20 Kasım 2008 Perşembe

Hayali Sohbetler Bürosu

Dr. Sayko’yla Aslanım’da güllü bira içiyoruz. Önümüze konmuş tabaktaki her patatesin üstüne bir dilek kurdelesi tutturulmuş. Yan tarafta üç cüce, kurdukları basketbol dergisinin içeriği üzerine konuşuyor. Arkamızdaki masa yedi uyurlar tarafından kapatılmış, uyuyorlar mışıl mışıl...
“Bu yolun dümdüz olması saçma,” diyor Dr Sayko. “Engebeler, komik tuzaklar falan konulsa, güleriz burda ne güzel.”
Bir şey demiyorum. Aklıma gelen başka bir şeyi evirip çeviriyorum o sırada. Yanımızdan, binlerce insan mal mal bakarak geçip duruyor.
“Artık diğer boyutu keşfetmenin zamanı geldi bilader,” diyorum. “Dünya gereğinden fazla kalabalık oldu. En azından İstanbul. İstediğimiz zaman şak diye geçer, orada içeriz biramızı sessiz sessiz.”
“Diğer boyutta bizim aynı kalacağımızı nerden çıkarıyorsun? Belki başka bir şeye dönüşücez.”
“Boyut değişiminde insanın da değişeceğine dair bir veri yok elimizde.”
Bir süre bir şey söylemeyip sonra ağır ağır şöyle diyor: “Bu beni pek rahatlatmadı.”
Biramızdan senkronize olarak birer yudum alıp keskin keskin birbirimize bakıyoruz.
“Diğer boyutta belki kaybettiklerimiz de olur,” diyorum. “Beraber takılırız istediğimiz zaman.”
“Bence sen diğer tarafla diğer boyutu karıştırıyorsun.”
“İkisinin aynı şey olmadığını nereden biliyorsun?”
“Ben bu tür detaylarla ilgili değilim işin esası. O tarafa biraları da geçirebilecek miyiz onla ilgiliyim.”
“Bundan emin değilim.”
“Sandalyeler de var ayrıca... Bi de manzara nasıl olacak, o da önemli...”
“Google’dan bi araştırırız bu akşam...”
Garson o sırada yanımızda bitip, bir kağıt uzatıyor Dr Sayko’ya. Bakıyor Dr, başını şüpheyle kaldırıp, gözlerini iyice bir kısarak.
“Bu ne?”
“İçeriden birisi sana bir not gönderdi,” diyor garson.
“Bana not mu gönderdi?”
“Evet.”
Eline alıp burnuna doğru yaklaştırarak görmeye çalışıyor Dr Sayko. “Bu anlaşılır bir şey değil,” diyor sonra.
“Çok fazla yaklaştırdın, biraz uzakta tut,” diyorum.
Kağıdı vücudundan dışa doğru açarak bir daha okumaya çalışıyor. “Ayağa kalkıp İstiklal marşını okursan çok seviniriz. Bir dostlar.”
Bana bakıp sinirli bir şekilde yine garsona dönüyor Sayko. “Bir kere burada imla hatası var. Bir dostlar yazılmaz. Hem kimmiş bunlar?”
“Bunu söyleyemem, kusura bakma,” diyor garson ciddi ciddi. Şaka yapıp yapmadığından hala emin olamıyorum. Dikkatle yüzüne bakıyorum. Allah Allah!
“O zaman onlara siktirip gitmelerini, evlerinde de benim için Irak marşı okumalarını söyle,” diyor Sayko, içeriye tehditkar bir bakış sallayarak. “İşe bak be!”
Bozuluyor birden garsonun suratı. Boynunu sinirli bir şekilde büküp nefes aldıktan sonra “İstiklal marşını küçümsüyor musun arkadaşım?” diyor. “Demek istediğin o mu?”
Noolduğunu şaşıran Dr. “Ne alakası var yaa!” diyor avuçlarını öne uzatarak. “Ben sadece bir piçin bana şaka yapmasına ifrit oldum. Kim bu yavşaklar? Söylesene sen bi...”
“Ben getirdim bu yazıyı,” diyor garson, ikimizi de şaşırtarak. “Ben yazdım yani. Ne olur bi kez okusan, bi tarafın mı eskir?”
Ağzı aşağı sarkmış, garsona uzunca bir süre bakıyor Dr Sayko. Gerilim doruğa çıkıyor. Bir şeyleri anlamaya çalışırken kıpkırmızı olduğu açıkça görülüyor. Söyleyebileceği şeyleri tahmin etmeye çalışıyorum kafamdan. O anda birden parmağını uzatıyor ve“Sen burada garson değilsin,” diyor. “Evet yaa, ilk defa görüyorum seni burada.”
Tutturamadığımı sorun etmiyor ve ben de kafamı sallıyorum. “Doğru söylüyorsun doktor, ben de ilk defa görüyorum. Az önce söyleyecektim...”
Ayağa kalkıp içeriye dönmüş, Ali’ye bakınıyor Sayko artık. Oldukça telaşlı görünüyor ve anlaşılan bu meseleye derhal bir açıklama getirmelerini istemek üzere bir başka yetkili aranıyor.
Ve kaçıp gidiyor birden garson. Öyle bir topukluyor ki, yerimizden bile kımıldayamıyoruz. Bağırıyor sadece: “Görürsünüz siz!”
“Şu işe bak,” diyor Dr Sayko tekrar yerine oturduktan sonra. “Naapmaya çalıştı bu herif lan şimdi?”
“Garip,” diyorum.
“Neyse,” diyor o.
Bira bardakları ağzımıza gidiyor. Tekrar aşağı indiklerinde soruyorum: “Taksim’in üstüne cam bir fanus yapılsa, orada mı oturursun burada mı bilader?”
“Orada mini etekli kızların oturmasını tercih ederim,” diyor o hemen.
“Cama görüntü de yansıtılabilir aynı zamanda,” diyorum ben. “Üstte oturanlar aşağıyı ve ufuktaki muhteşem manzarayı görebilecek. Aşağıdakiler ise üstte ne oynuyorsa onu. Seçenekleri düşünsene. Maç seyredebiliriz mesela... Gecen onikiden sonra tüm erkekler erotik fi... ”
“Reklamcı fikri bu abicim,” diyor Sayko. “Orası silme reklam dolar, başka da bi bok olmaz, gökyüzümüz de kalmaz bu arada.”
Gülüyorum yamuk yamuk ve “Başbakan’ın yurda seslenişinin gökekrandan oynatıldığını düşündüm de bir ürperme geldi,” diyorum.
“Gördün mü,” diyor Dr Sayko. “Deniz otobüslerindeki gibi Kanal 7’yi koyarlar, bütün gün o açık kalır.”
Kafamda bu konuyla ilgili bir sürü olasılığı evirip çevirirken o bu sefer başka bir açıdan giriyor lafa: “Yakında rüyalara da reklam koymayı başacaklar mı acaba?”
“Keşke öyle olsa, rüyanda siker atarsın onları bilader, bundan kolay ne var? Kola içip eğlenen adamları sopayla kovaladığını düşün... Cem Yılmaz’ın elindeki telefonu alıp götüne...”
“Bu da ne be!” deyince olasılıkları saymayı bırakıyorum hemen. Şimdi, yarısı anca içilmiş yetmişliğine bakıyor Dr Sayko. Tabi ben de. Ve “Ne ne?” diye soruyorum bardakta bir karafatma falan gördüğü tahmininde bulunarak.
“Abicim,” diyor o gözlerini kilitlendiği yerden çekmeden. “Burada bir göz var. Bana bakıyor.”
Uzanıyorum hemen ve arada bir kirpiklerini kırpıştırırken oldukça dikkatli bir şekilde bizi izleyen gözü naklen görme şanssızlığına nail oluyorum. Üstüme bir fenalık geliyor. Mideme bir yumruk yerleşip iç organlarımı haşırt diye sıkıyor sanki. “Bu ne oğlum!” diyorum sonra.
“Ne bileyim be!” diyor Sayko. “Bir göz işte.”
“Bize bakıyor resmen.” Bunu gözün konuşana doğru dönmesinden çıkarabiliyorum.
“Evet.”
“Bardağın bir numarası olmasın?”
“Hayır değil. Bak, hafif yukarıda duruyor.”
Bir süre düşündükten sonra şöyle diyorum: “İç bakalım birayı, noolacak.”
Sayko bana bakıyor şimdi. “İçeyim mi?”
“Ya da içme, sen bilirsin.”
“Para verdik ağbicim buna,” diyor o sanki zorlu bir karar almaya çalışıyormuşçasına kasılmışken.
“Doğru diyorsun,” diye destekliyorum. “İkimizin de gördüğü bir sanrı olabilir bu. Birileri bize şaka yapıyor da olabilir.”
“Olabilir tabi,” diyor o ve bardağı ağzına götürüyor. “İçmem normal di mi o zaman. Yani sizin şeyinize gelmedik der gibi mi olacak?”
“Bence öyle!”
Duruyor aniden. “Bardakta göz var diyip niye değiştirmiyoruz abicim? Çorbamda sinek var demek gibi bir şey bu.”
“Bence iç. Gelip bir şey görmezlerse alay eder ibneler bizle. Küçücük bir yudum al da görelim nooluyor...”
Koca bir yudum alıyor.
Hop, diye akıp gidiyor boğazından bira ve hiç beklemeden öne doğru geldiğimizde artık orada bir şey görememenin dumurunu yaşıyoruz ikimiz de.
“Dilimle test ettim,” diyor Dr gülerek. “Sadece sıvı vardı.”
“Demek sanrı görmüşüz,” derken pek de ikna olmuş gibi durmuyorum.
“Öyle,” derken onun da aynı ruh haline sahip olduğu yüzündeki anlamsız sırıtıştan belli oluyor.
Telefonum çalıyor o sırada. Arayan Gamlı. Açıyorum.
“Abicim,” diyor heyecan içinde. “Haberleri izliyorum şimdi. Hindistan’da bir tapınakta, on kollu bir heykel var, onun gözü çalınmış.”
“Eeee.”
“Gözün yuvasını çekiyorlar, siz oynuyorsunuz orada. Tüm dünya sizi izliyor...”
“Allah Allah. Naapıyoruz ki?”
“Bira içiyorsunuz Aslanım’da.”
Kapatıyorum başımı neler olup bittiğini anlamış gibi ağırbaşlılıkla sallayarak.
“Ne diyor?” diye soruyor Sayko.
“Yok bir şey,” derken biramı ağzıma doğru kaldırıyorum ve bu sefer benim bardağımda durduğunu görüyorum gözün.
Koyuyorum yine yerine, bir şey demeden. Garsonu çağırmaya hazırlanıyorum ki Dr Sayko “Seni görüyorum abicim,” diyor ve yine ona dönüyorum. “Hem de iki taraftan. Hem normal bakışımla hem de alttan. Sanki biranın içinden. Çok enteresan. Kafam mermer oldu galiba. He he he... Ne diyosun buna?”
Bardağı kaldırıp içindekini tümüyle mideme yuvarlıyorum ve oraya bakarken göz ortadan kaybolsa da bir başka görüntü daha açılıyor ansızın önümde.
“Ana!” diyor Sayko, şimdi parmaklarını şıklatarak. “Bir kız.”
Gerçekten de sarışın bir kızın yüzüne bakıyoruz alttan. Hem de birbirimize. Mal gibi göründüğümüz aşikar. “Ben de görüyorum,” diyorum büyük bir teslimiyetle.
Gülüyor kız ve bardağın üstünden uzanıp muhtemelen sevgilisini öpünce göğüsleri gözümüze girecek gibi oluyor.
“Oha,” diyor Sayko.
İkinci görüntüyü önümden kovmaya çalışırcasına gözümü falan kırpıştırırken bir başkası daha açılıyor önümde. Bende üçe Dr Sayko’da dörde çıkıyor olmalı. İçiçe giren ve hafiften birbirine karışan pencereler. Bazen biri bazen öbürü çıkıyor ön plana... Arkadaşımın “Hassiktir yaa,” deyişi içinde bulunduğumuz durumun boktanlığını açıklıyor. “Bayılıcam lan şimdi.”
Bir başka yudumla bir ekran daha açılıyor o sırada. Ayı gibi bir herif. İğrenç dişlerini dışarıda bırakarak ayıca gülüyor. Şu anda yapacağım bir şey yok, bekliyorum, sabırla, ufak tefek bir tip ekrana gelinceye kadar ve birden fırlayıp bardan içeri dalıyorum. Hızla koştururken tipi görüyor, bardağını eline aldığını teşhis ediyor ve bağırıyorum: “Bırak onu yerine. Hişşt! Ulan!”
Tipin benden tarafa bakmasıyla suratının buruşması bir oluyor. Korkuyor. Üstüne atılırken kaçmaya çalışıyor. Karşısındaki kız haykırıyor, ellerini öne uzatıyor sanki ona saldırıyormuşum gibi. Bardağı kapıyorum onları takmadan ve yukarı fırlıyorum. Basamaklar ayaklarımın altından akıyor ve ben on adımda yukarıda buluyorum kendimi. Tuvaletten içeri girip kapıyı kilitliyorum. Birayı klozete doğru uzatıyorum...
Telefonum çalıyor birden acı acı. Açıyorum, tek elimle cebimden çıkarıp.
“Yapma ağbi,” diyor Gamlı. “Tehditler savuruyor herifler televizyonda. Durum kötü.”
Kapatıyorum telefonu. Tek bir seçenek geliyor aklıma. Önce tuvalete sonra önüme bakıyorum ve bardağı ağzıma götürüp bir güzel içiyorum. Yokoluyor yine göz. Aşağıya iniyorum. Garsonlar “İyi misin abicim,” diye sorarken hem onlardan hem de ufak tefek tipten özür diliyor, “Arkadaşa benden bir bira verin” diyor ve dışarı çıkıyorum. Gerçekten uzaylıymışım gibi bakıyorlar yüzüme. İnsanları korkutabilmek hafif gururumu okşuyor. Oturuyorum Sayko’nun yanına.
Dikkatle yüzüme bakıyor o da. Sonra şöyle diyor hafif temkinli: “Üçüncü gözün açılmış abicim, farkında mısın?”
Elimi alnıma götürüyorum ve görüyorum onu. Fakat el olarak değil, ışıktan bir yumak olarak. El işareti yapıyorum ve kıpkırmızı oluyor birden enerji topu.
“Nasıl oldu bu?”
“Gözü içtim işte yine.”
“Görüntüler kayboldu bende.” Yaklaşıyor hafif. “Kapayamıyor musun?”
“Bilmem, hissetmiyorum ki onu.”
“Beni nasıl görüyorsun peki?”
Üçüncü göze konsantre oluyorum yine ve Dr Sayko’yu görmediğimi farkediyorum. “Yoksun orada,” diyorum ardından.
“Nasıl yani?” diyor hafif bozulmuş.
“Yoksun işte orada.”
“Ya diğer insanlar?”
“Onlar orada. Küçük, yamuk yumuk, enerjisi az ışık topları çoğu.”
“Ben niye yokum yaa!”
Zorluyorum kendimi ve kapandığını hissediyorum bu sefer gözün. “Oğlum olayı niye kişisel alıyorsun. Üçüncü gözün görmeyeceği kadar özel bir tipsin belki de.”
Parmaklarıyla alnını ovuşturuyor. “Ya gerçekten hiç enerjim yoksa. Sadece bedensem ben. Ruhsuz falan bir tipsem...”
“Ne var ki bunda? Haberin bile yoktu ben üçüncü göze kavuşmadan.”
Telefon çalıyor. Gamlı yine. Açıyorum.
“Ağbi, üçüncü gözü açmanı istiyorlar. Ali Kırca’ya bağlandılar şimdi.”
“Siktirip gitsinler,” diyorum takmaz bir ifadeyle. “Ben bu gözü medyaya malzeme yapmam.”
