29 Kasım 2010 Pazartesi

Zamansız Adamın Anıları


Durak bizi güneşten kopup belli aralıklarla yerde patlayan koca histeri damlalarından koruyor. İçeriye sığınıp köşeye korkak bir çocuk gibi büzüşmüş gölgeden bize kalan o küçücük alanda otobüs beklerken birbirimize geçiyoruz sıkışmış. Nereye gideceğimi, babamı ilkönce nerede aramam gerektiğini düşünmeye çalıştığım her seferde önüme bir görüntü gelip oturuyor. Taş bir yapıda küçücük pembe bir pencere açılıp, bir tavşan somurtuk suratını dışarı çıkartıyor ve beni görünce göz kapaklarını kırpıştırarak şöyle diyor: “Ne duruyorsun orada aptal gibi, hadi içeri geç.” Beynime kuşku oturuyor birden, koluma da tanımlanamaz bir soğuk. Elimi hızla çekip gölgeden kurtarırken, insanları ittirerek öne alıyorum hemen vücudumu. Başlar görünmez bir streç kağıdını ittirirmişçesine belirip yeniden içeri çekiliyorlar ve küçülüyor gölge. Huzursuzluk hissi, kurtulmaya çalışsam gözeneklerime iyice yayılacak kurumlar gibi duruyor uyuşmuş bedenimin üstünde. Karşı kaldırımdan bir haykırış kopuyor o sırada. Delice çırpınıp koşturan bir kadın görüyor oraya çevrilen gözlerimiz. Saçlarını çekiştirirken yardım istercesine dört bir yanına bakıyor durmadan. Koşturup geliyor çevrede balık avlayanlardan birkaçı. Duruyor iki üç araba. Bir şey dikkatimi çekiyor o an. Onlardan on metre kadar ileride denizin tam üstünde bağdaş kurmuş, asılı duran küçücük bir bebek! Yerdekilere gülücükler savuruyor ve ben duyuyorum artık kadını.
“Oğlum! Oğlum! Lütfen yardım edin!”
Histerik bir haykırışla dizlerinin üstüne çöküyor hemen ardından. Bayılacakmışçasına arkaya atıyor kendini sonra, üstündeki gömleği çekiştiriyor nefes almaya çalışarak. Gülüyor çocuk tatlı tatlı ve yükseliyor biraz daha. Ağzındaki emzikten çıkarttığı şapırtıların kulaklarımıza kadar ulaşması bana tuhaf geliyor.
“Çok şımartmışlar,” diyor yanımdaki yaşlı. Dudaklarını büzerek ağzını şaplatıyor ardından. Bir gözü takma olmalı. Direk bana bakıyor kafası denizden yana dönükken.
“Bir ip bulsanıza!” diye bağırıyor deniz kıyısındakilerden biri. “Çabuk.”
Çocuğun bir anda elli metre kadar yukarıya çıktığını fark ediyorum o anda. Bir martı gelip kucağına tünüyor. Hiç korkmuyor ufaklık. Uzatıyor yavaşça küçük elini. Gövdesine bastıran küçük parmaklarla çöküp oturuyor martı, başını bir o yana bir bu yana döndürerek çevreyi kesmeye girişiyor. Huzurlu görünüyor ikisi de…
Kadının sesi çıkmıyor artık. Kalabalığın arasında yitip gitmiş. Bayılmış olmalı.
“Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” diyor bir kadın yanımda. Hanım hanımcık teyze giysisine uymayan, kıpkırmızı bir oje sürmüş dudaklarına. “Ya altı pis ya aç.”
Algılamamla tüylerimin ayağa dikilmesi bir oluyor. Kapkara bir kütle geliyor solumuzdan. Yavaşlayıp az önce önümüze serilmiş her türlü görüntüyü iğrenç enerjisine gömerek durağa yanaşıyor. İrkilmiş, kaçma dürtüsüne zorlukla karşı koyarak algılamaya çalışıyorum tanımsız nesneyi. Somut siyahlığın içindeki duygusal patlamalar midemi bulandırıyor. Bir kapısı var. İyice bakılırsa belli oluyor bu. Nefes alıyormuş gibi bir his yaratıyor insanda.
“Kimse binmesin,” diyor yaşlı, acı çekecesine bir yüzle. Alnından yanaklarına boncuk boncuk terler akıyor şimdi. Yüzündeki her kas ayrı seğirtiyor. Pantalonunun önüne bakıyorum ve utanıyorum bunu yaptığım için..
“Ay!” diye bağırıyor sağımda, durağın camına sırtını vermiş, bir süredir hiç durmadan mesaj yazan kız. Telefonunun elinden kopup gittiğini, döne döne uçup kütleye saplandığını görebiliyoruz yavaş çekim.
“Cebim!” diye bağırıyor o ve haykırışı da bir anda karanlık otobüsün içine çekiliveriyor. Olmayan sesiyle bir şeyler daha söylemeye çalışırken elleriyle ağzını kapatıyor, paniğin çılgınlığı gözlerine oturmuş. Yanaklarına akıveriyor korku dolu damlalar ve çenesinden aşağıya düşecekken uçup saplanıyorlar önümüzdeki karanlığa küçücük yağmur tanelerinden farksız.
Saat sesleri başlıyor yine. Tik tak tik tak. Rölantide çalışan gölgenin homurtularını bastırarak yükseliyor.
“Binmeyin sakın,” diye bağırıyor yaşlı, bir kez daha, sesini duyurabilmek için var gücüyle. Elini kalbinin üstüne koymuş zorlukla nefes alıyor.
Hiç durmadan “Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” cümlesini yineliyor kadın, belki aklını yitirme korkusuyla. Değişiyor cümle çok geçmeden. “Bir sorunum olmalı benim, mutlaka,” derken hıçkırıklara boğuluyor. Her tekrar, acımasızca sallıyor çaresizlikten kaskatı kalmış vücudunu.
Kız içeri dalıp yok oluyor o an. Uçuyor havada, bir başkasının aklı. Geri dönmek için gösterdiği büyük çaba durağın camlarını zangır zangır sallıyor. Dişlerini son anda yakalıyor yaşlı. Dilini tutamıyor ama. Gözlerini de. Bir zamanlara ait güzel anılarım siliniyor birden beynimden. Kadının elbiseleri liflerden yapılmışçasına kolayca sıyrılıp gidiyor üstünden. Çırılçıplak yineliyor cümlenin ulaştığı son hali. “Birisiyle olmalıyım. Şimdi, şu an, hemen. İçime girmeli birisi. Lütfen…” Yalvarırken apış arasını tutuyor sanki zevk almıyor da daha çok acı çekiyormuş gibi buruşmuş bir yüzle.
Gölge dağılıyor yanımda, yavaştan. Belirginleşiyor içindeki insanlar. Birden silkinip atıyorlar sanki üstlerindeki dumanı. Dikkatle kara kütlenin üstünde bir yerlere bakan, şuradan geçer mi gibisinden sorular soran yüzleri net bir şekilde görebiliyorum artık. Eciş bücüşler. Eski püskü ama temiz giysileri var. Yüzlerine umutsuzluk derin çizgiler atmış. Birden kararlarını verip içeriye biniyorlar tek tek.
Kör gözleriyle bastonuna dayanmış, ayakta zorlukla duruyor yaşlı adam. Umutsuzca hemen önünde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir köstebek gibi havayı kokluyor. Pantalonunun önüne ıslaklık yayılırken yavaşça atıyor adımlarını otobüsün karanlığına doğru. Dişsiz ağzından şapır şapır akıyor salyalar. Kendini parmaklarken bir çocuk gibi ağlıyor kadın ve yerde yavaşça sürükleniyor çekim gücüne kapılmış.
Sinirli bir hayvanı andıran bir homurtu yükseliyor o sırada kara kütlenin içinden. Titriyor. Hareketleniyor sonra ağırdan, incecik bir öksürükten farksız. Ve birden, müthiş bir hız yiyip bitiriyor onu. Gittiğinden emin olmasak da artık orada olmadığını görebiliyoruz. Rıhtımda toplaşmış halkın şimdi daha kalabalık, bağrışmaya devam ettiğini de...
Önümüzde, asfaltın üstünde, debelenerek bir şeyleri yakalamaya, elleri önde ayakta durmaya, birbirlerine vurmaya, ısırmaya, tırmıklamaya çalışıyor az önce kara kütlenin içine sürüklenen onca kişi…
Betona güm güm vuran yelkovan darbeleri duruyor bir an. Atlıyor sonra yarım bir vuruşla. Yokoluyor yaşanmış her şey. Sadece karanlık kalıyor. Buz gibi vücudum, kaskatı. Nefes alamıyorum! Büyük bir telaşla öne atıyorum kendimi ve yıvış yıvış bir dokuyu yırtarak gölgeden çıkıp yere, yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyorum. Bana bakıyor herkes. O anda da geliyor otobüs. ‘Taksim’ yazıyor önünde.

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogunda devam ediyor.

Hiç yorum yok: