23 Aralık 2010 Perşembe

Ak Efe, Kara Efe - Cumhuriyet Kitap - Bir Sabri Gürses Eleştirisi

AK EFE, KARA EFE

Çağan Dikenelli, şaşırtıcı bir yazar. Elbette, yazarların şaşırtması, heyecanlandırması olağandır, fakat nereden, nasıl bir şaşırtmaca geleceğini genellikle bilirsiniz. Dikenelli’de bundan emin olmak zor. Okur, hem şaşırtmacanın geldiği yöne, hem kendisine şaşırıyor.
Bu kez bir efe, bir zeybek romanıyla geliyor Dikenelli. Kara Efe, aynı yıl içinde yayımlanan üçüncü romanı. Önce Kuru Göldeki Ördek (Plan B Yayınları), ardından da Ernest, Cervo ve Biz geldi (Can Yayınları) ve şimdi, Kara Efe (Gürer Yayınları) bir bakıma bir şaşırtma üçlemesini tamamlıyor. Bir absürt komedi ve bir deneysel mizah kitabının ardından, Kara Efe, uzun bir gülüşü başka bir havaya taşıyor.
Kara Efe’nin kanımca en şaşırtıcı yanı, bu fikrin, yani bir efe kitabı yazmanın uzun bir zamandır kimsenin aklına gelmemiş olması. Halikarnas Balıkçısı’ndan Yaşar Kemal’e, Kemal Bilbaşar’dan Hüseyin Bayaz ve Ümit Kaftancıoğlu’na dek çok önemli yazarların kalıcı eserler bıraktığı, efe, eşkıya, zeybek gibi toplumsal kahramanların hikayelerini anlatan bir tür oluşmuştu. 1980’lere kadar birçok eserle zenginleşen bu tür, ağır ağır görünmez oldu edebiyatımızda. Ardından canlanmaya başlayan tarihsel roman, fantastik tarihsel roman türleri de çok yer vermedi bu kahramanlara: tuhaf bir şekilde, Osmanlı hanedanının iç çekişmeleri, imparatorluk, nizamı alem hayalleri, saray ya da konak çevresindeki yabancı gezginler, elçilerden oluşan bir kahraman kadrosu ön plana çıktı. Oysa türün kurucularından Walter Scott’tan beri bilindiği gibi, tarihsel romanın asıl kahramanının Ivanhoe, Robin Hood gibi bir halk kahramanı olmasında yarar vardır. En azından toplumun daha kolay özdeşlik kurabileceği kahramanlar olmasında.
Kara Efe’nin bir halk kahramanı olduğunu, tarihsel açıdan gerçekçi bir zemine oturduğunu söylemek yanıltıcı olur. Çağan Dikenelli, daha özel bir karakter kurmuş: olumlu ya da olumsuz denebilecek özellikler belirginleştirilmiyor karakterde, olay örgüsü de (arkaplanda bir intikam hikayesi olmasına rağmen) özellikle olumluya doğru ilerlemiyor. Kara Efe, İnsan olan bir Efe. Türün, efe-eşkıya romanları türünün daha önceki örneklerindeki gibi gerçek bir olay ya da kişiden de yola çıkmıyor roman; büyük ölçüde, türün kendi örneklerinden yola çıkıyor ve folklor yönü ağır basan geçmiş örneklerin dışında, türün, herhalde ilk edebiyattan beslenen örneklerinden biri oluyor. Bu açıdan kitabın yazarı tarafından “spagetti western” örneği olarak adlandırılmasında iyi bir ipucu var: kovboy filmi türünü canlandıran İyi, Kötü ve Çirkin gibi bir film sayesinde Clint Eastwood’la özdeşleşen kovboy imgesini düşünürsek, gözde canlandırmanın kolaylığından yararlanarak, Kara Efe’nin de “İyi” bir “Clint Eastwood” gibi görülebileceğini öne sürebiliriz.
Dikenelli’nin yaratıcı anlatım gücünün değişmez karakteristik özellikleri kitaptan kitaba izlenebilse de, değişik üslupları ve anlatım tarzlarını farklı edebi çözüm arayışları için kullanması ilginç: Dikenelli her kitabı farklı yazıyor. Kuru Göldeki Ördek’te metafor yüklü cümleler, kısa vurucu ifadeler hakimdi; bir triyalog yapısıyla kurulan Ernest, Cervo ve Biz’de rahat bir söyleşi dili vardı; Kara Efe’de hafif, esnek bir dille eylem ve betimleme ağırlıklı bir anlatım – benzetmeden kaçınmazsak – dağlarda dolanan bir efe çevikliğiyle sahneden sahneye ilerliyor.
Kara Efe’nin ilginç bir yanı da, kahramanının kişisel özelliklerini, herhangi bir toplumsal hareketlenme zemininde tanımlamaması. Krallığın gerçek sahibinin tehlikeye düştüğü bir dönemde taraf tutan Robin Hood’dan, Kızılderililerle Amerikan askerleri arasında bir konuma yerleşen kovboylara dek, genelde toplumsal arkaplanın karakteri tanımlayıcı bir özellikle şekillendiği anlatıların tersine, Kara Efe’nin tarihsel zamanı karakterler arasındaki çatışmanın doğrudan tanımlayıcısı olmuyor, tersine, onlar arasındaki çatışma o tarihsel zamana ve toplumsal duruma katılımla ilgili kararları şekillendiriyor. Arasıra haberleri gelen isyan hareketine katılacak mı Kara Efe? Buna okur karar veriyor.
Dikenelli’nin birbirine yakın görünen popüler türleri kendi tarzıyla zenginleştirmesi yararlı mı, yoksa enerjisini dağıtıyor mu? Buna kolayca yanıt vermek mümkün değil, fakat okura mutluluk verdiği kesin. Kara Efe’yle yeni bir okuma mutluluğu getirmenin dışında, sessizce unutulan bir türü yeniden canlandırmak gibi önemli bir hamle yapıyor. Bu hamle edebi satranca yeni bir oyun getiriyor.

23 Aralık 2010

19 Aralık 2010 Pazar

Kara Efe - Radikal Kitap

Spagetti zeybek kötülere karşı

18/12/2010
BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU (Arşivi)
Çağan Dikenelli 'Kara Efe'de, gizemli bir sebepten dolayı intikam almak istediği eşkıyaları arayan yaşlı bir zeybeğin Ege dağlarında yaptığı yolculuğu anlatıyor
Daha önce Melek Teyze polisiyeleri, ‘Kaptan Teneke’ ve ‘Taşıyıcı’ gibi yer yer komik, yer yer heyecanlı kitaplar kaleme alan, türden türe atlayan ama eğlenceli olmaktan hiç uzaklaşmayan, kendine has bir yazar Çağan Dikenelli. Kendi türünde başyapıt denebilecek ya da öyle olma kaygısı taşıyan kitaplar yazmıyor, anlaşıldığı üzere yazmaya da çalışmıyor, ama edebiyatımızda az denenen türlerde üretkenliğiyle dikkat çekiyor.

Aksiyonu sağlam roman
Edebiyatımızda, daha özelde romanımızda aksiyondan genellikle uzak durulur, silahların patladığı, kovalamaca sahnelerinin yaşandığı öykülere burun kıvrılır. Ciddiye alınmak, saygı görmek istiyorsa roman da romancı da ‘ağır abi’ olmalıdır. Peki ya bunu istemiyorlarsa? En büyük dertleri saygı görmek değil de, insanlara hoşça vakit geçirtmek, onları heyecanlandırmak, meraklandırmaksa? Roman sanatının başlangıcı sayılan ‘Don Kişot’, bütün özelliklerinin yanı sıra son derece eğlenceli bir kitap değil midir? Bir ülkenin romanını güçlü ve evrensel kılan çeşitliliğidir, her türden roman okuruna hitap eden eserlerle donanmış olmasıdır. Bu yüzden örneğin aşk romanları da gereksiz değildir, siyasi romanlar da, dil oyunlarına dayanan kitaplar da edebiyata renk katar, aksiyondan güç alan kitaplar da. Yeter ki türlerinin iyi örnekleri olsunlar.
Çağan Dikenelli’nin ‘Kara Efe’si, yazarın röportajlarında söylediği şekliyle bir tür ‘spagetti zeybek’ öyküsü. Yayınevi ise doğal bulduğum ‘anlaşılma’ kaygılarıyla kitabı ‘spagetti western’ olarak tanıtıyor. Mutlak iyinin mutlak kötüyle çarpıştığı, pek çok okurun sınırlarını zorlayacak derece bir şiddetin şık bir kostümle boy gösterdiği, karakterlerin çizgi roman tadında aşırı özelliklere sahip olduğu bir tarzdan bahsediyoruz. Kapakta yer alan, kolu kalınlığındaki tüfeğinin namlusuna E harfini oturtmuş sert ifadeli zeybek, zaten kitabın bu çizgi roman tadını daha okumaya başlamadan hissettiriyor.

Zeybeklerin âlemi
Romanda gizemli bir sebepten intikam almak istediği eşkıyaları arayan yaşlı bir zeybeğin Ege dağlarında yaptığı yolculuğu, bir çeteye katılmasını ve kendisini taraf olmak istemediği bir savaşın ortasında bulmasını okuyoruz. Gücünü büyük ölçüde aksiyondan alan kitap, ait olduğu türün diğer örneklerine nazaran daha fazla edebiyat tadı vermesiyle, hatta yer yer biraz fazla şairane kaçmasıyla benzerlerinden ayrılıyor. Çağan Dikenelli, kimi macera romanlarında yazarların düştüğü tuzaktan kendisini korumuş, anlattığı öykü kadar nasıl anlattığına da özen göstermiş. Özellikle karakterleri kendilerine has konuşma tarzlarıyla farklılaştırarak, yöresel ve ‘zeybeksel’ ifadeleri ustaca kullanarak, senaristlik deneyimlerinden beslendiğini düşündüğüm yetkinliğini diyaloglara yansıtmış.
Öykü boyunca zeybeklikle ilgili birçok bilgi sahibi oluyoruz, yazar defne ağacı altında yapılan kızanlığa kabul töreni gibi detayları belli ki keyif alarak yazmış. Çağan Dikenelli, ‘spagetti zeybek’in hakkını vermek için şiddet kadar cinselliği de oldukça sansürsüz kullanmış. Kahramanlık sahnelerinde ya da zeybeklerin nişancılığı ile ilgili bölümlerde öykü gerçekçilikten uzaklaşıp süper kahraman öyküleriyle flört etse de, kitap birçok bakımdan alıştığımız macera öykülerinden daha gerçekçi bir yaklaşım içeriyor. Kötü adamların fidye için kaçırdıkları genç kızlara el sürmeden iyi adamın gelmesini beklemeleri, masumların her koşulda kötülerinden elinden kurtarılması gibi sahneler Kara Efe’nin dünyasında pek yaşanmıyor. Zaten kahramanımız da “Ben sevgilileri kavuşturup, kötüleri tepeleyip yalnız başıma güneşe doğru at sürerim,” diyen bir Red Kit olmadığını davranış ve sözleriyle sık sık gösteriyor. ‘Kara Efe’, macera öyküleri sevenler için sıkılmadan okunabilecek, akıcı ve hareketli bir roman. Genel Türk okuru profilini fazla cezbetmeme ihtimali yüksek, ama aksiyon romanları açısından yerinde sayan bir edebiyatımız olduğunu düşünürsek, küçük ya da büyük her adım bence takdire değer.

Bir Fincan Kahvenin Ortasındaki Ada

Orphans (Bastards) - 2006 - You Can Never Hold Back Spring.
Hayaletin enseye kondurduğu bir öpücükten ne anlar gerizekalı tüyler! Ne anlar görmeyen gözler, içine yerleşmiş çekirdek çıtlatan bir köstebekten...
Orphans (Brawlers) - 2.19.
Yaşam virgüllerin üstünden atlayarak, noktaların kıçına tekmeyi yapıştırarak akar giderken parantez açık kalmış, cereyan yapıyor. Üşüyor sessizlik sıcak soluklar ağzında birdirbir oynarken...
Orphans (Brawlers) - Rains On Me
Kilitli bir kapıdan anca bir şarlatan geçer. Alık alık gülerken ne tarafta olduğunu bilmez. Kilitli kapının kilidinde yatan beklenti, anahtarın üstüne tünemiş umutsuzluğu bekler bacaklarını açmış. Şarlatan bir kez daha diğer tarafa geçer. Güler alık alık, tuvaletin içinde donuna işemenin utancıyla.

17 Aralık 2010 Cuma

Çevengur

Andrey Platonov'un Çevengur'unu herkes okumalı. Sadece bize unutturulan saf edebiyatı hatırlamak, şöyle bir silkinip kendine gelmek için değil, her sayfadan ayrı ayrı zevk almanın, şöyle bir düşünüp gülümsemenin, kafa sallamanın, üstüne çullanan duyguyu paylaşmak için içeridekilerin yanına koşmanın nasıl bir mutluluk olduğunu da tekrar keşfetmek için.

İlginç Keşif

Tom Waits dinlerken yelkovan son hızla geriye gitmesine rağmen bir de bakıyorsun ki yaşlanmışsın...

9 Aralık 2010 Perşembe

Yanıt Vermenin Gereksizliği

Kilise duvarının önündeki papaz mezarlarını muzır otlar bürümüş, alçak haçlar sık otun içinde yok olmuştu. İşini kurtaran bekçi hâlâ kilisenin eşiğinde dikiliyor, yazın gelişimini izliyordu; çalar saati yıllar yılı çalıştıktan sonra hesabını şaşırmıştı artık, buna karşın yaşlanan bekçi zamanı gayet kesin ve dakik duyumsamaya başlamıştı, acı ve mutluluğu duyumsar gibi; ne yaparsa yapsın, hatta uyurken bile (gerçi yaşlılıkta hayat uykudan güçlüdür - gözü açıktır, dakika sektirmez), saat sonlarında bekçi bir tedirginlik ya da arzuya kapılıyor, kalkıp çanı çalıyor ve tekrar sessizleşiyordu.
"Hayatta mısın daha, dede?" dedi bekçiye Zahar Pavloviç. "Kimin için sayıyorsun günleri?"
Bekçi yanıt vermemek istiyordu; Yetmiş yıllık ömründe işlerinin yarısını boşuna yaptığına, sözlerinin dörtte üçünü ise boşuna söylediğine kani olmuştu: Kaygıları, çocuklarını ve karısını yaşatmaya yetmemiş, sözleri ise gereksiz bir gürültü gibi unutulmuştu. "Bu adama bir söz söylersem," diye sorguladı kendisini bekçi, "adam bir verst yol gider unutur, ebediyen tutmaz beni hafızasında: Kimiyim ki ben onun - ebeveyni değilim, yardımcısı değilim!"
"Boşuna çalışıyorsun!" diye sitem etti Zahar Pavloviç.
Bekçi bu aptalca sözü şöyle yanıtladı:
"Nasıl yani boşuna? Köylümüzün on kere göç ettiğini bilirim ben, her seferinde de gerisin geri dönmüştür. Yine dönecektir. Uzun süre insansız kalınmaz."

Çevengur - Andrey Platonov

Güvenli Alan

Geçmiş en azından güvenlidir.
Daniel Webster

Keder

Karalar bağladığında
mutlu bir anını anımsamak kadar
büyük bir keder yoktur.

Dante

2 Aralık 2010 Perşembe

Herkes Biliyor

herkes biliyor, zarların hileli oldugunu
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli oldugunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider
herkes biliyor

herkes biliyor, geminin su aldıgını
herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini
herkeste bu buruk duygular
sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi

Leonard Cohen

Ailecek İstemeye Geldik


Anti-Kien

On Dakika Sabredin.

Ressam Rene Moncado, sanatı çocuklara sevdirmek için Amerikan okullarında gönüllü çalışma yaparken, öğrencilerden en çok ilgilerini çeken bir kişi veya şeyin karakalem resmini yapmalarını ister.  Bir kız henüz kalemini eline almamış, önündeki kağıda bakarken sanki kendi kendine konuşmaktadır. Moncado "Sen neyin resmini yapacaksın?" diye sorar. Kız, "Tanrı'nın!" der. Moncado "Ama onu gören olmamıştır," deyince de "Sabredin, on dakika sonra herkes görecek," cevabını verir.

Selçuk Altun'un Kitap İçin köşesinden alıntılanmıştır.

Özürün Muhattabı Nerede?

Tanrı'nın kullarına çektirdiklerinin tek özrü onun var olmadığı gerçeğidir.
Stendhal

Günümüz Şizofren İnsanının Ev Halleri

Jim Kazanjian

Tarihe Tanıklık - Afyon Savaşı

Uluslararası Şirketler'in devlet yönetimlerini ele geçirip orduyu fiilen kullanmalarının, demokrasi parfümüyle iğrenç kokusu giderilmeye çalışılan modern çağdaki  ilk örneklerinden biri:

Mümtaz Arıkan yazıyor: 1843'te, Çin İmparatoru Hsuan-Tsung ülkede haşhaş içilmesini yasaklamıştı. 18. yüzyıldan beri birkaç kez yinelenen söz konusu yasak, bu kez önemli bir etki yaratmayacaktı. Çünkü, daha önceki yasaklama kararı, Afyon ticaretini yöneten İngiltere ile savaşa yol açmış (Afyon Savaşı 1839-1842) sonuçta yenilen Çin olmuştu. Büyük kâr getiren Afyon ticareti "The East India Company" adılı İngiliz şirketi tarafından yapılmaktaydı ve bundan vazgeçmek niyetinde değildi. İngiltere, milyonlarca insanı uyuşturucu tutkunu yapmak bahasına Çin'e isteklerini onaylatmıştı. İmzalanan anlaşmadan sonra yeni yasakların anlamı kalmamıştı.

30 Kasım 2010 Salı

29 Kasım 2010 Pazartesi

Zamansız Adamın Anıları


Durak bizi güneşten kopup belli aralıklarla yerde patlayan koca histeri damlalarından koruyor. İçeriye sığınıp köşeye korkak bir çocuk gibi büzüşmüş gölgeden bize kalan o küçücük alanda otobüs beklerken birbirimize geçiyoruz sıkışmış. Nereye gideceğimi, babamı ilkönce nerede aramam gerektiğini düşünmeye çalıştığım her seferde önüme bir görüntü gelip oturuyor. Taş bir yapıda küçücük pembe bir pencere açılıp, bir tavşan somurtuk suratını dışarı çıkartıyor ve beni görünce göz kapaklarını kırpıştırarak şöyle diyor: “Ne duruyorsun orada aptal gibi, hadi içeri geç.” Beynime kuşku oturuyor birden, koluma da tanımlanamaz bir soğuk. Elimi hızla çekip gölgeden kurtarırken, insanları ittirerek öne alıyorum hemen vücudumu. Başlar görünmez bir streç kağıdını ittirirmişçesine belirip yeniden içeri çekiliyorlar ve küçülüyor gölge. Huzursuzluk hissi, kurtulmaya çalışsam gözeneklerime iyice yayılacak kurumlar gibi duruyor uyuşmuş bedenimin üstünde. Karşı kaldırımdan bir haykırış kopuyor o sırada. Delice çırpınıp koşturan bir kadın görüyor oraya çevrilen gözlerimiz. Saçlarını çekiştirirken yardım istercesine dört bir yanına bakıyor durmadan. Koşturup geliyor çevrede balık avlayanlardan birkaçı. Duruyor iki üç araba. Bir şey dikkatimi çekiyor o an. Onlardan on metre kadar ileride denizin tam üstünde bağdaş kurmuş, asılı duran küçücük bir bebek! Yerdekilere gülücükler savuruyor ve ben duyuyorum artık kadını.
“Oğlum! Oğlum! Lütfen yardım edin!”
Histerik bir haykırışla dizlerinin üstüne çöküyor hemen ardından. Bayılacakmışçasına arkaya atıyor kendini sonra, üstündeki gömleği çekiştiriyor nefes almaya çalışarak. Gülüyor çocuk tatlı tatlı ve yükseliyor biraz daha. Ağzındaki emzikten çıkarttığı şapırtıların kulaklarımıza kadar ulaşması bana tuhaf geliyor.
“Çok şımartmışlar,” diyor yanımdaki yaşlı. Dudaklarını büzerek ağzını şaplatıyor ardından. Bir gözü takma olmalı. Direk bana bakıyor kafası denizden yana dönükken.
“Bir ip bulsanıza!” diye bağırıyor deniz kıyısındakilerden biri. “Çabuk.”
Çocuğun bir anda elli metre kadar yukarıya çıktığını fark ediyorum o anda. Bir martı gelip kucağına tünüyor. Hiç korkmuyor ufaklık. Uzatıyor yavaşça küçük elini. Gövdesine bastıran küçük parmaklarla çöküp oturuyor martı, başını bir o yana bir bu yana döndürerek çevreyi kesmeye girişiyor. Huzurlu görünüyor ikisi de…
Kadının sesi çıkmıyor artık. Kalabalığın arasında yitip gitmiş. Bayılmış olmalı.
“Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” diyor bir kadın yanımda. Hanım hanımcık teyze giysisine uymayan, kıpkırmızı bir oje sürmüş dudaklarına. “Ya altı pis ya aç.”
Algılamamla tüylerimin ayağa dikilmesi bir oluyor. Kapkara bir kütle geliyor solumuzdan. Yavaşlayıp az önce önümüze serilmiş her türlü görüntüyü iğrenç enerjisine gömerek durağa yanaşıyor. İrkilmiş, kaçma dürtüsüne zorlukla karşı koyarak algılamaya çalışıyorum tanımsız nesneyi. Somut siyahlığın içindeki duygusal patlamalar midemi bulandırıyor. Bir kapısı var. İyice bakılırsa belli oluyor bu. Nefes alıyormuş gibi bir his yaratıyor insanda.
“Kimse binmesin,” diyor yaşlı, acı çekecesine bir yüzle. Alnından yanaklarına boncuk boncuk terler akıyor şimdi. Yüzündeki her kas ayrı seğirtiyor. Pantalonunun önüne bakıyorum ve utanıyorum bunu yaptığım için..
“Ay!” diye bağırıyor sağımda, durağın camına sırtını vermiş, bir süredir hiç durmadan mesaj yazan kız. Telefonunun elinden kopup gittiğini, döne döne uçup kütleye saplandığını görebiliyoruz yavaş çekim.
“Cebim!” diye bağırıyor o ve haykırışı da bir anda karanlık otobüsün içine çekiliveriyor. Olmayan sesiyle bir şeyler daha söylemeye çalışırken elleriyle ağzını kapatıyor, paniğin çılgınlığı gözlerine oturmuş. Yanaklarına akıveriyor korku dolu damlalar ve çenesinden aşağıya düşecekken uçup saplanıyorlar önümüzdeki karanlığa küçücük yağmur tanelerinden farksız.
Saat sesleri başlıyor yine. Tik tak tik tak. Rölantide çalışan gölgenin homurtularını bastırarak yükseliyor.
“Binmeyin sakın,” diye bağırıyor yaşlı, bir kez daha, sesini duyurabilmek için var gücüyle. Elini kalbinin üstüne koymuş zorlukla nefes alıyor.
Hiç durmadan “Çocuğun bir sorunu var mutlaka,” cümlesini yineliyor kadın, belki aklını yitirme korkusuyla. Değişiyor cümle çok geçmeden. “Bir sorunum olmalı benim, mutlaka,” derken hıçkırıklara boğuluyor. Her tekrar, acımasızca sallıyor çaresizlikten kaskatı kalmış vücudunu.
Kız içeri dalıp yok oluyor o an. Uçuyor havada, bir başkasının aklı. Geri dönmek için gösterdiği büyük çaba durağın camlarını zangır zangır sallıyor. Dişlerini son anda yakalıyor yaşlı. Dilini tutamıyor ama. Gözlerini de. Bir zamanlara ait güzel anılarım siliniyor birden beynimden. Kadının elbiseleri liflerden yapılmışçasına kolayca sıyrılıp gidiyor üstünden. Çırılçıplak yineliyor cümlenin ulaştığı son hali. “Birisiyle olmalıyım. Şimdi, şu an, hemen. İçime girmeli birisi. Lütfen…” Yalvarırken apış arasını tutuyor sanki zevk almıyor da daha çok acı çekiyormuş gibi buruşmuş bir yüzle.
Gölge dağılıyor yanımda, yavaştan. Belirginleşiyor içindeki insanlar. Birden silkinip atıyorlar sanki üstlerindeki dumanı. Dikkatle kara kütlenin üstünde bir yerlere bakan, şuradan geçer mi gibisinden sorular soran yüzleri net bir şekilde görebiliyorum artık. Eciş bücüşler. Eski püskü ama temiz giysileri var. Yüzlerine umutsuzluk derin çizgiler atmış. Birden kararlarını verip içeriye biniyorlar tek tek.
Kör gözleriyle bastonuna dayanmış, ayakta zorlukla duruyor yaşlı adam. Umutsuzca hemen önünde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir köstebek gibi havayı kokluyor. Pantalonunun önüne ıslaklık yayılırken yavaşça atıyor adımlarını otobüsün karanlığına doğru. Dişsiz ağzından şapır şapır akıyor salyalar. Kendini parmaklarken bir çocuk gibi ağlıyor kadın ve yerde yavaşça sürükleniyor çekim gücüne kapılmış.
Sinirli bir hayvanı andıran bir homurtu yükseliyor o sırada kara kütlenin içinden. Titriyor. Hareketleniyor sonra ağırdan, incecik bir öksürükten farksız. Ve birden, müthiş bir hız yiyip bitiriyor onu. Gittiğinden emin olmasak da artık orada olmadığını görebiliyoruz. Rıhtımda toplaşmış halkın şimdi daha kalabalık, bağrışmaya devam ettiğini de...
Önümüzde, asfaltın üstünde, debelenerek bir şeyleri yakalamaya, elleri önde ayakta durmaya, birbirlerine vurmaya, ısırmaya, tırmıklamaya çalışıyor az önce kara kütlenin içine sürüklenen onca kişi…
Betona güm güm vuran yelkovan darbeleri duruyor bir an. Atlıyor sonra yarım bir vuruşla. Yokoluyor yaşanmış her şey. Sadece karanlık kalıyor. Buz gibi vücudum, kaskatı. Nefes alamıyorum! Büyük bir telaşla öne atıyorum kendimi ve yıvış yıvış bir dokuyu yırtarak gölgeden çıkıp yere, yaşlı adamın ayaklarının dibine düşüyorum. Bana bakıyor herkes. O anda da geliyor otobüs. ‘Taksim’ yazıyor önünde.

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogunda devam ediyor.

Dikkatli Olmalıyız

"Eğer dikkatli değilseniz, gazeteler sizin zulüm gören insanlardan nefret etmenizi ve zulmü uygulayan insanları sevmenizi sağlar."

Malcolm X

Magdelene Vanli















Asi Kateshkinoi






İkisinin Arasında

‘Ya sorunun bir parçasısın ya da çözümün.. ikisinin arası yok..’

Ulrike Meinhoff

25 Kasım 2010 Perşembe

İç Kısırdöngü Sıçrayışı

blue-a

Şarlatan Ağacı

Mark Holthusen

Camilla D'errico



Yedinci Adam

Şu dünyada düşeceksen yollara,
İyisi mi yedi kez doğmaya bak.
Bir kez, yangın çıkan bir evde doğ,
bir kez, buzdan soğuk sellerde,
bir kez, azgın deliler arasında,
bir kez, olgun bir buğday tarlasında,
bir kez de kimsesiz bir manastırda,
Bir ağızdan ağlayan altı bebek, yetmez;
Sen kendin yedinci olmaya bak.

Canını kurtarmak için dövüşeceksen,
Karşında yedi kişi görmeli düşmanın:
Biri, Pazar günü dinlenen bir işçi olmalı,
biri, para düşünmeden bir şey öğreten,
biri, boğularak yüzme öğrenen,
biri, koca bir ormanın tohumu olan,
biri de yiğit atalarının koruduğu bir torun,
ama onların bu hünerleri yetmez;
sen kendin yedinci olmaya bak.

Bir kadın mı bulacaksın kendine,
yedi erkek birden düşmeli o kadının peşine
biri , güzel sözlere kanan,
biri, başının çaresine bakan,
biri, kendini hayalci sanan,
biri, eteğinin altından kadını okşayan,
biri, hiç bir numarayı yutmayan,
biri, kadının düşürdüğü mendile basan;
sinek gibi vızıldasınlar kadının çevresinde.
Sen kendin yedinci olmaya bak.

Yazmak geliyorsa elinden,
yedi kişi birden yazmalı şiirini.
Biri mermerden bir köy kuran,
biri, uykusundayken doğan,
biri, göğün haritasını çizen,
biri, adı sözcüklerle anılan,
biri, ruhunu yetkinleştiren,
biri, diri fareleri kesip biçen,
İkisi yiğit, dördü akıllı;
sen kendin yedinci olmaya bak.

Ve her şey yazıldığı gibi olursa,
yedi kişi için öleceksin.
Bir, beşiği sallanıp emzirilen,
bir, diri genç bir memeyi kavrayan,
bir, boş tabakları fırlatıp atan,
bir, kazansın diye yoksula omuz veren,
bir yıkılıncaya dek çalışan,
bir, sadece durup aya bakan kişi için.
Dünya mezar taşın olacak;
sen kendin yedinci olmaya bak.

Attila Joszef (1905-1937)

24 Kasım 2010 Çarşamba

İnsanlar

Her zaman, fakat, bilhassa
beni sevmediğini
anladığım zamanlarda
görmek isterim seni de
annemin kucağından
seyrettiğim insanlar gibi,
küçüklüğümde...

Orhan Veli

Norman Rockwell