31 Ağustos 2007 Cuma

ARKADAŞLARLA ARKAİK SOHBETLER 3 - BAFİCİ KAMBUR

Murat: Az önce gölgemin üstüne bastım. Sence bu kötü şans getirir mi?

Ben: Kötü şans için gölgenin senin üstüne basması gerekir.

Murat: Ama bak, kafa bölümünün üstünde duruyorum. Bu sadece algı kayması mı yoksa zamandan üç saniye kadar ilerde gittiğim için mi acaba..?

Ben: Bence bu sorun değil. Özellikle azınlık haklarıyla ilgili bir sorun değil çünkü hepimizin de çok iyi bildiği gibi gölge sayısıyla insan sayısı eşittir.

Murat: Hımm... Bu arada sen benden de ilerdesin. Gölgen en az üç metre arkanda kalmış. Vee, sorularıma cevap verirken ağzın oynamıyor. Yani ya kıçınla konuşuyorsun ya da...

Ben: Gelecek yanlış adımlarımızı doğrulamak için bizim tarafımızdan yaratılan yapay bir olgu. Geçmiş ve gelecek şimdiki zamanın yanlış anlaşılmasından başka bir şey değil. Yani psikolojik.

Murat: Benimle konuşan sen değilsin. Zaman tortusu çöplük bir görüntü bu. Gölgeni yakalamaktan başka bir çarem yok gerçeğe ulaşmak için.

(İleriden bir kahkahayla sarmalanmış iğrenç sesim havaya yayılır.)

Ben: Ha ha haa. Büyük bir yanlış bu. Gölgem eline yapıştı işte. Güneş ve ay birlikte ortaya çıkmadıkça sen de dışarıya çıkamayacaksın artık.

Murat: Hayır, yalan bu. Nereye gitsem peşimden geleceksin bundan böyle. İşte gerçek.

Ben: Güneş bedenlere arkadan çarpar ve sen de benim önümde olursan başka bir çarem yok ama unutma, en sadık şeydir bir gölge. Bana dönecektir tam da gerektiği anda.

Murat: Aman tanrım. Benimle konuşan gölgenmiş. Hem de sarhoş bu.

Ben: Ha ha ha. Bir insanın her zaman gölgesidir sarhoş olan. Bedenime, buruş buruş olmuş suratıma bak. Şu anda dünyanın çözülmemiş çözümlerini bir çözüme kavuşturmakla meşgul.

Murat: Buldum. Atlamalıyım bu kabustan kurtulmak için. Evet, güç damarlarımdaki asil kanda mevcut. Şimdi.

(Murat müthiş bir sıçrayışla Kazancı yokuşunu aşıp İstiklal’e konar. Yanıma vardığı anda gölgem üstüme dolanır ve sarhoşluk beynime vurur. Delice kıkırdayıp omuzuna bir şaplak atarım Murat’ın.)

Ben: Naaber bilader. Aslanım’a gidelim mi?.

Murat: Tabi lan. Hadi yürü.

Ben: Şu işe bak gölgelerimiz köşeyi döndü bile.

Murat: Keyifleri bilir. Sarhoş olacak onlar. Biz bir şehir düşleyip oraya göç etmekle uğraşacağız.

Ben: Sadece göç etmekle kalmayacağız. Bir de yaşanmaz hale getireceğiz orayı.

Murat: Evet.

(Ve yürümeye çalıştık bundan böyle. Ama bu çizgiromanda gölgemiz olmadığı için sadece uçabiliyorduk ve bundan yararlanıp Paris’e St Michel’de bir kahvenin üstüne inip havada garsondan iki bira alıp geriye döndük. Gölgelerimizin Kapadokya’ya tatile gittiğini duyunca da sıkılıp yine Paris’e geçtik. Ve yemin ederiz ki NotreDame’ın kamburunu çan kulesinde melez bir kıza bafi yaparken gördük. Hem seyrettik hem içtik ondan sonra. Belki on beş yıl...)

Stephen Chow - Komedinin Yeni Kralı


Komedi filmlerinin yıllardır mumla aranan yeni kralı HongKong’dan çıktı. 1962 doğumlu Stephen Chow kendisinin yazıp çekip oynadığı filmleriyle Pembe Panter serisi, Hababam Sınıfı ve Mr Bean’den bu yana görmediğimiz bir şeyi gerçekleştiriyor. O, Ertem Eğilmez ekolünün dramla kahkaha arasında giden duyarlı ilişkilerini, absürd bakış açısını, mistik yaklaşımları ve başlı başına bir reji esprisi olarak kullandığı dijital efektleri sadece bir filme sığdırarak komedide yeni bir dalga başlatıyor. Filmleri içindeki ince ayrıntılar, buluşlar, beklenmedik yerlerde tombaladan çeker gibi çıkardığı kahkahalar gerçekten enteresan.

Forbidden City Cop (1996) King Of Comedy (1999) Shaolin Soccer (2001) ve Kungfu Hustle (2004) defalarca seyredilmeyi hak ediyor. Bu yaratıcı adamı kaçırmayın.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

PERFORMANS SANATI

Yeni sanatçılarımızın dört kolla sarıldığı performans sanatı benim gibi birçok kişide ciddi bir kuşku uyandırıyor. Önümüze konan örneklere bakınca bunun başka türlü olması da çok zor. Sanki tek özellikleri yeteneksizlik olan bir takım garibanların buldukları en uyduruk, en yaratımdan uzak fikri hiçbir baskı altında kalmadan sergi salonlarına aktarıp yapılanları illa ki anlamaya çalışan o algısı kıt bohemlere sergilemek için bulunmuş bir şey küratör sanatı. Bir açıdan başarılı bir işkolu tabi. Ağzı laf yapan, medyayla iletişimi o biçim, çok dilli ve havalı tipler küratörlük sıfatını ele geçirip sergi salonlarını bağlayabiliyorsa ve oradan buradan topladıkları dandik işlerle hem medyayı hem de sanat tutkunlarının bağışlayıcı aklını bir süreliğine meşgul edebiliyor, bu arada da hiç küfür yemiyor ya da orada toplu bir isyan başlatmamayı beceriyorsa ben buna başarı derim.
Sonuçta bu işe ben de soyunmaya karar verdim ve en az onlar kadar ya da daha boktan buluşlarla piyasaya sağlam bir giriş yapmak için kolları sıvadım. İşte size birbirinden seçkin örnekler:
Örnek 1: Her yerde öbek öbek boklar vardır ve üstlerinde bir demet gül bitmiştir. Ancak salon oldukça loştur ve pislikleri göremeyip basanlar hem kirlenmiş hem de bir gülle ödüllendirilmiş olurlar.
Örnek 2: Salonun iç tarafına koca bir fil kapatılmış, kıçı da özel bir dizaynla açıkta, yani sergiyi gezenlere doğru açıkta bırakılmış, kıç deliğine de bir televizyon tıkılmıştır. Burada hayvan haklarıyla ilgili bir belgesel oynatılmaktadır.
Örnek 3: Salonun ortasına yapay bir ağaç kondurulmuştur. Dallardan kıçına karanfil sokulmuş kuzular sarkmaktadır. Salonun dört köşesine de mangal ve kömür bırakılmıştır.
Örnek 4: Oda çıplak kız ve erkeklerle doludur. Büyülenmiş gibi gezmektedirler. Aralarına karışan izleyiciyi çok geçmeden yeni fark etmiş gibi bağıracaklar ve hızla karga tulumba edip soyacaklardır. Seyirci artık çıplaktır ve giysileri de olmadığı için dışarı çıkıp çıkmamak kendisine kalmıştır.
Neyse bu kadar yeter. Daha fazla abartmayayım...

KABUS BAŞLIYOR

Efenim, planlanan muhteşem AKP anayasası değişikliğiyle ılımlı islam cumhuriyetinin totaliter rejimi de başlıyor. Hepimize hayırlı kutlu olsun. Ben de bu ortamda yeni hükümete yepyeni bakanlıklar gerektiğini, aslında işlerin tıkır tıkır yürümesi için bunun bir zaruret olduğunu düşünerek bazı öneriler geliştirdim:
Tarikatları Kollama Bakanlığı, AB Konusunda Halkı Kandırma Bakanlığı, Türbanı Problem Olarak Tutma Bakanlığı, Mağduriyet Yaratma Bakanlığı, Demokrasi Tanımının İçini Boşaltma Bakanlığı (Ah ah bu bakanlığa Hasan Cemal ne yakışırdı yahu) Ülke Değerlerini Satış Bakanlığı, Halkı Azarlama Teknikleri Bakanlığı, Amerika’yı Sevdirme Bakanlığı, Takıyye Bakanlığı, Medya Yönlendirme Bakanlığı, Muhalif Gazetecilerin Başını Ezme Bakanlığı vb...
Eminim BOP projesi kapsamında oynanan büyük oyuna bunlar da yetmeyecek ama ne yapayım, liboş köşe yazarlarımız gibi hastalıklı bir bakışa sahip olmayan beynim anca bu kadarına yetti.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

Arkadaşlarla Arkaik Sohbetler 2 – Adamo Paşa

Arci: Şuna bak şuna, nasıl da kaçıyor!

Ben: Evet, bardağına bir suaygırı girmesi ilginç. Onun çevresine bardağı sen inşa etsen de garip bu.

Arci: Garson! Buraya gel!

Ben: Burada bin tane garson var. Yemek yiyenler de garson. Dart atıp hangisini seçtiğini belirtmen gerek. Bak, hepsinin sırtında bir hedef tahtası var.

Arci: İçkimin en az elli litresini tüketen bir hayvanı şikayet etmek benim hakkım. Hepsi gelsin. Baksanıza laaan!

Bay X: Affedersiniz, sohbetinize kulak misafiri oldum da... Onlara öyle ulaşamazsınız. Yanınızda toplu iletişim kuran yeni nesil bir phosok telefonu taşımanız gerekir...

Ben: Öyle diyorsunuz da, niye hepsi buraya bakıyor o zaman şimdi? Topunun da gözleri şaşı olamaz ya.

Bay X: Bakın, her yerde resimleriniz asılı, sizi arıyorlar.

Arci: Aha! Aramızda da sen duruyorsun.

Bay X: Öyle, tam yirmi dakika kaldı. Hep beraber suç işleyeceğiz.

Ben: Adını bahşeder misin bize lordum?

Bay X: Adamo Paşa’yım ben. 370 yıl önce öldüm. Biraz önce burada açtım gözlerimi.

Arci: Ölmek nasıl bir duygu, sevişmekten daha mı zevkli?

(Adamo Paşa olmayan gözlerini kırpıştırır.)

Ben: Diyelim ki mantı yerken öldük, o his kaç gün kalıyor damakta?

(Adamo Paşa ayağa kalkar. Bir çınarın onda biri kadar ama yine de heybetlidir.)

Arci: Ölüler rüya görür mü paşam?

Ben: Mezarlıkta bir çıkış var di mi? Öyle di mi paşam? Sıkılan çıkıp dolaşıyor olmalı arada.

Arci: Cevap versene lan godoş! (Bana bakar Arci ve güler.) Ha ha haaa!

Ben: Ciddi göründüğüme bakma, gülüyorum şu anda.

(Adamo Paşa ıkınmaktadır. Birkaç küçük diş ağzından fırlar. Etrafa toz toprak saçılır. Arci kafama bir şaplak atar.)

Arci: Bak! Masamıza bir uçak indi.

Ben: Buna da gülmem mi lazım?

Adamo Paşa: Zaman geldi çocuklar. Haydi bismillah!

Arci: Ne zamanı!

Adamo Paşa: Uçağı Kenya’ya kaçıracağız.

(Yürüyüp uçağa girer Adamo Paşa. Arkasında bıraktığı bir öbek boka bakarız bizi. Kömüre benzemektedir. Yok yok, kesin kömürdür.)

Ben: Gidelim bari. Uçak serindir şimdi.

Arci: Yapacak bir şey yok. Yaşlılara saygıda kusur etmeyen bizler bir ölünün lafını dinlememezlik etmeyeceğiz herhalde.

Ben: Peki uçakta yer kalmasa, kalkıp kendi yerine Adamo Paşa’yı oturtur musun?

Arci: Yok artık lan! Saçmalama. Ölü o. Niye otursun ki?

24 Ağustos 2007 Cuma

Tanrıyla Benim Aramda

Bir yazar “İlk cümleyi yazıyor ve gerisini Tanrı’ya bırakıyorum,” demiş...

Ben de kitabı yazıyor ve Tanrı’nın yayımcılığa soyunması için dua etmeye başlıyorum.

Müzik Eleştiri: Kings Of Leon, Interpol, Arctic Monkeys

Kings Of Leon’un Because Of Times’ı tanımlanabilecek bir albüm değil. Üçü kardeş, biri kuzen olan bu çocuklardan solist Caleb Followill’in dahice bir tarzı olduğunu, yeni Amerikan alternatif müziğini alıp çok farklı noktalara sürükleyeceğini düşünüyorum. Daha önceki iki albüm + bir EP de oldukça şaşırtıcıydı, fakat Because Of Times gerçekten farklı bir yapıda. Düzenlemeler belli bir akıl yürütmeyle değil de duygu düzleminin kaotik emirleriyle gerçekleştiği için müthiş bir etki yaratıyor insanın üstünde. Noise, folk, punk, alternatif ve kendine özgülüğü aynı potada eritmeyi başaran Kings Of Leon’un durmayacağından ve her albümde bir kat daha gelişerek yoluna devam edeceğinden hiç şüphem yok.
Gelelim Interpol’ün Our Love To Admire albümüne: Diğer albümlerindeki sönük, birkaç şarkıda enteresan çıkışlarla dinleyicisini büyüleyen, hemen arkasından gelen melodilerle kendisini tekrar eden ve vasatlar sınıfının parlak öğrencisi sıfatını kazanan grup bu yeni çalışmalarıyla apayrı bir kulvarda, şahlanan bir atın üstünde yepyeni bir maceraya adım atıyor. Albüm genel bir atmosfer, tema ve teknik altyapı bütünlüğüne sahip. Pioneer To The Falls, Rain Sun, Rest My Chemistry gibi best of’ların dışında bütün şarkılar olgun, yaratıcı ve kaliteli bir vokalin etkileyiciliğine sahip. Düzenlemelerde yerli yerinde ve oldukça şaşırtıcı anlarda kullanılan korolar neredeyse ayağa kalkıp marş gibi katılmaya itiyor insanı. Yaylılar ve nefesliler de olağanüstü bir kurguyla yerleşmiş her yere. Kısacası müzik dünyası yeni bir “James” kazanmış olabilir.
Arctik Monkeys Favourite Worst Nightmare albümlerinde yine muhteşem şarkılara imza atıyorlar. Ama sanki albüm aceleye gelmiş. Kendilerine hiç yakışmayan üç dört şarkı şu anda MP3 arşivimden silinmiş durumda. Yani bu sayıda ve kalitede olsa kült bir albüm sayılacaktı bu çalışma.
Yukarıda saydığım üç gruptan da gelecekte müthiş işler bekliyorum. Progressive bir altyapıya ya da felsefeye yelken açabilecek o benzersiz duyguya sahipler ve inşallah yapımcılarına siktiri çekme cesaretini de bulurlar kendilerinde...

23 Ağustos 2007 Perşembe

SUÇLU SERİSİ 1

Halkı eblehleştirme, cahil ucubelere çevirme görevini üstlenmiş yanlı medya suçludur. Cezasını bu dünyada, yüz yıl kadar kısa bir süre içinde, bir avuç anarşist internet düşünürü çıplak beyinleriyle verecektir.

TAŞIYICI - 2005



Bu kitap Artı Bir Yayınevi tarafından 2005 yılında yayınlanmıştır. Türü korkudur...

Özet : Ağır paranoid-şizofreni tanısıyla tedaviye alınmış arkeolog Oğuz hiç durmadan küçük çemberler çizmektedir. Asistan psikiyatr Gül onunla yakından ilgilenmekte ve hiçbir yakınının ziyaret etmediği bu adamın gizemli hikayesini merak etmektedir. Oğuz üniversiteden beş öğretim görevlisi arkadaşıyla bir yere araştırmaya gitmiş ve sadece o bulunmuştur. Yollarda aklını yitirmiş bir şekilde dolaşırken. Üstelik yanında da kimliği bilinmeyen altı yaşlarında sarışın bir çocuk vardır. O da ağır bir depresyon geçirmiş gibi hiç konuşmamaktadır. Üstelik bir kayıp ihbarı da yoktur. Ama diğer arkeologlara ne olmuştur. Oğuz'un alt benliği neleri gizlemektedir. Kimseye haber vermeden gittikleri o bölgede başlarına neler gelmiştir. Ölümcül giz çok yakınlarındadır ve onu araştırmanın bedeli de oldukça ağırdır.

ARKADAŞLARLA ARKAİK SOHBETLER 1

Sayko: Dedem söylediydi. Bir yüzbaşı osurduğunda tüm tabur “Çok yaşa!” diye bağırırmış.

Ben: Bu doğru. Daha geçen gün bir yüzbaşıyla karşılaştım. Dişlerine baktım, tam 437 yaşındaydı.

Gamlı: Filmlerde osuruk efekti kullanmak peliküle zarar veriyormuş, o yüzdenmiş hiçbir kahramanın osurmaması.

Sayko: O zaman bi de şunu dinle: Kobra yılanları Kemal Sunal filmi görünce kıkır kıkır gülmeye başlıyormuş . Yılan yetiştiricisi bir arkadaş söylediydi.

Ben: Komedyenler de kendini aynada görünce ağlamaya başlar.

Gamlı: Bir yılana hapşırık tozu verilse grip olur bence.

Ben: İlk grip olduğumda garip bir şekilde orgazm olmuştum. Bir daha asla tekrarlanmadı.

Sayko: Biraz önce yalan söyledim. Öyle bir arkadaşım yok. Karafatma terbiye eden var ama...

Gamlı: Ben de yalan söyledim. Beynimde dönenlerden başka hiçbir şey yaşamadım bugüne kadar.

Ben: Hiç yalan söylemedim ben. Hep başkalarının yalanlarını tekrar ettim.

Sayko: Terbiyeci arkadaşıma bakın! Üstümüzde. Bize bakıyor.

Gamlı: Ne kadar büyükmüş! Sanki altımızda da aynısından var.

Ben: Üçümüz aynı anda konsantre olup beyin dalgaları gönderirsek onu alık olduğuna inandırabiliriz.

Sayko: Böylece?

Gamlı: Böylece çırak olarak kullanabiliriz onu!

Sayko: Bir çırağa hizmet etmek benim için şereftir.

Ben: Benim için de...

Gamlı: Ben sıkılırım aslında...

20 Ağustos 2007 Pazartesi

İLGİNÇ!

Geçmişim beni takip ediyor. Kaçmaya çalışıyorum var gücümle ama şunu da düşünmeden edemiyorum. Ya yakalarsa beni? Hatta, ya geçerse? O zaman ben mi onu izleyeceğim doğana kadar? Ve tekrar bir önceki yaşamıma mı geçeceğim? Hayır, kaldıramam bunu. Ölene kadar kaçmaya devam etmeliyim. Ve asla unutmamalıyım: Umut hep bir sonraki yaşama kalır...

17 Ağustos 2007 Cuma

70 Milyon Daha Değil Ama Bilboard Anında Bölündü

Müthiş bir kampanyaya imza atıp 70 milyona çay içiren, gevrek yediren, beraber tezahürat yaptıran ve dev bir aileyiz sloganıyla damarlara pompa basan Hürriyet, üstten gelen (ailevi hiyerarşiyi tam olarak kurmuş kurnazlar) mazlum dinci direktifle Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan ve gidemese de gönlü orada olan büyük kitlenin çoğunun gözü kapalı destek vereceği muhalif kalem Emin Çölaşan’ı susturdu. Aile içi ayrımcılık işte böyle olur.

Yaa. Öyle bol keseden atmakla olmuyor. Özünde bir sözünde bir olacaksın.

Enerji ihalelerinde elleri kolları bağlanan ve parti yayın organı olarak çalışan bu şirketler de kendilerini gazete olarak tanımlıyor ya, her seferinde bir yaşımıza daha girmekten öldüğümüzde beş yüz yaşında olacağız..

NOT: Radikal’de hiçbir kalemin bu konuda tek bir kelam etmemesi de beni hiç şaşırtmadı. İkinci Cumhuriyetçiler konusunda yorum yapmaya ne gerek var. Alan belli satan belli...

16 Ağustos 2007 Perşembe

Kopart beni Enis

Enis Batur Cumhuriyet'teki "Pervasız Pertavsız" köşesinde şöyle garip bir şeyler.., neyse okuyun da görün: "Gilles Deleuze'e yakınlığımı bilen bilir, Abece'de sarfettiği bu sözleri ben ona yakıştıramıyorum. Üstüne üstlük, ne bir köpeksever sayılırım, ne de havlamayı anırmayla bir tutarım; tam tersine, humour'dan bütünüyle yoksun bulduğum için havlama sesine mesafeliyimdir - gelgelelim, Deleuze'ün yargısını aşırı yüklü buluyor, altında başka, belki açık belki örtük nedenler yattığına inanıyorum.

Aman yarabbi, neler diyor bu adam? Yoksa havlamak istiyor da bir türlü başaramıyor mu?

OASİS ÜZERİNDEN MEMLEKETE MODEL İTHALİ

Üniversite hocası ve romancı, 2003’ten beri Kültür bakanı, 40’ından sonra sinemaya soyunmuş Lee Chang Dong’un Türkiye’de “Vaha” adıyla oynayan Oasis’i çok önemli bir başyapıt. Başta; iki özürlünün aşkı olarak özetlenebilecek konusunu okuyup can sıkıntısından patlayacağımı düşünerek yer ayırtmasam da, daha sonra festival boyunca üç önemli Kore filmini seyredip bu heriflere de nooluyor lan, içlerine şeytan mı girmiş falan diyerek, yani belki tam olarak anlatamadım ama saygı duyarak Oasis’i de mutlaka seyretmem gerektiğini düşündüm. Hayatımın en isabetli kararlarından birini verdiğimi bilmeden salonun kararışını hemen ardından görüntülerin akışını ağzım açık seyrettim iki saat boyunca. Çıkarttığım dersler şöyle: 1- Konuya kesinlikle aldanmamak lazım. Bir auteur sinemacı konudan bağımsızdır. 2- Koreliler Kim Kiduk, Park Chan Wook, Joon-ho Bong gibi ustalarla birlikte yeni bir dalga başlatmışlardır, ancak bundan kendileri bile habersizdir. Bunu daha sonra ortaya koydukları özenti, dandik işlere bakarak söylüyor ve Lee Chang Dong’u bu kelamın dışında bırakıyorum. 3- Avrupalı ya da Amerikalı olmadıkları için ortaya koydukları önemli oluşum bir akım olarak adlandırılmamaktadır. 4- Oluşan Kore Yeni Dalgası bir modeli olmayan Türk sinemasına aslında müthiş bir tiyo olarak algılanmalı ve sinemacılarımız bir an önce varoşlara girip gerçek acılardan yaratıcı öyküler çıkartmaya bakmalıdır. 5- Fransız bunalımı ve Amerikan yapaylığından uzaklaşmak için bir an bile beklenmemeli, ülkemize de hakim olan mistik öğeler, esprili bakış açısı ve bir anda üstümüze inen o meşhur arabesk duygu, kadere isyan bir potada yoğrulmalıdır.

OASİS’in E-Mule’de bulunduğunu da haber vereyim de bu yazı öyle havada kalmasın. Alın, izleyin ve gerçekten duyarlı bir öykü nasıl işlenir görün.

Lee Chang Dong, Yapıtlar: Green Fish (1997) – Peppermint Candy (2000) – Oasis (2002) – Secret Sunshine (2007)

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Deermişim

Devamlı tanık olduğum bir sahne var Türkiye’de. İnsanlar espri yapmak için çoğunlukla reklamlarda, televizyonlarda popüler olmuş lafları ya da onlarca yıldır kullanılan ortak deyişleri kullanıyor ve bu girişimlerinde de her seferinde şaşırtıcı bir şekilde başarılı oluyor. Mesela bir genç “Deermişim, ortamı gerermişim,” diyor ve nooluyor; daha önce aynı ezber espriyi beş yüz kere duydukları halde gülüyor herkes. Sonra bir başkası diyor ki “Anladın sen onu.” Yine gevşiyor suratlar.
Otobüste, vapurda, yolda şöyle bir tane patenti nevi şahsına münhasır bir espri duymak mümkün olmuyor. Böyle bir şeye gerek de yok belki. Nasıl olsa diğerlerine daha yıllarca gülecek insanlar. Peki bu olgu neyi göstermektedir sizce? Türk insanının yaratım gücünün muhteşemliğini mi? Televizyon senaristi olmanın dayanılmaz hafifliğini mi? Bu topraklarda herkesin pek bir güleç olduğunu mu?

Var bu işte bir iş ama ne deermişiim?

JOHN BERGER – FOTOĞRAFA BAKIŞ

Aslı Tohumcu: Fotoğraflar, reklam görüntüleri, televizyon, internet, cep telefonları vs’den gelen müthiş bir görüntü sağanağı altında yaşıyoruz. Az önce kullandığınız ifadeyle, sansasyonel hikayelerle çevriliyiz dört bir yandan...

John Berger: Evet, hepsi de sansasyonel, yüzeysel mesajlar; tecrübeye dair bir şey söylemiyorlar. Hepsi de satış sanatının egemenliği altında, bir sürü görüntüyle çevrelenmiş duurumdayız. Hepsi bir şeyleri arzu edilir metalar şeklinde sunma amacını güdüyor. Tabi ki aruz edilirlikleri genelde hayali. Yani bize yalan söyleyen görüntülerle çevrelenmiş durumdayız. Bu yüzden bunun farkına vardığınız an, buna karşı neyapacağınızı da biliyorsunuz. Önce onlara inanmamak, onlardan korkmamak gerek çünkü yalanlardan korkmak insanı paranoyaya sürükler. Bu da doğruyu bulma enerimizden çalar.

Aslı Tohumcu: Ama fotoğrafın (ve görüntüyle ilgili diğer teknolojilerin) yaygınlaşması, hızlı ve kolay paylaşılabilir bir araç haline gelmesi de bizi belleksizleştirmeye başladı.

John Berger: Evet, fikrinize katılıyorum. Sadece fotoğraf sayesinde olmuyor bu üstelik. Bakmak ve görülmesi gerekeni görmek yerine insanlar belleksizleşiyorlar. Ve bu durum, hatırlama ihtiyacını ortadan kaldırıyor. Buray kişisel bir not düşmem gerekirse, hayatımın bir döneminde 60’lı yıllarda fotoğraf çekmeye karşı büyük bir tutkum vardı. Bir dolu fotoğraf çektim., bir kısmını kitaplarımda kullandım. Sonra birden bire fotoğraf çekmeyi bıraktım çünkü orada olanı gerçekten kavramak yerine etrafta elimde bir makineyle dolaşıp, bir gözümle bakarak deklanşöre bastığımı hissettim. Son kırk yıldır bir fotoğraf makinem bile yok.

(Radikal Kitap 10 Ağustos 2007)

Çağan Dikenelli: Ortalık kentlerde, kırsal alanda, tarihi yerlerde elinde fotoğraf makinesi dolaşan egzotik malzeme avcılarıyla doldu. Bunlar aynı eski binaları, müthiş bir doku olarak belledikleri aynı köylü yüzleri, aynı masum çocuk bakışlarını ve daha bir çok aynılığı kovalarken ucuzlaştırılmış bir sanat anlayışıyla ortak beynin yüzeysel çöplüğünü oluşturduklarının farkında değiller. Anlamı, ideolojiyi, sanatsal olgunluğu bir çırpıda atlayarak görsel tanıklığın ötesine geçmeyecek bir anonim bakışla kendilerini sanatçı hissetmeleri iyi hoş da, bir de böyle yüzlerce insana kapılarını açan o sergi salonları yok mu. İşte esas felaket bundan sonra başlıyor. Arzu edilir metaların ucuz yanılsamalarının televizyonda, reklamlarda, bilboardlarda duygu çarpıtmaları yöntemiyle sergilenen örneklerine ulaşmak için haldır haldır yürüyor zavallı insanlar, hangi oyunun parçası olduklarından habersiz...

11 Ağustos 2007 Cumartesi

GÖREBİLİYORUM!

Görebiliyorum. Progressive bakış geri dönecek. Temalı albümler çağı tekrar başlayacak. Anglosakson plak endüstrisinin oluşturduğu robot yapımcılar, küçücük teenage gruplar neler olduğunu anlamaya zaman bile bulamayacak. Yeni bir dalga gelecek. 1970-80 arasında kalıplaşmış gelenekçi bakışı sarsan 20. yüzyıl operalarına imza attıktan sonra tüketim kültürüne yenik düşen neferlerin ruhu tekrar şahlanacak. Yepyeni bir bakışla geleceği kurgulamaya soyunacak gençler ve devrimci müzik yine en ön saflarda yer alacak. Ve o muhteşem zamanlar geri geldiğinde tek şarkılık top on üretimleri alıp bir tarafına sokacak şu kelek endüstri. Derinlemesine düşünmeyi, sorgulamayı öğrenmeden de hiçbir boku değiştiremeyecek şu kelek halk.

Hayalet Ordunun Doğuşu

Yüzeysellik ve yapaylık çağının başlangıcına hoş geldiniz Grev kırıcılar, kültür kırıcılar, duygu kırıcılar, toplum kırıcılar her yandan saldırıyor. Büyük bir ordu bu. Uğultularında finansal sloganlar. Beyinlerinde anlamsız bir yaşama arzusu. Doyumsuzluk sofralarının ana yemeği. İlkelliğin robotumsu sadakatle muhteşem birleşimi. Kaleler birer birer yıkılırken, insanlar çirkinliklerini örtmek için üstlerine kat kat teknoloji örterken doğa kızgın. Tanrılar şaşkın. Kayıp yüzükler kodamanların şişme karılarının göğüslerine piercing. Şuh kahkahaları geleceğin karanlık duvarlarından yansıdığında anlamsız çığlıklara dönüşüyor. Ve bakıyor yalnızların döküntü ordusu gökyüzüne. Umudun ışığı yavaş yavaş sönerken, omuzları çökmüş, soluklarından başka tutunacak bir silahları kalmamış; ama dizleri titrer, başları dönerken yine de çökemiyorlar. Sanki bir güç, iplerini tutmuş ayakta tutuyor onları. Sanki bir güç, geleceği süpürüp atmak için yukarıda, binlerce yıl önce kendi kendisine verdiği sözü yutmak için benliğini alt etmeye çalışıyor.. Sanki birazdan patlayacak büyük bir fırtına ve Hayalet Ordu’nun damarlarına akacak yeni bir ideoloji. O ideoloji sakin durmayı beceremeyen bir pandaya mı benzenyecek? Kıpırdamadan edemeyen bir kayaya mı? Oyuncak parkında uyuklayan bir çocuğa mı? O ideoloji bir hayalete benzeyecek. Duvarların, yılların, ihanetin, haykırışların içinden kolayca geçip gidecek umuda.

Hürriyet’in Muhteşem Bilboard Reklamları

70 milyon çay içiyormuş, gevrek yiyormuş, aynı tezahüratı yapıyormuş falan fişmekan. Ya üretim sayın Hürriyet? 70 milyon şunu üretiyor bunu üretiyor diye bir şey göremiyoruz reklamınızda. Tabi gazetenizde de. Özelleştirme övgüsü gani ama. 70 milyonun % 99’ının ucuz iş gücüne dönüştürülme filminde siz koca götlerinizle %1’e sığışmaya çalışıp bir yandan da şakşakçılık yaparken ağzınızdan düşürmediğiniz şu büyük ailenin nesi oluyorsunuz?

70 milyon hep beraber açlık çekiyor, gelecek korkusu yaşıyor, göç ediyor, susuz kalıyor, dış ilişkilerde onursuzluğu yaşıyor. Bunları da ekleyelim reklamlarınıza bir zahmet.

10 Ağustos 2007 Cuma

Bir Vaka: Sungu Çapan

Eleştirmenlik olgusunu, filmi ağızda hoş bir edebiyat tadı bırakarak anlatmak sanan kuşağın en güçlü temsilcilerinden olan Sungu Çapan bugün Cumhuriyet’teki yazısında bir kez daha beni kopartmayı başardı sağolsun. Yazının sonlarında Şantör filmi için “...taşralı şarkı makinesi Alain’in katılacağı büyük bir konserden kaçıp aradaki mesafeleri çoktan kaldırmış Marion’un kollarına atılmasıyla tatlı bir finale bağlanan...” satırlarını kaleme alıyor ve böylece bir kez daha filmin sonunu söyleyerek kendisini okuma hatasına düşmüş seyirci adaylarının hevesini kursaklarında bırakmayı beceriyor. Ama yapacağı bir şey yok. Tek yeteneği filmi anlatmak. Bir çeşit ortaokul kompozisyon ustası kendisi ve giriş gelişme ve sonuç stilinden asla ödün vermemeye kararlı. Bravo

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Reklamda Parlak Gerçek Hayatta Dilenci

Her yerde bilboardlar, afişler; içlerinde gülen, danseden tertemiz, apak, ışıl ışıl yüzler, aynı abartılı kahkahalar, aynı sevecen yüzler...

Tozla çamurla kömür tozuyla kirlenmiş yanaklar, kısılmış gözler, gerilmiş çeneler, umuda tutunmaya çalışan kırışmış alınlı, bakışlarında öfkenin gücünü koruyan yıpranmış insanlar yok.

Her yanda bir görüntü bombardımanı... Tüketicilerin huzurlu fotoğrafları.

Steril, rahat bir hayatın amaç olarak ortaya konduğu bu sistemde, bunu başarabilmek için her türlü ödünü vermeye hazır korkaklar yaratılırken, yaşamda var olma mücadelesi veren, sistemin ahlaksız duvarlarının dışına çıkmaktan çekinmeyen gerçek kahramanlar yok sayılıyor.

Yapay yüzler, tavırlar, bakışlar kişiliksiz bir sektörün sırtını yasladığı büyük öğütücünün gerçek yüzünü yansıtıyor.

Kazanma Hırsı

Al Pacino’nun Kazanma Hırsı (Oliver Stone) filminde Amerikan Futbolu final maçı öncesi bir antrenör olarak takım oyuncularına yaptığı muhteşem konuşma:

"Profesyonel hayatımızın en büyük mücadelesine üç dakika kaldı. Ya takım olarak var olacağız ya da parçalanacağız. Beyler; şu anda bir cehennemin tam içindeyiz. Ya burada kalıp canımızın çıkmasına razı olacağız ya da tekrar ışığa ulaşmak için savaşacağız. Yavaş yavaş da olsa buradan çıkabiliriz. Bunu sizin için ben yapamam. Çünkü bu iş için fazla yaşlıyım. Ben orta yaşlı bir adamın verebileceği bütün yanlış kararları çoktan verdim. Tüm paramı saçıp savurdum, beni seven herkesin benden kaçmasına neden oldum. Ve artık, aynada gördüğüm yüze ben bile tahammül edemiyorum. Bilirsiniz, yaşlandıkça insandan bir şeyler eksilmeye başlar. Bu hayatın bir parçasıdır. Ancak bunu sadece bir şeyleri kaybedince öğrenirsiniz. Hayatın santimlerden ibaret bir oyun olduğunun farkına varırsınız. Futbol da öyledir. Çünkü iki oyunda da hata payı çok düşüktür. Biraz erken ya da geç atılan adım başaramamanıza neden olur. Yarım saniye yavaş kalır ya da aceleci olursanız yakalayamazsınız. Santimler önemlidir. Bu takımda biz bu santimler için savaşırız. Bu takımda biz kendimizi ve etrafımızdaki herkesi santimler için paralarız. O santime ulaşmak için kazıyarak yol açarız. Çünkü biliriz ki bütün bu santimler üst üste koyduğumuzda kazanmakla kaybetmek, yaşamakla ölmek arasındaki o kahrolası farkı yaratacaktır. Size şunu söyleyebilirim. Her savaşta o santimi aşan kişi, ölmeyi göze alan kişi olmuştur. Hala yaşayabiliyorsam bu o santim için savaşmayı ve ölmeyi göze aldığım içindir. Şu an bunu yapmanızı ben söyleyemem. Yanınızda duran arkadaşınıza bakın... Gözlerinin içine. O santim için sizinle birlikte savaşacak birini göreceksiniz. Kendini takım için feda edecek birini; çünkü o da biliyor ki gerektiğinde siz de aynısını onun için yapacaksınız. Takım dediğimiz budur beyler. Bizler ya takım olarak var oluruz ya da bireyler olarak yitip gideriz."