyor Dr Sayko ikiletmeden.
“Oğlum,” diyorum hemen. “Fotoğraf derneği üçüncü kattaydı.”
“Şu yedi numaraya bir bakalım, ineriz sonra abicim, merak ettim.”
“İyi,” diyip telefonuma o an gelen mesaja bir göz atıyorum. “Afferin size. Bir dost.”
“Bu dostu da sikicem haa,” diyorum.
“Kim o be!”
“Bir dost işte… Allahtan karımla ilgili bir şeyler yumurtlamıyor…”
Söylediklerimi düşünür gibi yaparken bambaşka bir şey soruyor Dr Sayko birden. “Abicim, bir şeyi merak ediyorum. Tiyatro ödülleri dağıtılırken sence suflörlere ne diye en iyi suflör ödülü verilmiyor? Başroldeki adamın başarısında hiç mi katkısı yok iyi bir suflörün?”
Kabinin içinde bakışlarımı gezdirirken tabana yoğunlaşıyor dikkatim. “Asansörler düşeceği zaman niye hava yastığı açılmıyor ki?” diyorum dalgın bir sesle. “Halat koptu diyelim. Yastık resimli düğmeye bastın mı duvarlara doğru genişleyip düşüşü de yavaşlatır.”
“Süperman düşen bir asansörü dıştan tutup kaldırıyor, tamam da, içindeyken o düşüşe karşı hareket edebilir mi acaba? Ne dersin?…”
“Gözlerinden çıkaracağı ısı ışınlarıyla tabanı keser ve dışarı çıkar, bundan kolay ne var!”
“Aslında düşse de bir şey olmaz ki herife, götüne kriptonit giresi!”
“Cep telefonuna ihtiyacı olmaması da gıcık bir olay, istediği yere şak diye gidip istediği kişiyle görüşebilir. Kanser riski de kalmıyor böylece.”
“Haa, bak, geçen gün aklıma ne geldi,” derken hatırladığı şeyin heyecanıyla ellerini birbirine çarpıyor Dr. “Sahibini tanıyan telefon!” Alkış bekleyerek bana bakarken, suratımı en ifadesiz haline bulayarak bekliyorum.
“Bir başkası alınca kişnediğini düşünsene ağbicim. Süper olmaz mı?”
“Saman da verecek misin evde?” diyorum huysuz bir tavırla. Kutu gibi yerde bir türlü üst kata varamamanın sıkıntısından olsa gerek. “Niye gelmedik hâlâ yaa? Yavaş da çıkmıyor…”
Tak tak tak!
Kapı çalınıyor. Hem de asansör giderken…
“Bu hiç de hoş bir olay değil,” diyorum hem yutkunup hem Sayko’ya bakarak. Ama yokoluyor o önümden. Yani siliniyor yavaş yavaş ve o durumda bile konuşmaya devam edebiliyor: “Hayattan bir şeyleri silebilen bir silgi bulmuş İsveçli bir bilimadamı. Duymuş muydun? Hımm. Sonra noolmuş peki biliyor musun? Küçük oğlu, gece uyurken silmiş onu ve karısını. Ardından da yemiş silgiyi...”
“Hiç bu kadar saçma bir şey duymamıştım,” diyorum gözlerimi kırpıştırarak. Ardından da ovalıyorum ama Sayko’nun silinmesini engelleyemiyor bu çabalarım.
“Oğlum, yok oluyorsun.”
Tak tak tak!
Kapıya bakıyorum şaşkın.
Ver birden bir sarsıntı oluyor.
Gözüm şakkadanak açılınca neler olduğunu kavramakta zorlanıyorum! Öyle bir pozisyonda büzüşmüşüm ki boynum neredeyse kırılacak.
Beni sarsmayı bırakıyor Dr Sayko ve şöyle diyor garip bakışlarla. “Uyuyakalmışız abicim asansörde.”
Kurşun asker gibi dikiliveriyorum ayağa. “Nasıl olur oğlum?” Yine kapıdan tarafa bakıyorum. “Çıkıyor asansör hâlâ… Ne kadar uyuyabiliriz ki?”
“Bilmem.”
Asansör, birisinin bu soruyu sormasını beklermiş gibi duruveriyor. Dışarının ışıklı, kahkahalı, bardak çınlamalı atmosferinin neşe dolu gürültüsü içeri doluyor birisi ansızın sesi açmış gibi.
“Yedi numara da kokteyle çıkıyormuş demek. Aman ne espri!”
Dr. Sayko şüpheli bir bakışla soruyor…
“Açayım mı?”
İkimizin de sinirleri biraz gerilmiş durumda olduğundan sesim biraz yüksek çıkıyor: “Açmıycaksan niye çıkardın oğlum bizi buraya?”
İttiriyor o ve seslerin bir televizyondan değil de kanlı canlı gerçeklikten yükseldiği ortaya çıkıyor. Köftelerle, kıtır tavuk parçalarıyla, kırmızılı beyazlı ışıl ışıl parıldayan şarap bardaklarıyla kalabalığın arasında koşuşturan garsonları görünce hop diye asansörün dışına konuveriyoruz.
“Sergi açılışlarında niye otomatik çalışacak bir raylı sistem kurmuyorlar da bu kadar garsonu çalıştırıyorlar, anlamıyorum,” diyor Sayko.
“Ben sergi açsam, sulu yemekler veririm,” diyorum. “Patlıcan musakkayla ayran mesela.”
“Niye yapacaksın ki bunu?”
“Hiiç, gıcıklık olsun diye.”
Ağzı tüm dişlerini dışarı dökercesine açılmış bir kadın pür neşe yaklaşıp kendini tanıtıyor ve sergi salonunun yöneticisi olduğunu söyledikten sonra, içkilerin yerini gösterip galiba sıçarken de koruduğu o muhteşem pozitif enerjisiyle uzaklaşıp gidiyor.
“Burası soğuk mu, yoksa bana mı öyle geliyor,” diyor Dr Sayko.
O söyleyince soğuğu ben de algılıyorum ama cıbıldak cıbıldak gezen insanlara bir göz atınca ısınıveriyorum yine.
“Şarabı içtimidiydik hiçbi şeyimiz kalmaz. Yürü.”
İnsanlar sanki yürüyeceğimiz anlamış gibi hafif çekiliyorlar önümüzden.
“Bana mı öyle geliyor yoksa…” Bakıyor Dr, bir kaşı havada. Benim de kaşım kalkıyor. Düşündüğüm şeyi mi söyleyecek diye bekliyorum. “Şu herifin dolaştırdığı kalamar mı?” diyor büyük bir coşkuyla ve garsonun yolunu kesip bir kürdana beş tane sığdırarak geri dönüyor. “İster misin?”
“Iıh,” derken dönüp geldiğimiz noktaya bakıyorum ve asansörü göremeyince tüylerim şak diye ayağa dikiliyor. Kokteyldeki insanları tarıyorum ardından bir çabuk. Aykırı bir şey farkedemeyince, asansör aşağı indiğinde panel de içeriye göçüyor demek diye düşünerek bu garip tasarıma bir alkış patlatıyorum içimden.
“Yürüsene abicim,” diyor Sayko.
Yönetici kadın gülümsüyor.
Bir adam, “Kırmızı şaraptan alın, çok güzel,” diyor.
Önümüzden hafifçe çekilen insanların arasından ilerliyoruz.
Tak tak tak!
Kulak kabartıyorum, hemen yanıbaşımda çınlayan sese. Sanki hala asansörün içindeyiz. Öylesine net geliyor.
“Duydun mu?” diyorum Dr Sayko’ya.
“Neyi?” diyor o. Gözleri ileriye fikslenmiş, beni de çekiştiriyor.
Şarap bardakları ve şişelerle donatılmış beyaz örtülü masanın arkasında pişmiş kelle gibi sırıtan görevliler, davetkar bir şekilde bardakları doldurmaya girişiyorlar.
Dönüp bize bakıyor bir tip. Hulk bu. Elindeki kadehi kaldırırken “Ooo abicim, gelin yahu,” diyor. “Nerede kaldınız?”
Tak tak tak!
Dururken Sayko’yu da kolundan tutup yerine mıhlıyorum. Şüpheyle çevreme bakınıyorum sonra.
“Nooldu abicim?” diye soruyor o.
Hızla tarıyorum her tarafı. Nezaket dolu gülüşlerle donanmış pasparlak yüzler bize dönüyor ağırdan.
“Gel,” diyorum Dr Sayko’ya. “Şuraya doğru gidelim.”
“Yaa, şarabımızı alalım, sonra gidelim nereye gideceksek.”
“Boşver şarabı falan da beni dinle,” derken onu çekmeye devam ediyorum.
“Hoop, ağbicim, gelsenize ya,” diye bağırıyor Hulk arkamızdan.
Önümüzdeki insanlar kalabalıklaşıyor ve her an biraz daha zorlaşıyor aralarından geçmek.
“Hulk’un elinde sadece bir kadeh vardı,” diyorum neredeyse fısıldayarak.
“Eee?”
“O asla tek kadeh almaz, en az üç kadehle döner masaya.”
“Bu doğru da, biz niye geri dönüyoruz,” diye soruyor Sayko haklı olarak.
Tak tak tak!
“Ana! Kapı çaldı,” diyor Sayko.
“Yaa, sen de duymaya başladın,” diyorum. “Koş.”
İnsanları alenen ittirerek asansörün olması gerektiği yere doğru hareketleniyorum. Bundan sonrası, aslında pek de anlatmaktan hoşlanacağım bir şekilde gelişmiyor. Korkuyorum haliyle ve içine düştüğüm o iğrenç panik duygusu birazcık denetimi yitirmeme yol açıyor. Keçi sakallı bir tipe diz atıyor, sıska bir kadının çenesine okkalı bir yumruk oturtuyorum. “Çekilin laan!” diye bağırıyorum tükürekler saçarak.
“Abicim sakin ol,” diye bağırıyor Dr. “Tamam, kokteyl kötü ama bu kadar da agresif olmana gerek yok.”
Tabi ki onu dinlemiyorum. Masadan kaptığım bir bardağı, “Arkadaşım, konuşabiliriz,” diyerek üstüme gelen uzunca bir adamın boynuna saplıyorum. Arkama baktığımda kanların tümüyle Sayko’nun suratına fışkırdığını görüyor ama ne bu detayla ne de arkadaşımın, “Aaıh, naapıyosun yaa!” diye ciyaklarken önündeki otuz yılı hapiste geçirecekmiş havasına bürünen hüzünlü suratıyla ilgilenmiyorum. Kapının olması gerektiği yere ulaştığımın farkında olarak elimi ileri uzatıyorum ve birden sanki sihirli bir söz söylenmiş gibi önümüzde beliriyor asansör.
Açıyorum!
Bir cin! Ufak tefek, ateş saçlı, basık burunlu bir şey. Daha çok bizim Sarıyer’deki börekçinin cüce hali gibi, orasından burasından alevler yükselmese.
“Sonunda be bilader!” dedikten sonra, o incecik, rahatsız edici sesiyle, arkamızda bir yerlere, “Siktirin gidin lan, rahat bırakın çocukları,” diye bağırarak dışarı çıkıyor ve işte tam da o anda algılıyorum her tarafın buz kestiğini. Işıklar ve insanların yaygarası ansızın sönüp yokoluyor. Sadece rüzgar ve soğuk kalıyor. Dr Sayko’yla birlikte dönerken bomboş bir terasta olduğumuzu görüyoruz. Ve hemen cine bakıyoruz yine, mal gibi açılmış ağızlarımızla.
Aklımdan hep merak ettiğim bir şeyi, cinlerin birbirleriyle birleşerek voltran gibi büyük bir şey oluşturup oluşturamadıklarını sormak geçiyor ama susmayı yeğliyorum.
“Gariptir, onu görünce bir korku hissetmedim ben,” diyor Sayko. “Genetik olarak kodlanmış olabilir mi acaba bu sahne beynimizde?”
“Hala rüyada olmamız da muhtemel,” diyorum ben.
Dönüp birbirimize aynı anda sıkı bir tokat atıyoruz. Bir şey değişmiyor.
“Bu sahnenin kodlanmadığı belli, bayağı bir acıdı be,” diyorum, suratım buruşmuş.
Yanımızdan kafasını sinirli sinirli sallayarak geçip, o paytak yürüyüşüyle terasın öbür tarafına doğru ilerliyor Cin. Ve konuşmaya da başlıyor üç dört metre sonra: “Çok büyük bir tehlike yaşadınız. Beni dinlemediğinize inanamıyorum. Bakın!” İleride bir yeri işaret ediyor küçücük, toprak rengi parmağıyla. “Şarap sunum masasının bulunduğu yer şu boşluktaydı. Sizi oraya sürmeye çalışıyorlardı. Yedinci kattan aşağıya düşüp paramparça olacaktınız.”
“Oraya gitmezdik ki,” diyor Dr Sayko. “Hulk bize verecekti elindeki bardakları.”
Sinir içinde dönüyor cin. “Anlamıyor musun?” diye tiz bir şekilde bağırıyor. “Hulk falan yok. Hepsi, toplumun bilinçaltının oluşturduğu hayali bir sahneydi.”
“Hologram sinema ha, ilginç bir fikir!” diyor Dr Sayko.
“Daha çok serap gibi bir şey,” diyor Cin.
“Toplumun bilinçaltının siktirik sergi sahnesinde bizim ne işimiz var peki?” diye soruyorum, hiçbir şey anlamamış olarak.
Oraya, kenarıya oturup ayaklarını sarkıtıyor Cin. Biz de yanına doğru ilerliyoruz.
“İnsanlar sizi istemiyor arkadaşlar,” diyor garip bir kikirdemeyle. “Bilinçli bir seçim değil bu. Alt benlikte oluşan yoğun yıkıcı enerjinin sonucu. Size karşı duyulan gizli nefret bu türden serap tuzakları hazırlayabilir, bu doğal. Sonuçta, yabancısınız. Bir ayrıksı otu gibi sökülüp çöpe atılmanız gerekiyor.”
“Adam gibi isteselerdi atlardık belki,” diyor Sayko. “Böyle puştluklardan hiç hazetmiyorum ama.”
Oturuyoruz cinin iki yanına. Aşağıda karıncalar kadar küçücük insanlarla dolu, içiçe girip yıvış yıvış bir organizma oluşturmuş kalabalıkta birisinin bize el işareti yaptığını görüyorum.
“Gördünüz mü?” diyor Cin hiç beklemeden. “Şu herif işte. Bilinçsizce bir anda yukarıya doğru el işareti yapmak geldi içinden.”
“Al o zaman amına koyayım,” diyerek el işaretini geriye iade ediyor Dr Sayko.
Dengeleri bozulan insanlar, neden olduğunu anlamadan, aşağıda tekme tokat birbirlerine girişiyorlar.
“Peki ya sen?” diye soruyorum. “Sen bize niye yardım ettin ki?”
“Bir dost aradı,” diyor Cin, ellerini şaap diye kemikleşmiş dizlerine vurarak. “Tehlikede olduğunuzu söyledi.”
Bir süre konuşmuyoruz. Sonra Dr Sayko “Kediler bu yükseklikten düşünce ölmüyor ya, bunu aslanlarla da denediler mi acaba?” diye soruyor.
“Peki ya cinler,” diyorum ben de. “Buradan düşsen mesela…”
“İtersen götünü sikerim bak,” diyor Cin.
“Yok canım,” diyorum. “Sadece soruyordum.”
“Feci şekilde şarap istiyor canım,” diyor Sayko.
“Size hemen şimdi şarap bulurum ama, üç kere anırırsanız,” diyor Cin.
Anırıyoruz.
Uzunca bir süre neşeyle alkışladıktan sonra “Alın size şarap,” diyor iğrenç bir şekilde, sanki tıslarcasına gülerek.
Gözlerimiz parmağının gösterdiği yeri buluyor ve hayretler içinde yine ona dönüyoruz.
“Beğenemediniz mi?” diyor bir bana bir Dr Sayko’ya bakarak. Delirmiş iki top gibi takır takır oynuyor gözleri yuvalarında.
Aşağıda, İstiklal caddesinin tam ortasında açılan şarap gölü, sokak lambalarının güçlü ışıkları altında kıpır kıpır oynaşıyor.
“Kaliteli, merak etmeyin, Porto, ruby.”
“Uzun da bir pipet ver bari,” diyor Dr Sayko.
“Atlamanız lazım,” diyor Cin. “Başka türlü olmaz.”
“Sana güvenmiyorum,” diye bağırıyorum hemen. “‘Bir dost’ martavallarına da inanmıyorum. Her şeyi ayarlayan sendin. Bu da başka bir tuzak!”
Yamuk bir gülüşle dikiliyor yerinde. Saçlarının alevleri bir metre kadar yukarıya yükseliyor. “Seçim sizin. Israr yok.”
“Ben inanıyorum arkadaş,” diyerek bir anda kendini aşağı atıyor Sayko.
Boşalıveriyor karnım. Korku içinde geri çekiliyorum. Gözlerim çoktan kapanmış bile.
Beynimden Dr Sayko’yla geçirdiğimiz güzel anlar geçmeye başlayacak gibi olsa da daha ilk görüntüde kulağıma şloop, diye yoğun bir su sesi ulaşınca, duyduklarıma inanamayarak uzanıp aşağıya bakıyorum.
Şarabın içinden bir anda belirip rahat kulaçlarla şap şup yüzmeye başlıyor Dr Sayko.
“Hâlâ bu işte bir iş olduğuna ina…”
Küçücük eller sırtımdan büyük bir güçle ittiriyor ve havada uçarken buluyorum kendimi.
“Aaaıh ananı..!”
“Sana tavsiyem şu,” diye bağırıyor arkamdan Cin. “Bu dünyada sadece kime güvenip kime güvenmeyeceğini bil, hayatın boyunca mutlu yaşarsın.”
“Sana güvenmiyoruuum!” diye var gücümle haykırırken şarabın içine gömülüyorum bir kurşun gibi ama yumuşacık. Her yanımı sarıyor kekremsi dokunuşlar bir anda. Dibe vardığımı hissediyorum. Kafam karmakarışık. İstesem orada, yüzlerce yıl kalabilecekmişim gibi geliyor. Ama özlüyorum dışarıyı. Ve ayaklarımı çırpıp yüzeye ulaşıyorum bir çabuk. Dr Sayko’yla, bizi görmeyen nefret dolu insanların arasında birbirimize şarap sıçratarak mutluluk dolu kahkahalar patlatıyoruz.
Ve şaaap, diye düşüyor Cin tam aramıza…

5 Aralık 2008 Cuma

Evliya Çelebi'nin Tebriz'de Beğenmedikleri

Nizâm ve intizâmları (düzenleri) bunun üzerine câridir kim (yürür ki) bir mücrim (suçlu) adamı katl veya salb etmezler (öldürmez ya da asmazlar) Daruga (yerel yargıç) ve muhtesip mücrimleri meydân-i siyasete getirip Allâhümme âfenâ (Tanrı korusun) cellâd-i bî âmânla (acımasız cellâdla) ol mücrimlere âmân vermeyip üstâd-i kâmil cellâdların 360 aded işkence şebgencesin üç gün üç gecede icrâ eder.
Evvelâ üç yüz tâziyâne (kamçı) kırbaç ve şübend ve kirfîl vurur. Ba'dehû (bundan sonra) dizlerine nakara zahmesi (kayışı) keserâtı vurur. Andan (ondan sonra) tırnaklarına kamış yürütür. Andan cümle vücudun dağlağılar ile dağlar ve yağlı bürümceği ipiyle yutturup, ipiyle bürümceği çektikte bağırsakları ve mi'desin (midesini) taşra (dışarı) çıkarırken elbette ol adam cürmün (suçunu) ikrâr eder (söyler) Ve yağlı sünger yutturur ve sakaklarına (gıdısına) gazâl (akgeyik) aşığı bağlar ve şakağına ve alnına at mıhları ve at nalları mıhlar ve dirseklerinden tüfekçi burgusuyla dizlerinden delip burgu tabanı altından çıkar. Ba'dehû tava içre kurşunu kızdırıp, burgu deliğinden döküp iliğiyle bile (birlikte) kurşunu akar ve iki ellerinin ve iki ayağı başparmaklarının dördün bir yere bend edip (bağlayıp) kemend ile dâra ber-dâr edip (darağacına asıp), altından kibrit ve eşek sidiği buhûr verir. Fakîr âdemin (zavallı adamın) feryâdı evce çıkar (göğe yükselir) Ve arkasından küreklerin ve kaburga ve dalısın (kürekkemiğini) ve enegilerin (çenekemiklerini) çıkarıp, andan (ondan sonra) çarmıha gerip, arkasından sırımlar (dilim dilim derileri) çıkarıp, omuzlarına rih-i şem'ler (erimiş mumlar) çirâğân eder. Ve hayâlarını kemend ile boğar ve burnuna kara çalı dikeni sokar ve başına kızgın tas ve gözüne mil çeker ve nicesinin zekerin (erkeklik örgenini) dübüründen (kıçından) çıkarır. Ve nicesinin dübürün göbeğinden çıkarıp sûrresinden (göbeğinden) efşân eder. (saçar) Allâhûmme âfenâ (Tanrı korusun) Ve âdemin ödün (ödünü) koltuğu altından çıkarır. Ve sinirlerin kesip hırsıları leng (topal) eder. Ve yalan şâhide damga vurup, burnun ve kulağun budar. Ve düzdânların (hırsızların) ellerin ve ayakların keserler. Ve âdemi (adamı) yedi gûna çengâle (çengele) vurup ve yedi tür kazığa vurup, üç gün üç gece ibret-i âlem, ıslah-i beniâdem için (herkese ibret olsun, insan oğlu ıslah olsun diye) böyle işkence ederler.....

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yüzmek ve Yaşamak

Havuzda, yüzmeyi yeni öğrenen bir adamı izledim sabah. Bir süredir ders aldığını ve azimle çalıştığını biliyordum. Arkadaşı da nasıl atacağını gösteriyordu kulaçları. Ve o da aynısını yapıyordu. Ayak çırpışı, kollarını çekişi... Ama suyun beş parmak altındaydı vücudu ve kulaçlarını içeriden çıkartmak zorunda kalıp, her an biraz daha gömülüyordu çaresiz...
Ve ben, yaşama sanatını böylesine açık ve net ortaya seren bu görüntüyü garip bir duyguyla gözlerken düşündüm.
Endişeden, kendini kasıyordu o ve her şeyi doğru yaptığı halde, betona dönüşmüş vücuduyla sadece bu yüzden, batıyordu aşağı...
Sırf korktuğu için hayatı yaşayamayan, aşılması son derece kolay bir sürü şeyde sırf bedenen ve ruhen kasıldığı için başarısız olan o kadar çok insan var ki...
Kulaçları atacaksın, ayaklarını çapraz vuracaksın, suyu yara yara gitmenin zevkini çıkaracaksın ve havuz seni zaten kaldıracak kolaylıkla...
Keşke bu kadar kolay olsaydı her şey.

24 Kasım 2008 Pazartesi

On altı saat ve sigortasız

Allah Türkiye'de her gün on altı saat ve sigortasız çalışıyor.
Her şey Allahın işi işte...

Yapay Mantıksızlık

Türkiye'yi çözmek isteyen bir bilimadamı mutlaka yapay mantıksızlık teoreminden yola çıkmalıdır. Başka türlü bir şey anlaması ve anlatması imkansız olacaktır...

23 Kasım 2008 Pazar

Reyting Meselesi - Mehmet Tezkan

Yandaş kanallara para akıtma operasyonu
Reklamverenler için hazırlanan TV izleme ölçümleri RTÜK’e aktarılmak isteniyor. Operasyonu hükümet yanlısı kanalları palazlandırmak için yapıldığı belirtiliyor.

AKP’ye yakın duran medya son haftalarda büyük bir kampanya başlattı.. Diyorlar ki, televizyonların reyting ölçümleri yanlış.. Denekler para ile satın alınıyor, reytingler kurgulanıyor..

Çare ne?

Ölçümü RTÜK yapsın!

Yani devlet bu işe el atsın..

İlk bakışta ne var bunda denilebilir.. Ama öyle masum bir talep değil bu..

Perde arkasında toplum mühendisliği projesi var.. Dinci kanalları palazlandırma, kaynak aktarma, toplumu daha da muhafazakîarlaştırma çabası var..

Niye mi? Önce AGB nedir bundan başlayalım..

AGB-Nielsen denen şirket 30 ülkede televizyon ölçümü yapıyor.. Türkiye’de de 15 yıldır ölçümleri bu şirket yapıyor..

Sistem şöyle işliyor.. 50 milyonluk kentsel nüfusu temsil eden 2 bin 500 hanede people-meter denilen cihazla ölçüm yapılıyor.. Kim, hangi programı izliyorsa kaydediliyor, bilgisayar ağıyla merkeze ulaşan veriler değerlendiriliyor..

Hangi televizyonun, hangi programların ne kadar izlendiği düzenli ve şeffaf olarak açıklanıyor. AGB bağımsız bir kuruluş.. TİAK (Televizyon İzleme ve Araştırma Komitesi) tarafından denetleniyor..

TİAK’ta kimler var? Reklamverenler, reklam ajansları, medya satın alma ajansları, televizyon kanallarının temsilcileri var..

Peki bu ölçümler kimin için yapılıyor?

Reklam verenler için.. Bu ölçümlerin televizyon izleyenlerle bir ilgisi yok.. Televizyon izleyenlere bir yararı veya zararı yok..

Amaç TV izleyicilerinin beğenisini yansıtmak...

Firmalar da hangi TV kanalına ne kadar reklam vereceklerini bu verilere göre kararlaştırıyor.. Yani önlerinde bir yol haritası oluyor..

Bu ölçümler çok çeşitli kategorilerde yapılıyor.. Çocuklar, gençler, 30 yaş üstü ev kadınları, 45 yaş üstü erkekler, çalışan kadınlar vs..

Örneğin piyasaya yeni bir ürün süren Arçelik, ürün hangi gruba hitap ediyorsa o grubun izlediği programı seçiyor.. Çamaşır makinesi reklamını çocuk programlarına vermiyor.. Veya 45 yaş üstü erkeklerin izlediği programa koydurtmuyor..

Ülker gibi, Coca Cola gibi, P&G gibi çok geniş kitlelere, her yaş grubuna hitap eden ürünlerde ise şu yöntem uygulanıyor: Mesela Ülker bir televizyon kanalıyla anlaşma yapıyor.. Diyelim 1 milyon YTL’lik bir paketi var.. TV kanalından şunu istiyor.. İki ay içinde, şu kadar milyon çocuk, şu kadar milyon genç, şu kadar milyon kadın, erkek, yaşlıya ulaş.. Ürünümü tanıt..

İşte AGB bunun için var.. Televizyon kanallarının, reklamveren şirketi hedef kitleye ulaştırıp ulaştıramadığını ölçüyor..

Yani TV kanalına karşı reklamvereni koruyor.. Ülker’i de, Koç’u da, Sabancı’yı da koruyor. Yapacakları reklamın doğru hedefe ulaşmasını sağlıyor..

Hal böyleyse RTÜK bu alana neden el atmak istiyor? RTÜK Başkanı Zahid Akman, AGB ölçümlerinden son derece rahatsız olduğunu söylüyor..

Niye ki? RTÜK Başkanı’na ne? RTÜK reklamverenlerin hakkını korumak için kanunla kurulan bir üst yapı kurumu değil ki..

Peki bu konuyu tartışmaya açan kim?

AKP’ye yakın medya..

Şikâyet eden kim?

RTÜK Başkanı..

Reklamverenlerin AGB ölçümlerinden rahatsızlığı yok. Bizi kandırıyorlar, paramız boşa gidiyor diyen bir büyük kuruluş yok.. Zaman zaman bir aksaklık çıktığında, reklamverenler uyarıyor, sistem yeniden rayına sokuluyor.

Dün Televizyon Yayıncıları Derneği, Remlamverenler Derneği ve Reklamcılar Derneği ortak açıklama yaptı.. Diyorlar ki, TV ölçümleri tamamen ticaridir. Devletin böyle bir işe soyunması politik gücün ticarete müdahale etmesi anlamına gelir..

Zaten RTÜK’ün de istediği bu..

Ticarete müdahil olmak.. Çünkü pasta büyük.. Televizyonlar Ocak-Eylül döneminde 1 milyar YTL’lik bir reklam geliri elde etti.. Aralık sonuna kadar bu rakamın 1.6 milyar YTL olması bekleniyor..

Peki bu dev pastadan kim, ne kadar pay alıyor?

Herkes reytingi kadar!

Gelin buna da göz atalım..

Ekim ayı verilerine bakalım..

TOTAL TÜMGÜN SIRALAMASI

KANAL D 14.60

SHOW 11.50

ATV 9.20

STAR 8.10

FOX 8.10

STV 5.40

KANAL 7 4.40

TRT 1 3.70

KANAL 1 3.00

FLASH 1.50

CINE 5 1.50

TOTAL PRIME-TIME SIRALAMASI

KANAL D 18.30

SHOW 14.60

ATV 10.30

STAR 7.60

FOX 7.10

STV 6.80

TRT 1 4.70

KANAL 7 3.80

KANAL 1 2.90

FLASH 1.50

CINE 5 0.90

İşte RTÜK hem bu yapının değişmesini hedefliyor, hem de izlenen programların içeriğiyle oynanmasını hedefliyor..

Yani RTÜK kendi eliyle veya lisans vereceği kuruluş aracılığıyla people-meter denen aletleri kendi dünya görüşlerine yakın ailelerin evine koyacak veya koyduracak.. Sonra diyecekler ki gördünüz mü en çok Kanal 7, Samanyolu TV izleniyormuş.. Bizi bugüne kadar aldatmışlar..

Peki bu ölçümleri kim denetleyecek? Yine RTÜK.. Kendi çalıp kendi oynamak istiyor..

Reyting kaygısı, tartışması falan bahane RTÜK toplumu dizayn etmeye soyunuyor.. TV’lerin muhafazakârlığı göklere çıkaran dizilerle doldurulmasını düşlüyorlar..

Düşlemiyorlar, bunun hazırlığını yapıyorlar..

En büyük destekçileri de TRT.. Niye mi?

TRT yıllardan beri izlenmiyor da ondan.. Başında yayıncılıkla ilgisi olmayan bir genel müdür var.. Reyting yanlış diye bas bas bağırıyor..

Akman’ın hedefi, 1.6 milyar YTL’lik pastadan kendi dünya görüşüne yakın kanallara daha fazla pay aktarmanın yanısıra programları belirleyici bir pozisyon elde etmek..

Reyting ölçümünden TV kanalları da yararlanıyor.. Hangi program izleniyor, hangi dizi bağenilmiyor sorusuna verilecek yanıt AGB’nin ölçümünden geçiyor.. TV’ler bir dizinin tutup tutmadığını bu verilere bakarak anlıyor.. Reytingi düşük olan yayından kaldırılıyor..

İşte Zahid Akman aslında buna müdahale etmek istiyor.. Yıllardır tek derdi bu..

AGB kötü, RTÜK bu işe el atsın kampanyasını Zaman Gazetesi başlattı.. Star sürdürdü.. Sabah ve atv Grubu da balıklama daldı.. Onların şikâyeti ne anlamadım.. Daha geçen gün ”Adanalı“ adlı dizileri birinci oldu diye övünüyorlardı.. AGB ölçümleri yanlışsa ”Avrupa Yakası“, ” Elveda Rumeli“ nasıl birinci çıkıyor? Bu dizilerden çok ciddi reklam geliri elde ediyorlar..

Peki o zaman atv neden Samanyolu’nun, Kanal 7’nin peşine takılıyor...

Çünkü karar ticari değil politik..

Toplumu dizayn etme, yönlendirme, yönetme harekâtı..

Bunu da RTÜK marifetiyle yapmak istiyorlar.. atv Haber Genel Yayın Yönetmeni Fuat Uğur da AGB’den şikâyetçiymiş..

Niye şikâyet ediyor diye baktım.. Perşembe günü 2.5 reyting ile 27. sırada.. Samanyolu haber ile Kanal 7 haberin bile altında..

Her gün hükümet şakşakçılığı izlenmiyor!

Avrupa Yakası birinci olurken, atv Haber 27’inci oluyorsa demek ki performansa göre bir değerlendirme var. Yani yönlendirme, kayırma, kollama yok.

Sonuç oyun büyük.. Bütün kanallar Kanal 7 gibi olsun, yayınlar daha muhafazakar çizgiye otursun isteniyor.. RTÜK Başkanı da bu işe memur edilmiş.. AGB, reyting, halk tartışıyor falan derken bu işi tekellerine alacaklar..

Sonrasını bilemem!

Ama şunu biliyorum.. Devlet o ülkedeki bütün televizyonları devlet kanalı haline getirmeye kalkarsa, tek tip yayıncılık anlayışını oturtmaya çalışırsa, TV kanallarını da hizaya sokmaya kalkarsa..

O ülkede demokrasi kalmaz.. Rejimin adı başka olur! Zahid Akman’ın yapmak istediği de budur!

