22 Kasım 2010 Pazartesi

Zamansız Adamın Anıları

Kafamı çevirdiğimde görüyorum onu. Bankamatikte sırada duruyor. Gülüşünde garip bir hava var. Orada ne zamandır kendisine bakmamı bekliyormuş gibi cilveyle önüne dönüyor hemen. Dilini dudağının üstünde gezdirdikten sonra çekimime karşı koyamıyormuş gibi ama yine de alaycı bir ifadeyle bana çeviriyor başını. Adımlarımın öne doğru istemsizce atıldığını fark ediyorum aramızdaki mesafe her saniye biraz daha erirken. Tüylerim ayakta, yanaklarım ateşler içinde ilerliyorum ağır ağır. Kısa eteğinin altında pürüzsüz teni özel bir alaşımla kaplanmış gibi parlıyor. Yutkunurken boynuna çevriliyor gözlerim. Isırma isteği yürüyor aklıma. Üstüme çullanan delice ihtirastan kurtulmak için başımı sallarken, yandan açılmış beyaz göğsüne takılıyor gözlerim. Arkasındayken nasıl olup da göğüslerini görebildiğimi anlayamıyorum. Ağzımdan gömleğime damlıyor galiba salyalar. Tükürüklerimi geri alma gayretiyle ağzımı salakça buruşturup iğrenç bir ses çıkartırken gülüyor birisi yanımdan. Parasını alıyor kadın. Dönerken kaçamak bir bakışla görünmez bir zincir çekiyor aramıza. Dalgalanıp bükülüyor sanki hava. Büyülenmişçe yürüyorum peşinden. Sağdan ikinci sokağa sapıyor kırıtarak. Dizlerim titriyor benim. Kıçının devinimiyle kafam sağa sola yatınca kıkırdamalar geliyor arkamdan. Dönüp baksam mı diye düşünmeye çalışırken düşünceler de dağılıp gidiyor sokağın savruluşuyla. Kadının yuvarlak omuzlarını incelerken buluyorum ben kendimi. O sırada hiç beklemediğim garip bir şey yapıyor o. Omzundaki şalı çıkarıp yere atıyor. Kafam karışmış, yaklaşıyor, başında bir an duruyorum.

“Al al!” diyor birisi arkamdan yalakça.

Çöküp alıyorum ben başkaca bir seçeneği aklıma bile getirmeden. Ve biraz ileride bu sefer yeleğin bırakıldığını görüyorum yere. Neredeyse koştururken buluyorum kendimi az sonra. O bir başka sokağa saparken ben yün yeleği aceleyle kapıyor ve onu kaybetme korkusuyla bir çabuk köşeye yollanıyorum. Orada, ayağını şuh bir hareketle kaldırıp topuğunu düzeltirken bir an için bakıyor bana. Kumral saçları yüzünden saçılan beyazlığı örtemiyor. O garip gülüş aynı yerde aynı şekilde duruyor. Dizinden bileğine bir şelale gibi akıyor şehvetin yumuşacık tülü…

“Yürüsene lan!” diyor birisi yüksek sesle.

“Neyi bekliyor acaba?” diye soruyor bir başkası.

“Şşşt,” diyor yaşlıca bir ses, boğuk.

Öne doğru bir adım atmamı bekliyor sanki kadın. Birden havalı bir hareketle dönüp binadan içeri girerken sokak titriyor. İç içe geçiyor boyutlar. Kapının önünde buluyorum kendimi o an. Onun merdivenleri çıktığını da aynı zamanda görüyorum. Eteğini sıyırıp yere bıraktığını! Kıçının diriliğine kondurulmuş bir kelebekten farksız şeffaf pembe donundan aşağıya mavi topuklularına kadar iniyor gözlerim. Yutkunuşuma koca bir top güllesi karışıyor.

“Yapamayacaksan yoldan çekil arkadaşım,” diye fısıldıyor birisi, kulağımın hemen yanında.

Yukarı doğru koşturup karanlığın içine batıyorum bir çabuk. Eteğin üstüne bastığımı kasıklarıma vuran heyecan dalgasından anlıyorum. Topuk sesleri sert ve tok oturuyor kulaklarıma. Dönüp baktığımda ne merdivenleri ne de duvarları görebiliyorum.

“Hepimiz için becermelisin onu,” diyor birisi arkamda.

Kaslarımdan başka hiçbir ipucu yok merdivenlerden yukarıya çıktığımı gösteren. Soğuyor yavaştan, alnımdan yanaklarıma süzülen terler. Gıcırtıyla açıldığını duyuyorum bir kapının. Şuh bir kahkaha geliyor ardından. Diken diken oluyor ensemdeki tüyler. Yankılar ayaklarıma dolanıyor. Ona seslenme isteği içinde, bunun doğru kaçıp kaçmayacağını düşünürken susuyorum. Işıklar yanıyor birden. Zorlama gülüşü bir kat kadar üstümde, dairenin içinden çıkıp kulağıma uzanıyor. Tırabzana tutunup yukarıya çekiyorum kendimi. Bacaklarının pürüzsüz fildişi ışıklarına doğru sürükleniyorum beynini yitirmiş bir alık gibi. Kapının önünde dururken ne yapacağımı bilemiyorum. Ani bir kararla adımımı içeriye atınca bir alkış tufanı kopuyor merdivenlerden. Uzatıyorum kafamı. Salon boş. Diğer tarafta iç odalara uzanan koridor da ıssız. Yürüyorum tedirgin. Banyonun önünden geçerken açık bırakılmış sıcak suyun buharı yanaklarıma vuruyor. Heyecan yüreğimi sıkıştırıyor. Korku mideme çöreklenmiş bir yılan, boynunu ağırdan havaya dikerken, salaklık etme, git buradan, diye tıslıyor. İki adım daha ve yatak odasının kapısında duruyorum artık. Kapalı perdelere sırtını vermiş, bir parmağını ağzına sokmuş, ayaklarından birini duvara dayamış, şehvetin sık soluklarıyla bana baktığını görüyorum onun. Gülmüyor artık. Hiçbir şey söylemiyor. Sadece izliyor, loş bir ışıkla yıkanmış. Koridora bakıyorum çekingen ve kaçışıyor gölgeler telaşla. Belli belirsiz kıkırdamalar geliyor dışarıdan.

Bir saatin sesi yükseliyor o an. Sanki birisi kol saatine mikrofonu dayayıp anfinin volümünü köklemiş, sesi devasa kolonlara vermişçesine zangırdıyor her yer. Tik tak, tik tak… Avuçlarımı kulaklarıma bastırarak yere çökerken çenem acıdan sonuna kadar açılıyor. Bir inilti kopuyor boğazımdan. Yerin, ayaklarımın altından kaydığını algılayabiliyorum. Gülüyor o şimdi. Cinsel mesajlarla dolu, tatlı, yumuşacık bir gülüş. Sağır mı yoksa? Yelkovanın vuruşu bir tıkla geriye atıyor. Gözlerimi koridorda açıyorum o an. Ve kurulmuş gibi ayağa fırlayıp yukarı koşturuyor, evden içeri dalıyorum. Yatak odasının önüne geldiğimde aynı pozda aynı şekilde bakarken buluyorum onu. Nefesimi düzene sokmaya çalışır, öne doğru bir adım atarken şüpheyle duvarları gözden geçiriyorum. Çıplak beyaz göğüsleri bakışlarımı üstüne çekiyor hemen. Sık sık soluk alıp verdiğini görebiliyorum. Parmağını ağzından çıkarıp göğüslerine kaydırıyor. Yürüyorum. Yaklaşıyorum. Yanında duruyorum. Elim uzanıp saçlarıyla buluşuyor ve kadın ağırdan, yerçekiminin onun üzerinde pek de hükmü yokmuşçasına yana devriliyor. Dehşet içinde bakıyorum yere. Çöküp bedenine yapışıyor, ayağa kaldırıyorum boş bir çantadan farksız. Boynunu tutup var gücümle sıkarken terler fışkırıyor alnımdan. Anlamsızlık canımı almış küçük bir bebek gibi sıkıştırıyor. Vıyk vıyk sesler çıkıyor kadından. Plastik o. Sadece plastik…

Zamansız Adamın Anıları, kendine ait blogda yoluna devam ediyor...

Hiç yorum yok: