(Blogumun değerli konuk yazarı Sertan Apbalı'dan bir sürpriz daha: Sinan Aygün Sözcü gazetesine Türkiye'nin resesyonun gölgesinde reel durumunu anlatıyor...)
Varlıklarımızı satıp borcumuzu büyüterek ne kadar idare ederiz
Dünya ekonomisi derin bir krize doğru gidiyor. Bizde bu krize karşı alınmış hiçbir önlem yok. Cari işlemler açığı alımış başını gitmiş, ekonominin büyüme hızı yüzde 2’ye düşmüş. Şirketleriniz 150 milyar dolarlık dış borcun altına girmiş. Piyasalarda yaprak kımıldamıyor.Dünyanın en yüksek faizini ödüyoruz. Peki, gelmekte olan krizde bu sorunlarla nasıl baş edeceğiz?
Yapılan açıklamalardan özelleştirmenin mucizevi bir şekilde krize de cari işlemler açığına da karşı bir panzehir olarak görüldüğü anlaşılıyor.
Geçen hafta Cuma günü bu köşede yayınlanan yazımı, ‘’…Cari açığını kapatmak için elindeki değerli varlıklarını satan bir ülkenin sonu ailesini geçindirmek için çalışmak yerine kanını satan babanın sonundan farklı olabilir mi’’ diye sorarak bitirmiştim.
Nasıl bir insan kanını satarak ömür boyu geçimini sağlayamaz ise hiçbir ülkede elindeki varlıklarını satarak cari işlemler açığını sonsuza kadar finanse edemez.Yine hiçbir ülke bütçe harcamalarını da sonsuza kadar özelleştirme gelirleriyle karşılayamaz çünkü özelleştirilecek varlıklar bir gün bitecek.
Son 5 yılda varlıklarımız bitti
2002 yılından sonra 22 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış. Ulaştırma bakanlığının hava alanı işletme hakkı devir ihaleleriyle bu rakam 30 milyar doları buluyor. Yani devletin elindeki varlıkları son 5 yılda 30 milyar dolar azalmış.
Devletin varlıkları var bunun karşılığında da borçları var. Elindeki varlıklar azalırken en azından borcunun da azalmasını bekleriz. Peki bu dönemde borç ne olmuş ? Tek başına hazinenin 2002 yılı sonunda 148,4 milyar dolarlık bir iç ve dış borcu bulunuyordu. 2007 yılı sonunda bu borç 284,3 milyar dolara ulaşmış. Yani yüzde 93 oranında artmış. Denilebilir ki döviz kuru düştüğü için dolar cinsinden borç bu kadar artmıştır. Türk parası olarak baktığımızda da durum değişmiyor. 2002 yılında 242,7 milyar YTL olan hazinenin toplam iç ve dış borcu 2007 sonunda 333,4 milyar YTL yi bulmuş. Yani yüzde 37 ‘lik bir büyüme yaşanmış.
Geri dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara şöyle: Son 5 yılda devletin varlıkları 30 milyar dolar azalmış buna karşılık borcu ise 124 milyar dolar ,( yada 90 milyar YTL) artmış. Yani devletin varlığı azalırken borcu artmış.Bu durumun adı yoksullaşmadır.Sürdürülemez bir durum olduğu da ortada duruyor.
Bundan sonra ne satacağız
Son beş yıla da özelleştirme kapsamında satılanların birkaçını hatırlayalım:
‘’ Tüpraş, Erdemir, Türk Telekom’un %55’i , Halk Bankası’nın %25 ‘i , Tekel’in içki bölümü, Başak sigorta, Başak Emeklilik, Türk Hava Yollarının %48’i, Petkim’in %34,5’i.TCDD Mersin Limanı, Kara Yolları Genel Müdürülüğü’nün Levent’teki arsası, araç muayene istasyonları, Eti Alüminyum, Eti Gümüş, Eti Bakır, Eti Krom, Eti Eloktrometolürji, Bursagaz, Esgaz, Amasya Şeker Fab., Adapazarı Şeker Fab., Kütahya Şeker Fab., Ataköy Otelcilik, Ataköy Marina, Ataköy Turizm, Kıbrıs Türk Hava Yollarının % 50 ‘si , Samsun Gübre Fab., İGSAŞ’’
Bu kuruluşların tamamını sattık. Parasını da aldık ve harcadık. Buna karşılık borcumuzda 124 milyar dolar arttı. Satılan kuruluşların tamamına yakını da genellikle kar eden bu yüzden devlete vergi ve kar payı ödeyen kuruluşlardı. Bu kuruluşlar 5-10 yıl da kamuya sağlayacakları gelir karşılığında satıldılar. Satışlarından elde edilen gelir bir defalıktı ve kullanıldı. Gelir getiren varlıklarını bir bir satıp parasını cari harcamalara kullanan bir ülke, büyüyen borçlarını ödemek için ileride kaynak nerden bulacak.
Hadi diyelim bu krizi atlattık. Bundan sonraki krizlerde ne bulup satacağız ?
31 Ocak 2008 Perşembe
FossurGama Sunar: GEÇMİŞİN AYIBI
Leyla’nın yüzüne okkalı bir tokat yapıştırdı Celal. Kız kendini toparlayıp sevgilisine bakmayı başardığında gözleri dolu dolu olmuştu. Burnunu çekip pembeleşmiş yanağını ovuştururken bakışlarından damla damla dökülüyordu masumiyet.
“Siktir git!” diye bağırdı Celal öfke içinde. “Git başkasına yap bu numaraları.” Ve dönüp koştururcasına yürüdü kalabalığın kalbine doğru.
Tir tir titriyor, kendi kendine sayıklıyordu ki birden bir el yapıştı gömleğine Celal’in.
“Dur lan piç!”
Hışımla döndü Celal. Olayı görüp maydanozlaşan bir bokyedibaşıysa çekeceği vardı elinden. Ama bacaklarındaki güç çekilip karnına kramplar girerken pepeleyerek kalakaldı orda.
“Ama, ama, nasıl?!”
Karşısında kendisi vardı. Bir on yıl yaşlı olsa da kendisiydi o. “Çaat!” diye bir tokat yedi suratına.
“Çabuk git özür dile lan Leyla’dan,” diye bağırdı kendisi. “O kızla ayrılırsan sıçarım senin ağzına.”
Ve yürüyüp kalabalığın arasına karıştı.
Yere düşmüş bir hıyar gibi mal mal çevresine baktı Celal. Sonra kendine gelip Leyla’nın arkasından koşturdu. İşte orada, ileride; zangır zangır titreyerek ağlıyordu zavallı kız…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları hikayelerinden alınmıştır)
“Siktir git!” diye bağırdı Celal öfke içinde. “Git başkasına yap bu numaraları.” Ve dönüp koştururcasına yürüdü kalabalığın kalbine doğru.
Tir tir titriyor, kendi kendine sayıklıyordu ki birden bir el yapıştı gömleğine Celal’in.
“Dur lan piç!”
Hışımla döndü Celal. Olayı görüp maydanozlaşan bir bokyedibaşıysa çekeceği vardı elinden. Ama bacaklarındaki güç çekilip karnına kramplar girerken pepeleyerek kalakaldı orda.
“Ama, ama, nasıl?!”
Karşısında kendisi vardı. Bir on yıl yaşlı olsa da kendisiydi o. “Çaat!” diye bir tokat yedi suratına.
“Çabuk git özür dile lan Leyla’dan,” diye bağırdı kendisi. “O kızla ayrılırsan sıçarım senin ağzına.”
Ve yürüyüp kalabalığın arasına karıştı.
Yere düşmüş bir hıyar gibi mal mal çevresine baktı Celal. Sonra kendine gelip Leyla’nın arkasından koşturdu. İşte orada, ileride; zangır zangır titreyerek ağlıyordu zavallı kız…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları hikayelerinden alınmıştır)
Tabi, Velinimetimiz Ama…
Sorun yeteneksiz, kafasız ama muhbir bir dalkavuk olarak hocanın takdirini kazanan arkadaşların, arkalarına aldıkları rüzgarla, tabi aynı formülü iş yaşamlarında da kullanarak başarılı insanlar olmalarıdır. (Bkz liberal köşe yazarları) Yani belki de dünyadaki en temel kişilik problemlerinden birisinin sorumlusu öğretmenlerdir…
Doğu Kapısını Açanlar
Özgen Acar Aziz Nesin’in Büyüklere Masallar kitabından bir öyküsünü özetleyip gündemle güzelce bir alay ediyor:
“Bir varmış bir yokmuş deyip Nesin’in bir öyküsünü özetleyelim: Halkı mutlu, zengin bir ülkede yılanlar, çıyanlar, çakallar, çeşitli haşereler çoğalmaya başlamış. Ne kadar mücadele edilirse edilsin bu yaratıkların tüm ülkeye yayılışı önlenememiş.
Ülke ileri gelenleri ne yapacaklarını şaşırmışlar. Biri bir ulu insanı anımsamış. Ülkeyi kurtarsa kurtarsa ancak onun kurtaracağını algılamışlar. Ulu, insanların isteklerini kabul ederek başa geçmiş. İlk talimatı “Doğu kapısını kapatın,” olmuş. Güç bela doğu kapısı kapatılınca, yaratıkların ülkeye girişleri önlenmiş. Yaratıkların daha da çoğalmaları önlenince, içeridekilerle mücadele kolaylaşmış. Ülke eski mutlu yaşamına dönmüş.
Aradan uzun bir süre geçmiş. Ülkenin ileri gelenlerinden bazıları ötekilerin önüne geçme sevdasına kapılmışlar. “Doğu kapısını azıcık aralarsak, gelenler birze oy verir, biz de seçimi kazanır, başa geçeriz,” düşüncesini uygulamışlar. Doğudan gelen yılanlar, çıyanlar, çakallar oylarını kapıyı aralayanlara vermişler. Bir sonraki seçimde öteki ileri gelenler de “Bu sefer Doğu kapısını biraz daha fazla aralayalım. Yeni gelenlerin oyları ile seçimi biz kazanırız,” demişler. Gerçekten yeni gelenlerin oylarıyla seçimi kazanmışlar. O günden sonra seçimi kazanmak isteyen herkes, kapıyı kendine göre aralamış. Sonuçta ülke ulunun müdahalesinden önceki duruma dönmüş.”
….
14 Mayıs 1950 seçimini Demokrat Parti kazandığından beri her iktidar “Doğu Kapısı”nı az az araladı. Recep Tayip Erdoğan da bugün aynı kapıyı sindire sindire fakat tümden açmak istiyor.
Yüzde 46 ondan. Yüzde 14 MHP’den Nooldu: Yüzde 60 Aziz Nesin’in formülü ortaya çıktı mı? Bal gibi de çıktı.
“Bir varmış bir yokmuş deyip Nesin’in bir öyküsünü özetleyelim: Halkı mutlu, zengin bir ülkede yılanlar, çıyanlar, çakallar, çeşitli haşereler çoğalmaya başlamış. Ne kadar mücadele edilirse edilsin bu yaratıkların tüm ülkeye yayılışı önlenememiş.
Ülke ileri gelenleri ne yapacaklarını şaşırmışlar. Biri bir ulu insanı anımsamış. Ülkeyi kurtarsa kurtarsa ancak onun kurtaracağını algılamışlar. Ulu, insanların isteklerini kabul ederek başa geçmiş. İlk talimatı “Doğu kapısını kapatın,” olmuş. Güç bela doğu kapısı kapatılınca, yaratıkların ülkeye girişleri önlenmiş. Yaratıkların daha da çoğalmaları önlenince, içeridekilerle mücadele kolaylaşmış. Ülke eski mutlu yaşamına dönmüş.
Aradan uzun bir süre geçmiş. Ülkenin ileri gelenlerinden bazıları ötekilerin önüne geçme sevdasına kapılmışlar. “Doğu kapısını azıcık aralarsak, gelenler birze oy verir, biz de seçimi kazanır, başa geçeriz,” düşüncesini uygulamışlar. Doğudan gelen yılanlar, çıyanlar, çakallar oylarını kapıyı aralayanlara vermişler. Bir sonraki seçimde öteki ileri gelenler de “Bu sefer Doğu kapısını biraz daha fazla aralayalım. Yeni gelenlerin oyları ile seçimi biz kazanırız,” demişler. Gerçekten yeni gelenlerin oylarıyla seçimi kazanmışlar. O günden sonra seçimi kazanmak isteyen herkes, kapıyı kendine göre aralamış. Sonuçta ülke ulunun müdahalesinden önceki duruma dönmüş.”
….
14 Mayıs 1950 seçimini Demokrat Parti kazandığından beri her iktidar “Doğu Kapısı”nı az az araladı. Recep Tayip Erdoğan da bugün aynı kapıyı sindire sindire fakat tümden açmak istiyor.
Yüzde 46 ondan. Yüzde 14 MHP’den Nooldu: Yüzde 60 Aziz Nesin’in formülü ortaya çıktı mı? Bal gibi de çıktı.
Film Tavsiye
Türkiye'de yaşayan sinema severler için gündeme de uyan müthiş bir tavsiyem var. Maymunlar Cehennemi. Tim Burton’ın bu yeniden çevrimini seyrederken sanki içindeymiş de maymunlar tarafından çevrelenmiş gibi hissedeceksiniz. Sanki gerçekten filmin ortasına düşmüş gibi. His işte. Ha ha haa.
30 Ocak 2008 Çarşamba
FossurGama Sunar: Cin
Kahvede oturuyordu Halil. Çayını ısmarlamış, üstüne vuran güneşle ısınmış, keyfi keka çevresine bakınıyordu. Az sonra arkadaşları gelir, oyun başlardı. “Hişşt,” diye bir ses duydu o sırada. Sağından geliyordu. Dönüp baktığında aklı başından uçup gitti. Saçları diken diken olurken sandalyesini fırlatıp ayağa kalktı. En az bir metre geriye atmıştı kendini. Bir daha baktı oraya ve hiçbir şey göremedi. Hayretle kendisini izleyenlere bir karafatmanın üstüne tırmandığını söyleyip olayı geçiştirdi ama gerçek bu değildi. Bir cin görmüştü. Başından ateşler fışkıran, uzun burunlu zıpır bir cüceye benziyordu. Kendini dışarı attı Halil. Sinirleri bozulmuştu.
Hızlı hızlı gidiyordu ki bir daha bir “Hişşt,” sesi geldi. Yine sağından. Hayır, bakmayacaktı. Daha da hızlandı. Ama hişştler de dozajını arttırıyordu. Ve ansızın, küçük bir el paçasını çekiştirdi. “Allaıhh,” gibisinden bir ses çıkarıp dualara yumularak kaçmaya çalıştı Halil. Koşturuyordu ama unuttuğu bir şey vardı. Cin artık omuzundaydı onun. Sonunda delice kıkırdamalara kulaklarını tıkayamayarak ve soluğu kesilerek durdu. Yere atladı cin ve kendisinden korkmamasını söyledi. Halil’in başka bir seçeneği yoktu zaten. Cine ne istediğini sordu, onu bırakması için yalvardı. Fakat Ajur denen cinin kötü bir niyeti yoktu ki. Sadece ona iddia sonuçlarını vermek istemişti. Ne zamandır izliyordu Halil’i ve açıkçası delikanlılığının, harbiciliğinin mükafatını almasının zamanı gelmişti. İnanamadı duyduklarına Halil. İddia sonuçları mı? Amaan, diye bağırdı korkuyu morkuyu unutup. Sonuçları küçük bir kağıda yazdı. Cin yokolmuştu patlayan bir köpük gibi. O tek başına göbek atıyordu sokakta. Sonra durdu. Yok be! Olası mıydı böyle bir şey.
Ama hayır, gerçekten de tuttu sonuçlar. Büyük para kazandı Halil. Olanları insanlara anlatmamak için büyük bir irade gösterisi yaparak bir hafta geçirdi pavyon bar dolaşarak ve cin tekrar çıktı karşısına. Şimdi ödül başkaydı. Halil’in kesik olduğu ama bir türlü yüz bulamadığı Aslı’yı tavlayabileceğini söylüyordu küçük şarlatan. “Siktir git ulan,” dedi Halil, artık cini arkadaşı gibi gördüğünü belli ederek ve inanmaz gözlerini Ajur’un o bilmiş kıkırtısına fiksleyip böyle bir şey gerçekleşse ne kadar süper olur be, diye düşündü. Cin düşünmeyi bırakıp kendisini izlemesini belirtti. Halil’i Aslı’nın yanına götürüp Cyrano de Bergerac benzeri, öyle şeyler söyletti ki, eridi kız. Çıkma teklifini kabul etmekle kalmadı, yanağa da tatlı bir öpücük kondurdu cafeden karaca benzeri, sekerek çıkarken.
İşler müthiş gidiyordu. Cin birkaç kez daha karşısına çıkmış ve ona harika bir iş kurdurup, borsayı da allak bullak etmesini sağlamıştı. O gün yine yanında belirdiğinde, Halil sarılıp şapur şupur öpmemek için zor tuttu kendini. “Gel benimle,” dedi cin. Harika bir şey olacak. İzledi onu Halil hevesle. Yola çıktılar. Bir süre ilerlediler. “Şimdi şurada dur,” dedi cin “Ve bekle. Neler olacağını görünce çok şaşıracaksın.” Bir dakika kadar bekledi Halil. Saatine baktı. İşte tam o sırada kafasına kocaman bir varil düşüp betona yapıştırdı onu. İnşaatın üstünde “Eyvaah!” diye bağırdı bir işçi.
Şimdi Ajur yalnız değildi. Bir sürü cin daha vardı yanında ve kasık denilebilecek bölümlerini tutarak delice gülüyorlardı…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları Hikayelerinden Alınmıştır)
Hızlı hızlı gidiyordu ki bir daha bir “Hişşt,” sesi geldi. Yine sağından. Hayır, bakmayacaktı. Daha da hızlandı. Ama hişştler de dozajını arttırıyordu. Ve ansızın, küçük bir el paçasını çekiştirdi. “Allaıhh,” gibisinden bir ses çıkarıp dualara yumularak kaçmaya çalıştı Halil. Koşturuyordu ama unuttuğu bir şey vardı. Cin artık omuzundaydı onun. Sonunda delice kıkırdamalara kulaklarını tıkayamayarak ve soluğu kesilerek durdu. Yere atladı cin ve kendisinden korkmamasını söyledi. Halil’in başka bir seçeneği yoktu zaten. Cine ne istediğini sordu, onu bırakması için yalvardı. Fakat Ajur denen cinin kötü bir niyeti yoktu ki. Sadece ona iddia sonuçlarını vermek istemişti. Ne zamandır izliyordu Halil’i ve açıkçası delikanlılığının, harbiciliğinin mükafatını almasının zamanı gelmişti. İnanamadı duyduklarına Halil. İddia sonuçları mı? Amaan, diye bağırdı korkuyu morkuyu unutup. Sonuçları küçük bir kağıda yazdı. Cin yokolmuştu patlayan bir köpük gibi. O tek başına göbek atıyordu sokakta. Sonra durdu. Yok be! Olası mıydı böyle bir şey.
Ama hayır, gerçekten de tuttu sonuçlar. Büyük para kazandı Halil. Olanları insanlara anlatmamak için büyük bir irade gösterisi yaparak bir hafta geçirdi pavyon bar dolaşarak ve cin tekrar çıktı karşısına. Şimdi ödül başkaydı. Halil’in kesik olduğu ama bir türlü yüz bulamadığı Aslı’yı tavlayabileceğini söylüyordu küçük şarlatan. “Siktir git ulan,” dedi Halil, artık cini arkadaşı gibi gördüğünü belli ederek ve inanmaz gözlerini Ajur’un o bilmiş kıkırtısına fiksleyip böyle bir şey gerçekleşse ne kadar süper olur be, diye düşündü. Cin düşünmeyi bırakıp kendisini izlemesini belirtti. Halil’i Aslı’nın yanına götürüp Cyrano de Bergerac benzeri, öyle şeyler söyletti ki, eridi kız. Çıkma teklifini kabul etmekle kalmadı, yanağa da tatlı bir öpücük kondurdu cafeden karaca benzeri, sekerek çıkarken.
İşler müthiş gidiyordu. Cin birkaç kez daha karşısına çıkmış ve ona harika bir iş kurdurup, borsayı da allak bullak etmesini sağlamıştı. O gün yine yanında belirdiğinde, Halil sarılıp şapur şupur öpmemek için zor tuttu kendini. “Gel benimle,” dedi cin. Harika bir şey olacak. İzledi onu Halil hevesle. Yola çıktılar. Bir süre ilerlediler. “Şimdi şurada dur,” dedi cin “Ve bekle. Neler olacağını görünce çok şaşıracaksın.” Bir dakika kadar bekledi Halil. Saatine baktı. İşte tam o sırada kafasına kocaman bir varil düşüp betona yapıştırdı onu. İnşaatın üstünde “Eyvaah!” diye bağırdı bir işçi.
Şimdi Ajur yalnız değildi. Bir sürü cin daha vardı yanında ve kasık denilebilecek bölümlerini tutarak delice gülüyorlardı…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları Hikayelerinden Alınmıştır)
FossurGama Sunar: Ölümsüz Adam
Bir gün yaşlı bir adam karşısına çıkıp Osman’a “Ölümsüz” olduğunu söyledi. Ve onun için hayat bir daha asla aynı olmayacaktı…
O anda, Osman, iş çıkışı Beşiktaş’ta bir tektekçiye uğramış, birasını yudumlamaktaydı ve kafasında şöyle güzel bir kız bulmaktan başka hiçbir sorun yoktu. Her gün sıkıcı da olsa işine gidiyor, finans sektöründen ekmeğini yiyip normal bir hayat sürüyordu. Ağzına koca bir yudum daha doldurmuş, eve mi dönse, bir arkadaşını arayıp başka bir yere mi takılsa diye düşünürken, sakalı uzun kel bir adam gelip karşısına oturdu. Bozuldu Osman ve insan bir izin alır dedi içinden. Üstelik bu adam direkt yüzüne bakıyordu sinir bozucu bir şekilde.
“Osman,” dedi birden çirkin adam dişsiz ağzıyla tükürükler saçarak. “Sen ölümsüzsün.”
Şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu Osman. İsmini nereden biliyordu bu herif? Bir şakaya kurban gitme ihtimaline karşı çevresine bakınıp tanıdık birilerini arandı. Ama kıkırdayan, birbirini dürten falan yoktu en uzak yerde bile. Kafasına tak tak diye vurdu yaşlı adam bu sırada. “Sen ölümsüzsün.”
“Kimsin sen,” diye sordu Osman telaşla, “ismimi nerden biliyorsun?”
Yaşlı adam elini genç adamın elinin üstüne şefkatle koyup sıktı. “Sana bahşedilen armağana sıkı sıkı yapış Osman. Ve artık hayattan korkmaktan vazgeç. Sadece anı yaşa. Ölümsüzsün sen.”
Ardından öyle hızlı kalktı ve öyle hızlı dışarı çıkıp uzaklaştı ki, Osman peşinden “Dur,” lafından başkasını söyleyemezken ayağa bile kalkamadı. Ama aklında da birden ilginç çağrışımlar dönmeye başlamıştı. Panik ataktan müzdaripti ve ölüm korkusu yüzünden çoğu şeyden kaçmak zorundaydı. Uçağa binemezdi mesela. Heyecanlı filmlere gidemezdi kalp krizi geçiririm diye. Fakat o adam bunları bilemezdi ki. Hayattan korktuğunu nereden çıkarmıştı?
Sonraki günler saçma bir şeyler yaşadım, geçti gitti işte; diye avuttu kendini. Ancak yaşlı adamın sözleri beynine zamkla yapışmış gibiydi. Sürekli dönüp duruyor, ona ne kadar sıkıcı bir hayatı olduğunu hatırlatıyordu. Tanıyordu kendisini. Neler yaşadığını ondan daha iyi biliyordu. Yüzünden anlamıştı bunu. Ölümsüzlük olgusu gerçekten baş döndürücüydü ve ona çılgınca fikirler fısıldayıp duruyordu. Sonunda takıntısı öyle bir arttı ki, onu şu delice karara getirdi. Deneyecekti. Tabi bir kız arkadaşı olmaması, toplum içinde saygı görmemesi, ailesiyle arasının açık olması da etkendi bunda. Ölümsüz ise yapabileceklerini düşünerek içi gıcıklanıyordu. Günlerce cebelleşti bu fikirlerle ve sonunda babasının evinde aldı soluğu. Gece kendisinden iki kelime sohbeti bile esirgeyen babası yattıktan sonra çekmecedeki ruhsatlı silahı aldı. Doluydu. Yutkundu. “Sen ölümsüzsün,” lafı çıkıp büyüdü o dişsiz ağızdan. Ve bastı tetiğe Osman.
Kafası dağılıverdi. Duvara kan püskürmüş, sağ tarafında oluşan delikten beyni şıp şıp akmaya başlamışken, o öylece duruyordu. Yüzünde garip bir gülüş belirmişti. Dışarı fırladı babası. Oğlunu hastaneye götürürken, hala yaşadığına inanamıyordu adamcağız. Orada doktorlar da şaştı kaldı bu duruma. Kafatasındaki delik kapatıldı ve bir hafta sonra taburcu edildi Osman. Ölmemişti gerçekten de. Ancak yüzünde kalan o küçük mimikten başka hiçbir tepki vermiyordu yaşama. Çünkü beyni akıp gitmiş, ölmeyen vücuduna anlamlı bir şekilde kontrol eden bölümler devre dışı kalmıştı. Aklı çalışmadığı için ölümsüzlüğünü denemek üzere ne kadar yanlış bir metod seçtiğini de bilemiyor, öylece gülümsüyordu.
Ayağı takılıp bir uçuruma düşene ve kopan bacaklarıyla yürüyemeyene kadar öyle, ölümsüz, bir zombi olarak yaşadı, bazı zamanlar da bir kuru ekmek kapmayı başardı esnaftan…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları Hikayelerinden Alınmıştır)
O anda, Osman, iş çıkışı Beşiktaş’ta bir tektekçiye uğramış, birasını yudumlamaktaydı ve kafasında şöyle güzel bir kız bulmaktan başka hiçbir sorun yoktu. Her gün sıkıcı da olsa işine gidiyor, finans sektöründen ekmeğini yiyip normal bir hayat sürüyordu. Ağzına koca bir yudum daha doldurmuş, eve mi dönse, bir arkadaşını arayıp başka bir yere mi takılsa diye düşünürken, sakalı uzun kel bir adam gelip karşısına oturdu. Bozuldu Osman ve insan bir izin alır dedi içinden. Üstelik bu adam direkt yüzüne bakıyordu sinir bozucu bir şekilde.
“Osman,” dedi birden çirkin adam dişsiz ağzıyla tükürükler saçarak. “Sen ölümsüzsün.”
Şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu Osman. İsmini nereden biliyordu bu herif? Bir şakaya kurban gitme ihtimaline karşı çevresine bakınıp tanıdık birilerini arandı. Ama kıkırdayan, birbirini dürten falan yoktu en uzak yerde bile. Kafasına tak tak diye vurdu yaşlı adam bu sırada. “Sen ölümsüzsün.”
“Kimsin sen,” diye sordu Osman telaşla, “ismimi nerden biliyorsun?”
Yaşlı adam elini genç adamın elinin üstüne şefkatle koyup sıktı. “Sana bahşedilen armağana sıkı sıkı yapış Osman. Ve artık hayattan korkmaktan vazgeç. Sadece anı yaşa. Ölümsüzsün sen.”
Ardından öyle hızlı kalktı ve öyle hızlı dışarı çıkıp uzaklaştı ki, Osman peşinden “Dur,” lafından başkasını söyleyemezken ayağa bile kalkamadı. Ama aklında da birden ilginç çağrışımlar dönmeye başlamıştı. Panik ataktan müzdaripti ve ölüm korkusu yüzünden çoğu şeyden kaçmak zorundaydı. Uçağa binemezdi mesela. Heyecanlı filmlere gidemezdi kalp krizi geçiririm diye. Fakat o adam bunları bilemezdi ki. Hayattan korktuğunu nereden çıkarmıştı?
Sonraki günler saçma bir şeyler yaşadım, geçti gitti işte; diye avuttu kendini. Ancak yaşlı adamın sözleri beynine zamkla yapışmış gibiydi. Sürekli dönüp duruyor, ona ne kadar sıkıcı bir hayatı olduğunu hatırlatıyordu. Tanıyordu kendisini. Neler yaşadığını ondan daha iyi biliyordu. Yüzünden anlamıştı bunu. Ölümsüzlük olgusu gerçekten baş döndürücüydü ve ona çılgınca fikirler fısıldayıp duruyordu. Sonunda takıntısı öyle bir arttı ki, onu şu delice karara getirdi. Deneyecekti. Tabi bir kız arkadaşı olmaması, toplum içinde saygı görmemesi, ailesiyle arasının açık olması da etkendi bunda. Ölümsüz ise yapabileceklerini düşünerek içi gıcıklanıyordu. Günlerce cebelleşti bu fikirlerle ve sonunda babasının evinde aldı soluğu. Gece kendisinden iki kelime sohbeti bile esirgeyen babası yattıktan sonra çekmecedeki ruhsatlı silahı aldı. Doluydu. Yutkundu. “Sen ölümsüzsün,” lafı çıkıp büyüdü o dişsiz ağızdan. Ve bastı tetiğe Osman.
Kafası dağılıverdi. Duvara kan püskürmüş, sağ tarafında oluşan delikten beyni şıp şıp akmaya başlamışken, o öylece duruyordu. Yüzünde garip bir gülüş belirmişti. Dışarı fırladı babası. Oğlunu hastaneye götürürken, hala yaşadığına inanamıyordu adamcağız. Orada doktorlar da şaştı kaldı bu duruma. Kafatasındaki delik kapatıldı ve bir hafta sonra taburcu edildi Osman. Ölmemişti gerçekten de. Ancak yüzünde kalan o küçük mimikten başka hiçbir tepki vermiyordu yaşama. Çünkü beyni akıp gitmiş, ölmeyen vücuduna anlamlı bir şekilde kontrol eden bölümler devre dışı kalmıştı. Aklı çalışmadığı için ölümsüzlüğünü denemek üzere ne kadar yanlış bir metod seçtiğini de bilemiyor, öylece gülümsüyordu.
Ayağı takılıp bir uçuruma düşene ve kopan bacaklarıyla yürüyemeyene kadar öyle, ölümsüz, bir zombi olarak yaşadı, bazı zamanlar da bir kuru ekmek kapmayı başardı esnaftan…
(FossurGama Sunar - Kayıp Ülkenin Masalları Hikayelerinden Alınmıştır)
29 Ocak 2008 Salı
Kadınlarımıza
Cinsel obje ile dinsel obje arasında bir seçim yapmak zorunda olan kadınlar zor durumda. Ben de ayrı bir seçenek olarak tinsel obje olmalarını öneriyorum. Yine de kendileri bilir tabi.
Al Sana İş
(Mustafa Balbay’ın yazısından alınmıştır)
Üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamayan aile dostumuzun kızı, belediyeye başvurmuştu. Kendisine, “bizde iş yok ama, şu şirkette git, orada iş verebilirler,” demişler. O şirkette şu öneriyle karşılaşmış; ayda 500 YTL net maaş alacaksın, sigortan yapılacak, cebine uzun kullanımlı otobüs bileti koyacağız. İşin şu olacak;; sana vereceğimiz türbanı takacaksın, belediye otobüslerinde yolculuk yapıp merkezi yerlerd dolaşacaksın!
Yaa, işte böyle.
Üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamayan aile dostumuzun kızı, belediyeye başvurmuştu. Kendisine, “bizde iş yok ama, şu şirkette git, orada iş verebilirler,” demişler. O şirkette şu öneriyle karşılaşmış; ayda 500 YTL net maaş alacaksın, sigortan yapılacak, cebine uzun kullanımlı otobüs bileti koyacağız. İşin şu olacak;; sana vereceğimiz türbanı takacaksın, belediye otobüslerinde yolculuk yapıp merkezi yerlerd dolaşacaksın!
Yaa, işte böyle.
Sosyal Güvensizlik
(Sosyal Güvenlik Reformu ile ilgili internette dolaşan bir yazıdır ve bu yasa çıkarsa insanlarımızın neler kaybedeceğini gösterdiği için önemlidir)
Şu anda mecliste bekleyen 5510 sayılı (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı eğer yasalışırsa pek çok hakkımızı kaybedeceğiz.
Sağlık ve sosyal güvenlik haklarımızda oluşacak kayıplardan bazıları şöyle:
Ø Zaten kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı hem kadınlar, hem de erkekler için 65'e çıkarılacak. (Madde 28)
Ø Emekliliğe hak kazanabilmek için yakın zamanda 5.000'den 7.000 güne çıkarılan prim ödeme zorunluluğu 9.000 gün prime çıkacak. (Madde 27)
Ø Emekli maaşları % 23 ila % 33 arasında düşürülecek. (Madde 29)
Ø Yıpranma hakkı gasp edilecek
Ø Aylık geliri 139,6 YTL'den fazla olan bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475 YTL Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88)
Ø Sadece ayakta tedavi olununca değil; hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de 'katılım payı' adı altında para ödenecek. (Madde 68)
Ø 'Katılım payı' gerektiğinde beş katına kadar arttırılacak. (Madde 68)
Ø Bütün sağlık hizmetleri paralı olacak.
Ø Sağlık hizmeti alabilmek için bu ülkenin vatandaşı olmak, üstelik vergi ödemek, dahası Genel Sağlık Sigortası primi yatırmak, hatta bir de 'katılım payı' ödemek yetmeyecek. Şimdi bir de 'ilâve ücret' adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5)
Ø Bütün dünyada anne sütünün önemi yeniden anlaşılır ve emzirme teşvik edilirken Türkiye'de 'sigortalının çocuğuna bir ay anne sütü yeter' mantığı geçerli olacak. Daha önce doğum yapan sigortalılara altı ay süreyle verilmesi öngörülen emzirme yardımı bir aya düşürülecek.
Ø Hastalanan sigortalılara verilen iş görememezlik ödeneği % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80)
Ø Emekli Bağ-Kur'lularının maaşından 10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sağlık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88)
Ø Primini ödeyemeyen vatandaşlar sağlık hizmeti alamayacak , hastane kapılarından geri dönecek. (Madde 88, 89 ,90)
Ø Primini ödeyemeyen çiftçilerin pamuğuna buğdayına, üzümüne tütününe el konulacak. (Madde 87)
Şu anda mecliste bekleyen 5510 sayılı (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı eğer yasalışırsa pek çok hakkımızı kaybedeceğiz.
Sağlık ve sosyal güvenlik haklarımızda oluşacak kayıplardan bazıları şöyle:
Ø Zaten kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı hem kadınlar, hem de erkekler için 65'e çıkarılacak. (Madde 28)
Ø Emekliliğe hak kazanabilmek için yakın zamanda 5.000'den 7.000 güne çıkarılan prim ödeme zorunluluğu 9.000 gün prime çıkacak. (Madde 27)
Ø Emekli maaşları % 23 ila % 33 arasında düşürülecek. (Madde 29)
Ø Yıpranma hakkı gasp edilecek
Ø Aylık geliri 139,6 YTL'den fazla olan bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475 YTL Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88)
Ø Sadece ayakta tedavi olununca değil; hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de 'katılım payı' adı altında para ödenecek. (Madde 68)
Ø 'Katılım payı' gerektiğinde beş katına kadar arttırılacak. (Madde 68)
Ø Bütün sağlık hizmetleri paralı olacak.
Ø Sağlık hizmeti alabilmek için bu ülkenin vatandaşı olmak, üstelik vergi ödemek, dahası Genel Sağlık Sigortası primi yatırmak, hatta bir de 'katılım payı' ödemek yetmeyecek. Şimdi bir de 'ilâve ücret' adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5)
Ø Bütün dünyada anne sütünün önemi yeniden anlaşılır ve emzirme teşvik edilirken Türkiye'de 'sigortalının çocuğuna bir ay anne sütü yeter' mantığı geçerli olacak. Daha önce doğum yapan sigortalılara altı ay süreyle verilmesi öngörülen emzirme yardımı bir aya düşürülecek.
Ø Hastalanan sigortalılara verilen iş görememezlik ödeneği % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80)
Ø Emekli Bağ-Kur'lularının maaşından 10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sağlık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88)
Ø Primini ödeyemeyen vatandaşlar sağlık hizmeti alamayacak , hastane kapılarından geri dönecek. (Madde 88, 89 ,90)
Ø Primini ödeyemeyen çiftçilerin pamuğuna buğdayına, üzümüne tütününe el konulacak. (Madde 87)
24 Ocak 2008 Perşembe
Okullara Yeni Dersler
Türkiye’de eğitim sisteminin çarpık olduğunu, okullara sahtekarlık, hortumculuk, işbirlikçilik, din sömürüsü gibi dersler konulmadıkça ebeveynleri zaten düzenin yolcusu olmayan hiçbir çocuğun başarı şansı olmadığını düşünüyorum.
Yeni HarkTular
Kırık kanatlarla uçan bir kuş görürseniz
aşık olduğunu anlamalısınız.
--------------------------
Zeki bir insanın hiçbir şey için mazereti olamaz
--------------------------
Boktan bir fastfoodcunun menüsüne benzedi hayat
--------------------------
Gerçeği bulmak için, onun peşinizde, adım adım sizi izlediğinin farkında olmanız gerekir.
--------------------------
Her türlü iktidar koltuğu çivili olmalı
--------------------------
Tek bir solcu kalsa dünyada,
yine de küreselleşemez itler
--------------------------
Kentlerde, terliyor binalar.
Uluyor kapitalizmin bekçileri evlerin kuytularında.
Ölmüş aydınların huzursuz ruhları yollarda volta atıyor
Dudaklarında bir garip ıslık
Galiba hiç yazılmamış bir şarkı
Sadece bir kez, kavganın birinde, kanlar içinde yerde yuvarlanırken aklıma gelen...
--------------------------
Sistem
büyük bir yalanın
küçük yalanların arkasına gizlenmesidir
--------------------------
Direnmek Tanrı’ya mahsus olduğu için kutsaldır
--------------------------
Ilımlı islam
fokur fokur kaynıyor
soğumuş dinler üfleyince
harktu.blogspot.com
aşık olduğunu anlamalısınız.
--------------------------
Zeki bir insanın hiçbir şey için mazereti olamaz
--------------------------
Boktan bir fastfoodcunun menüsüne benzedi hayat
--------------------------
Gerçeği bulmak için, onun peşinizde, adım adım sizi izlediğinin farkında olmanız gerekir.
--------------------------
Her türlü iktidar koltuğu çivili olmalı
--------------------------
Tek bir solcu kalsa dünyada,
yine de küreselleşemez itler
--------------------------
Kentlerde, terliyor binalar.
Uluyor kapitalizmin bekçileri evlerin kuytularında.
Ölmüş aydınların huzursuz ruhları yollarda volta atıyor
Dudaklarında bir garip ıslık
Galiba hiç yazılmamış bir şarkı
Sadece bir kez, kavganın birinde, kanlar içinde yerde yuvarlanırken aklıma gelen...
--------------------------
Sistem
büyük bir yalanın
küçük yalanların arkasına gizlenmesidir
--------------------------
Direnmek Tanrı’ya mahsus olduğu için kutsaldır
--------------------------
Ilımlı islam
fokur fokur kaynıyor
soğumuş dinler üfleyince
harktu.blogspot.com
22 Ocak 2008 Salı
Deli Bombacı
Taksim, İstiklâl caddesinde, bir deli geliyor aklıma... Üstüne bomba yüklü bir yelek geçirmişler, ama onun bundan haberi falan yok. Yüzünde ebleh bir sırıtma, kikirdeyerek kaçışan insanlara bakıyor ve arada bir neşe dolu çığlıklar patlatıyor. Polislerin, kolalanmışçasına kasık, adım adım gerilerken “Yere yat,” diye bağırmasını, havaya ateş etmesini de algılamıyor. Bir kurşun bacağından içeri giriyor. O olduğu yere yığılıp, bozulan suratıyla bakıyor çevresine. Yeni doğan bir çocuk gibi. Ya da araba arkasındaki süsten bir köpek gibi. Başı istemsizce sallanırken inlemeye başlıyor...
Harabe Mantık
Tarihi değerlerden, kültürel mirastan “harabe” diye bahseden bir başbakanımız var. Onların üstüne otel yapamadığı için hayıflanan bir başbakan. Ne mutlu bize!
18 Ocak 2008 Cuma
2007 GRUP SIRALAMALARI
Roll hem kendisinin hem de MOJO, Q, NME, UNCUT; Inrockuptibles gibi önemli dergilerin 2007 grup sıralamalarını vermiş. Önce Roll’dan başlayalım. Amy Winehouse’u bir numaraya, aşırı kötü olduğunu düşündüğüm White Stripes “Icky Thump”ı iki numaraya yerleştiren, albüm bile denemeyecek The Good, The Badd & The Queen’i 8 numaraya, Burial’ın dandik işini 17’ye koyarken Interpol’ün muhteşem albümü “Our love to admire”ı 23’te bırakan, Kings Of Leon’un sıralamadaki her albümü ikiye katlayacak şahaseri “Because Of The Times”ı listeye bile almayan Roll tam anlamıyla sınıfta kalmıştır. Radiohead’in “In Rainbows”unu bir numaraya yerleştirirken Arctic Monkeys’in sıkı mı sıkı albümü “Favourite Worst Nightmare’i 4’te bırakan ve yine allahlık The Good, The Badd & The Queen’e prim veren ve ahı gitmiş vahı kalmış Robert Plant’in Alison Krauss ile yaptığı işi ve Nick Cave’in ne yaptıklarını kendileri bile bilmeyen Grinderman grubunu Manic Street Preachers’ın usta işi “Send Away The Tigers” albümünün üstüne alan MOJO da sıçmıştır. NME’nin bir numarada Klaxons’un Myths Of The Near Future’unu iki numarada Arctic Monkeys’i kullanması yerinde bir seçim sayılabilir. Ama Kings Of Leon’un bunların altında altı numarada kalması affedilemez. Battles gibi sıradan grupların 6. sıraya koyulması da. Beirut’un ve Manu Chao’nun işleri de ön saflara grup diye konulan süprüntülerden kat be kat iyidir.
Komplocular Haklı Çıktı
Komplocu Suçlaması 1: “Amerika demokrasi getiriyor, ona işgalci diyenler komplocudur” çığırtkanlığının yapanların mumu yatsıya kadar yandı ve söndü. ABD Irak’ı parça parça etti, kan gölüne çevirdi. 850 bin insanın göz göre göre en gelişmiş silahlarla yok ett. 3 milyon insan sakat kaldı, 5 milyon çocuk kimsesiz duruma düştü. 2: Gümrük Birliği gibi tek yanlı bir sömürge belgesini savunanlarını yalanları ortaya çıktı. Onların yüzlerine tekstilciler, ilaçcılar, mobilyacılar, dericiler, demir-çelikçiler ve daha bir çokları tokadı indirdiler. 3: AB ile aramızdaki tek engel Kıbrıs sorunudur, diyecek kadar arsızlanan işbirlikçilerin yalanları çabuk ortaya çıktı. Denktaş gitti, İngiliz-ABD ortak planı olan Annan Planı geldi, ne oldu. Kıbrık Türkleri daha kötü durumda; kozlar Rumlarını eline geçti ve onlar “Adanın bütününü temsilen AB’nin üyesi oldular”. Adadaki Türk askeri işgalci durumuna düştü. 4: AKP AB ile 2004 ile 2005 çerçeve anlaşmalarını imzalayıp Kızılay’da havai fişek attırırken biz komplocular, “Bunları Türkiye’yi sömürgeleştirme anlaşmalarıdır” dedik. Geldik 2008’e AB şimdi Güneydoğu’ya el attı, özerklik istiyor. Fener Patrikhanesini bağımsızlaştırıyor, Ermeni soykırım yasalarını meclislerinden geçiriyor, Dicle ve Fırat’ın yönetimini istiyor. 5: AKP hükümeti her şeyi özelleştirip devletin yapması gereken işleri piyasaya terk ederken biz karşı çıktık. Bu Türkiye’yi parçalar, insanları dağa kaçırır eşkiya yapar dedik... Türkiye’nin yabancı tekellerin işgaline uğrayacağını söyledik. Peki ne oldu? Batı’nın dev tekelleri piyasamızı işgal etti, işsizlik arttı. Bankamızdan telefonumuza kadar her şeyimiz yabancıların eline geçti. Yunanistan yıllar yılı Ziraat Bankası’na Batı Trakya’da bir şube bile açtırtmazken “Yunan Devlet Bankası” geldi bizimkini satın aldı.
EROL MANİSALI
EROL MANİSALI
17 Ocak 2008 Perşembe
AVATAR - Son Hava Bükücü
Animasyon dizi Avatar’ı seyretmenizi öneririm. Çocuklar için yapılsa da, keyifli bir macera sunuyor ve beklentilerinizi çok yüksek tutmazsanız, oldukça eğlendirici.
Avatar: Son Hava Bükücü, Michael Dante DiMartino ve Bryan Konietzko'nun yapımcılık ve yönetmenliğinde, Kaliforniya'daki "Nickelodeon Animation Studios"da oluşturulmuştur.. Animasyon süreci ise Güney Kore'de gerçekleştirilmiştir. Kurgusal bir dünyada geçer. İnsan ırkına ev sahipliği yapan bu dünyada ayrıca fantastik hayvanlar ve doğaüstü ruhlar bulunur. İnsanlar 4 ulusa ayrılmıştır: Su Kabilesi, Toprak Krallığı, Hava Gezginleri, Ateş Ulusu. Her ulusta "Bükücü" adı verilen özel insanlar kendi elementlerini kontrol etme yeteneğine sahiptir. Bu bükme stilleri özel dövüş sanatları ile birleşir. Konusu ise şöyle: 100 yıl önce, Aang adlı 12 yaşındaki bir Hava Bükücü, Güney Hava Tapınağı'nda yaşıyordu. Yaşlı Keşişlerden kendisinin Avatar olduğunu öğrendi. Normalde bir Avatar'a gerçek kimliği 16 yaşına bastığında söylenirdi ancak Keşişler 4 ulus arasındaki savaşın yaklaşmakta olmasından korkup bunu daha önce açıkladılar çünkü bir savaş başladığında barışı getirebilecek ve dengeyi yeniden sağlayabilecek tek kişi Avatar'dı. Kısa bir süre sonra Aang, öğreticisi ve koruyucusu Usta Gyatso'dan ayrılmak ve eğitimine devam etmek için Doğu Hava Tapınağı'na gitmek zorunda kalır. Korkmuş ve kafası karışmış bir halde yola koyulan Aang, uçan bizonu Appa ile birlikte evinden uzaklaşırken, Güney Okyanusu'nda ani bir fırtına ile karşılaşır ve denizin dibine doğru batmaya başlarlar. Kendinden geçmiş bir halde Avatar Hali'ne geçen Aang, kendisini ve Appa'yı korumak için hava ve su bükme yeteneklerini kullanarak bir balon yaratır. Ancak kendinden geçen Aang bu durumdan kurtulamaz ve Güney Kutbu'na doğru sürüklenirler. Dizi bu olaylardan 100 yıl sonra, Ateş Ulusu'nun savaşta mutlak zafere ulaşmak üzere olduğu bir dönemde başlar. Tüm Hava Göçebeleri yok olmuştur. Su Kabileleri çok zor durumdadır. Güney Su Kabilesi'ndeki askerler, savaşmak için ailelerini terketmişlerdir ve evlerini savunmasız bırakmışlardır. Bu arada daha büyük olan Kuzey Su Kabilesi savunmaya devam etmektedir. Diğer yanda Toprak Krallığı, Ateş Ulusu'nun zaferi önündeki tek gerçek engeldir. Ancak sınırlarına gelen ordulara dayanmakta zorlanan Toprak Krallığı her geçen gün yenilgiye daha da yaklaşmaktadır. Güney Su Kabilesi'ndeki iki kardeş: Deneyimsiz Su Bükücü Katara ve Kabile'nin koruyucusu genç savaşçı Sokka, Aang ve Appa'yı buzdağından kurtararak macerayı başlatırlar. Aang yokluğu boyunca bir asrın geçtiğini ve korkunç savaşın 100 yıldır sürdüğünü anlar.Aang'in kendisini dondurduğu yıl, Ateş Lordu Sozin, Avatar'ın yokluğunu fırsat bilir ve Dünya'nın yakınından geçmekte olan kuyrukluyıldızın gücünü de alarak büyük savaşı başlatır. Aang, Ateş Ulusu'nun Hava Göçebeleri'ni yok ettiğine inanamaz. Bu Aang'i hayattaki son Hava Bükücü yapacaktır.Avatar olarak Aang'in görevi savaşı bitirmek ve uluslar arasında bozulan dengeyi yeniden kurmaktır. Aang, yeni tanıştığı arkadaşları Katara ve Sokka, uçan bizon Appa, maymun Momo ve 2.Sezon'da onlara katılan Toprak Bükücü Toph ile birlikte 4 elementin ustası olmak için yolculuğa başlar. Yolculukları boyunca sürgün Prens Zuko daha sonra ise kardeşi Prenses Azula ile uğraşmak zorunda kalırlar. Esas görevi olan 4 elementin ustası olmak dışında Aang, yaz sonuna kadar Ateş Lordu Ozai'yi yenmek zorundadır. Çünkü Ateş Ulusu'na savaş başlatmak için güç veren "Sozin" kuyrukyıldızı yaz sonunda yeniden gelecek ve bu kez Ateş Bükücülere savaşı tamamen bitirecek gücü verecektir. Eğer bu gerçekleşirse, bu kez Avatar bile bozulan dengeyi yeniden sağlamaya başaramayacaktır.
NOT:Bilgiler Vikipedi'den alınmıştır.
Avatar: Son Hava Bükücü, Michael Dante DiMartino ve Bryan Konietzko'nun yapımcılık ve yönetmenliğinde, Kaliforniya'daki "Nickelodeon Animation Studios"da oluşturulmuştur.. Animasyon süreci ise Güney Kore'de gerçekleştirilmiştir. Kurgusal bir dünyada geçer. İnsan ırkına ev sahipliği yapan bu dünyada ayrıca fantastik hayvanlar ve doğaüstü ruhlar bulunur. İnsanlar 4 ulusa ayrılmıştır: Su Kabilesi, Toprak Krallığı, Hava Gezginleri, Ateş Ulusu. Her ulusta "Bükücü" adı verilen özel insanlar kendi elementlerini kontrol etme yeteneğine sahiptir. Bu bükme stilleri özel dövüş sanatları ile birleşir. Konusu ise şöyle: 100 yıl önce, Aang adlı 12 yaşındaki bir Hava Bükücü, Güney Hava Tapınağı'nda yaşıyordu. Yaşlı Keşişlerden kendisinin Avatar olduğunu öğrendi. Normalde bir Avatar'a gerçek kimliği 16 yaşına bastığında söylenirdi ancak Keşişler 4 ulus arasındaki savaşın yaklaşmakta olmasından korkup bunu daha önce açıkladılar çünkü bir savaş başladığında barışı getirebilecek ve dengeyi yeniden sağlayabilecek tek kişi Avatar'dı. Kısa bir süre sonra Aang, öğreticisi ve koruyucusu Usta Gyatso'dan ayrılmak ve eğitimine devam etmek için Doğu Hava Tapınağı'na gitmek zorunda kalır. Korkmuş ve kafası karışmış bir halde yola koyulan Aang, uçan bizonu Appa ile birlikte evinden uzaklaşırken, Güney Okyanusu'nda ani bir fırtına ile karşılaşır ve denizin dibine doğru batmaya başlarlar. Kendinden geçmiş bir halde Avatar Hali'ne geçen Aang, kendisini ve Appa'yı korumak için hava ve su bükme yeteneklerini kullanarak bir balon yaratır. Ancak kendinden geçen Aang bu durumdan kurtulamaz ve Güney Kutbu'na doğru sürüklenirler. Dizi bu olaylardan 100 yıl sonra, Ateş Ulusu'nun savaşta mutlak zafere ulaşmak üzere olduğu bir dönemde başlar. Tüm Hava Göçebeleri yok olmuştur. Su Kabileleri çok zor durumdadır. Güney Su Kabilesi'ndeki askerler, savaşmak için ailelerini terketmişlerdir ve evlerini savunmasız bırakmışlardır. Bu arada daha büyük olan Kuzey Su Kabilesi savunmaya devam etmektedir. Diğer yanda Toprak Krallığı, Ateş Ulusu'nun zaferi önündeki tek gerçek engeldir. Ancak sınırlarına gelen ordulara dayanmakta zorlanan Toprak Krallığı her geçen gün yenilgiye daha da yaklaşmaktadır. Güney Su Kabilesi'ndeki iki kardeş: Deneyimsiz Su Bükücü Katara ve Kabile'nin koruyucusu genç savaşçı Sokka, Aang ve Appa'yı buzdağından kurtararak macerayı başlatırlar. Aang yokluğu boyunca bir asrın geçtiğini ve korkunç savaşın 100 yıldır sürdüğünü anlar.Aang'in kendisini dondurduğu yıl, Ateş Lordu Sozin, Avatar'ın yokluğunu fırsat bilir ve Dünya'nın yakınından geçmekte olan kuyrukluyıldızın gücünü de alarak büyük savaşı başlatır. Aang, Ateş Ulusu'nun Hava Göçebeleri'ni yok ettiğine inanamaz. Bu Aang'i hayattaki son Hava Bükücü yapacaktır.Avatar olarak Aang'in görevi savaşı bitirmek ve uluslar arasında bozulan dengeyi yeniden kurmaktır. Aang, yeni tanıştığı arkadaşları Katara ve Sokka, uçan bizon Appa, maymun Momo ve 2.Sezon'da onlara katılan Toprak Bükücü Toph ile birlikte 4 elementin ustası olmak için yolculuğa başlar. Yolculukları boyunca sürgün Prens Zuko daha sonra ise kardeşi Prenses Azula ile uğraşmak zorunda kalırlar. Esas görevi olan 4 elementin ustası olmak dışında Aang, yaz sonuna kadar Ateş Lordu Ozai'yi yenmek zorundadır. Çünkü Ateş Ulusu'na savaş başlatmak için güç veren "Sozin" kuyrukyıldızı yaz sonunda yeniden gelecek ve bu kez Ateş Bükücülere savaşı tamamen bitirecek gücü verecektir. Eğer bu gerçekleşirse, bu kez Avatar bile bozulan dengeyi yeniden sağlamaya başaramayacaktır.