Bir ay sonra bütün kanallara hizaya girin diyecek! Tabii reklamverenler direnmezse! Tutundukları dalı kesmezlerse!

Bir de tabii Akman koltuğunda kalabilirse!

Vatan Gazetesi - Mehmet Tezkan

(Mehmet Utku Tokat arkadaşımın katkılarıyla)

20 Kasım 2008 Perşembe

Hayali Sohbetler Bürosu

Dr. Sayko’yla Aslanım’da güllü bira içiyoruz. Önümüze konmuş tabaktaki her patatesin üstüne bir dilek kurdelesi tutturulmuş. Yan tarafta üç cüce, kurdukları basketbol dergisinin içeriği üzerine konuşuyor. Arkamızdaki masa yedi uyurlar tarafından kapatılmış, uyuyorlar mışıl mışıl...
“Bu yolun dümdüz olması saçma,” diyor Dr Sayko. “Engebeler, komik tuzaklar falan konulsa, güleriz burda ne güzel.”
Bir şey demiyorum. Aklıma gelen başka bir şeyi evirip çeviriyorum o sırada. Yanımızdan, binlerce insan mal mal bakarak geçip duruyor.
“Artık diğer boyutu keşfetmenin zamanı geldi bilader,” diyorum. “Dünya gereğinden fazla kalabalık oldu. En azından İstanbul. İstediğimiz zaman şak diye geçer, orada içeriz biramızı sessiz sessiz.”
“Diğer boyutta bizim aynı kalacağımızı nerden çıkarıyorsun? Belki başka bir şeye dönüşücez.”
“Boyut değişiminde insanın da değişeceğine dair bir veri yok elimizde.”
Bir süre bir şey söylemeyip sonra ağır ağır şöyle diyor: “Bu beni pek rahatlatmadı.”
Biramızdan senkronize olarak birer yudum alıp keskin keskin birbirimize bakıyoruz.
“Diğer boyutta belki kaybettiklerimiz de olur,” diyorum. “Beraber takılırız istediğimiz zaman.”
“Bence sen diğer tarafla diğer boyutu karıştırıyorsun.”
“İkisinin aynı şey olmadığını nereden biliyorsun?”
“Ben bu tür detaylarla ilgili değilim işin esası. O tarafa biraları da geçirebilecek miyiz onla ilgiliyim.”
“Bundan emin değilim.”
“Sandalyeler de var ayrıca... Bi de manzara nasıl olacak, o da önemli...”
“Google’dan bi araştırırız bu akşam...”
Garson o sırada yanımızda bitip, bir kağıt uzatıyor Dr Sayko’ya. Bakıyor Dr, başını şüpheyle kaldırıp, gözlerini iyice bir kısarak.
“Bu ne?”
“İçeriden birisi sana bir not gönderdi,” diyor garson.
“Bana not mu gönderdi?”
“Evet.”
Eline alıp burnuna doğru yaklaştırarak görmeye çalışıyor Dr Sayko. “Bu anlaşılır bir şey değil,” diyor sonra.
“Çok fazla yaklaştırdın, biraz uzakta tut,” diyorum.
Kağıdı vücudundan dışa doğru açarak bir daha okumaya çalışıyor. “Ayağa kalkıp İstiklal marşını okursan çok seviniriz. Bir dostlar.”
Bana bakıp sinirli bir şekilde yine garsona dönüyor Sayko. “Bir kere burada imla hatası var. Bir dostlar yazılmaz. Hem kimmiş bunlar?”
“Bunu söyleyemem, kusura bakma,” diyor garson ciddi ciddi. Şaka yapıp yapmadığından hala emin olamıyorum. Dikkatle yüzüne bakıyorum. Allah Allah!
“O zaman onlara siktirip gitmelerini, evlerinde de benim için Irak marşı okumalarını söyle,” diyor Sayko, içeriye tehditkar bir bakış sallayarak. “İşe bak be!”
Bozuluyor birden garsonun suratı. Boynunu sinirli bir şekilde büküp nefes aldıktan sonra “İstiklal marşını küçümsüyor musun arkadaşım?” diyor. “Demek istediğin o mu?”
Noolduğunu şaşıran Dr. “Ne alakası var yaa!” diyor avuçlarını öne uzatarak. “Ben sadece bir piçin bana şaka yapmasına ifrit oldum. Kim bu yavşaklar? Söylesene sen bi...”
“Ben getirdim bu yazıyı,” diyor garson, ikimizi de şaşırtarak. “Ben yazdım yani. Ne olur bi kez okusan, bi tarafın mı eskir?”
Ağzı aşağı sarkmış, garsona uzunca bir süre bakıyor Dr Sayko. Gerilim doruğa çıkıyor. Bir şeyleri anlamaya çalışırken kıpkırmızı olduğu açıkça görülüyor. Söyleyebileceği şeyleri tahmin etmeye çalışıyorum kafamdan. O anda birden parmağını uzatıyor ve“Sen burada garson değilsin,” diyor. “Evet yaa, ilk defa görüyorum seni burada.”
Tutturamadığımı sorun etmiyor ve ben de kafamı sallıyorum. “Doğru söylüyorsun doktor, ben de ilk defa görüyorum. Az önce söyleyecektim...”
Ayağa kalkıp içeriye dönmüş, Ali’ye bakınıyor Sayko artık. Oldukça telaşlı görünüyor ve anlaşılan bu meseleye derhal bir açıklama getirmelerini istemek üzere bir başka yetkili aranıyor.
Ve kaçıp gidiyor birden garson. Öyle bir topukluyor ki, yerimizden bile kımıldayamıyoruz. Bağırıyor sadece: “Görürsünüz siz!”
“Şu işe bak,” diyor Dr Sayko tekrar yerine oturduktan sonra. “Naapmaya çalıştı bu herif lan şimdi?”
“Garip,” diyorum.
“Neyse,” diyor o.
Bira bardakları ağzımıza gidiyor. Tekrar aşağı indiklerinde soruyorum: “Taksim’in üstüne cam bir fanus yapılsa, orada mı oturursun burada mı bilader?”
“Orada mini etekli kızların oturmasını tercih ederim,” diyor o hemen.
“Cama görüntü de yansıtılabilir aynı zamanda,” diyorum ben. “Üstte oturanlar aşağıyı ve ufuktaki muhteşem manzarayı görebilecek. Aşağıdakiler ise üstte ne oynuyorsa onu. Seçenekleri düşünsene. Maç seyredebiliriz mesela... Gecen onikiden sonra tüm erkekler erotik fi... ”
“Reklamcı fikri bu abicim,” diyor Sayko. “Orası silme reklam dolar, başka da bi bok olmaz, gökyüzümüz de kalmaz bu arada.”
Gülüyorum yamuk yamuk ve “Başbakan’ın yurda seslenişinin gökekrandan oynatıldığını düşündüm de bir ürperme geldi,” diyorum.
“Gördün mü,” diyor Dr Sayko. “Deniz otobüslerindeki gibi Kanal 7’yi koyarlar, bütün gün o açık kalır.”
Kafamda bu konuyla ilgili bir sürü olasılığı evirip çevirirken o bu sefer başka bir açıdan giriyor lafa: “Yakında rüyalara da reklam koymayı başacaklar mı acaba?”
“Keşke öyle olsa, rüyanda siker atarsın onları bilader, bundan kolay ne var? Kola içip eğlenen adamları sopayla kovaladığını düşün... Cem Yılmaz’ın elindeki telefonu alıp götüne...”
“Bu da ne be!” deyince olasılıkları saymayı bırakıyorum hemen. Şimdi, yarısı anca içilmiş yetmişliğine bakıyor Dr Sayko. Tabi ben de. Ve “Ne ne?” diye soruyorum bardakta bir karafatma falan gördüğü tahmininde bulunarak.
“Abicim,” diyor o gözlerini kilitlendiği yerden çekmeden. “Burada bir göz var. Bana bakıyor.”
Uzanıyorum hemen ve arada bir kirpiklerini kırpıştırırken oldukça dikkatli bir şekilde bizi izleyen gözü naklen görme şanssızlığına nail oluyorum. Üstüme bir fenalık geliyor. Mideme bir yumruk yerleşip iç organlarımı haşırt diye sıkıyor sanki. “Bu ne oğlum!” diyorum sonra.
“Ne bileyim be!” diyor Sayko. “Bir göz işte.”
“Bize bakıyor resmen.” Bunu gözün konuşana doğru dönmesinden çıkarabiliyorum.
“Evet.”
“Bardağın bir numarası olmasın?”
“Hayır değil. Bak, hafif yukarıda duruyor.”
Bir süre düşündükten sonra şöyle diyorum: “İç bakalım birayı, noolacak.”
Sayko bana bakıyor şimdi. “İçeyim mi?”
“Ya da içme, sen bilirsin.”
“Para verdik ağbicim buna,” diyor o sanki zorlu bir karar almaya çalışıyormuşçasına kasılmışken.
“Doğru diyorsun,” diye destekliyorum. “İkimizin de gördüğü bir sanrı olabilir bu. Birileri bize şaka yapıyor da olabilir.”
“Olabilir tabi,” diyor o ve bardağı ağzına götürüyor. “İçmem normal di mi o zaman. Yani sizin şeyinize gelmedik der gibi mi olacak?”
“Bence öyle!”
Duruyor aniden. “Bardakta göz var diyip niye değiştirmiyoruz abicim? Çorbamda sinek var demek gibi bir şey bu.”
“Bence iç. Gelip bir şey görmezlerse alay eder ibneler bizle. Küçücük bir yudum al da görelim nooluyor...”
Koca bir yudum alıyor.
Hop, diye akıp gidiyor boğazından bira ve hiç beklemeden öne doğru geldiğimizde artık orada bir şey görememenin dumurunu yaşıyoruz ikimiz de.
“Dilimle test ettim,” diyor Dr gülerek. “Sadece sıvı vardı.”
“Demek sanrı görmüşüz,” derken pek de ikna olmuş gibi durmuyorum.
“Öyle,” derken onun da aynı ruh haline sahip olduğu yüzündeki anlamsız sırıtıştan belli oluyor.
Telefonum çalıyor o sırada. Arayan Gamlı. Açıyorum.
“Abicim,” diyor heyecan içinde. “Haberleri izliyorum şimdi. Hindistan’da bir tapınakta, on kollu bir heykel var, onun gözü çalınmış.”
“Eeee.”
“Gözün yuvasını çekiyorlar, siz oynuyorsunuz orada. Tüm dünya sizi izliyor...”
“Allah Allah. Naapıyoruz ki?”
“Bira içiyorsunuz Aslanım’da.”
Kapatıyorum başımı neler olup bittiğini anlamış gibi ağırbaşlılıkla sallayarak.
“Ne diyor?” diye soruyor Sayko.
“Yok bir şey,” derken biramı ağzıma doğru kaldırıyorum ve bu sefer benim bardağımda durduğunu görüyorum gözün.
Koyuyorum yine yerine, bir şey demeden. Garsonu çağırmaya hazırlanıyorum ki Dr Sayko “Seni görüyorum abicim,” diyor ve yine ona dönüyorum. “Hem de iki taraftan. Hem normal bakışımla hem de alttan. Sanki biranın içinden. Çok enteresan. Kafam mermer oldu galiba. He he he... Ne diyosun buna?”
Bardağı kaldırıp içindekini tümüyle mideme yuvarlıyorum ve oraya bakarken göz ortadan kaybolsa da bir başka görüntü daha açılıyor ansızın önümde.
“Ana!” diyor Sayko, şimdi parmaklarını şıklatarak. “Bir kız.”
Gerçekten de sarışın bir kızın yüzüne bakıyoruz alttan. Hem de birbirimize. Mal gibi göründüğümüz aşikar. “Ben de görüyorum,” diyorum büyük bir teslimiyetle.
Gülüyor kız ve bardağın üstünden uzanıp muhtemelen sevgilisini öpünce göğüsleri gözümüze girecek gibi oluyor.
“Oha,” diyor Sayko.
İkinci görüntüyü önümden kovmaya çalışırcasına gözümü falan kırpıştırırken bir başkası daha açılıyor önümde. Bende üçe Dr Sayko’da dörde çıkıyor olmalı. İçiçe giren ve hafiften birbirine karışan pencereler. Bazen biri bazen öbürü çıkıyor ön plana... Arkadaşımın “Hassiktir yaa,” deyişi içinde bulunduğumuz durumun boktanlığını açıklıyor. “Bayılıcam lan şimdi.”
Bir başka yudumla bir ekran daha açılıyor o sırada. Ayı gibi bir herif. İğrenç dişlerini dışarıda bırakarak ayıca gülüyor. Şu anda yapacağım bir şey yok, bekliyorum, sabırla, ufak tefek bir tip ekrana gelinceye kadar ve birden fırlayıp bardan içeri dalıyorum. Hızla koştururken tipi görüyor, bardağını eline aldığını teşhis ediyor ve bağırıyorum: “Bırak onu yerine. Hişşt! Ulan!”
Tipin benden tarafa bakmasıyla suratının buruşması bir oluyor. Korkuyor. Üstüne atılırken kaçmaya çalışıyor. Karşısındaki kız haykırıyor, ellerini öne uzatıyor sanki ona saldırıyormuşum gibi. Bardağı kapıyorum onları takmadan ve yukarı fırlıyorum. Basamaklar ayaklarımın altından akıyor ve ben on adımda yukarıda buluyorum kendimi. Tuvaletten içeri girip kapıyı kilitliyorum. Birayı klozete doğru uzatıyorum...
Telefonum çalıyor birden acı acı. Açıyorum, tek elimle cebimden çıkarıp.
“Yapma ağbi,” diyor Gamlı. “Tehditler savuruyor herifler televizyonda. Durum kötü.”
Kapatıyorum telefonu. Tek bir seçenek geliyor aklıma. Önce tuvalete sonra önüme bakıyorum ve bardağı ağzıma götürüp bir güzel içiyorum. Yokoluyor yine göz. Aşağıya iniyorum. Garsonlar “İyi misin abicim,” diye sorarken hem onlardan hem de ufak tefek tipten özür diliyor, “Arkadaşa benden bir bira verin” diyor ve dışarı çıkıyorum. Gerçekten uzaylıymışım gibi bakıyorlar yüzüme. İnsanları korkutabilmek hafif gururumu okşuyor. Oturuyorum Sayko’nun yanına.
Dikkatle yüzüme bakıyor o da. Sonra şöyle diyor hafif temkinli: “Üçüncü gözün açılmış abicim, farkında mısın?”
Elimi alnıma götürüyorum ve görüyorum onu. Fakat el olarak değil, ışıktan bir yumak olarak. El işareti yapıyorum ve kıpkırmızı oluyor birden enerji topu.
“Nasıl oldu bu?”
“Gözü içtim işte yine.”
“Görüntüler kayboldu bende.” Yaklaşıyor hafif. “Kapayamıyor musun?”
“Bilmem, hissetmiyorum ki onu.”
“Beni nasıl görüyorsun peki?”
Üçüncü göze konsantre oluyorum yine ve Dr Sayko’yu görmediğimi farkediyorum. “Yoksun orada,” diyorum ardından.
“Nasıl yani?” diyor hafif bozulmuş.
“Yoksun işte orada.”
“Ya diğer insanlar?”
“Onlar orada. Küçük, yamuk yumuk, enerjisi az ışık topları çoğu.”
“Ben niye yokum yaa!”
Zorluyorum kendimi ve kapandığını hissediyorum bu sefer gözün. “Oğlum olayı niye kişisel alıyorsun. Üçüncü gözün görmeyeceği kadar özel bir tipsin belki de.”
Parmaklarıyla alnını ovuşturuyor. “Ya gerçekten hiç enerjim yoksa. Sadece bedensem ben. Ruhsuz falan bir tipsem...”
“Ne var ki bunda? Haberin bile yoktu ben üçüncü göze kavuşmadan.”
Telefon çalıyor. Gamlı yine. Açıyorum.
“Ağbi, üçüncü gözü açmanı istiyorlar. Ali Kırca’ya bağlandılar şimdi.”
“Siktirip gitsinler,” diyorum takmaz bir ifadeyle. “Ben bu gözü medyaya malzeme yapmam.”
“Sen bilirsin.”
Kapatıyor telefonu ve söylediğimin tam tersine üçüncü gözümü açmaya çalışıyorum. İçkilerin nasıl göründüğünü, vücudumun enerji durumunu, güzel kızların daha mı parlak olduğunu, gözü kullanarak bazı şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğimi falan merak ederken kapattığım için de kızıyorum kendime. Zorluyorum bir iki kez.
“Bence üçüncü göz açılacaksa arka tarafta açılmalı,” diyor Dr Sayko. “Ön tarafta nasıl olsa gözümüz var.”
Ben ıkınıyorum.
“Düşünsene,” diyor o çağrışım akışına devam ederek. “Kıçında açılsa pantalonsuz dolaşmak zorunda kalacaktın.”
“Hay anasını be,” diyorum. “Olmuyor. Açamıyorum.”
“Zaten beni görmüyorsun öyle,” diyor Dr. “Hadi içelim.”
Biramın bittiğini farkediyorum hem ıkınıp hem bardağı kaldırmaya çalışırken. Hissiyat olarak, içki içersem şu bira sever gözün ilgisini tekrardan çekebileceğimi düşünüyorum aslında normal olarak ve yeni bir tane söylemek üzere el ediyorum ama beni görmezden geliyor garsonlar. Islık çalarak başka taraflara bakıyorlar.
“Bunların afra tafrası ne be böyle?” diye soruyor Sayko.
“Siktir et şimdi onları yaa,” diyorum. “Ne güzel üçüncü gözüm olmuştu kapadım salak gibi.”
“Hişşt Ali, baksana!” diye bağırıyor Sayko.
Ve tam da o sırada tam yanımızda bir ses duyuluyor. “İyi geceler beyler!” İnsan selinin akışına direnen iki kişinin siluetleri dönerken belirginleşip ete ve deriye bürünüyor. Böylece orada ilk olarak yirmi dakika kadar önce kaçıp giden garsonu sonra da yanındaki tipi açıkça görebiliyor ve korku dolu bir ses çıkararak yutkunuyorum.
Dr Sayko da aynı tepkiyi verirken şimdi hemen önünde, ayakta duran Dr Sayko’ya bakıyor. Aynısının tıpkısı ve o da benzer bir bakışla karşılık veriyor izdüşümüne.
“Bu bir kamera şakası olmalı,” sözlerini mırıldanırken sadece aşağı sarkmış ağzı oynuyor küçük küçük. Başka bir değişiklik gözlenmiyor Sayko’nun dumur olmuş yüzünde.
“Söyle bilader,” diyor sahte garson. “Söyle de görsünler.”
Ve ayaktaki Sayko İstiklal Marşı’nı söylemeye başlıyor müthiş bir coşkuyla. Dimdik duruyor elleri bir asker gibi bacaklarının yanına yapışmış, alnı ve çenesi ileride...
“Yaa?” diyor sahte garson yanımda oturan Dr Sayko’ya. “Ben böyle söyletirim adama İstiklal Marşı’nı.”
Bir şey diyemiyoruz. Çünkü coşkuya kapılan Nevizade sakinleri hızla ayağa kalkıp boğazlarını patlatırcasına katılıyorlar hemen marşa. Yürüyenler durup hazırol pozisyonuna geçiyor hemen. Barların üst katlarından da coşkulu sesler fırlıyor dışarıya doğru. Çın çın inliyor apartmanların arasındaki o dar yol, yankılarla.
Yavaşça ayağa dikiliyor ve biz de böğürmeye başlıyoruz marşı. İki Sayko, o kadar yakın ki, ağızlarından çıkan tükürükler birbirlerinin suratına vurup geriye sekiyor.
Cesaret duygularıyla beslenen o anlatılmaz ihtişamdan, o huşu dolu zafer duygusundan sarhoş olmuş, deli gibi bağırırken yaşlar akıyor gözlerimizden, oradaki binlerce insan gibi...

Nasıl Bir Ülke?

Bir sapık için önerge verilip, tecavüz edenler evlenerek kurtulsun diye evlilik yaşının ondörde düşürülebildiği ülke.
Rantçılar için meclisten onay çıkarılıp imar kanunlarının, mısır alım kotalarının değiştirildiği bir ülke.
Ülkenin malını yabancı sermayeye pahalıya sattı diye üstleri tarafından azarlananların yaşadığı, her türlü kazanımın peşkeş çekilip yokedildiği ülke.
Zaman aşımından yırtan hırsızların, vatan hainlerinin itibarlarında tek bir eksilme olmadan güle oynaya yaşadığı ülke.
Solcu geçinenlerin seçim öncesi kara çarşaflı kadınlara rozet taktığı, bağrına bastığı ülke.
Vakıflardan gelen paralarla kalemşörlük yapmayı demokratlık sananların medyada itibar gördüğü ülke.
Demokrasi gibi hassas kavramların anlamlarının emperyalizm emriyle değiştirilip rejim düşmanlarının emrine sokulduğu ülke.
Liboş denen ve fikirleri iktidardaki partilere göre değişenlerin büyük gazeteci sayıldığı ülke.
Ülkemiz rüzgar, akarsu gibi doğal zenginliklerle enerji cennetiyken dışarıdan elektrik alan ve bununla da yetinmeyip, doğalgazdan üretilmişini seçerek daha pahalıya alan ülke.
Dışarıdaki güçler istiyor diye tarımını yokeden, tarım işçilerinin işsiz kalmasına ve göçüne neden olan ülke.
Yabancı yatırımcıya yüzde on yedi faiz verip havadan zengin eden, ihracattaki büyümeyi temel maddelerin dış alımına bağlayan, yani kendisini ekonomik açıdan sömürgeye dönüştüren ülke.
Almanya’daki savcılar Deniz Feneri derneğini suçüstü yakalayıp tüm yöneticilerini dolandırıcılıktan cezalandırmışken, o derneği topluma yararlı statüsüne sokan ve üstün hizmet madalyası veren ülke.
2B kanunu çıkartıp tüm ormanlarını yaktırmayı içine sindiren ülke.
Bir buçuk milyon kişinin öldüğü Irak’taki işgalci güçle BOP’ta eşgüdümlü başkanlığa balıklama dalan müslüman ülke.
Ne idüğü belirsiz sahte haham Tuncay Güney’in dış kaynaklı bir gizli servis tarafından kendisine servis edilmiş belgelerine dayanılarak oluşturulan mantıksız bir terör örgütü kurugusuyla ulusunu seven aydınlarının hapse atıldığı ülke.
Krize kriz demeyen, kapanan kepenkleri işsiz kalan insanları görmezden gelen ülke.
Bir partinin her şeyde çuvallayıp, üniversite öğrencilerini, işçilerini, tarım emekçilerini memnuniyetsiz bıraktıktan, gelir dağılımını hortumcular lehine ters yüz ettikten sonra sadece erzak dağıtıp bir de dindarız diyerek oyları toplayabildiği ülke.
Burs ve öğrenci yurtları imkanlarının bilerek güdük tutulup öğrencileri tarikatların kucağına iten ülke.
Gidilip ABD’nin ve o ülkenin himayesinde alimlik buyuran ulemaların elleri öpülmeden yönetime gelinemeyen ülke.
Düşünen insanlarının, aydınlarının kendilerini temsil edecek parti bulamadıkları bir ülke.
Bir tek televizyonu koruyup ellerinde tutamayan, her şeyden uyuz, her şeyle kavgalı solcularla muhalefet oluşturamayan ülke.
Devrimci kişiliğiyle tüm toplumlara örnek oluşturmuş, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş, ilerici, kendine yeten, bağımsız bir yapı ortaya koymuş, şimdi içeride fink atan emperyalist güçlerle bir kedinin fareyle oynadığı gibi oynamış bir dehaya, özellikle de şu hassas dönemde bel altından vuran insanların bu işi safça yaptığına inanılan, tepki gösterenlerin faşistlikle suçlandığı ülke.
Ezberi ve dimağı bozulmuş insanların ezbere ezber bozmaya çalıştığı ülke.
Çok demokrat olup da gazeteci seçen, kendi ‘özgür basını’nı yaratıp diğerlerini sindirmeye çalışan iktidarların fink attığı ülke.
Kürt sorunuyla ilgili tek bir adım atmayan, tek bir yatırım yapmayan, Kuzey Irak’ta bölücü terör örgütünü kollayan yapıyla kardeşliğini ilan eden bir iktidarın sadece tarikatlarla o bölgeden oy toplayabildiği, oynanan büyük oyunun içine gömülürken ne yapacağını gerçekten bilemeyen ülke.
Dışarıda sanatçı olarak isim yapabilmiş ulusunu seven yaratıcılarını bezdirip, her türlü zorluğu çıkaran, sonrasında şikayet gelince de git o zaman bu ülkeden muhabettini yapan ülke.
Mahkeme sürecinde, yasak olmasına rağmen tüm gizli belgelerin biat etmiş basına servis edildiği ve bu konuda hiçbir yasal işlem yapılmayan ülke.
Bir iddianame uydurulup bir aydının gerekçesiz iki yıl hapiste tutulabileceği, sonuçta suçsuzluğu kanıtlansa da o yılları kaybettiğiyle kalacağı ülke.
Öldürülen Ermeni bir vatandaşının katillerinden birinin dış telefon görüşmeleriyle ilgili savcıların soruşturma istemine Adalet Bakanlığı'ndan izin çıkmayan ülke.
Yetimhanelerinin acınacak durumu bir İngiliz prenses tarafından ortaya çıkarılan ve çocuklara karşı işlenen yüzkarası suçlar konuşulacağına, ilgili ingilizin ayıplandığı ülke.
Olimpiyatlarda sporunun çöktüğü ortaya çıksa da hiçbir yetkilinin istifa etmediği ülke.
Ve daha sayılamayacak kadar çok saçmalığın doğalmış gibi her gün ekranlarda yer aldığı ve bunların gazetelerde alkışlandığı, halk tarafından da normal görüldüğü böyyük mü böyyük az gelişmiş ülke...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Gri Adamlar - Deniz Som

Büyük film Türkiye'den bir mozaik devleti çıkarmaktır. Mozaik devlet ırk temeline dayalı temsilcilerce yönetilecek; dvlet başkanının yanı başında her türlü mezhep, tarikat, kilise, sinagog gibi temsilcilerden oluşan bir din konseyi bulunacaktır. Büyük filmcilerle yerli filmcilerin birinci ödevi; dışarıdan dayatılan darbelere karşın, birbirleriyle kaynaşanların aralarını açmak, farklıklıkları derinleştirmek ve bölünmeyi özgürlük, zenginlik diye yutturmaktır. Fakat insanlığın tarhisel gelişimine aykırıdır böylesine ayrışmak ve soyguncuların eşkiyalrın planları bir isyanla yerle bir olur. Bu yüzdendir, 1918'de başlayan direniş tarihini çarpıtma filmleri. Bu yüzdendir halk önderini aşağılamak. Bu yüzdendir 'sanatçı, usta yönetmen az biliyormuş, takılmış, kişisel yorum yapmış, düzeltmek gerekir' gibi yaklaşımlar. Bu yüzdendir bir ayağı Londra'da, öteki Washington'da olan yapımcıları eleştirir gibi yaparak halkın gazabından kurtarmak.
Filmin telifçisi olan Hollywood şirketinin beklediği denli göz boyama ustalığı da yoktur filmde ama yine de kargaşa yaratmaya yeterlidir. Yönetmenin belki de kendisinde sıkışıp kalan bir gencin melankolik ruh hali gizlidir. Londra kurs gecelerinde, büyük korkular yaşadığındandır belki de minik çocuk bedenini çakallara yedirme sahnesini üretmesi ve o sahneyi çocuk izleyicilere sunması. NE denli 'tahsis' gerektiren sıradan bir film denilirse denilsin; o büyük filmin bir parçası olduğu gerçeği unutturulamaz.
Film iskeletinin neresini tashih ederseniz edin, başkalarının eserlerini izinsiz kullanmaktan hüküm giymiş usta yönetmen'i ve filmin galasını şerefelrndiren paşaları kurtaramazsınız. Öyle olaylar olur ki ya siyahı ya beyazı seçmek zorunda kalırsınız ve artık gri olamazsınız. Bir yandan 'Atatürkçüyüm' demek, bir yandan da seçkinler kulüplerinden çıkmamak; sonra da büyük filmi görmezden gelmek ve yerli küçük filmcileri şefkatle tashih etmek. Tarihte gri adamların karanlığı aydınlattığına rastlanmamıştır, gelecekte de rastlanmayacaktır.
(Mustafa Yıldırım)
(Deniz Som'un Vaziyet köşesinden alınmıştır.)

18 Kasım 2008 Salı

Rahatlatıcı İktidarın Yüzünde Hafiften Tik Başladı

Aman yarabbim Türkiye çöküyor!
Ne sürpriz ama!
AKP kadroları hemen televizyona çıkıp her şeyin yolunda olduğunu söylesin. İçi rahatlasın halkın!
On gün önce fırça çekilen IMF'nin ayağına gidilip "Para istiyorduk," denilsin ya da pişkince...
Ha ha haaaa...
Merak ediyorum, demeç verirken sol ayakları hafif havada mı duruyor diye? Nasıl olsa kameralar çekmiyor...

CHP'nin Kutsal Değerleri!

Sultangazi'de kara çarşaflı, türbanlı kadınlarımıza CHP rozeti takan Deniz Baykal şöyle demiş: "CHP'nin değerlerini içinde sindiren herkes CHP'de siyaset yapma hakkına sahiptir." Şu cümlenin neresinden tutsak elimizde kalır. Bir kadın CHP'nin değerlerini içine sindirdiyse türban takar mı? Yoksa haberimiz yokken Deniz Baykal, parti tüzüğünde ufak tefek oynamalar yaptı da değer ölçütlerini mi değiştirdi?
Yapmayın be kardeşim. CHP'nin başındaki adama yakışıyor mu hiç takıyye?

17 Kasım 2008 Pazartesi

Toplum Masum Değildir - Tahir M. Ceylan

.....
Yaşamım boyunca gördüğüm en hain, en bozucu en ezici yapı insan toplulukları olmuştur. İnsanlar toplum haline gelmeseydi yeryüzünde savaş değil, hatırı sayılır bir cinayet bile olmazdı. Toplum, insanı yardakçı, kahraman, köle, ahbapçavuş, ikiyüzlü, budala, yalaka, yanardöner, maskara, müzevirci, iffetsiz, ne oldum delisi ve basiretsiz yapar. Bir insan toplumun içinde olduğu zaman, aynen istiap haddini aşmış kamyonda olduğu gibi en zayıf yerinden çatırdar, her yönden gelen basınca karşı, elde olan kuvvetle nafile direnip sonunda ona uyar. Ve uyumu gerçekleştiren yanmış demektir, anında altınsa kurşuna, gümüşse tenekeye döner....

(Tahir M. Ceylan'ın Cumhuriyet Bilim ekindeki Aylak Bilgi köşesinden alınmıştır.)

Ulus-Devlet Kurgusu - Doğan Kuban

Devletler ve politik örgütler doğarlar ve batarlar. Eski Türk devletleri, Roma İmparatorluğu, Sasani İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, İngliliz İmaparatorluğu sadece kitaplarda var. Devletlerin sınırlarını kuruluş ve gelişme aşamasındaki askeri, ekonomik ve kültürel güçleri çizer. roma İmparatorluğu Ren Nehri'nin ötesine geçemedi. 14. yüzyılda Avrupa yoktu. 15. yüzyılda Rus devleti Karadeniz'e ulaşmıyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda Amerika'da bir İngiliz sömürgesi vardı. Etnik gruplar, diller, kültürler devletlerden önce gelir. Ulus-devlet bir 19. yüzyıl icadıdır. Fakat bugün bütün dünya ulus-devlet kurgusu üzerine biçimlenmiştir...

"Bütün ülkeler budun, din, kültür açısından parçalıdır. Amerika, Rusya, şimdi AB, sayısız etnik grupları bütünleştiren örgütlenmelerdir. Her ülkede etnik gerilim var. Dünya toplumları daha bunu aşamadılar. Fakta Batılılar, kesinlikle emperyalist eğilimleri ve patronluk iddiaları ile, kendi politik yapılarının etnik sınırlarını geniş tutsalar da, eski sömürgelerinde ve Türkiye gibi üçüncü dünya olarak gördükleri ülkelerde parçalanmaya destek oluyorlar. Bu çok açık, sevimsiz bir ikiyüzlülüktür...

(Doğan Kuban'ın Cumhuriyet Bilim'deki yazısından seçerek alınmıştır.)

16 Kasım 2008 Pazar

Bir soru...

Tüm dünya toplu olarak intihar etse tek bir kişi mi bir kabustan uyanır acaba? Ne demek istediğimi bir düşünün...

Bir Miyazaki fi...

Bir Miyazaki filminde çaycı karakteri olarak yaşamaya hazırım...

15 Kasım 2008 Cumartesi

Hayali Sohbetler Bürosu

Dr Sayko’yla deniz kıyısında takılıyoruz. Bir simidi bölüşmüşüz, yanına da soğan kırmışız. Üstüne de sülfürik asit içiyoruz arada bir...
“Simitleri böyle daire şeklinde yemek Türk halkını kısırdöngüye sokuyor olabilir,” diyor Sayko.
“Nasıl olmalı?”
“Mantıksız ve kaotik olmalı. Belli bir şekli olmamalı. Her açıdan değişik görünmeli.”
“Yerken normal olacak ama di mi?”
“Çok da normal olmamalı.”
“Anladım.”
“Bazen tatsız tuzsuz olsa, bazen de hindi etine benzese tadı mesela. Evet. Bu fena değil... Bazı yerleri katı, bazen de krema gibi...”
“Fiyatı ne olacak?”
“Aynı.”
Bir süre konuşmuyoruz. Psikolojik olarak herhalde, çiğnediğim lokma biftek tadı bırakıyor dilimin üstünde. Yere bakıyorum. Ve şöyle diyorum: “Şurada birden bir delik açılsa girer misin bilader içeriye?”
O da bakıyor benim baktığım yere. “Bilmem ki,” diyor sonra. “Götüm yemez herhalde.”
“Risk almazsın yani... Belki süper bir yere açılacak.”
Düşünüyor... “Iıh, almam...”
“Sizin evin oraya çıkabilir mesela. Bu yolu kullanırsın artık eğlendikten sonra. Deliğe atladığını ve iki saniye sonra Sarıyer’deki bahçeden dışarı çıktığını düşün.”
“Kesin bir ibnelik olur o işte. Otobüs sıkıcı falan ama garantili...”
“Zaten delik falan açılmaz. Hayat çok düz.”
“Açılsa da girmeyeceğim için sorun yok...”
Bakıyoruz bir süre daha yere. Göz yanılsaması olabilir. Açılacak gibi oluyor bir şey. Küçücük. Bir farenin anca çıkabileceği kadar. Ama refleksiv olarak gözümü kırpıp tekrar açtığımda topraktan başka bir şey görmüyorum orada.
Hoparlörün hoparlör olduğunu anlamamış, bir anda ayı gibi anırıyor müezzin. Camiye kalkıyor gözlerimiz.
“Bilader,” diyor Sayko. “Şöyle bir istatistik olsa. Her gün beş vakit camiye gidenler daha çok iş alıyormuş, kazançları diğer halktan en az üç kat daha fazlaymış. Namaza başlar mısın?”
“Camiye gider çıkarım beş vakit, namaz kılmam.”
“Abicim lafı kıvırma, anladın işte.”
“Anlar bilader tanrı. Kimi kandırıyosun sen. Çıkar için oraya gittin mi babayı alırsın.”
“Abicim, bu adamların yarısı çıkar için, hava atmak için camiye gidiyor. Yalan mı?”
“Doğru da, üç kat fazla da kazanmıyorlar...”
“Kazansalar diyorum...”
“Çıkar güderek ibadet edenler kazanamayacak işte yine... Diğerleri kazanacak...”
“Tamam bilader tamam. Bir şey söylemedim say.”
Gevrekten bir ısırık daha alıyorum. Bu sefer çiğköfteye benziyor tadı. Yanımda hızlı hızlı, garip bir hırıltıyla soluk aldığını duyabiliyorum Sayko’nun. Dönüyorum nahoş bir suratla.
“Kızma karde...” Şaşkınlıkla yanımda oturan sakallı, iri yarı, gözleri kaymış gitmiş tipe bakıyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Dönüp bir zaman atlaması mı yaşadım, ya da uyuya mı kaldım diye çevreme de göz atıyorum hızla. “Pardon,” deyip ayağa dikiliyorum sonra...
“Nooldu abicim?” diye soruyor Dr Sayko.
Bakıyorum. Orada oturuyor Dr... Yine aynı yerde. Benim sağımda.
“Bir şey mi oldu?”
“Yok, yok bişey,” deyip votkadan koca bir yudum alıyorum banka çöker çökmez. Elim hafif titriyor.
“Yenen yemek kitabı yapsalar tutar mı sence abicim,” diye soruyor o şak diye. “Sayfada hangi tarif varsa onun tadında olduğunu düşün.”
Dikkatim hemen bu konunun üstüne atlayıp yoğunlaşıyor. Çağrışımlar beynimde göbek atıp oynamaya başlıyor... “Yaprakları kıvrılıp puro olan kitap da olabilir...”
“Evet. On sayfadan bir puro çıktığını varsayalım. Oraya kadar okuması ödüllendirilmiş olur insanların...”
“Arkadaşım siktirip gitsene şurdan,” diyor birden bir ses. Gözlerim pörtleyiveriyor hemen. Yarım metre geriye kaçıp dehşet içinde bakıyorum. “Kafamı siktin lan saçmalıklarınla,” diye devam ediyor iri yarı, şekli şemali kaymış herif. “Deliliğini siktiricen şimdi ama...”
Ayağa atıyorum kendimi. “Pardon,” derken uzaklaşıyorum yavaştan... “Ben kalkıyordum zaten... Çok özür dilerim...” Bir adım daha ve birden, orada, on dakika önce gözlerimi dikip baktığım yerde bir delik açılınca içine düşüyorum!
Aaah!
Sadece iki metre ama... Donk, diye kalakalıyorum sızlayan tabanlarımın üstünde.
Tepemde belirip “Allah Allah!” diyerek bakıyor Dr Sayko. “Harbiden açıldı lan delik!”

14 Kasım 2008 Cuma

Yemin Billah Serisi: Karabasan

Bir arkadaşımın kuzenine karabasan dadanmış. Ama gelip konuşuyormuş kadın. Bir genelev çalışanı gibi, hayatını, çektiği zorlukları, kendisine yapılan puştlukları anlatıp duruyormuş. Uyumasına da asla izin vermiyormuş tipin. Hüngür hüngür ağlıyormuş kulağının dibinde. Korkunç bir şey, diyormuş kuzeni arkadaşıma. Keşke gelip tecavüz etseydi her gece...

Hayali Sohbetler Bürosu

Dr Sayko’yla Danışmend geçidinde oturuyoruz…
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
“Sandalye sayısı yüzünden olmasın,” diyorum.
“Hep dolu değil ki sandalyeler,” diyor o. “Mesela yirmi kişi oturuyorsa, diğer on bir kişi vitrinlere bakıyo ya da geziniyo oluyor.”
Susuyoruz. Önüne bakarken kafasını sallıyor o yavaştan. Sanki mistik bir alanla çevrelenmiş gibi bir tavır takınması beni gıcık ediyor. Üstelik bir anlam da bulamıyorum bu işte. Öyleyse ne olacak! Ama garip. Öyleyse gerçekten garip. Kalkıp hızla dışarı çıkıyorum avludan. Ben geçerken bir kız geçide giriyor. Beş saniye bekleyip yine giriyorum, o kız dükkana atıyor bu sefer kendini. Yine çıkıyorum. Avludaki kitapçıdan birisi adımını dışarı atıyor. İçeri giriyorum, çaycı “Hişşt, Burak! Baksana lan!” diyerek geçide dalıyor yanımdan geçip...
Bezgin bir ifadeyle geri dönüp sandalyeme oturuyorum ve Sayko’nun bilmiş bilmiş suratıma baktığını görüyorum. “Gördün mü?” diyor.
“Gördüm.”
“Kedileri saymıyorsunuz,” diyor yanımızda diklene diklene çevreye bakınan kavgacı tekir. Karşıdaki dükkanın kedisi. “33 canlı olmalı avluda. Bu değişmez bir kuraldır. İki kedi var. Üçe çıksa insan sayısı otuza düşer.”
Sayko’ya bakıyorum. “Yanımızdaki kedi konuştu,” diyorum boş bir ifadeyle.
O bir şey diyemeden kedi, “Ben konuşmadım, sen beyninde konuşturdun beni,” diyor. “Yani ne söylememi istiyorsan onu söyledim.”
“Bence de öyle olmalı,” diyor Sayko. “Kedilerin konuşması imkansız.”
“Ama sen de duydun işte onu bilader?” diye ciyaklıyorum isyan içinde.
“Doğruya doğru, duydum,” diyor.
“Duydu tabi,” diyor kedi masaya sürtünerek. “Ne var bunda.”
“Ben kafamda yarattıysam bu işi, sen nasıl duyabilirsin ki? Mantıksız. Sadece şu kediyle konuşsam neyse. Ben üşüttüm derim, çıkarım işin içinden…”
“Bi dakka,” diyor kedi. “Şu ibnenin icabına bakmam lazım.” Ve gidip kilise tarafından avluya sızmaya çalışan sarı bir kediye girişiyor pata küte.
“Amma agresif lan bu da!” diyor Sayko.
“Oğlum,” diyorum lakayıtlığına şaşkınlıkla bakarak. Kızmak istiyorum. Ama birden gidiyor aklımdaki her şey. On dakika öncesinde, çay bardağım dolu, çevreyi seyrederken buluyorum kendimi.
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
Bir an ona bakıp, sonra anlamsızlığı kabullenmiş bir şekilde kafamı sallıyorum. “Öyledir mutlaka,” diyip çayımdan güzelce bir yudum alıyorum. Oooh!
Göz kırpıyor kedi bana ileriden….

11 Kasım 2008 Salı

Doğru Açıdan Sağlıklı Bir Gözle

Araştırmacı Yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI; belgeleri ve resimleriyle Atatürk'ü anlatıyor.

İÇİMİZDEN BİRİ
http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/icimizden_biri.pdf

10 Kasım 2008 Pazartesi

Kafa Karıştıran Diyaloglar

Seni taklit eden birisi gibi davranma, kendin ol.
Doya doya gülmek insanı hüzünlendirir.
Sana ne kötülük yaptım da bana selam veriyorsun.
Bin yıldır uyuyan birisi kadar hazırcevap olmalısın.
Siktir git, git, git, hah, orada dur, çekiyorum…
Sen de benim düşünmediğim şeyi mi düşünmüyorsun?

Hızlı okumadan yola çıkarsak...

Bu akşam karımla hızlı okuma teknikleri üzerine konuşuyorduk, aklıma hızlı dinleme kursları ve buna uygun materyaller geldi. Mesela hızlı kayıtta basılmış cdler. Hızlı çalan orkestralar. Bir de hızlı yayın oynatan kanallar olacaktır mutlaka, bunun için de hem hızlı görüntü izleme kurslarına hem de altyazıları yakalayabilmek için hızlı okuma kurslarına gitmek gerekecek. Hızlı yaşama da öğretilecek tabi okullarda. Tek sorun biraz titrek görünmek olacak. Erken boşalma, kadınlar hızlı bir şekilde orgazm olduğu için normal sekse dönüşecek. Bekleme salonlarında ya da tren yolculuklarında hızlı hızlı hiçbir şey yapmayacaklar. Berberler çok daha fazla kazanacak, gözü çıkan kulağı kopanlar artacak. Ecstasy hapları aspirin yerine kullanılacak. Düşünce hızına yetişilecek, hatta geçilecek ve olmayan düşüncelere daha önce ulaşılarak onları bilinçaltından önce kullanıma sokmak mümkün olacak.
Bu gibi şeyler işte.
Hızlı hızlı yedim yine yemeği gaz yaptı...

30 Ekim 2008 Perşembe

Anlayamadıklarımdan mısınız?

Bütün iddianamenin başlangıç noktası, içinde 158 kere adı geçen Tuncay Güney niye sanık değil. Hadi sanık değil. Niye şahit olarak dinlenmiyor?
Bu sorunun altına, çay sigara içen, saçı başı dağılmış, düşünen düşünen ama hiçbir sonuca ulaşamayan bedbaht bir aydın karikatürü konulmalıydı ama bunu yapacak bir arkadaşım yok. Kusura bakmayın.

Hayali Sohbetler Bürosu

Mimar Sinan’ın Fındıklı Kampüsü’nde denize bakıyoruz Dr. Sayko’yla.
Dalgaları bir süre izleyip uzaklaşmak için kıçını çeviren devasa yolcu gemisini işaret ediyor uzun burnu sayesinde.
“Foton motorunu çalıştırıp pıf, diye yokolacak şimdi.”
“O zaman buradaki herkes öleceği için kaptan normal motoru kullanacaktır.”
“Bi de yolcular uçmasın diye bence. Dışarıda durup el sallıyorlar ya. Orada el sallamaya devam ederlerken gemi yok olabilir. Havada asılı kalırlar.”
“Zuip, diye denize batıp öyle giden bir şeyler yapsalar ya, daha havalı görünür.”
“Çotank, diye dibe çarpar her seferinde.”
“Limandan çıkışını düşünsene bilader. Denizin içinden yunus gibi fırlıyor.”
“Giderken de yunuslar gibi gitsin o zaman. Dalıp dalıp fırlasın dışarıya.”
“Öyle gemi sürüleri de olabilir...”
Bir süre daha oturuyoruz. Bir kere çay ardından da kahve alıp geliyor Sayko. İçiyoruz afiyetle.
“Şurdan karşıya incecik bir yol geçirseler güzel olmaz mı?” diye soruyorum. “İnsanlar balık da tutar iki tarafından.”
“Gemiler nereden geçecek?”
“Üstten geçen deniz koridoru açılır.”
“Yapılabilir mi?”
“Neden yapılmasın ki?”
“Doğru. Devlet biraz kararlı olursa...Alttan denizi görmek de çok asortik olur...” Kalkınıyor. “Bira alıp geleyim mi?”
“Deniz suyu alkollü olsa şuradan çekip içerdik.”
“Ya çiş olsa!”
“Suyla incelttikten sonra niye olmasın... Kendi sümüğünü yemiyor musun?”
“Yoo!”
“Hımm. Ben de yemiyorum.”
“İyi o zaman.”
“Bak ne geldi aklıma geçen gün. Kızlara ve erkeklere sensör takılsa. Davranışlardan tahlil yapabilse. Mesela sen bir kıza bakıyorsun, bakışlarını, hareketlerini analiz edip hemen sesli sinyal geliyor sana. ‘Beğenmedim, iğrenç, salak,’ falan diye.”
“Benim sensöre ihtiyacım yok, hemen anlıyorum.”
“Şu kız seni beğendi mi beğenmedi mi, bil bakalım.”
“Bakmadı bile bu tarafa.”
“Eee, bu ne demek?”
“Ne alakası var ya. Başka bir şey düşünüyordur belki.”
“Kızlar aynı anda bir sürü şey düşünebilir.”
“Beğense mutlaka bakar yani.”
“Mutlaka belli eder.”
“Sen kız oldun mu hiç ağbicim? Çok iyi biliyorsun bu işleri.”
“Oldum tabi. 15 yaşıma kadar kızdım. Babam biraz da erkek çocuk sevmek isteyince ameliyat ettirdiler beni.”
“Aslı da erkek miymiş önceden?”
“Hayır, o da nerden çıktı.”
Yine kalkınıyor. “Neyse. Bira alıp geliyorum.”
“Beden transferi bulunsa, biraları denetlerler mi acaba?”
“Nasıl yani?”
“Yani kendini transfer edebiliyorsun ama okul gibi alanlara bira taşıyamıyorsun.”
“O zaman midendeki alkolü de ayrıştırıp alabilirler. Ne de olsa moleküllere ayırıyorlar.”
“Evet, burdan başka yere bir transfer oluyorsun, pat diye ayılıveriyorsun. Olabilir.”
Yine oturuyor.
“Şu sinek filmini niye seri olarak devam ettirmediler o da ilginç. Mesela tam transfer edecek kendini fil de giriyor kabine.”
Arkamızda muhabbeti duyup gülüyor bir kız.
Dönüyoruz hemen. Uykusuz dergisi okuyor başını eğmiş.
Başımızı önümüze çevirip denize bakıyoruz.
“Bira alıp geliyorum ben,” diyor Sayko.
“Al,” diyorum...

28 Ekim 2008 Salı

Aşk meşk olmadan namaz kılmak da zor be!

Nasıl bir Türkiye düşlüyorum biliyor musunuz?
Anaokulunda haremlik selamlık oturulan bir Türkiye...
Ha ha haaa.

Hüseyin Üzmez'e özgürlük!
Tecavüzden direk suçlanma yaşı altıya düşürülene kadar devam. Durmak yok AKP! Sürekli ileriye...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Susarım

Sessizliğin içinde pazarlık ve uzlaşma yatar, o yüzden sevmem Avrupa'nın dinginliğini, o yüzden kuşkuyla bakarım utangaç bir tavırla susan kızlara... Ve o yüzden susarım, düşünerek, nasıl alaşağı edeceğimi tüm bunları...

Kokteyl ve Performans Gecesi

Dün ilk kokteylimizde iğrenç bir şarap, ultra kötü bir likör ve dandik mezeler vardı. Resimler mi, onlara bakmamaya çalıştım. Ressam bey konuşma yaparken şöyle bir fikir geldi aklıma. Bir gün bütün kalabalığı organize etmeyi ve salon sahibi tam ilk konuşmayı yapacakken topluca bağıra çağıra dışarı kaçmayı düşünüp kıkırdadım alkışlama hazırlığında elleri kaşınan insanların arasında. Hiçbir suçluluk hissetmedim tabi.
Dışarı çıktık vakit geçirmeden. İstiklal Caddesi orada ne yaptığını bilemedikleri için suratlarında garip bir şapşallığı taşıyarak çevreye bakınan insanlarla doluydu. Belki de bu insanlardır insanı içmeye iten.
İkinci adresimiz Galata Kulesi yakınında bir performans salonu oldu. Orada evde yapılan kekler bolca kaliteli şarap ve yine bolca sidik kadar olmasa da bayağı bir sıcak bira vardı. Ev sahiplerimiz cana yakın insanlardı. Hepimizle tanışıp büyük anlamlar ve dostluk içeren sapıkça tavırlarla gözlerimizin içine baktılar. Seri katil havasına sahip olduklarını söylemek isterim. Sonra bize bembeyaz zarflar verip içine numara yazmamızı, çekiliş yapılacağını söylediler.
Çevreye bakındık ve hiçbir eser görmediğimiz için performansın ne olabileceği konusunda yorumlar yaptık. Konu Görünürlük olduğuna göre... Biraları içerken yavaş yavaş yokolabilir miydik? Kimin kırmızı don giydiğini bulmaya mı çalışacaktık? Beş zenci içeri girip herkesi... Neyse...
Orada sohbet ederken, Murat yeni keşfettiği sessiz sinema dönemi yıldızı Fatty'nin taklidini yapıp duruyor, insanları koca gövdesini eğip bükerek şişinerek ve gözlerini patlatarak ve hi hihi diye gülerek rahatsız ediyordu. İşin komik tarafı o sırada Fatty'ye hiç benzememesi ama buna kayıtsız şartsız inanmasıydı. Bir süre sonra sinir bozucu bir şekilde komik olmaya başladı olay. Çünkü birisi fe dediği anda, süper komik adam abi, deyip taklide başlıyordu. Turner'le birlikte bunun sinemada gerçekleşmesinin nasıl da güç olduğunu düşündük. Yani insanları sinir bozukluğuyla güldürmenin...
Sonra bizi zorla performans salonuna aldılar. Orada iki pırıl pırıl genç vardı. Kalkıp bir konuşma yaptılar ve ekranda oynayan görüntülere dj'lik yapacaklarını söylediler. Bir çizgi karakter yolda yürüyüp duruyor, bu arada daireler dönüyor, çizgiler falan birbirinin içine geçiyordu. Pop Art, avantgard buzuki, alternatif jobijop karışımı bir şeydi. Orada iki bilgisayarın başına geçmişler, tum tıs müziğe eşlik ederek kafa sallayıp duruyorlar ve çok komik görünüyorlardı. Dedim ki Sayko'ya; bunu durdurmanın bir yolu olmalı. Kafasını salladı. Yine ekrana baktık. Ve windows işletim sistemi göçtü. Kıpkırmızı olan genç özür dilerken sapık bakışlı salon sahibi bu aradan yararlanarak çekiliş yapalım dedi. Numarayı söyler söylemez Sayko'dan ıhı, mı, gibisinden bir homurtular çıktı. Doksan... dediğini ve o anda başka bir karara vardığını gördüm. Kadın 66 lafını tekrarladı ve sordu: Yok mu kimsede? Sayko hemen fırladı. Alkışlar eşliğinde öne çıktı. Ama yazılı yere yazdığı için 99 çiziktirdiği açıkça belli oluyordu ve reddedildi. Murat o zaman tutulamaz, denetlenemez bir şekilde bunun şike olduğunu bağırmaya başladı. Ve içeride kadını yakalayıp serginin adını görünürlük koymuşsunuz, eee, 66 altı kimsede yoksa görünen de 66 oluyorsa 99'u seçmeniz gerekmez miydi diye suçladı. Hem 5 niye, nerden geliyor, neden beş diye de öylesine ciddi bir şekilde sordu ki kadın ne bileyim, aklıma öyle geldi, demek zorunda kaldı sesi titreyerek. Fakat bir seri katil gibi rahat ve nazikti yine.
Turner'e sordum. Sen böyle bir şey hazırlayıp da insanların karşısına çıkar mıydın diye. Hayır dedi. Ben de dedim. O yüzden mi yalnız ve mutsuzduk?
Murat gecenin geri kalanında ufak tefek bir arkadaşla anime konuşup durdu, biz de onlardan uzak, huzurlu bir şekilde kalabalığı izleyip eleştirel yorumlar yaptık durduk.
Şarabın biteceği falan yoktu ve gerçekten de yavaş yavaş görünmez oluyorduk...
Ellerine sağlık. Kendilerini destekliyor, başarılarının devamını diliyor, ölmeden önce orada bir performans yapacağıma söz veriyorum.

Oyuncular
Çağan Dikenelli: Kek Çağan. Sıkılıyor ama gülüyor da.
Turner Baydar: Törnır. Düşünüyor, izliyor ve yorumsuz kalıyor.
Sayko Alemdar: Balkonda bir kızla konuşan adam. 66 olayının kahramanı. Serkan.
Murat: Fatty. Tüm gece animasyon konusunda orada tanıştığı ufak tefek bir adamla konuşabilen, ortama giren kızlara dönüp şöyle bir bakmayı bile çok gören bir dava adamı.