“Sen bilirsin.”
Kapatıyor telefonu ve söylediğimin tam tersine üçüncü gözümü açmaya çalışıyorum. İçkilerin nasıl göründüğünü, vücudumun enerji durumunu, güzel kızların daha mı parlak olduğunu, gözü kullanarak bazı şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğimi falan merak ederken kapattığım için de kızıyorum kendime. Zorluyorum bir iki kez.
“Bence üçüncü göz açılacaksa arka tarafta açılmalı,” diyor Dr Sayko. “Ön tarafta nasıl olsa gözümüz var.”
Ben ıkınıyorum.
“Düşünsene,” diyor o çağrışım akışına devam ederek. “Kıçında açılsa pantalonsuz dolaşmak zorunda kalacaktın.”
“Hay anasını be,” diyorum. “Olmuyor. Açamıyorum.”
“Zaten beni görmüyorsun öyle,” diyor Dr. “Hadi içelim.”
Biramın bittiğini farkediyorum hem ıkınıp hem bardağı kaldırmaya çalışırken. Hissiyat olarak, içki içersem şu bira sever gözün ilgisini tekrardan çekebileceğimi düşünüyorum aslında normal olarak ve yeni bir tane söylemek üzere el ediyorum ama beni görmezden geliyor garsonlar. Islık çalarak başka taraflara bakıyorlar.
“Bunların afra tafrası ne be böyle?” diye soruyor Sayko.
“Siktir et şimdi onları yaa,” diyorum. “Ne güzel üçüncü gözüm olmuştu kapadım salak gibi.”
“Hişşt Ali, baksana!” diye bağırıyor Sayko.
Ve tam da o sırada tam yanımızda bir ses duyuluyor. “İyi geceler beyler!” İnsan selinin akışına direnen iki kişinin siluetleri dönerken belirginleşip ete ve deriye bürünüyor. Böylece orada ilk olarak yirmi dakika kadar önce kaçıp giden garsonu sonra da yanındaki tipi açıkça görebiliyor ve korku dolu bir ses çıkararak yutkunuyorum.
Dr Sayko da aynı tepkiyi verirken şimdi hemen önünde, ayakta duran Dr Sayko’ya bakıyor. Aynısının tıpkısı ve o da benzer bir bakışla karşılık veriyor izdüşümüne.
“Bu bir kamera şakası olmalı,” sözlerini mırıldanırken sadece aşağı sarkmış ağzı oynuyor küçük küçük. Başka bir değişiklik gözlenmiyor Sayko’nun dumur olmuş yüzünde.
“Söyle bilader,” diyor sahte garson. “Söyle de görsünler.”
Ve ayaktaki Sayko İstiklal Marşı’nı söylemeye başlıyor müthiş bir coşkuyla. Dimdik duruyor elleri bir asker gibi bacaklarının yanına yapışmış, alnı ve çenesi ileride...
“Yaa?” diyor sahte garson yanımda oturan Dr Sayko’ya. “Ben böyle söyletirim adama İstiklal Marşı’nı.”
Bir şey diyemiyoruz. Çünkü coşkuya kapılan Nevizade sakinleri hızla ayağa kalkıp boğazlarını patlatırcasına katılıyorlar hemen marşa. Yürüyenler durup hazırol pozisyonuna geçiyor hemen. Barların üst katlarından da coşkulu sesler fırlıyor dışarıya doğru. Çın çın inliyor apartmanların arasındaki o dar yol, yankılarla.
Yavaşça ayağa dikiliyor ve biz de böğürmeye başlıyoruz marşı. İki Sayko, o kadar yakın ki, ağızlarından çıkan tükürükler birbirlerinin suratına vurup geriye sekiyor.
Cesaret duygularıyla beslenen o anlatılmaz ihtişamdan, o huşu dolu zafer duygusundan sarhoş olmuş, deli gibi bağırırken yaşlar akıyor gözlerimizden, oradaki binlerce insan gibi...

1 yorum:

duende dedi ki...

bir daha o bara gitmeyeceğim.