NOT:Bilgiler Vikipedi'den alınmıştır.
Yine Aynı Numara
Sosyal güvenlik kıyımı işçileri sokağa dökerken, yeni anayasa tartışmaları yavaş yavaş kızışırken, ekonomide tehlike çanları kulakları sağır edecek denli yükselmişken yine türbanı attılar kamuoyunun önüne. Medya, partiler, halk ele avuca gelmez oyuncak türbanla oynaşırken onlar aradan istedikleri şeyleri geçirme hevesindeler. Ama bu sefer olmayacak. Rüzgar terse döndü. Krizin her türlüsü kapıda göbek atarken bu oyunu oynamak o kadar da kolay değil.
FossurGama Sunar: Atlarım lan!
“Yaklaşmayın atlarım,” diye bağırdı Selim. Ve boğaz köprüsünden aşağıya baktı her seferinde olduğu gibi. Götü bir türlü atlamayı yemiyor gibi dursa da etrafa tehditler savurmayı asla bırakmıyordu.
“Oğlum, akıllı ol,” dedi bir polis. “Ne istiyosun? Buluruz bi çaresini...”
“Başbakan’ın buraya gelmesini istiyom,” dedi Selim
“Yok ebenin amı,” dedi bir başka polis.
“Atarım kendimi, harbiden, şakam yok,” dedi Selim. “Aha mektubum hazır.” Salladı elindeki kağıdı.
O sırada bir araba kenarda durdu freni koyarak. İçindeki dört kafa açılmış pencerelerden dışarı fırladı ve “Yürü yürü,” diyen polisleri takmadan bağırdılar: “Ulan Selim, naapıyon Allahsız!”
“Kerem, intihar ediyom oğlum,” dedi Selim. “Esas siz ne arıyonuz burda?”
“Adil abinin yerine gidiyoz amcık,” dedi Kerem. “İntihar edecek bugünü mü buldun, hadi atla.”
“Oğlum, boşverin, gidin siz,” dedi Selim hafif aklı çelinmiş olsa da.
“Koçum, dalga mı geçiyon lan, paralar bizden, hadi, felekten bir gece çalıcaz. Yarın intihar edersin.”
“Hadi bilader, hadi, doğru söylüyo arkadaşların,” dedi yaşlıca polis.
“Hadi lan ibne,” dedi arka koltuktan bir tip. “Nazını sikicem şimdi ha!”
“İyi, tamam tamam, durun,” deyip tırmandı Selim trabzana ve öbür tarafa atladı.
Tutmadı onu polisler. Başlarına dert olacağını çakabiliyorlardı, karakola falan götürseler. Selim intiharı kesildiği için hafif bozulmuş bir ifadeyle arabaya doğru yürüdü, kenardaki çelik halatların üstünden ayağını atlattı ve araba birden gazlayıp gitti. Pencerelerden kahkahalar ve el işaretleri fırladı hemen akabinde.
“Ulan,” diye bağırdı arkalarından Selim. “Ben sizin ta amınıza sokayım e mi!”
“Oğlum, akıllı ol,” dedi bir polis. “Ne istiyosun? Buluruz bi çaresini...”
“Başbakan’ın buraya gelmesini istiyom,” dedi Selim
“Yok ebenin amı,” dedi bir başka polis.
“Atarım kendimi, harbiden, şakam yok,” dedi Selim. “Aha mektubum hazır.” Salladı elindeki kağıdı.
O sırada bir araba kenarda durdu freni koyarak. İçindeki dört kafa açılmış pencerelerden dışarı fırladı ve “Yürü yürü,” diyen polisleri takmadan bağırdılar: “Ulan Selim, naapıyon Allahsız!”
“Kerem, intihar ediyom oğlum,” dedi Selim. “Esas siz ne arıyonuz burda?”
“Adil abinin yerine gidiyoz amcık,” dedi Kerem. “İntihar edecek bugünü mü buldun, hadi atla.”
“Oğlum, boşverin, gidin siz,” dedi Selim hafif aklı çelinmiş olsa da.
“Koçum, dalga mı geçiyon lan, paralar bizden, hadi, felekten bir gece çalıcaz. Yarın intihar edersin.”
“Hadi bilader, hadi, doğru söylüyo arkadaşların,” dedi yaşlıca polis.
“Hadi lan ibne,” dedi arka koltuktan bir tip. “Nazını sikicem şimdi ha!”
“İyi, tamam tamam, durun,” deyip tırmandı Selim trabzana ve öbür tarafa atladı.
Tutmadı onu polisler. Başlarına dert olacağını çakabiliyorlardı, karakola falan götürseler. Selim intiharı kesildiği için hafif bozulmuş bir ifadeyle arabaya doğru yürüdü, kenardaki çelik halatların üstünden ayağını atlattı ve araba birden gazlayıp gitti. Pencerelerden kahkahalar ve el işaretleri fırladı hemen akabinde.
“Ulan,” diye bağırdı arkalarından Selim. “Ben sizin ta amınıza sokayım e mi!”
FossurGama Sunar: Tiyatroda Sessizlik
Tiyatroda birden bir cep telefonu canhıraş sesiyle ötmeye başlar. Orta sıralarda oturan adam, oyunculara ve seyircilere aldırmaksızın telefonunu çıkarır ve rahat rahat, tam anlamıyla umarsızca konuşmaya başlar. İşin garip tarafı bu edepsiz adam en temel saygı kuralına riayet etmezken sahnedeki emekçiler ve oraya para ödemiş seyircilerin en ufak bir tepkide bile bulunmamasıdır. Çünkü bu oyun, sağır dilsizler tarafından sergilenen ve telefonla konuşan adam dışında yine sağır dilsizler tarafından seyredilen ve tümüyle el işaretleriyle gerçekleştirilen bir oyundur...
8 Ocak 2008 Salı
Dokaandırmalar
Üniversiteleri paralı yapacaklarını, böyle bir şeyin hiçbir ülkede olmadığın söyleyen yeni YÖK başkanı Özcan’ın Kanada, Almanya ve Fransa’daki üniversitelerin bedava olduğundan haberi yok mu? Üstelik Türkiye’de üniversiteler nasıl parasız? Harç ücretleri öğrencilerin belini büküyor, iflahını kesiyor. Alay ediyor açık açık... Bu arada, sayın Özcan, bu kelamı etmeden önce umarız ki danışmıştır birilerine. İpleri çekilmesin bir de...
Sayın başbakanımız şehitlere kelle dediği ve kuruşluk tazminat ödemeye mahkum edildiği için oldukça içerlemiş. Toprağın altında yatan şehitlerimiz orada boş durmuyordur elbet. Esas tazminat diğer tarafta.
Kendi ülkesinin ismini söylemeye utanan bir başkan nasıl olur? Israrla KKTC yerine Kıbrıs Türk Tarafı diyen Talat’tan bahsediyorum. Vardır elbet bir bildiği. Talat’ın değil canım, AB’nin... Ha ha ha.
Sayın cumhurbaşkanımızın TRT 1’de kaatıldığı ve kendi seçtiği gazetecilerin sorularını yanıtladığı Zirveden Bakış programının ilk yüze giremeyip TRT 2’deki çizgi film kuşağına da geçilmesi bir gösterge olsa gerek. Yüzde 46’nın işi vardı herhalde.
FİFA’nın ziyaretinden hemen önce, apar topar federasyonu kayyuma devredip seçime götürmek isteyen siyasi güç, Türk futbolunun lig ve milli takım düzeyinde karşılaşmalardan ihracına sebep olduğu takdirde bunun hesabını nasıl verecek? Ama neyin hesabını verdiler ki şimdiye kadar! Tuğrul Yenidoğan’ın dediği gibi, her alanda her konumu ele geçirip muhalefetin direncini kırmaya, kaybettik izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Açık Havada Uzaylı Görenler derneğinin yönetimine bile talip olacaklar, başka yolu yok.
Talan devam ediyor. İzmir’in içme suyu gereksinmesi göz ardı edilerek, Çamlı Barajı’nın yanında Efem Çukuru’nda altın madeni işletmesi verildi. Hem de arazi kamulaştırılarak Eldorado Gold’a. Bu nasıl bir anlayıştır ki, ne doğadan, ne tarihten ne güzellikten anlıyor. Kadını da çarşafa sokmalarında bir gariplik yok...
Sayın başbakanımız şehitlere kelle dediği ve kuruşluk tazminat ödemeye mahkum edildiği için oldukça içerlemiş. Toprağın altında yatan şehitlerimiz orada boş durmuyordur elbet. Esas tazminat diğer tarafta.
Kendi ülkesinin ismini söylemeye utanan bir başkan nasıl olur? Israrla KKTC yerine Kıbrıs Türk Tarafı diyen Talat’tan bahsediyorum. Vardır elbet bir bildiği. Talat’ın değil canım, AB’nin... Ha ha ha.
Sayın cumhurbaşkanımızın TRT 1’de kaatıldığı ve kendi seçtiği gazetecilerin sorularını yanıtladığı Zirveden Bakış programının ilk yüze giremeyip TRT 2’deki çizgi film kuşağına da geçilmesi bir gösterge olsa gerek. Yüzde 46’nın işi vardı herhalde.
FİFA’nın ziyaretinden hemen önce, apar topar federasyonu kayyuma devredip seçime götürmek isteyen siyasi güç, Türk futbolunun lig ve milli takım düzeyinde karşılaşmalardan ihracına sebep olduğu takdirde bunun hesabını nasıl verecek? Ama neyin hesabını verdiler ki şimdiye kadar! Tuğrul Yenidoğan’ın dediği gibi, her alanda her konumu ele geçirip muhalefetin direncini kırmaya, kaybettik izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Açık Havada Uzaylı Görenler derneğinin yönetimine bile talip olacaklar, başka yolu yok.
Talan devam ediyor. İzmir’in içme suyu gereksinmesi göz ardı edilerek, Çamlı Barajı’nın yanında Efem Çukuru’nda altın madeni işletmesi verildi. Hem de arazi kamulaştırılarak Eldorado Gold’a. Bu nasıl bir anlayıştır ki, ne doğadan, ne tarihten ne güzellikten anlıyor. Kadını da çarşafa sokmalarında bir gariplik yok...
Üç Film Üç Yorum
KungFu Hustle: Stephen Chow’un 2004’te çektiği olağanüstü komedi filmi. Komedi anlayışı, dijital efektleri kullanışındaki ustalık ve tiplemelerdeki özgün yapı gerçekten takdire şayan. Chow, kadın oyuncuları ve yaşanan buruk yakınlaşmaları Charlie Chaplin usulünde, oldukça duyarlı bir yapıda araya serpiştiriyor. Senaryo akışında ve olay örgüsünde zaman zaman yaptım oldu şeklinde bir yaklaşım göze çarpsa da bu da Hong Kong stilinin dağınıklığı içinde hoşgörüyle karşılandığı takdirde, geriye sadece iyi bir komedi kalıyor. Yazan, yöneten ve oynayan bu yeni Komedi Kralı’nın, üstünde durulması ve mutlaka seyredilmesi gerektiğini düşündüğüm diğer filmleri: Shaolin Soccer, King Of Comedi ve Forbidden City Cop...
Howl’s Moving Castle: Miyazaki’nin 2004 yılında hazırladığı animasyon, görsel bir şov. Ortaya konulan sahneler içinde yaşam sevinci, yaratıcı güç, özgürlük duygusu ve çocuksu bir saflık barındırıyor. Ustanın her filminde olduğu gibi, bunda da olay örgüsünde tutarlılığa takılmak yanlış. Peşi sıra insanı şoke eden öylesine ayrıntılar ve detaylar akıp gidiyor ki, böyle bir mantık saplantısına düştüğü için seyircinin utanası geliyor. Aynı düşünceler, Castle In The Sky, Kiki’nin Posta Servisi, Ruhların Kaçışı için de geçerli. Ama benim için en üstte gelen Castle In The Sky.
Yaratık: Joon-ho Bong’un, gayet sıkı bulduğum Cinayet Günlüğü’nden sonra çektiği, üçüncü filmi… Amerikalı bilimadamının göle zehirli atığı dökmekte ısrar etmesi ve sonradan olayları hastaların önünde asistanına anlatması gibi dandik sahneler içerse de bunun yanında, benzeri Amerikan filmlerinden kendisini ayıran bir çok özelliği var. Günümüz film sektörünün, ucuz filmler, kötü senaryoları seyredilir kılmak için dört elle sarıldığı ses efekti ve görsel efekt olayını minimal dokunuşlarla kullanan Bong, bu iğrenç sahtekarlığa bulaşmayarak oldukça gerçekçi görünen, doğal sahneler ortaya koymuş. Bu da etkileyiciliği arttıran bir faktör olmuş. Alıştığımız üzere, mistik bakış-ironi-dram gibi öğeleri bir arada ve içiçe geçmiş şekilde kullanan Kore sinemasının bu esnek yapısı Yaratık’da da devam ediyor. Yaşanan dehşet verici, elem olay ve müthiş intikam mücadelesi yaşamın içinde yer alan esprili bakışı yok edemiyor. Ayrıca yer yer, insanı sarsan, oldukça etkileyici sahneler de içerdikleri yaratıcılıkla, haftalarca akılda kalacak tarzda. Bunun yanı sıra, ülkeler üzerinde ahlaksızca iç denetim kurmaya çalışan ABD’ye de alt metinde güçlü eleştiriler gönderilmekte. Korku filmlerinin politik kodlar kullanarak hakeden ögeleri korku objesine dönüştürmesi saygı duyduğumuz bir şey. Sonuçta, gerilimi düşürmeden, güçlü bir finale dolu dizgin ve garip bir duyarlılıkla giden Bong, önemli bir yönetmen. Ama Yaratık eleştirmenlerin söylediği gibi dört dörtlük bir film değil. Mantık-olay örgüsü-kağıt tiplemeler çerçevesinde aksayan yönler olmadığını söyleyemeyeceğim.
Howl’s Moving Castle: Miyazaki’nin 2004 yılında hazırladığı animasyon, görsel bir şov. Ortaya konulan sahneler içinde yaşam sevinci, yaratıcı güç, özgürlük duygusu ve çocuksu bir saflık barındırıyor. Ustanın her filminde olduğu gibi, bunda da olay örgüsünde tutarlılığa takılmak yanlış. Peşi sıra insanı şoke eden öylesine ayrıntılar ve detaylar akıp gidiyor ki, böyle bir mantık saplantısına düştüğü için seyircinin utanası geliyor. Aynı düşünceler, Castle In The Sky, Kiki’nin Posta Servisi, Ruhların Kaçışı için de geçerli. Ama benim için en üstte gelen Castle In The Sky.
Yaratık: Joon-ho Bong’un, gayet sıkı bulduğum Cinayet Günlüğü’nden sonra çektiği, üçüncü filmi… Amerikalı bilimadamının göle zehirli atığı dökmekte ısrar etmesi ve sonradan olayları hastaların önünde asistanına anlatması gibi dandik sahneler içerse de bunun yanında, benzeri Amerikan filmlerinden kendisini ayıran bir çok özelliği var. Günümüz film sektörünün, ucuz filmler, kötü senaryoları seyredilir kılmak için dört elle sarıldığı ses efekti ve görsel efekt olayını minimal dokunuşlarla kullanan Bong, bu iğrenç sahtekarlığa bulaşmayarak oldukça gerçekçi görünen, doğal sahneler ortaya koymuş. Bu da etkileyiciliği arttıran bir faktör olmuş. Alıştığımız üzere, mistik bakış-ironi-dram gibi öğeleri bir arada ve içiçe geçmiş şekilde kullanan Kore sinemasının bu esnek yapısı Yaratık’da da devam ediyor. Yaşanan dehşet verici, elem olay ve müthiş intikam mücadelesi yaşamın içinde yer alan esprili bakışı yok edemiyor. Ayrıca yer yer, insanı sarsan, oldukça etkileyici sahneler de içerdikleri yaratıcılıkla, haftalarca akılda kalacak tarzda. Bunun yanı sıra, ülkeler üzerinde ahlaksızca iç denetim kurmaya çalışan ABD’ye de alt metinde güçlü eleştiriler gönderilmekte. Korku filmlerinin politik kodlar kullanarak hakeden ögeleri korku objesine dönüştürmesi saygı duyduğumuz bir şey. Sonuçta, gerilimi düşürmeden, güçlü bir finale dolu dizgin ve garip bir duyarlılıkla giden Bong, önemli bir yönetmen. Ama Yaratık eleştirmenlerin söylediği gibi dört dörtlük bir film değil. Mantık-olay örgüsü-kağıt tiplemeler çerçevesinde aksayan yönler olmadığını söyleyemeyeceğim.
Milletvekili Dava Konuları
Emre Kongar’ın “Demokrasimizle Yüzleşmek” kitabından öğrendiğimize gore, 2007 seçimlerinde Meclis’e giremediği için yargılanacak olan 84 eski milletvekilinin 227 dosyalık dava konuları şöyle: Resmi evrakta sahtecilik, İhaleye fesat karıştırmak, Kamu kurumunu dolandırmak, Yalan beyanda bulunmak, Hizmet nedeniyle emniyeti suistimal, Görevli memura hakaret, Hırsızlık, Kaçak elektrik kullanmak, Faili belli olmayacak biçimde adam yaralamak, Bir kısım kooperatiflere usulsüz arsa tahsil etmek, Tehdit, Silahlı yağma suçuna azmettirme.. Son seçimde de Meclise giren 150 milletvekiliyle ilgili 285 dosya var dokunulmazlık zırhına takılan. Emre Kongar yazısının devamında çok daha ciddi bir noktaya parmak basıyor, şöyleki: Daha da ciddi bir sorun, seçmenin sözünü tutmayan (dokunulmazlığın kaldırılması) bu partilere yalancılıklarından ve dokunulmazlık ardında yaptıkları yolsuzluklardan dolayı hesap sormamasıdır.Türkiye’nin en ciddi Demokrasi sorunlarından biri seçmenin bu konudaki ilgisizliği, bilinçsizliği ve eylemsizliğidir.
(Yazıyı gönderen Sertan Apbalı’ya teşekkürlerimi sunarım.)
(Yazıyı gönderen Sertan Apbalı’ya teşekkürlerimi sunarım.)
7 Ocak 2008 Pazartesi
DIŞ TİCARET AÇIĞI 4 KATINA ÇIKTI
Sözcü Gazetesi’nde Sinan Aygün tarafından 8 Ocak 2008 tarihinde dile getirilen gerçekler:
“2002 de 150 milyar YTL olan iç borç kasım 2007 de 257 milyar YTL ye ulaşıyor.2007 sonunda iç borç 260 milyar YTL yi aştığını tahmin ediyorum.
İç borç ve dış borç toplamı 454 milyar dolara ulaştı 2002 yılında 220,9 milyar dolar olan toplam borcumuzda beş yılda 222 milyar dolarlık artış yaşandı.yani toplam borç bir kattan daha fazla artmış.
İhracatın 100 milyar doları aşmasıyla övünüyoruz…Ancak ithalatta 170 milyar dolara ulaştı 2002 yılında Türkiye’nin yılda 15 milyar dolar olan dış ticaret açığı ise 2007 yılında 60 milyar doları aştı.2007 yılında ihracat 2002 yılındaki seviyesinin 2,9 katına ulaşırken ithalat 3,2 katına , dış ticaret açığı ise 4 katına çıktı.
2002 yılında Türkiye 1,5 milyar dolar cari işlem açığı veriyordu.2007 yılının 36 milyar dolarlık bir açıkla tamamlandığı tahmin ediliyor.Kötü bir şaka gibi yani tam 24 katlık bir büyüme yaşanıyor”
İşte gerçekler bunlar, satılık medyanın Rekor İhracat şakşakçılığı değil.
Yazıyı bana ulaştıran sayın Sertan Apbalı'ya teşekkürler.
“2002 de 150 milyar YTL olan iç borç kasım 2007 de 257 milyar YTL ye ulaşıyor.2007 sonunda iç borç 260 milyar YTL yi aştığını tahmin ediyorum.
İç borç ve dış borç toplamı 454 milyar dolara ulaştı 2002 yılında 220,9 milyar dolar olan toplam borcumuzda beş yılda 222 milyar dolarlık artış yaşandı.yani toplam borç bir kattan daha fazla artmış.
İhracatın 100 milyar doları aşmasıyla övünüyoruz…Ancak ithalatta 170 milyar dolara ulaştı 2002 yılında Türkiye’nin yılda 15 milyar dolar olan dış ticaret açığı ise 2007 yılında 60 milyar doları aştı.2007 yılında ihracat 2002 yılındaki seviyesinin 2,9 katına ulaşırken ithalat 3,2 katına , dış ticaret açığı ise 4 katına çıktı.
2002 yılında Türkiye 1,5 milyar dolar cari işlem açığı veriyordu.2007 yılının 36 milyar dolarlık bir açıkla tamamlandığı tahmin ediliyor.Kötü bir şaka gibi yani tam 24 katlık bir büyüme yaşanıyor”
İşte gerçekler bunlar, satılık medyanın Rekor İhracat şakşakçılığı değil.
Yazıyı bana ulaştıran sayın Sertan Apbalı'ya teşekkürler.
Peki, Neydi O Ölen Hayallerim?
Fazıl Say – Milliyet – 7 Ocak 2008-01-07
“Birkaç gün önce, sabahın erken saatlerinde, 7 yaşındaki kızım Kumru’yu okula uğurlamadan hemen önce, kahvaltıda televizyon seyrediyorduk...
Spiker gazete manşetlerini okuyordu: “Zaman Gazetesi” manşeti; “Göbeğini Kaşıyan Adam!”
Her şeyden habersiz Kumru: “Baba, sen böyle bir laf mı ettin?” diye sordu...
“Evet kızım, evet... Ettim...” dedim...
“Ee)” dedi Kumru; “Benim de sırtım kaşınıyor!..”
***
Hayattaki en büyük hayalim, Kumru büyüyünce onunla beraber baba- kız, çok büyük bir “Kültür ve Felsefe Festivali” kurmak...
Mesela Patara’da...
Ya da Aspendos’ta...
Antik Anadolu usulü!
Öyle ya, dünyanın en eski medeniyet beşiği Anadolumuz!
On bin yıllık, belki daha da fazla!
Bu topraklar, en büyük ve en kapsamlı festival buluşmasını hak etmekte.
Öyle değil mi?
***
Salt ruhlar! Salt bedenler! Salt Fikirler!
Gerçek sanatlar! Gerçek performanslar!
Gerçek tartışmalar! Gerçek küfürler!
Gerçek kavgalar ve gerçek barışmalar!
Biz, insanoğlunun “ilerlemekten haz duyacağı”, insanoğlunun vardığı noktanın ötesine geçmenin en büyük değer görüldüğü ortamlarda...
***
Akdeniz kıyısında. Yaz gecelerinde...
Yıldızlar, galakisler ve denizini hışırtısı ve de rüzgârın tatlı uğultusu eşliğinde...
İnsanoğlunun en büyük beyinlerlinin her yıl toplandığı bu buluşma için dünyanın dört bir yanından akın akın gelen kitlelerin heyecanının gökkubbe altındaki yegane oksijen olduğu, felsefenin, dünya siyasetinin ve de sanatın en yüksek mertebede paylaşıma sunulduğu, yalan ve sahtekârlığın tamamen diplere gömülmüş olduğu bir gerçek festival!
Biz dünyalıların “yol kat etmesi” için...
***
Aşık Veysel fidanının Mozart çiçeği ile yan yana var olabildiğine inanabilen bir evrende... Uzay...
Ah uzay!!!
30 sene önce ben Kumru’nun yaşında iken, uzayda yaşmak demekti 2008!
Uzayın derinliklerine gitmiş olmaktı.
Uzayı fethetmiş olmaktı.
2008!!!
Türban tartışması değildi!
Laiklik elden gidiyor endişesi değildi!
Felsefe ve sanatın, eğitim ve iletişimden dışlanacak olması değildi.
“Bütün detaylarda hezimet” değildi!
Hiç ama hiç bunlar değildi...
Anlatamam hüsranımı!
Anlatamam kelimelerle...
***
Şimdi bugün?
“Gittimdi”, “gitmedimdi”, kimle neyi tartışacağım?
20 yıl sonra, genç ve güzel kızıma “Kaybettim” demenin yanında???
Hitit’ti, Likya’ydı, Osmanlı’ydı, cumhuriyetti...
2. Cumhuriyet veya 22’nci cumhuriyettti?
Akdeniz kıyısında... Yaz gecelerinde...
“Kaybettim kızım” diyecek olduktan sonra...
“Birkaç gün önce, sabahın erken saatlerinde, 7 yaşındaki kızım Kumru’yu okula uğurlamadan hemen önce, kahvaltıda televizyon seyrediyorduk...
Spiker gazete manşetlerini okuyordu: “Zaman Gazetesi” manşeti; “Göbeğini Kaşıyan Adam!”
Her şeyden habersiz Kumru: “Baba, sen böyle bir laf mı ettin?” diye sordu...
“Evet kızım, evet... Ettim...” dedim...
“Ee)” dedi Kumru; “Benim de sırtım kaşınıyor!..”
***
Hayattaki en büyük hayalim, Kumru büyüyünce onunla beraber baba- kız, çok büyük bir “Kültür ve Felsefe Festivali” kurmak...
Mesela Patara’da...
Ya da Aspendos’ta...
Antik Anadolu usulü!
Öyle ya, dünyanın en eski medeniyet beşiği Anadolumuz!
On bin yıllık, belki daha da fazla!
Bu topraklar, en büyük ve en kapsamlı festival buluşmasını hak etmekte.
Öyle değil mi?
***
Salt ruhlar! Salt bedenler! Salt Fikirler!
Gerçek sanatlar! Gerçek performanslar!
Gerçek tartışmalar! Gerçek küfürler!
Gerçek kavgalar ve gerçek barışmalar!
Biz, insanoğlunun “ilerlemekten haz duyacağı”, insanoğlunun vardığı noktanın ötesine geçmenin en büyük değer görüldüğü ortamlarda...
***
Akdeniz kıyısında. Yaz gecelerinde...
Yıldızlar, galakisler ve denizini hışırtısı ve de rüzgârın tatlı uğultusu eşliğinde...
İnsanoğlunun en büyük beyinlerlinin her yıl toplandığı bu buluşma için dünyanın dört bir yanından akın akın gelen kitlelerin heyecanının gökkubbe altındaki yegane oksijen olduğu, felsefenin, dünya siyasetinin ve de sanatın en yüksek mertebede paylaşıma sunulduğu, yalan ve sahtekârlığın tamamen diplere gömülmüş olduğu bir gerçek festival!
Biz dünyalıların “yol kat etmesi” için...
***
Aşık Veysel fidanının Mozart çiçeği ile yan yana var olabildiğine inanabilen bir evrende... Uzay...
Ah uzay!!!
30 sene önce ben Kumru’nun yaşında iken, uzayda yaşmak demekti 2008!
Uzayın derinliklerine gitmiş olmaktı.
Uzayı fethetmiş olmaktı.
2008!!!
Türban tartışması değildi!
Laiklik elden gidiyor endişesi değildi!
Felsefe ve sanatın, eğitim ve iletişimden dışlanacak olması değildi.
“Bütün detaylarda hezimet” değildi!
Hiç ama hiç bunlar değildi...
Anlatamam hüsranımı!
Anlatamam kelimelerle...
***
Şimdi bugün?
“Gittimdi”, “gitmedimdi”, kimle neyi tartışacağım?
20 yıl sonra, genç ve güzel kızıma “Kaybettim” demenin yanında???
Hitit’ti, Likya’ydı, Osmanlı’ydı, cumhuriyetti...
2. Cumhuriyet veya 22’nci cumhuriyettti?
Akdeniz kıyısında... Yaz gecelerinde...
“Kaybettim kızım” diyecek olduktan sonra...
4 Ocak 2008 Cuma
Oğul’un Gözleri Açıldı Artık
Yıllar önce rüyama beyaz sakallı bir ihtiyar girip “Oğul, sen gelenekleri aştın. Önünde sadece özgürlüğün tuzakları var. Tek yapacağın gözlerini yummak ve tüm hızınla koşturmak,” demişti. O günden bu yana gıdım gıdım, ve gözlerim faltaşı gibi açık yürüyor ve özgürlüğü geride bırakmamak için elimden geleni yapıyorum.
Günün Müzik Menüsü - Albümler
Yes “Tales From Topographic Ocean”– Pink Floyd “Animals” – Emerson Lake & Palmer “Trilogy”– Genesis “The Lamb Lies Down On Broadway”– Shellac “At Action Park”
OTORÖPORTAJ – Bitmişlik Üzerine Dersler
Ben: Size bittiğinizi düşündürten ne?
Ben: Ben hiçbir yerde bittiğimi söylemedim. Sadece kendimi silip yeniden yazgıladım dedim.
Ben: Başınızın yerinde bir saksı duruyor şimdi.
Ben: Güneşli günlerde açan, karanlık günlerde boynunu eğen bir yapım olduğu için.
Ben: Göğsünüze de bir güneş koymuşsunuz.
Ben: Ateş kendim için değil, insanlar yanıma yaklaştığında güneşe ulaşmaya çalışan kibirli kuşların yazgısını yaşasın diye.
Ben: Afedersiniz ama, kalça tarafınızdaki o büyük kılıç neyi simgeliyor?
Ben: Kadınlarla uzlaşma yolunu aradım hep ama bilinçaltımı buna bir türlü ikna edemedim.
Ben: Vücudunuza dolanan sarmaşıklar, doğayla bütünleşme çabasını mı ifade ediyor?
Ben: Farkında değilim, sarmaşık mı dolanmış?
Ben: Bacaklarınız niye orangutan kollarından peki?
Ben: Dört elle yazabilmek ve aynı anda daha fazla şey yiyebilmek için.
Ben: Bir başka röportajda da “İnsanlar, bittikleri anlaşılmasın diye gülüşlerine menekşelerden yapılmış tuzaklar kurar,” demişsiniz.
Ben: Hayır, böyle bir şey de demedim. Ya da dediysem bile, o zamanlar farklı bir insan olduğum hep unutuluyor. Kendimi reddettiğimi yüz kez belirttim. Üstelik sadece ben değil, diğer kimliklerim de beni reddetti.
Ben: Öyleyse bitmekle varolmak arasında bir ayrım görmüyorsunuz.
Ben: Ying Yang oyunlarına hiçbir zaman gelmedim. Karşıt güçler değildir dengeyi sağlayan. Beynin dengesiz yapısı böyle bir yanılsama taşırken, bilgeliğe ermiş insanların hafif kayık görünmesi boşuna değildir.
Ben: Sizin için daha yaratım hayatının başında tükenmiş, bitmiştir, diyenler var. Bu tezlerini de raporlu bir deli olmanıza bağlıyorlar.
Ben: Deliliğimi onlar gibi, bir hapiste tutmayıp, yanımda gezdirdiğim için hasetleri. Üstelik doğduğum andan bu güne gelene kadar özenle ve kendi insiyatifimle bitmiş taklidi yaptığımı da saklamayacağım. Bu düşmanlarımı kandırmak nedeniyle idi ama o kadar korkuyorlar ki bitmiş görüntüme bile dayanamadılar.
Ben: Ne zaman kabuğunuzdan çıkacaksınız o halde*
Ben: Bütün inançlar yıkılana kadar beklemek niyetindeyim. Sonra dışarı çıkıp gezeceğim dünyayı. Adımlarım yeni ideolojiyi yazacak kıtalara. Belki denizlere de. İnsanoğlunu ilgilendirmeyen kısımları...
Ben: Beni ikna ettiniz. Soracak başka soru gelmiyor aklıma.
Ben: O halde başımdaki saksıya bir bardak viski dökebilir misiniz? Bir adet de turşu gömün size zahmet.
Ben: Ne demek, tabi ki...
Otoröportaj: Müzik
Otoröportaj 1
Ben: Ben hiçbir yerde bittiğimi söylemedim. Sadece kendimi silip yeniden yazgıladım dedim.
Ben: Başınızın yerinde bir saksı duruyor şimdi.
Ben: Güneşli günlerde açan, karanlık günlerde boynunu eğen bir yapım olduğu için.
Ben: Göğsünüze de bir güneş koymuşsunuz.
Ben: Ateş kendim için değil, insanlar yanıma yaklaştığında güneşe ulaşmaya çalışan kibirli kuşların yazgısını yaşasın diye.
Ben: Afedersiniz ama, kalça tarafınızdaki o büyük kılıç neyi simgeliyor?
Ben: Kadınlarla uzlaşma yolunu aradım hep ama bilinçaltımı buna bir türlü ikna edemedim.
Ben: Vücudunuza dolanan sarmaşıklar, doğayla bütünleşme çabasını mı ifade ediyor?
Ben: Farkında değilim, sarmaşık mı dolanmış?
Ben: Bacaklarınız niye orangutan kollarından peki?
Ben: Dört elle yazabilmek ve aynı anda daha fazla şey yiyebilmek için.
Ben: Bir başka röportajda da “İnsanlar, bittikleri anlaşılmasın diye gülüşlerine menekşelerden yapılmış tuzaklar kurar,” demişsiniz.
Ben: Hayır, böyle bir şey de demedim. Ya da dediysem bile, o zamanlar farklı bir insan olduğum hep unutuluyor. Kendimi reddettiğimi yüz kez belirttim. Üstelik sadece ben değil, diğer kimliklerim de beni reddetti.
Ben: Öyleyse bitmekle varolmak arasında bir ayrım görmüyorsunuz.
Ben: Ying Yang oyunlarına hiçbir zaman gelmedim. Karşıt güçler değildir dengeyi sağlayan. Beynin dengesiz yapısı böyle bir yanılsama taşırken, bilgeliğe ermiş insanların hafif kayık görünmesi boşuna değildir.
Ben: Sizin için daha yaratım hayatının başında tükenmiş, bitmiştir, diyenler var. Bu tezlerini de raporlu bir deli olmanıza bağlıyorlar.
Ben: Deliliğimi onlar gibi, bir hapiste tutmayıp, yanımda gezdirdiğim için hasetleri. Üstelik doğduğum andan bu güne gelene kadar özenle ve kendi insiyatifimle bitmiş taklidi yaptığımı da saklamayacağım. Bu düşmanlarımı kandırmak nedeniyle idi ama o kadar korkuyorlar ki bitmiş görüntüme bile dayanamadılar.
Ben: Ne zaman kabuğunuzdan çıkacaksınız o halde*
Ben: Bütün inançlar yıkılana kadar beklemek niyetindeyim. Sonra dışarı çıkıp gezeceğim dünyayı. Adımlarım yeni ideolojiyi yazacak kıtalara. Belki denizlere de. İnsanoğlunu ilgilendirmeyen kısımları...
Ben: Beni ikna ettiniz. Soracak başka soru gelmiyor aklıma.
Ben: O halde başımdaki saksıya bir bardak viski dökebilir misiniz? Bir adet de turşu gömün size zahmet.
Ben: Ne demek, tabi ki...
Otoröportaj: Müzik
Otoröportaj 1
Papağan Özdeyişleri
Akıllı papağan lafı önceden söyler, tekrar eden sahibi olur.
izdüşüm linki
Bir papağanın bildiği şey sır değildir.
izdüşüm linki
Bir papağanın bildiği şey sır değildir.
İsmini Havalı Koy Yeter
İşçi ve İşveren yükünü ağırlaştıran, çalışanı kayıt dışı ekonomiye iten, sosyal sigorta haklarını daraltan, emekçileri yaşarken mezara koyan bir yasa çıkar ama ismini Sosyal Güvenlik Reformu koy. Halk bunları yiyor yiyor doymuyor mu be arkadaş ya?
İşçiler nerede? Öğrenciler nerede? Avrupa’da bu rezaletlerin yüzde biri yapılsa halk, sendikalar, sivil örgütler ayağa kalkmış, o gün hükümet sallanmıştı. (Bkz Yunanistan). Anladık, Türk-İş’i de ele geçirdiler, sivil toplum kuruluşlarını da satın aldılar, sendikaları susturdular, Medya da üç maymun; ama emekçiler nerede?
İşçiler nerede? Öğrenciler nerede? Avrupa’da bu rezaletlerin yüzde biri yapılsa halk, sendikalar, sivil örgütler ayağa kalkmış, o gün hükümet sallanmıştı. (Bkz Yunanistan). Anladık, Türk-İş’i de ele geçirdiler, sivil toplum kuruluşlarını da satın aldılar, sendikaları susturdular, Medya da üç maymun; ama emekçiler nerede?
Şirinlerde Sembolik Anlatım – Kızım Sana Söylüyorum...
İnternette dolaşan bir yazı: “Şirinler yıllardır Komünizm propagandası yapmakla suçlanmış ABD'de bir
dönem gösterimi yasaklanmıştır. Bunun nedeni para olmadan komünal bir yaşam sürmeleri, Şirin baba'nın Karl Marx'a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir. Herkes kendi işini
yapıyordur ve mutludur. Herkes aynı şeyi giyiyordur. Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder, altın ve para düşkünüdür (kapitalizm) ve onları yeme (misyonerlik) gibi pek çok gizli unsur bulundurduğu iddia edilmiştir. Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo, sosyalisttir… Şirinleri,ortaya çıkardığı zaman iki kutuplu bir dünya vardı. Bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB.. sosyalist olan Peyo, yaptığı çizgifilmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika'ya karsı bu yolla propaganda yapmak istemiştir. Şirinler köyünde bir tek bile ibadethane bulunmaz.. ne kilise,ne havra, ne camii.. Şirinler köyünde para kullanan kimseyi gördünüz mü şimdiye kadar hiç??
para kullanılmaz evet, ama herkes kendine gerekli olan şeyleri bedava
edinir.. Tembel şirin bile hiç bir iş yapmadığı halde bütün şirinlerle aynı standartlarda yaşamaktadır(tembellik hakkı).
Şirin çileği tarlaları sadece bir şirine ait değildir, bütün şirinler bu tarlada hak sahibidir.. Gargamel'in kedisi azman ise (orjinalindeki adı azrail'dir bu kedinin) ABD'nin peşinden ayrılmayan küçük ülkeleri sembolize eder.. Ayrıca şirinlerin ingilizce yazılımı smurf'tur, bu da "socialist men under red flag" yani kızıl bayrak altında yaşayan adamlar.. Şirinlerin temsil ettiği çok farklı unsurlar da vardır. Örneğin; Şirine feminizmi, Süslü eşcinselliği, Güçlü şirin maço erkeği temsil eder.”
Bu derece kurnazca bir iş gerçekleştirdiği için Peyo’ya saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Bir de Türkiye’deki bütün yönetmen, yazar ve yaratıcıları da; ülkemizi karanlığa ve sömürüye sürükleyen güçleri sembolik olarak eserlerinin alt metinlerine yerleştirip yerle bir etmeye davet etmek …
dönem gösterimi yasaklanmıştır. Bunun nedeni para olmadan komünal bir yaşam sürmeleri, Şirin baba'nın Karl Marx'a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir. Herkes kendi işini
yapıyordur ve mutludur. Herkes aynı şeyi giyiyordur. Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve dini sembolize eder, altın ve para düşkünüdür (kapitalizm) ve onları yeme (misyonerlik) gibi pek çok gizli unsur bulundurduğu iddia edilmiştir. Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo, sosyalisttir… Şirinleri,ortaya çıkardığı zaman iki kutuplu bir dünya vardı. Bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB.. sosyalist olan Peyo, yaptığı çizgifilmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika'ya karsı bu yolla propaganda yapmak istemiştir. Şirinler köyünde bir tek bile ibadethane bulunmaz.. ne kilise,ne havra, ne camii.. Şirinler köyünde para kullanan kimseyi gördünüz mü şimdiye kadar hiç??
para kullanılmaz evet, ama herkes kendine gerekli olan şeyleri bedava
edinir.. Tembel şirin bile hiç bir iş yapmadığı halde bütün şirinlerle aynı standartlarda yaşamaktadır(tembellik hakkı).
Şirin çileği tarlaları sadece bir şirine ait değildir, bütün şirinler bu tarlada hak sahibidir.. Gargamel'in kedisi azman ise (orjinalindeki adı azrail'dir bu kedinin) ABD'nin peşinden ayrılmayan küçük ülkeleri sembolize eder.. Ayrıca şirinlerin ingilizce yazılımı smurf'tur, bu da "socialist men under red flag" yani kızıl bayrak altında yaşayan adamlar.. Şirinlerin temsil ettiği çok farklı unsurlar da vardır. Örneğin; Şirine feminizmi, Süslü eşcinselliği, Güçlü şirin maço erkeği temsil eder.”
Bu derece kurnazca bir iş gerçekleştirdiği için Peyo’ya saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Bir de Türkiye’deki bütün yönetmen, yazar ve yaratıcıları da; ülkemizi karanlığa ve sömürüye sürükleyen güçleri sembolik olarak eserlerinin alt metinlerine yerleştirip yerle bir etmeye davet etmek …
Eleştirmencik
Perde gibi cafcaflı cümlelerle filmi sonuna kadar anlatan bir de utanmadan nasıl bittiğini söyleyen Sungu Çapan’ın sinema eleştirmenliği ehliyetinin elinden alınmasını istiyorum. Yok mu böyle bir mercii?
Cüce Efendi’den Dinimiz Üzerine Sırlar
İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar” kitabından alınmıştır:
“Böylece cüce, Bayram’a ilkin, daha çok Hüseyin Hilmi Efendi’yi esas alarak aptest almanın püf noktalarını öğretti: Her şeyden önce helâya sol ayakla girmek ve aptest aldıktan sonra sağ ayakla çıkmak gerekiyordu. Ayrıca, güneşe ve aya karşı aptest almak mekrûh sayılmaktaydı. Helâda tahâretlenirken kıble sağ ya da sol tarafa alınmalıydı. Bu esnada bir kişinin kıbleye önünü ve arkasını dönmesi tahrimen mekrûhtu. Eğer üste başa necâset bulaşmış ise su ile tahâretlenmek edepti. Buna göre, necâset bir dirhemden azsa yıkanmak sünnetti. Ama öyle değil de dirhem miktarı ise yıkanmak vâcipti. Yok eğer dirhem miktarından fazlaysa o zaman yıkanmak farz olurdu. Aynı zamanda, ibriğin ağzı kıbleyi göstermeliydi. Bu, kendisinden sonra helâya girecek kişiye kıbleyi göstereceği için sevabı çok olsa gerekti. Aptesti bozan bir şey de, parmağın makata sokulup çıkarıldığında nemli olmasıydı, ama kuru çıksa bile yine aptesti tazelemek icap ederdi. Diğer taraftan, basur illetinden mustarip kişiler basur memelerini elleriyle içeri iterlerse, hem oruç hem de aptest bozulmuş olurdu. Dahası, sülüğün haddinden fazla kan emmesi yine aynı sonuca yol açardı. Ayrıca, idrar kaçırmamak için, erkeklerin tenâsül uzuvlarının ucuna bir pamuk fitil koymaları caiz sayılırdı. Ama idrâr, bu fitilin dışta kalan ucuna kadar yayılırsa tekrar aptest almak gerekirdi. Öbür yandan, temizlik imândan gelirdi. O halde dişler temizlemek için misvak da şartı. Ancak bunun da âdâbı vardı. Misvak sağ elin baş ve serçe parmağıyla alttan, diğer üç parmakla da üstten tutularak ağıza sokulmalı, sağ ve sol yanlardaki dişlere de üçer kez sürtülmeliydi. Bu arada, edep yeri de kimseye gösterilmemeliydi. Meselâ namaz esnasında Fesübhânallah sözünü üç kez tekrar etmek ne kadar vakit alıyorsa, edep yeri de işte bu süreden fazal göründüğünde namaz bozulurdu. Kısacası aptest almak, hiç de göründüğü kadar kolay sayılmaszdı. Meselâ başın meshedilmesi şöyle olurdu: Eller ıslatıldıktan sonra, baş ve işâret parmakları haricindeki diğer üçer parmakla baş, diğerlerini değdirmeden önden arkaya doğru meshedilirdi. Derken bu kez avuç içleriyle baş, yan taraflar boyunca, arkadan öne meshedildikten sonra, başparmakların iç tarafı ile kulak arkası, nihayet dört parmağın dış tarafları ile ense sıvazlanırdı. Ayak yıkamanın da bazı kaideleri yok değildi: Meselâ sol elin serçe parmağıyla, önce sağ ayağın küçük parmağından başlayarak sola doğru, her ayak parmak arası temizlenip istihlâl edilmeliydi. Buna ilaveten namazda, rükûda iken eller parmakları açık olmak üzere dizlere konulmalı ve sağ ayak dik olmalı, ayrıca sol ayağın parmakları paramakalrı sağa dönük olmalıydı. Öte yandan “Ettehiyâtu” duâsı okunduğu sırada, “Lâ îlahe...” lâfzı söylenirken sağ elin işâret parmağı kalkmalı, “...illallah” denildiğinde de indirilmeliydi.”
“Böylece cüce, Bayram’a ilkin, daha çok Hüseyin Hilmi Efendi’yi esas alarak aptest almanın püf noktalarını öğretti: Her şeyden önce helâya sol ayakla girmek ve aptest aldıktan sonra sağ ayakla çıkmak gerekiyordu. Ayrıca, güneşe ve aya karşı aptest almak mekrûh sayılmaktaydı. Helâda tahâretlenirken kıble sağ ya da sol tarafa alınmalıydı. Bu esnada bir kişinin kıbleye önünü ve arkasını dönmesi tahrimen mekrûhtu. Eğer üste başa necâset bulaşmış ise su ile tahâretlenmek edepti. Buna göre, necâset bir dirhemden azsa yıkanmak sünnetti. Ama öyle değil de dirhem miktarı ise yıkanmak vâcipti. Yok eğer dirhem miktarından fazlaysa o zaman yıkanmak farz olurdu. Aynı zamanda, ibriğin ağzı kıbleyi göstermeliydi. Bu, kendisinden sonra helâya girecek kişiye kıbleyi göstereceği için sevabı çok olsa gerekti. Aptesti bozan bir şey de, parmağın makata sokulup çıkarıldığında nemli olmasıydı, ama kuru çıksa bile yine aptesti tazelemek icap ederdi. Diğer taraftan, basur illetinden mustarip kişiler basur memelerini elleriyle içeri iterlerse, hem oruç hem de aptest bozulmuş olurdu. Dahası, sülüğün haddinden fazla kan emmesi yine aynı sonuca yol açardı. Ayrıca, idrar kaçırmamak için, erkeklerin tenâsül uzuvlarının ucuna bir pamuk fitil koymaları caiz sayılırdı. Ama idrâr, bu fitilin dışta kalan ucuna kadar yayılırsa tekrar aptest almak gerekirdi. Öbür yandan, temizlik imândan gelirdi. O halde dişler temizlemek için misvak da şartı. Ancak bunun da âdâbı vardı. Misvak sağ elin baş ve serçe parmağıyla alttan, diğer üç parmakla da üstten tutularak ağıza sokulmalı, sağ ve sol yanlardaki dişlere de üçer kez sürtülmeliydi. Bu arada, edep yeri de kimseye gösterilmemeliydi. Meselâ namaz esnasında Fesübhânallah sözünü üç kez tekrar etmek ne kadar vakit alıyorsa, edep yeri de işte bu süreden fazal göründüğünde namaz bozulurdu. Kısacası aptest almak, hiç de göründüğü kadar kolay sayılmaszdı. Meselâ başın meshedilmesi şöyle olurdu: Eller ıslatıldıktan sonra, baş ve işâret parmakları haricindeki diğer üçer parmakla baş, diğerlerini değdirmeden önden arkaya doğru meshedilirdi. Derken bu kez avuç içleriyle baş, yan taraflar boyunca, arkadan öne meshedildikten sonra, başparmakların iç tarafı ile kulak arkası, nihayet dört parmağın dış tarafları ile ense sıvazlanırdı. Ayak yıkamanın da bazı kaideleri yok değildi: Meselâ sol elin serçe parmağıyla, önce sağ ayağın küçük parmağından başlayarak sola doğru, her ayak parmak arası temizlenip istihlâl edilmeliydi. Buna ilaveten namazda, rükûda iken eller parmakları açık olmak üzere dizlere konulmalı ve sağ ayak dik olmalı, ayrıca sol ayağın parmakları paramakalrı sağa dönük olmalıydı. Öte yandan “Ettehiyâtu” duâsı okunduğu sırada, “Lâ îlahe...” lâfzı söylenirken sağ elin işâret parmağı kalkmalı, “...illallah” denildiğinde de indirilmeliydi.”
Yılbaşı Sonrası Tablo: Noel Sadakası
Türkiye’de 12 milyon 920 bin kişi yoksul; 559 bin kişi ise aç. Açlık sınırı aylık 205 YTL, yoksulluk sınırı aylık 549 YTL. Bu rakamlar resmi rakamlar; yani gizlenemeyecek kadar gerçek. Ama öğrettiği bir şey var. Türkiye, bir iktisadi çöküşün eşiğinde. Dışarıdaki sermaye, “sıcak para” ile geliyor, en yüksek faizi de alırken borcumuzu arttırıp gidiyor. Ama bunun yanı sıra içerde semirttiği kimler?. Gerçek şu: Türkiye, dışarıdan ve içerden sömürülüyor. İşsizlik had safhada; gelir dağılımındaki adaletsizlik en yüksek ülke durumunda Türkiye; milli gelir de en düşük düzeyde; enflasyon da başlamış ve tırmanıyor. Bunların bir sonucu da, yolsuzlukların en yaygın olduğu ülke, ülkemiz.
İktidarın bu tabloya bakarak bulduğu çare, sadaka!
Server Tanilli
İktidarın bu tabloya bakarak bulduğu çare, sadaka!
Server Tanilli
İdealist Hayatların Dayanılmaz Hafifliği
Cumhuriyet'te bir haber okudum. Bağdat’ta bir veteriner, çatışmaların arasında kurşun delikleriyle dolu arabasıyla başıboş hayvanları bulup bakımını yapmaya devam ediyor. Kendi hayatını tehlikeye atıyor. Bu derece sinematografik bir hikayeye ne zamandır rastlamamıştım.
Seçim Magandanın.
Beyoğlu’nda yabancı turiste tacize verilen cezayla genelev ücreti hemen hemen aynı. 57 Türk Lirası. İş magandanın seçimine bırakılmış. Bence en önce genelev kadınlarının verilen karara itiraz etmesi gerek.
1 Dolar : 1.160 TL
100 Kişi Turist Sıkıştırma: 57 TL
1 Dolar : 1.160 TL
100 Kişi Turist Sıkıştırma: 57 TL
Topraksızların Toprağı
Diyarbakır Bismil İlçesi Aslanoğlu Köylülerinin ağalığa karşı verdikleri toprak mücadelesi zaferle sonuçlandı. Diyarbakır 2’nci İdare Mahkemesi ağanın işgale ettiği hazine arazilerinin topraksız köylülere verilmesi kararını aldı.
Gerçek Yaş
Gerçek yaşını saklamayan bir kadına asla inanmayın. Ondan her şey beklenir. (Oscar Wilde)
Dev Koalisyon
Arsız ve yeteneksizlerin oluşturduğu birliktelik bu ülkenin en büyük koalisyonudur. (Sali Turan)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)