23 Kasım 2010 Salı

Zamansız Adamın Anıları

“Ben Tanrıyım!” diye öfkeyle bağırıyor, meyve kasalarından birini yola koyup üstüne çıkmış adam. Üstü başı yırtık pırtık. Çıplak ayakları kirden neredeyse siyah. Göğsüne, bıçakla derin bir şekilde kazınmış çarpıya bakıyorum. Derisi pıhtılarla kabarık. Gözlerimi almaya çalışıyorum oradan, midem bulanmış.
Kimse ilgilenmiyor. Bir kişi bile bakmıyor ondan tarafa.
Ağzından köpükler saçarak bağırıyor o yine. “Tanrıyım ben! Tanrı! Allahın belaları, buraya bakın!”
Kimse döndürmüyor kafasını. Telaşla yürüyor, telaşla konuşuyor, telaşla tıkınıyorlar.
“Tanrıyım ben!”
Toplanıyor kapkara bulutlar yukarıda. Şimşekler birbiri içine girerken sarhoş bir örümceğin ağını taklit ediyor. Bir homurtu yükseliyor yerin altından. Titriyor beton.
“Sizi pezevenkler, beni dinleyin diyorum!”
Duruyor birisi ansızın. Yaklaşıp, cebinden çıkardığı bir lirayı kasanın üstüne koyup hızla uzaklaşıyor.
Suratı değişiyor adamın. Mahcup bir gülümsemeyle, çenesini hızla aşağı indirirken “Çok sağolun,” diyor titrek bir sesle. Bağışçının arkasından duygulu bakıyor bir an ve şak diye yine öne çıkarıyor göğsünü, iyice dikilip şöyle bir sallanıyor parmak uçlarında. Gözlerine ateş yürüyor.
“Tanrıyım ben!” diye bağırıyor tükürükle dolu. “Canınıza okuyacağım bir gün, göreceksiniz…”

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda tüm hızıyla sürüyor...

Hiç yorum yok: