Havuzda, yüzmeyi yeni öğrenen bir adamı izledim sabah. Bir süredir ders aldığını ve azimle çalıştığını biliyordum. Arkadaşı da nasıl atacağını gösteriyordu kulaçları. Ve o da aynısını yapıyordu. Ayak çırpışı, kollarını çekişi... Ama suyun beş parmak altındaydı vücudu ve kulaçlarını içeriden çıkartmak zorunda kalıp, her an biraz daha gömülüyordu çaresiz...
Ve ben, yaşama sanatını böylesine açık ve net ortaya seren bu görüntüyü garip bir duyguyla gözlerken düşündüm.
Endişeden, kendini kasıyordu o ve her şeyi doğru yaptığı halde, betona dönüşmüş vücuduyla sadece bu yüzden, batıyordu aşağı...
Sırf korktuğu için hayatı yaşayamayan, aşılması son derece kolay bir sürü şeyde sırf bedenen ve ruhen kasıldığı için başarısız olan o kadar çok insan var ki...
Kulaçları atacaksın, ayaklarını çapraz vuracaksın, suyu yara yara gitmenin zevkini çıkaracaksın ve havuz seni zaten kaldıracak kolaylıkla...
Keşke bu kadar kolay olsaydı her şey.
29 Kasım 2008 Cumartesi
24 Kasım 2008 Pazartesi
On altı saat ve sigortasız
Allah Türkiye'de her gün on altı saat ve sigortasız çalışıyor.
Her şey Allahın işi işte...
Her şey Allahın işi işte...
Yapay Mantıksızlık
Türkiye'yi çözmek isteyen bir bilimadamı mutlaka yapay mantıksızlık teoreminden yola çıkmalıdır. Başka türlü bir şey anlaması ve anlatması imkansız olacaktır...
23 Kasım 2008 Pazar
Reyting Meselesi - Mehmet Tezkan
Yandaş kanallara para akıtma operasyonu
Reklamverenler için hazırlanan TV izleme ölçümleri RTÜK’e aktarılmak isteniyor. Operasyonu hükümet yanlısı kanalları palazlandırmak için yapıldığı belirtiliyor.
AKP’ye yakın duran medya son haftalarda büyük bir kampanya başlattı.. Diyorlar ki, televizyonların reyting ölçümleri yanlış.. Denekler para ile satın alınıyor, reytingler kurgulanıyor..
Çare ne?
Ölçümü RTÜK yapsın!
Yani devlet bu işe el atsın..
İlk bakışta ne var bunda denilebilir.. Ama öyle masum bir talep değil bu..
Perde arkasında toplum mühendisliği projesi var.. Dinci kanalları palazlandırma, kaynak aktarma, toplumu daha da muhafazakîarlaştırma çabası var..
Niye mi? Önce AGB nedir bundan başlayalım..
AGB-Nielsen denen şirket 30 ülkede televizyon ölçümü yapıyor.. Türkiye’de de 15 yıldır ölçümleri bu şirket yapıyor..
Sistem şöyle işliyor.. 50 milyonluk kentsel nüfusu temsil eden 2 bin 500 hanede people-meter denilen cihazla ölçüm yapılıyor.. Kim, hangi programı izliyorsa kaydediliyor, bilgisayar ağıyla merkeze ulaşan veriler değerlendiriliyor..
Hangi televizyonun, hangi programların ne kadar izlendiği düzenli ve şeffaf olarak açıklanıyor. AGB bağımsız bir kuruluş.. TİAK (Televizyon İzleme ve Araştırma Komitesi) tarafından denetleniyor..
TİAK’ta kimler var? Reklamverenler, reklam ajansları, medya satın alma ajansları, televizyon kanallarının temsilcileri var..
Peki bu ölçümler kimin için yapılıyor?
Reklam verenler için.. Bu ölçümlerin televizyon izleyenlerle bir ilgisi yok.. Televizyon izleyenlere bir yararı veya zararı yok..
Amaç TV izleyicilerinin beğenisini yansıtmak...
Firmalar da hangi TV kanalına ne kadar reklam vereceklerini bu verilere göre kararlaştırıyor.. Yani önlerinde bir yol haritası oluyor..
Bu ölçümler çok çeşitli kategorilerde yapılıyor.. Çocuklar, gençler, 30 yaş üstü ev kadınları, 45 yaş üstü erkekler, çalışan kadınlar vs..
Örneğin piyasaya yeni bir ürün süren Arçelik, ürün hangi gruba hitap ediyorsa o grubun izlediği programı seçiyor.. Çamaşır makinesi reklamını çocuk programlarına vermiyor.. Veya 45 yaş üstü erkeklerin izlediği programa koydurtmuyor..
Ülker gibi, Coca Cola gibi, P&G gibi çok geniş kitlelere, her yaş grubuna hitap eden ürünlerde ise şu yöntem uygulanıyor: Mesela Ülker bir televizyon kanalıyla anlaşma yapıyor.. Diyelim 1 milyon YTL’lik bir paketi var.. TV kanalından şunu istiyor.. İki ay içinde, şu kadar milyon çocuk, şu kadar milyon genç, şu kadar milyon kadın, erkek, yaşlıya ulaş.. Ürünümü tanıt..
İşte AGB bunun için var.. Televizyon kanallarının, reklamveren şirketi hedef kitleye ulaştırıp ulaştıramadığını ölçüyor..
Yani TV kanalına karşı reklamvereni koruyor.. Ülker’i de, Koç’u da, Sabancı’yı da koruyor. Yapacakları reklamın doğru hedefe ulaşmasını sağlıyor..
Hal böyleyse RTÜK bu alana neden el atmak istiyor? RTÜK Başkanı Zahid Akman, AGB ölçümlerinden son derece rahatsız olduğunu söylüyor..
Niye ki? RTÜK Başkanı’na ne? RTÜK reklamverenlerin hakkını korumak için kanunla kurulan bir üst yapı kurumu değil ki..
Peki bu konuyu tartışmaya açan kim?
AKP’ye yakın medya..
Şikâyet eden kim?
RTÜK Başkanı..
Reklamverenlerin AGB ölçümlerinden rahatsızlığı yok. Bizi kandırıyorlar, paramız boşa gidiyor diyen bir büyük kuruluş yok.. Zaman zaman bir aksaklık çıktığında, reklamverenler uyarıyor, sistem yeniden rayına sokuluyor.
Dün Televizyon Yayıncıları Derneği, Remlamverenler Derneği ve Reklamcılar Derneği ortak açıklama yaptı.. Diyorlar ki, TV ölçümleri tamamen ticaridir. Devletin böyle bir işe soyunması politik gücün ticarete müdahale etmesi anlamına gelir..
Zaten RTÜK’ün de istediği bu..
Ticarete müdahil olmak.. Çünkü pasta büyük.. Televizyonlar Ocak-Eylül döneminde 1 milyar YTL’lik bir reklam geliri elde etti.. Aralık sonuna kadar bu rakamın 1.6 milyar YTL olması bekleniyor..
Peki bu dev pastadan kim, ne kadar pay alıyor?
Herkes reytingi kadar!
Gelin buna da göz atalım..
Ekim ayı verilerine bakalım..
TOTAL TÜMGÜN SIRALAMASI
KANAL D 14.60
SHOW 11.50
ATV 9.20
STAR 8.10
FOX 8.10
STV 5.40
KANAL 7 4.40
TRT 1 3.70
KANAL 1 3.00
FLASH 1.50
CINE 5 1.50
TOTAL PRIME-TIME SIRALAMASI
KANAL D 18.30
SHOW 14.60
ATV 10.30
STAR 7.60
FOX 7.10
STV 6.80
TRT 1 4.70
KANAL 7 3.80
KANAL 1 2.90
FLASH 1.50
CINE 5 0.90
İşte RTÜK hem bu yapının değişmesini hedefliyor, hem de izlenen programların içeriğiyle oynanmasını hedefliyor..
Yani RTÜK kendi eliyle veya lisans vereceği kuruluş aracılığıyla people-meter denen aletleri kendi dünya görüşlerine yakın ailelerin evine koyacak veya koyduracak.. Sonra diyecekler ki gördünüz mü en çok Kanal 7, Samanyolu TV izleniyormuş.. Bizi bugüne kadar aldatmışlar..
Peki bu ölçümleri kim denetleyecek? Yine RTÜK.. Kendi çalıp kendi oynamak istiyor..
Reyting kaygısı, tartışması falan bahane RTÜK toplumu dizayn etmeye soyunuyor.. TV’lerin muhafazakârlığı göklere çıkaran dizilerle doldurulmasını düşlüyorlar..
Düşlemiyorlar, bunun hazırlığını yapıyorlar..
En büyük destekçileri de TRT.. Niye mi?
TRT yıllardan beri izlenmiyor da ondan.. Başında yayıncılıkla ilgisi olmayan bir genel müdür var.. Reyting yanlış diye bas bas bağırıyor..
Akman’ın hedefi, 1.6 milyar YTL’lik pastadan kendi dünya görüşüne yakın kanallara daha fazla pay aktarmanın yanısıra programları belirleyici bir pozisyon elde etmek..
Reyting ölçümünden TV kanalları da yararlanıyor.. Hangi program izleniyor, hangi dizi bağenilmiyor sorusuna verilecek yanıt AGB’nin ölçümünden geçiyor.. TV’ler bir dizinin tutup tutmadığını bu verilere bakarak anlıyor.. Reytingi düşük olan yayından kaldırılıyor..
İşte Zahid Akman aslında buna müdahale etmek istiyor.. Yıllardır tek derdi bu..
AGB kötü, RTÜK bu işe el atsın kampanyasını Zaman Gazetesi başlattı.. Star sürdürdü.. Sabah ve atv Grubu da balıklama daldı.. Onların şikâyeti ne anlamadım.. Daha geçen gün ”Adanalı“ adlı dizileri birinci oldu diye övünüyorlardı.. AGB ölçümleri yanlışsa ”Avrupa Yakası“, ” Elveda Rumeli“ nasıl birinci çıkıyor? Bu dizilerden çok ciddi reklam geliri elde ediyorlar..
Peki o zaman atv neden Samanyolu’nun, Kanal 7’nin peşine takılıyor...
Çünkü karar ticari değil politik..
Toplumu dizayn etme, yönlendirme, yönetme harekâtı..
Bunu da RTÜK marifetiyle yapmak istiyorlar.. atv Haber Genel Yayın Yönetmeni Fuat Uğur da AGB’den şikâyetçiymiş..
Niye şikâyet ediyor diye baktım.. Perşembe günü 2.5 reyting ile 27. sırada.. Samanyolu haber ile Kanal 7 haberin bile altında..
Her gün hükümet şakşakçılığı izlenmiyor!
Avrupa Yakası birinci olurken, atv Haber 27’inci oluyorsa demek ki performansa göre bir değerlendirme var. Yani yönlendirme, kayırma, kollama yok.
Sonuç oyun büyük.. Bütün kanallar Kanal 7 gibi olsun, yayınlar daha muhafazakar çizgiye otursun isteniyor.. RTÜK Başkanı da bu işe memur edilmiş.. AGB, reyting, halk tartışıyor falan derken bu işi tekellerine alacaklar..
Sonrasını bilemem!
Ama şunu biliyorum.. Devlet o ülkedeki bütün televizyonları devlet kanalı haline getirmeye kalkarsa, tek tip yayıncılık anlayışını oturtmaya çalışırsa, TV kanallarını da hizaya sokmaya kalkarsa..
O ülkede demokrasi kalmaz.. Rejimin adı başka olur! Zahid Akman’ın yapmak istediği de budur!
Bir ay sonra bütün kanallara hizaya girin diyecek! Tabii reklamverenler direnmezse! Tutundukları dalı kesmezlerse!
Bir de tabii Akman koltuğunda kalabilirse!
Vatan Gazetesi - Mehmet Tezkan
(Mehmet Utku Tokat arkadaşımın katkılarıyla)
Reklamverenler için hazırlanan TV izleme ölçümleri RTÜK’e aktarılmak isteniyor. Operasyonu hükümet yanlısı kanalları palazlandırmak için yapıldığı belirtiliyor.
AKP’ye yakın duran medya son haftalarda büyük bir kampanya başlattı.. Diyorlar ki, televizyonların reyting ölçümleri yanlış.. Denekler para ile satın alınıyor, reytingler kurgulanıyor..
Çare ne?
Ölçümü RTÜK yapsın!
Yani devlet bu işe el atsın..
İlk bakışta ne var bunda denilebilir.. Ama öyle masum bir talep değil bu..
Perde arkasında toplum mühendisliği projesi var.. Dinci kanalları palazlandırma, kaynak aktarma, toplumu daha da muhafazakîarlaştırma çabası var..
Niye mi? Önce AGB nedir bundan başlayalım..
AGB-Nielsen denen şirket 30 ülkede televizyon ölçümü yapıyor.. Türkiye’de de 15 yıldır ölçümleri bu şirket yapıyor..
Sistem şöyle işliyor.. 50 milyonluk kentsel nüfusu temsil eden 2 bin 500 hanede people-meter denilen cihazla ölçüm yapılıyor.. Kim, hangi programı izliyorsa kaydediliyor, bilgisayar ağıyla merkeze ulaşan veriler değerlendiriliyor..
Hangi televizyonun, hangi programların ne kadar izlendiği düzenli ve şeffaf olarak açıklanıyor. AGB bağımsız bir kuruluş.. TİAK (Televizyon İzleme ve Araştırma Komitesi) tarafından denetleniyor..
TİAK’ta kimler var? Reklamverenler, reklam ajansları, medya satın alma ajansları, televizyon kanallarının temsilcileri var..
Peki bu ölçümler kimin için yapılıyor?
Reklam verenler için.. Bu ölçümlerin televizyon izleyenlerle bir ilgisi yok.. Televizyon izleyenlere bir yararı veya zararı yok..
Amaç TV izleyicilerinin beğenisini yansıtmak...
Firmalar da hangi TV kanalına ne kadar reklam vereceklerini bu verilere göre kararlaştırıyor.. Yani önlerinde bir yol haritası oluyor..
Bu ölçümler çok çeşitli kategorilerde yapılıyor.. Çocuklar, gençler, 30 yaş üstü ev kadınları, 45 yaş üstü erkekler, çalışan kadınlar vs..
Örneğin piyasaya yeni bir ürün süren Arçelik, ürün hangi gruba hitap ediyorsa o grubun izlediği programı seçiyor.. Çamaşır makinesi reklamını çocuk programlarına vermiyor.. Veya 45 yaş üstü erkeklerin izlediği programa koydurtmuyor..
Ülker gibi, Coca Cola gibi, P&G gibi çok geniş kitlelere, her yaş grubuna hitap eden ürünlerde ise şu yöntem uygulanıyor: Mesela Ülker bir televizyon kanalıyla anlaşma yapıyor.. Diyelim 1 milyon YTL’lik bir paketi var.. TV kanalından şunu istiyor.. İki ay içinde, şu kadar milyon çocuk, şu kadar milyon genç, şu kadar milyon kadın, erkek, yaşlıya ulaş.. Ürünümü tanıt..
İşte AGB bunun için var.. Televizyon kanallarının, reklamveren şirketi hedef kitleye ulaştırıp ulaştıramadığını ölçüyor..
Yani TV kanalına karşı reklamvereni koruyor.. Ülker’i de, Koç’u da, Sabancı’yı da koruyor. Yapacakları reklamın doğru hedefe ulaşmasını sağlıyor..
Hal böyleyse RTÜK bu alana neden el atmak istiyor? RTÜK Başkanı Zahid Akman, AGB ölçümlerinden son derece rahatsız olduğunu söylüyor..
Niye ki? RTÜK Başkanı’na ne? RTÜK reklamverenlerin hakkını korumak için kanunla kurulan bir üst yapı kurumu değil ki..
Peki bu konuyu tartışmaya açan kim?
AKP’ye yakın medya..
Şikâyet eden kim?
RTÜK Başkanı..
Reklamverenlerin AGB ölçümlerinden rahatsızlığı yok. Bizi kandırıyorlar, paramız boşa gidiyor diyen bir büyük kuruluş yok.. Zaman zaman bir aksaklık çıktığında, reklamverenler uyarıyor, sistem yeniden rayına sokuluyor.
Dün Televizyon Yayıncıları Derneği, Remlamverenler Derneği ve Reklamcılar Derneği ortak açıklama yaptı.. Diyorlar ki, TV ölçümleri tamamen ticaridir. Devletin böyle bir işe soyunması politik gücün ticarete müdahale etmesi anlamına gelir..
Zaten RTÜK’ün de istediği bu..
Ticarete müdahil olmak.. Çünkü pasta büyük.. Televizyonlar Ocak-Eylül döneminde 1 milyar YTL’lik bir reklam geliri elde etti.. Aralık sonuna kadar bu rakamın 1.6 milyar YTL olması bekleniyor..
Peki bu dev pastadan kim, ne kadar pay alıyor?
Herkes reytingi kadar!
Gelin buna da göz atalım..
Ekim ayı verilerine bakalım..
TOTAL TÜMGÜN SIRALAMASI
KANAL D 14.60
SHOW 11.50
ATV 9.20
STAR 8.10
FOX 8.10
STV 5.40
KANAL 7 4.40
TRT 1 3.70
KANAL 1 3.00
FLASH 1.50
CINE 5 1.50
TOTAL PRIME-TIME SIRALAMASI
KANAL D 18.30
SHOW 14.60
ATV 10.30
STAR 7.60
FOX 7.10
STV 6.80
TRT 1 4.70
KANAL 7 3.80
KANAL 1 2.90
FLASH 1.50
CINE 5 0.90
İşte RTÜK hem bu yapının değişmesini hedefliyor, hem de izlenen programların içeriğiyle oynanmasını hedefliyor..
Yani RTÜK kendi eliyle veya lisans vereceği kuruluş aracılığıyla people-meter denen aletleri kendi dünya görüşlerine yakın ailelerin evine koyacak veya koyduracak.. Sonra diyecekler ki gördünüz mü en çok Kanal 7, Samanyolu TV izleniyormuş.. Bizi bugüne kadar aldatmışlar..
Peki bu ölçümleri kim denetleyecek? Yine RTÜK.. Kendi çalıp kendi oynamak istiyor..
Reyting kaygısı, tartışması falan bahane RTÜK toplumu dizayn etmeye soyunuyor.. TV’lerin muhafazakârlığı göklere çıkaran dizilerle doldurulmasını düşlüyorlar..
Düşlemiyorlar, bunun hazırlığını yapıyorlar..
En büyük destekçileri de TRT.. Niye mi?
TRT yıllardan beri izlenmiyor da ondan.. Başında yayıncılıkla ilgisi olmayan bir genel müdür var.. Reyting yanlış diye bas bas bağırıyor..
Akman’ın hedefi, 1.6 milyar YTL’lik pastadan kendi dünya görüşüne yakın kanallara daha fazla pay aktarmanın yanısıra programları belirleyici bir pozisyon elde etmek..
Reyting ölçümünden TV kanalları da yararlanıyor.. Hangi program izleniyor, hangi dizi bağenilmiyor sorusuna verilecek yanıt AGB’nin ölçümünden geçiyor.. TV’ler bir dizinin tutup tutmadığını bu verilere bakarak anlıyor.. Reytingi düşük olan yayından kaldırılıyor..
İşte Zahid Akman aslında buna müdahale etmek istiyor.. Yıllardır tek derdi bu..
AGB kötü, RTÜK bu işe el atsın kampanyasını Zaman Gazetesi başlattı.. Star sürdürdü.. Sabah ve atv Grubu da balıklama daldı.. Onların şikâyeti ne anlamadım.. Daha geçen gün ”Adanalı“ adlı dizileri birinci oldu diye övünüyorlardı.. AGB ölçümleri yanlışsa ”Avrupa Yakası“, ” Elveda Rumeli“ nasıl birinci çıkıyor? Bu dizilerden çok ciddi reklam geliri elde ediyorlar..
Peki o zaman atv neden Samanyolu’nun, Kanal 7’nin peşine takılıyor...
Çünkü karar ticari değil politik..
Toplumu dizayn etme, yönlendirme, yönetme harekâtı..
Bunu da RTÜK marifetiyle yapmak istiyorlar.. atv Haber Genel Yayın Yönetmeni Fuat Uğur da AGB’den şikâyetçiymiş..
Niye şikâyet ediyor diye baktım.. Perşembe günü 2.5 reyting ile 27. sırada.. Samanyolu haber ile Kanal 7 haberin bile altında..
Her gün hükümet şakşakçılığı izlenmiyor!
Avrupa Yakası birinci olurken, atv Haber 27’inci oluyorsa demek ki performansa göre bir değerlendirme var. Yani yönlendirme, kayırma, kollama yok.
Sonuç oyun büyük.. Bütün kanallar Kanal 7 gibi olsun, yayınlar daha muhafazakar çizgiye otursun isteniyor.. RTÜK Başkanı da bu işe memur edilmiş.. AGB, reyting, halk tartışıyor falan derken bu işi tekellerine alacaklar..
Sonrasını bilemem!
Ama şunu biliyorum.. Devlet o ülkedeki bütün televizyonları devlet kanalı haline getirmeye kalkarsa, tek tip yayıncılık anlayışını oturtmaya çalışırsa, TV kanallarını da hizaya sokmaya kalkarsa..
O ülkede demokrasi kalmaz.. Rejimin adı başka olur! Zahid Akman’ın yapmak istediği de budur!
Bir ay sonra bütün kanallara hizaya girin diyecek! Tabii reklamverenler direnmezse! Tutundukları dalı kesmezlerse!
Bir de tabii Akman koltuğunda kalabilirse!
Vatan Gazetesi - Mehmet Tezkan
(Mehmet Utku Tokat arkadaşımın katkılarıyla)
20 Kasım 2008 Perşembe
Hayali Sohbetler Bürosu
Dr. Sayko’yla Aslanım’da güllü bira içiyoruz. Önümüze konmuş tabaktaki her patatesin üstüne bir dilek kurdelesi tutturulmuş. Yan tarafta üç cüce, kurdukları basketbol dergisinin içeriği üzerine konuşuyor. Arkamızdaki masa yedi uyurlar tarafından kapatılmış, uyuyorlar mışıl mışıl...
“Bu yolun dümdüz olması saçma,” diyor Dr Sayko. “Engebeler, komik tuzaklar falan konulsa, güleriz burda ne güzel.”
Bir şey demiyorum. Aklıma gelen başka bir şeyi evirip çeviriyorum o sırada. Yanımızdan, binlerce insan mal mal bakarak geçip duruyor.
“Artık diğer boyutu keşfetmenin zamanı geldi bilader,” diyorum. “Dünya gereğinden fazla kalabalık oldu. En azından İstanbul. İstediğimiz zaman şak diye geçer, orada içeriz biramızı sessiz sessiz.”
“Diğer boyutta bizim aynı kalacağımızı nerden çıkarıyorsun? Belki başka bir şeye dönüşücez.”
“Boyut değişiminde insanın da değişeceğine dair bir veri yok elimizde.”
Bir süre bir şey söylemeyip sonra ağır ağır şöyle diyor: “Bu beni pek rahatlatmadı.”
Biramızdan senkronize olarak birer yudum alıp keskin keskin birbirimize bakıyoruz.
“Diğer boyutta belki kaybettiklerimiz de olur,” diyorum. “Beraber takılırız istediğimiz zaman.”
“Bence sen diğer tarafla diğer boyutu karıştırıyorsun.”
“İkisinin aynı şey olmadığını nereden biliyorsun?”
“Ben bu tür detaylarla ilgili değilim işin esası. O tarafa biraları da geçirebilecek miyiz onla ilgiliyim.”
“Bundan emin değilim.”
“Sandalyeler de var ayrıca... Bi de manzara nasıl olacak, o da önemli...”
“Google’dan bi araştırırız bu akşam...”
Garson o sırada yanımızda bitip, bir kağıt uzatıyor Dr Sayko’ya. Bakıyor Dr, başını şüpheyle kaldırıp, gözlerini iyice bir kısarak.
“Bu ne?”
“İçeriden birisi sana bir not gönderdi,” diyor garson.
“Bana not mu gönderdi?”
“Evet.”
Eline alıp burnuna doğru yaklaştırarak görmeye çalışıyor Dr Sayko. “Bu anlaşılır bir şey değil,” diyor sonra.
“Çok fazla yaklaştırdın, biraz uzakta tut,” diyorum.
Kağıdı vücudundan dışa doğru açarak bir daha okumaya çalışıyor. “Ayağa kalkıp İstiklal marşını okursan çok seviniriz. Bir dostlar.”
Bana bakıp sinirli bir şekilde yine garsona dönüyor Sayko. “Bir kere burada imla hatası var. Bir dostlar yazılmaz. Hem kimmiş bunlar?”
“Bunu söyleyemem, kusura bakma,” diyor garson ciddi ciddi. Şaka yapıp yapmadığından hala emin olamıyorum. Dikkatle yüzüne bakıyorum. Allah Allah!
“O zaman onlara siktirip gitmelerini, evlerinde de benim için Irak marşı okumalarını söyle,” diyor Sayko, içeriye tehditkar bir bakış sallayarak. “İşe bak be!”
Bozuluyor birden garsonun suratı. Boynunu sinirli bir şekilde büküp nefes aldıktan sonra “İstiklal marşını küçümsüyor musun arkadaşım?” diyor. “Demek istediğin o mu?”
Noolduğunu şaşıran Dr. “Ne alakası var yaa!” diyor avuçlarını öne uzatarak. “Ben sadece bir piçin bana şaka yapmasına ifrit oldum. Kim bu yavşaklar? Söylesene sen bi...”
“Ben getirdim bu yazıyı,” diyor garson, ikimizi de şaşırtarak. “Ben yazdım yani. Ne olur bi kez okusan, bi tarafın mı eskir?”
Ağzı aşağı sarkmış, garsona uzunca bir süre bakıyor Dr Sayko. Gerilim doruğa çıkıyor. Bir şeyleri anlamaya çalışırken kıpkırmızı olduğu açıkça görülüyor. Söyleyebileceği şeyleri tahmin etmeye çalışıyorum kafamdan. O anda birden parmağını uzatıyor ve“Sen burada garson değilsin,” diyor. “Evet yaa, ilk defa görüyorum seni burada.”
Tutturamadığımı sorun etmiyor ve ben de kafamı sallıyorum. “Doğru söylüyorsun doktor, ben de ilk defa görüyorum. Az önce söyleyecektim...”
Ayağa kalkıp içeriye dönmüş, Ali’ye bakınıyor Sayko artık. Oldukça telaşlı görünüyor ve anlaşılan bu meseleye derhal bir açıklama getirmelerini istemek üzere bir başka yetkili aranıyor.
Ve kaçıp gidiyor birden garson. Öyle bir topukluyor ki, yerimizden bile kımıldayamıyoruz. Bağırıyor sadece: “Görürsünüz siz!”
“Şu işe bak,” diyor Dr Sayko tekrar yerine oturduktan sonra. “Naapmaya çalıştı bu herif lan şimdi?”
“Garip,” diyorum.
“Neyse,” diyor o.
Bira bardakları ağzımıza gidiyor. Tekrar aşağı indiklerinde soruyorum: “Taksim’in üstüne cam bir fanus yapılsa, orada mı oturursun burada mı bilader?”
“Orada mini etekli kızların oturmasını tercih ederim,” diyor o hemen.
“Cama görüntü de yansıtılabilir aynı zamanda,” diyorum ben. “Üstte oturanlar aşağıyı ve ufuktaki muhteşem manzarayı görebilecek. Aşağıdakiler ise üstte ne oynuyorsa onu. Seçenekleri düşünsene. Maç seyredebiliriz mesela... Gecen onikiden sonra tüm erkekler erotik fi... ”
“Reklamcı fikri bu abicim,” diyor Sayko. “Orası silme reklam dolar, başka da bi bok olmaz, gökyüzümüz de kalmaz bu arada.”
Gülüyorum yamuk yamuk ve “Başbakan’ın yurda seslenişinin gökekrandan oynatıldığını düşündüm de bir ürperme geldi,” diyorum.
“Gördün mü,” diyor Dr Sayko. “Deniz otobüslerindeki gibi Kanal 7’yi koyarlar, bütün gün o açık kalır.”
Kafamda bu konuyla ilgili bir sürü olasılığı evirip çevirirken o bu sefer başka bir açıdan giriyor lafa: “Yakında rüyalara da reklam koymayı başacaklar mı acaba?”
“Keşke öyle olsa, rüyanda siker atarsın onları bilader, bundan kolay ne var? Kola içip eğlenen adamları sopayla kovaladığını düşün... Cem Yılmaz’ın elindeki telefonu alıp götüne...”
“Bu da ne be!” deyince olasılıkları saymayı bırakıyorum hemen. Şimdi, yarısı anca içilmiş yetmişliğine bakıyor Dr Sayko. Tabi ben de. Ve “Ne ne?” diye soruyorum bardakta bir karafatma falan gördüğü tahmininde bulunarak.
“Abicim,” diyor o gözlerini kilitlendiği yerden çekmeden. “Burada bir göz var. Bana bakıyor.”
Uzanıyorum hemen ve arada bir kirpiklerini kırpıştırırken oldukça dikkatli bir şekilde bizi izleyen gözü naklen görme şanssızlığına nail oluyorum. Üstüme bir fenalık geliyor. Mideme bir yumruk yerleşip iç organlarımı haşırt diye sıkıyor sanki. “Bu ne oğlum!” diyorum sonra.
“Ne bileyim be!” diyor Sayko. “Bir göz işte.”
“Bize bakıyor resmen.” Bunu gözün konuşana doğru dönmesinden çıkarabiliyorum.
“Evet.”
“Bardağın bir numarası olmasın?”
“Hayır değil. Bak, hafif yukarıda duruyor.”
Bir süre düşündükten sonra şöyle diyorum: “İç bakalım birayı, noolacak.”
Sayko bana bakıyor şimdi. “İçeyim mi?”
“Ya da içme, sen bilirsin.”
“Para verdik ağbicim buna,” diyor o sanki zorlu bir karar almaya çalışıyormuşçasına kasılmışken.
“Doğru diyorsun,” diye destekliyorum. “İkimizin de gördüğü bir sanrı olabilir bu. Birileri bize şaka yapıyor da olabilir.”
“Olabilir tabi,” diyor o ve bardağı ağzına götürüyor. “İçmem normal di mi o zaman. Yani sizin şeyinize gelmedik der gibi mi olacak?”
“Bence öyle!”
Duruyor aniden. “Bardakta göz var diyip niye değiştirmiyoruz abicim? Çorbamda sinek var demek gibi bir şey bu.”
“Bence iç. Gelip bir şey görmezlerse alay eder ibneler bizle. Küçücük bir yudum al da görelim nooluyor...”
Koca bir yudum alıyor.
Hop, diye akıp gidiyor boğazından bira ve hiç beklemeden öne doğru geldiğimizde artık orada bir şey görememenin dumurunu yaşıyoruz ikimiz de.
“Dilimle test ettim,” diyor Dr gülerek. “Sadece sıvı vardı.”
“Demek sanrı görmüşüz,” derken pek de ikna olmuş gibi durmuyorum.
“Öyle,” derken onun da aynı ruh haline sahip olduğu yüzündeki anlamsız sırıtıştan belli oluyor.
Telefonum çalıyor o sırada. Arayan Gamlı. Açıyorum.
“Abicim,” diyor heyecan içinde. “Haberleri izliyorum şimdi. Hindistan’da bir tapınakta, on kollu bir heykel var, onun gözü çalınmış.”
“Eeee.”
“Gözün yuvasını çekiyorlar, siz oynuyorsunuz orada. Tüm dünya sizi izliyor...”
“Allah Allah. Naapıyoruz ki?”
“Bira içiyorsunuz Aslanım’da.”
Kapatıyorum başımı neler olup bittiğini anlamış gibi ağırbaşlılıkla sallayarak.
“Ne diyor?” diye soruyor Sayko.
“Yok bir şey,” derken biramı ağzıma doğru kaldırıyorum ve bu sefer benim bardağımda durduğunu görüyorum gözün.
Koyuyorum yine yerine, bir şey demeden. Garsonu çağırmaya hazırlanıyorum ki Dr Sayko “Seni görüyorum abicim,” diyor ve yine ona dönüyorum. “Hem de iki taraftan. Hem normal bakışımla hem de alttan. Sanki biranın içinden. Çok enteresan. Kafam mermer oldu galiba. He he he... Ne diyosun buna?”
Bardağı kaldırıp içindekini tümüyle mideme yuvarlıyorum ve oraya bakarken göz ortadan kaybolsa da bir başka görüntü daha açılıyor ansızın önümde.
“Ana!” diyor Sayko, şimdi parmaklarını şıklatarak. “Bir kız.”
Gerçekten de sarışın bir kızın yüzüne bakıyoruz alttan. Hem de birbirimize. Mal gibi göründüğümüz aşikar. “Ben de görüyorum,” diyorum büyük bir teslimiyetle.
Gülüyor kız ve bardağın üstünden uzanıp muhtemelen sevgilisini öpünce göğüsleri gözümüze girecek gibi oluyor.
“Oha,” diyor Sayko.
İkinci görüntüyü önümden kovmaya çalışırcasına gözümü falan kırpıştırırken bir başkası daha açılıyor önümde. Bende üçe Dr Sayko’da dörde çıkıyor olmalı. İçiçe giren ve hafiften birbirine karışan pencereler. Bazen biri bazen öbürü çıkıyor ön plana... Arkadaşımın “Hassiktir yaa,” deyişi içinde bulunduğumuz durumun boktanlığını açıklıyor. “Bayılıcam lan şimdi.”
Bir başka yudumla bir ekran daha açılıyor o sırada. Ayı gibi bir herif. İğrenç dişlerini dışarıda bırakarak ayıca gülüyor. Şu anda yapacağım bir şey yok, bekliyorum, sabırla, ufak tefek bir tip ekrana gelinceye kadar ve birden fırlayıp bardan içeri dalıyorum. Hızla koştururken tipi görüyor, bardağını eline aldığını teşhis ediyor ve bağırıyorum: “Bırak onu yerine. Hişşt! Ulan!”
Tipin benden tarafa bakmasıyla suratının buruşması bir oluyor. Korkuyor. Üstüne atılırken kaçmaya çalışıyor. Karşısındaki kız haykırıyor, ellerini öne uzatıyor sanki ona saldırıyormuşum gibi. Bardağı kapıyorum onları takmadan ve yukarı fırlıyorum. Basamaklar ayaklarımın altından akıyor ve ben on adımda yukarıda buluyorum kendimi. Tuvaletten içeri girip kapıyı kilitliyorum. Birayı klozete doğru uzatıyorum...
Telefonum çalıyor birden acı acı. Açıyorum, tek elimle cebimden çıkarıp.
“Yapma ağbi,” diyor Gamlı. “Tehditler savuruyor herifler televizyonda. Durum kötü.”
Kapatıyorum telefonu. Tek bir seçenek geliyor aklıma. Önce tuvalete sonra önüme bakıyorum ve bardağı ağzıma götürüp bir güzel içiyorum. Yokoluyor yine göz. Aşağıya iniyorum. Garsonlar “İyi misin abicim,” diye sorarken hem onlardan hem de ufak tefek tipten özür diliyor, “Arkadaşa benden bir bira verin” diyor ve dışarı çıkıyorum. Gerçekten uzaylıymışım gibi bakıyorlar yüzüme. İnsanları korkutabilmek hafif gururumu okşuyor. Oturuyorum Sayko’nun yanına.
Dikkatle yüzüme bakıyor o da. Sonra şöyle diyor hafif temkinli: “Üçüncü gözün açılmış abicim, farkında mısın?”
Elimi alnıma götürüyorum ve görüyorum onu. Fakat el olarak değil, ışıktan bir yumak olarak. El işareti yapıyorum ve kıpkırmızı oluyor birden enerji topu.
“Nasıl oldu bu?”
“Gözü içtim işte yine.”
“Görüntüler kayboldu bende.” Yaklaşıyor hafif. “Kapayamıyor musun?”
“Bilmem, hissetmiyorum ki onu.”
“Beni nasıl görüyorsun peki?”
Üçüncü göze konsantre oluyorum yine ve Dr Sayko’yu görmediğimi farkediyorum. “Yoksun orada,” diyorum ardından.
“Nasıl yani?” diyor hafif bozulmuş.
“Yoksun işte orada.”
“Ya diğer insanlar?”
“Onlar orada. Küçük, yamuk yumuk, enerjisi az ışık topları çoğu.”
“Ben niye yokum yaa!”
Zorluyorum kendimi ve kapandığını hissediyorum bu sefer gözün. “Oğlum olayı niye kişisel alıyorsun. Üçüncü gözün görmeyeceği kadar özel bir tipsin belki de.”
Parmaklarıyla alnını ovuşturuyor. “Ya gerçekten hiç enerjim yoksa. Sadece bedensem ben. Ruhsuz falan bir tipsem...”
“Ne var ki bunda? Haberin bile yoktu ben üçüncü göze kavuşmadan.”
Telefon çalıyor. Gamlı yine. Açıyorum.
“Ağbi, üçüncü gözü açmanı istiyorlar. Ali Kırca’ya bağlandılar şimdi.”
“Siktirip gitsinler,” diyorum takmaz bir ifadeyle. “Ben bu gözü medyaya malzeme yapmam.”
“Sen bilirsin.”
Kapatıyor telefonu ve söylediğimin tam tersine üçüncü gözümü açmaya çalışıyorum. İçkilerin nasıl göründüğünü, vücudumun enerji durumunu, güzel kızların daha mı parlak olduğunu, gözü kullanarak bazı şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğimi falan merak ederken kapattığım için de kızıyorum kendime. Zorluyorum bir iki kez.
“Bence üçüncü göz açılacaksa arka tarafta açılmalı,” diyor Dr Sayko. “Ön tarafta nasıl olsa gözümüz var.”
Ben ıkınıyorum.
“Düşünsene,” diyor o çağrışım akışına devam ederek. “Kıçında açılsa pantalonsuz dolaşmak zorunda kalacaktın.”
“Hay anasını be,” diyorum. “Olmuyor. Açamıyorum.”
“Zaten beni görmüyorsun öyle,” diyor Dr. “Hadi içelim.”
Biramın bittiğini farkediyorum hem ıkınıp hem bardağı kaldırmaya çalışırken. Hissiyat olarak, içki içersem şu bira sever gözün ilgisini tekrardan çekebileceğimi düşünüyorum aslında normal olarak ve yeni bir tane söylemek üzere el ediyorum ama beni görmezden geliyor garsonlar. Islık çalarak başka taraflara bakıyorlar.
“Bunların afra tafrası ne be böyle?” diye soruyor Sayko.
“Siktir et şimdi onları yaa,” diyorum. “Ne güzel üçüncü gözüm olmuştu kapadım salak gibi.”
“Hişşt Ali, baksana!” diye bağırıyor Sayko.
Ve tam da o sırada tam yanımızda bir ses duyuluyor. “İyi geceler beyler!” İnsan selinin akışına direnen iki kişinin siluetleri dönerken belirginleşip ete ve deriye bürünüyor. Böylece orada ilk olarak yirmi dakika kadar önce kaçıp giden garsonu sonra da yanındaki tipi açıkça görebiliyor ve korku dolu bir ses çıkararak yutkunuyorum.
Dr Sayko da aynı tepkiyi verirken şimdi hemen önünde, ayakta duran Dr Sayko’ya bakıyor. Aynısının tıpkısı ve o da benzer bir bakışla karşılık veriyor izdüşümüne.
“Bu bir kamera şakası olmalı,” sözlerini mırıldanırken sadece aşağı sarkmış ağzı oynuyor küçük küçük. Başka bir değişiklik gözlenmiyor Sayko’nun dumur olmuş yüzünde.
“Söyle bilader,” diyor sahte garson. “Söyle de görsünler.”
Ve ayaktaki Sayko İstiklal Marşı’nı söylemeye başlıyor müthiş bir coşkuyla. Dimdik duruyor elleri bir asker gibi bacaklarının yanına yapışmış, alnı ve çenesi ileride...
“Yaa?” diyor sahte garson yanımda oturan Dr Sayko’ya. “Ben böyle söyletirim adama İstiklal Marşı’nı.”
Bir şey diyemiyoruz. Çünkü coşkuya kapılan Nevizade sakinleri hızla ayağa kalkıp boğazlarını patlatırcasına katılıyorlar hemen marşa. Yürüyenler durup hazırol pozisyonuna geçiyor hemen. Barların üst katlarından da coşkulu sesler fırlıyor dışarıya doğru. Çın çın inliyor apartmanların arasındaki o dar yol, yankılarla.
Yavaşça ayağa dikiliyor ve biz de böğürmeye başlıyoruz marşı. İki Sayko, o kadar yakın ki, ağızlarından çıkan tükürükler birbirlerinin suratına vurup geriye sekiyor.
Cesaret duygularıyla beslenen o anlatılmaz ihtişamdan, o huşu dolu zafer duygusundan sarhoş olmuş, deli gibi bağırırken yaşlar akıyor gözlerimizden, oradaki binlerce insan gibi...
“Bu yolun dümdüz olması saçma,” diyor Dr Sayko. “Engebeler, komik tuzaklar falan konulsa, güleriz burda ne güzel.”
Bir şey demiyorum. Aklıma gelen başka bir şeyi evirip çeviriyorum o sırada. Yanımızdan, binlerce insan mal mal bakarak geçip duruyor.
“Artık diğer boyutu keşfetmenin zamanı geldi bilader,” diyorum. “Dünya gereğinden fazla kalabalık oldu. En azından İstanbul. İstediğimiz zaman şak diye geçer, orada içeriz biramızı sessiz sessiz.”
“Diğer boyutta bizim aynı kalacağımızı nerden çıkarıyorsun? Belki başka bir şeye dönüşücez.”
“Boyut değişiminde insanın da değişeceğine dair bir veri yok elimizde.”
Bir süre bir şey söylemeyip sonra ağır ağır şöyle diyor: “Bu beni pek rahatlatmadı.”
Biramızdan senkronize olarak birer yudum alıp keskin keskin birbirimize bakıyoruz.
“Diğer boyutta belki kaybettiklerimiz de olur,” diyorum. “Beraber takılırız istediğimiz zaman.”
“Bence sen diğer tarafla diğer boyutu karıştırıyorsun.”
“İkisinin aynı şey olmadığını nereden biliyorsun?”
“Ben bu tür detaylarla ilgili değilim işin esası. O tarafa biraları da geçirebilecek miyiz onla ilgiliyim.”
“Bundan emin değilim.”
“Sandalyeler de var ayrıca... Bi de manzara nasıl olacak, o da önemli...”
“Google’dan bi araştırırız bu akşam...”
Garson o sırada yanımızda bitip, bir kağıt uzatıyor Dr Sayko’ya. Bakıyor Dr, başını şüpheyle kaldırıp, gözlerini iyice bir kısarak.
“Bu ne?”
“İçeriden birisi sana bir not gönderdi,” diyor garson.
“Bana not mu gönderdi?”
“Evet.”
Eline alıp burnuna doğru yaklaştırarak görmeye çalışıyor Dr Sayko. “Bu anlaşılır bir şey değil,” diyor sonra.
“Çok fazla yaklaştırdın, biraz uzakta tut,” diyorum.
Kağıdı vücudundan dışa doğru açarak bir daha okumaya çalışıyor. “Ayağa kalkıp İstiklal marşını okursan çok seviniriz. Bir dostlar.”
Bana bakıp sinirli bir şekilde yine garsona dönüyor Sayko. “Bir kere burada imla hatası var. Bir dostlar yazılmaz. Hem kimmiş bunlar?”
“Bunu söyleyemem, kusura bakma,” diyor garson ciddi ciddi. Şaka yapıp yapmadığından hala emin olamıyorum. Dikkatle yüzüne bakıyorum. Allah Allah!
“O zaman onlara siktirip gitmelerini, evlerinde de benim için Irak marşı okumalarını söyle,” diyor Sayko, içeriye tehditkar bir bakış sallayarak. “İşe bak be!”
Bozuluyor birden garsonun suratı. Boynunu sinirli bir şekilde büküp nefes aldıktan sonra “İstiklal marşını küçümsüyor musun arkadaşım?” diyor. “Demek istediğin o mu?”
Noolduğunu şaşıran Dr. “Ne alakası var yaa!” diyor avuçlarını öne uzatarak. “Ben sadece bir piçin bana şaka yapmasına ifrit oldum. Kim bu yavşaklar? Söylesene sen bi...”
“Ben getirdim bu yazıyı,” diyor garson, ikimizi de şaşırtarak. “Ben yazdım yani. Ne olur bi kez okusan, bi tarafın mı eskir?”
Ağzı aşağı sarkmış, garsona uzunca bir süre bakıyor Dr Sayko. Gerilim doruğa çıkıyor. Bir şeyleri anlamaya çalışırken kıpkırmızı olduğu açıkça görülüyor. Söyleyebileceği şeyleri tahmin etmeye çalışıyorum kafamdan. O anda birden parmağını uzatıyor ve“Sen burada garson değilsin,” diyor. “Evet yaa, ilk defa görüyorum seni burada.”
Tutturamadığımı sorun etmiyor ve ben de kafamı sallıyorum. “Doğru söylüyorsun doktor, ben de ilk defa görüyorum. Az önce söyleyecektim...”
Ayağa kalkıp içeriye dönmüş, Ali’ye bakınıyor Sayko artık. Oldukça telaşlı görünüyor ve anlaşılan bu meseleye derhal bir açıklama getirmelerini istemek üzere bir başka yetkili aranıyor.
Ve kaçıp gidiyor birden garson. Öyle bir topukluyor ki, yerimizden bile kımıldayamıyoruz. Bağırıyor sadece: “Görürsünüz siz!”
“Şu işe bak,” diyor Dr Sayko tekrar yerine oturduktan sonra. “Naapmaya çalıştı bu herif lan şimdi?”
“Garip,” diyorum.
“Neyse,” diyor o.
Bira bardakları ağzımıza gidiyor. Tekrar aşağı indiklerinde soruyorum: “Taksim’in üstüne cam bir fanus yapılsa, orada mı oturursun burada mı bilader?”
“Orada mini etekli kızların oturmasını tercih ederim,” diyor o hemen.
“Cama görüntü de yansıtılabilir aynı zamanda,” diyorum ben. “Üstte oturanlar aşağıyı ve ufuktaki muhteşem manzarayı görebilecek. Aşağıdakiler ise üstte ne oynuyorsa onu. Seçenekleri düşünsene. Maç seyredebiliriz mesela... Gecen onikiden sonra tüm erkekler erotik fi... ”
“Reklamcı fikri bu abicim,” diyor Sayko. “Orası silme reklam dolar, başka da bi bok olmaz, gökyüzümüz de kalmaz bu arada.”
Gülüyorum yamuk yamuk ve “Başbakan’ın yurda seslenişinin gökekrandan oynatıldığını düşündüm de bir ürperme geldi,” diyorum.
“Gördün mü,” diyor Dr Sayko. “Deniz otobüslerindeki gibi Kanal 7’yi koyarlar, bütün gün o açık kalır.”
Kafamda bu konuyla ilgili bir sürü olasılığı evirip çevirirken o bu sefer başka bir açıdan giriyor lafa: “Yakında rüyalara da reklam koymayı başacaklar mı acaba?”
“Keşke öyle olsa, rüyanda siker atarsın onları bilader, bundan kolay ne var? Kola içip eğlenen adamları sopayla kovaladığını düşün... Cem Yılmaz’ın elindeki telefonu alıp götüne...”
“Bu da ne be!” deyince olasılıkları saymayı bırakıyorum hemen. Şimdi, yarısı anca içilmiş yetmişliğine bakıyor Dr Sayko. Tabi ben de. Ve “Ne ne?” diye soruyorum bardakta bir karafatma falan gördüğü tahmininde bulunarak.
“Abicim,” diyor o gözlerini kilitlendiği yerden çekmeden. “Burada bir göz var. Bana bakıyor.”
Uzanıyorum hemen ve arada bir kirpiklerini kırpıştırırken oldukça dikkatli bir şekilde bizi izleyen gözü naklen görme şanssızlığına nail oluyorum. Üstüme bir fenalık geliyor. Mideme bir yumruk yerleşip iç organlarımı haşırt diye sıkıyor sanki. “Bu ne oğlum!” diyorum sonra.
“Ne bileyim be!” diyor Sayko. “Bir göz işte.”
“Bize bakıyor resmen.” Bunu gözün konuşana doğru dönmesinden çıkarabiliyorum.
“Evet.”
“Bardağın bir numarası olmasın?”
“Hayır değil. Bak, hafif yukarıda duruyor.”
Bir süre düşündükten sonra şöyle diyorum: “İç bakalım birayı, noolacak.”
Sayko bana bakıyor şimdi. “İçeyim mi?”
“Ya da içme, sen bilirsin.”
“Para verdik ağbicim buna,” diyor o sanki zorlu bir karar almaya çalışıyormuşçasına kasılmışken.
“Doğru diyorsun,” diye destekliyorum. “İkimizin de gördüğü bir sanrı olabilir bu. Birileri bize şaka yapıyor da olabilir.”
“Olabilir tabi,” diyor o ve bardağı ağzına götürüyor. “İçmem normal di mi o zaman. Yani sizin şeyinize gelmedik der gibi mi olacak?”
“Bence öyle!”
Duruyor aniden. “Bardakta göz var diyip niye değiştirmiyoruz abicim? Çorbamda sinek var demek gibi bir şey bu.”
“Bence iç. Gelip bir şey görmezlerse alay eder ibneler bizle. Küçücük bir yudum al da görelim nooluyor...”
Koca bir yudum alıyor.
Hop, diye akıp gidiyor boğazından bira ve hiç beklemeden öne doğru geldiğimizde artık orada bir şey görememenin dumurunu yaşıyoruz ikimiz de.
“Dilimle test ettim,” diyor Dr gülerek. “Sadece sıvı vardı.”
“Demek sanrı görmüşüz,” derken pek de ikna olmuş gibi durmuyorum.
“Öyle,” derken onun da aynı ruh haline sahip olduğu yüzündeki anlamsız sırıtıştan belli oluyor.
Telefonum çalıyor o sırada. Arayan Gamlı. Açıyorum.
“Abicim,” diyor heyecan içinde. “Haberleri izliyorum şimdi. Hindistan’da bir tapınakta, on kollu bir heykel var, onun gözü çalınmış.”
“Eeee.”
“Gözün yuvasını çekiyorlar, siz oynuyorsunuz orada. Tüm dünya sizi izliyor...”
“Allah Allah. Naapıyoruz ki?”
“Bira içiyorsunuz Aslanım’da.”
Kapatıyorum başımı neler olup bittiğini anlamış gibi ağırbaşlılıkla sallayarak.
“Ne diyor?” diye soruyor Sayko.
“Yok bir şey,” derken biramı ağzıma doğru kaldırıyorum ve bu sefer benim bardağımda durduğunu görüyorum gözün.
Koyuyorum yine yerine, bir şey demeden. Garsonu çağırmaya hazırlanıyorum ki Dr Sayko “Seni görüyorum abicim,” diyor ve yine ona dönüyorum. “Hem de iki taraftan. Hem normal bakışımla hem de alttan. Sanki biranın içinden. Çok enteresan. Kafam mermer oldu galiba. He he he... Ne diyosun buna?”
Bardağı kaldırıp içindekini tümüyle mideme yuvarlıyorum ve oraya bakarken göz ortadan kaybolsa da bir başka görüntü daha açılıyor ansızın önümde.
“Ana!” diyor Sayko, şimdi parmaklarını şıklatarak. “Bir kız.”
Gerçekten de sarışın bir kızın yüzüne bakıyoruz alttan. Hem de birbirimize. Mal gibi göründüğümüz aşikar. “Ben de görüyorum,” diyorum büyük bir teslimiyetle.
Gülüyor kız ve bardağın üstünden uzanıp muhtemelen sevgilisini öpünce göğüsleri gözümüze girecek gibi oluyor.
“Oha,” diyor Sayko.
İkinci görüntüyü önümden kovmaya çalışırcasına gözümü falan kırpıştırırken bir başkası daha açılıyor önümde. Bende üçe Dr Sayko’da dörde çıkıyor olmalı. İçiçe giren ve hafiften birbirine karışan pencereler. Bazen biri bazen öbürü çıkıyor ön plana... Arkadaşımın “Hassiktir yaa,” deyişi içinde bulunduğumuz durumun boktanlığını açıklıyor. “Bayılıcam lan şimdi.”
Bir başka yudumla bir ekran daha açılıyor o sırada. Ayı gibi bir herif. İğrenç dişlerini dışarıda bırakarak ayıca gülüyor. Şu anda yapacağım bir şey yok, bekliyorum, sabırla, ufak tefek bir tip ekrana gelinceye kadar ve birden fırlayıp bardan içeri dalıyorum. Hızla koştururken tipi görüyor, bardağını eline aldığını teşhis ediyor ve bağırıyorum: “Bırak onu yerine. Hişşt! Ulan!”
Tipin benden tarafa bakmasıyla suratının buruşması bir oluyor. Korkuyor. Üstüne atılırken kaçmaya çalışıyor. Karşısındaki kız haykırıyor, ellerini öne uzatıyor sanki ona saldırıyormuşum gibi. Bardağı kapıyorum onları takmadan ve yukarı fırlıyorum. Basamaklar ayaklarımın altından akıyor ve ben on adımda yukarıda buluyorum kendimi. Tuvaletten içeri girip kapıyı kilitliyorum. Birayı klozete doğru uzatıyorum...
Telefonum çalıyor birden acı acı. Açıyorum, tek elimle cebimden çıkarıp.
“Yapma ağbi,” diyor Gamlı. “Tehditler savuruyor herifler televizyonda. Durum kötü.”
Kapatıyorum telefonu. Tek bir seçenek geliyor aklıma. Önce tuvalete sonra önüme bakıyorum ve bardağı ağzıma götürüp bir güzel içiyorum. Yokoluyor yine göz. Aşağıya iniyorum. Garsonlar “İyi misin abicim,” diye sorarken hem onlardan hem de ufak tefek tipten özür diliyor, “Arkadaşa benden bir bira verin” diyor ve dışarı çıkıyorum. Gerçekten uzaylıymışım gibi bakıyorlar yüzüme. İnsanları korkutabilmek hafif gururumu okşuyor. Oturuyorum Sayko’nun yanına.
Dikkatle yüzüme bakıyor o da. Sonra şöyle diyor hafif temkinli: “Üçüncü gözün açılmış abicim, farkında mısın?”
Elimi alnıma götürüyorum ve görüyorum onu. Fakat el olarak değil, ışıktan bir yumak olarak. El işareti yapıyorum ve kıpkırmızı oluyor birden enerji topu.
“Nasıl oldu bu?”
“Gözü içtim işte yine.”
“Görüntüler kayboldu bende.” Yaklaşıyor hafif. “Kapayamıyor musun?”
“Bilmem, hissetmiyorum ki onu.”
“Beni nasıl görüyorsun peki?”
Üçüncü göze konsantre oluyorum yine ve Dr Sayko’yu görmediğimi farkediyorum. “Yoksun orada,” diyorum ardından.
“Nasıl yani?” diyor hafif bozulmuş.
“Yoksun işte orada.”
“Ya diğer insanlar?”
“Onlar orada. Küçük, yamuk yumuk, enerjisi az ışık topları çoğu.”
“Ben niye yokum yaa!”
Zorluyorum kendimi ve kapandığını hissediyorum bu sefer gözün. “Oğlum olayı niye kişisel alıyorsun. Üçüncü gözün görmeyeceği kadar özel bir tipsin belki de.”
Parmaklarıyla alnını ovuşturuyor. “Ya gerçekten hiç enerjim yoksa. Sadece bedensem ben. Ruhsuz falan bir tipsem...”
“Ne var ki bunda? Haberin bile yoktu ben üçüncü göze kavuşmadan.”
Telefon çalıyor. Gamlı yine. Açıyorum.
“Ağbi, üçüncü gözü açmanı istiyorlar. Ali Kırca’ya bağlandılar şimdi.”
“Siktirip gitsinler,” diyorum takmaz bir ifadeyle. “Ben bu gözü medyaya malzeme yapmam.”
“Sen bilirsin.”
Kapatıyor telefonu ve söylediğimin tam tersine üçüncü gözümü açmaya çalışıyorum. İçkilerin nasıl göründüğünü, vücudumun enerji durumunu, güzel kızların daha mı parlak olduğunu, gözü kullanarak bazı şeyleri değiştirip değiştiremeyeceğimi falan merak ederken kapattığım için de kızıyorum kendime. Zorluyorum bir iki kez.
“Bence üçüncü göz açılacaksa arka tarafta açılmalı,” diyor Dr Sayko. “Ön tarafta nasıl olsa gözümüz var.”
Ben ıkınıyorum.
“Düşünsene,” diyor o çağrışım akışına devam ederek. “Kıçında açılsa pantalonsuz dolaşmak zorunda kalacaktın.”
“Hay anasını be,” diyorum. “Olmuyor. Açamıyorum.”
“Zaten beni görmüyorsun öyle,” diyor Dr. “Hadi içelim.”
Biramın bittiğini farkediyorum hem ıkınıp hem bardağı kaldırmaya çalışırken. Hissiyat olarak, içki içersem şu bira sever gözün ilgisini tekrardan çekebileceğimi düşünüyorum aslında normal olarak ve yeni bir tane söylemek üzere el ediyorum ama beni görmezden geliyor garsonlar. Islık çalarak başka taraflara bakıyorlar.
“Bunların afra tafrası ne be böyle?” diye soruyor Sayko.
“Siktir et şimdi onları yaa,” diyorum. “Ne güzel üçüncü gözüm olmuştu kapadım salak gibi.”
“Hişşt Ali, baksana!” diye bağırıyor Sayko.
Ve tam da o sırada tam yanımızda bir ses duyuluyor. “İyi geceler beyler!” İnsan selinin akışına direnen iki kişinin siluetleri dönerken belirginleşip ete ve deriye bürünüyor. Böylece orada ilk olarak yirmi dakika kadar önce kaçıp giden garsonu sonra da yanındaki tipi açıkça görebiliyor ve korku dolu bir ses çıkararak yutkunuyorum.
Dr Sayko da aynı tepkiyi verirken şimdi hemen önünde, ayakta duran Dr Sayko’ya bakıyor. Aynısının tıpkısı ve o da benzer bir bakışla karşılık veriyor izdüşümüne.
“Bu bir kamera şakası olmalı,” sözlerini mırıldanırken sadece aşağı sarkmış ağzı oynuyor küçük küçük. Başka bir değişiklik gözlenmiyor Sayko’nun dumur olmuş yüzünde.
“Söyle bilader,” diyor sahte garson. “Söyle de görsünler.”
Ve ayaktaki Sayko İstiklal Marşı’nı söylemeye başlıyor müthiş bir coşkuyla. Dimdik duruyor elleri bir asker gibi bacaklarının yanına yapışmış, alnı ve çenesi ileride...
“Yaa?” diyor sahte garson yanımda oturan Dr Sayko’ya. “Ben böyle söyletirim adama İstiklal Marşı’nı.”
Bir şey diyemiyoruz. Çünkü coşkuya kapılan Nevizade sakinleri hızla ayağa kalkıp boğazlarını patlatırcasına katılıyorlar hemen marşa. Yürüyenler durup hazırol pozisyonuna geçiyor hemen. Barların üst katlarından da coşkulu sesler fırlıyor dışarıya doğru. Çın çın inliyor apartmanların arasındaki o dar yol, yankılarla.
Yavaşça ayağa dikiliyor ve biz de böğürmeye başlıyoruz marşı. İki Sayko, o kadar yakın ki, ağızlarından çıkan tükürükler birbirlerinin suratına vurup geriye sekiyor.
Cesaret duygularıyla beslenen o anlatılmaz ihtişamdan, o huşu dolu zafer duygusundan sarhoş olmuş, deli gibi bağırırken yaşlar akıyor gözlerimizden, oradaki binlerce insan gibi...
Nasıl Bir Ülke?
Bir sapık için önerge verilip, tecavüz edenler evlenerek kurtulsun diye evlilik yaşının ondörde düşürülebildiği ülke.
Rantçılar için meclisten onay çıkarılıp imar kanunlarının, mısır alım kotalarının değiştirildiği bir ülke.
Ülkenin malını yabancı sermayeye pahalıya sattı diye üstleri tarafından azarlananların yaşadığı, her türlü kazanımın peşkeş çekilip yokedildiği ülke.
Zaman aşımından yırtan hırsızların, vatan hainlerinin itibarlarında tek bir eksilme olmadan güle oynaya yaşadığı ülke.
Solcu geçinenlerin seçim öncesi kara çarşaflı kadınlara rozet taktığı, bağrına bastığı ülke.
Vakıflardan gelen paralarla kalemşörlük yapmayı demokratlık sananların medyada itibar gördüğü ülke.
Demokrasi gibi hassas kavramların anlamlarının emperyalizm emriyle değiştirilip rejim düşmanlarının emrine sokulduğu ülke.
Liboş denen ve fikirleri iktidardaki partilere göre değişenlerin büyük gazeteci sayıldığı ülke.
Ülkemiz rüzgar, akarsu gibi doğal zenginliklerle enerji cennetiyken dışarıdan elektrik alan ve bununla da yetinmeyip, doğalgazdan üretilmişini seçerek daha pahalıya alan ülke.
Dışarıdaki güçler istiyor diye tarımını yokeden, tarım işçilerinin işsiz kalmasına ve göçüne neden olan ülke.
Yabancı yatırımcıya yüzde on yedi faiz verip havadan zengin eden, ihracattaki büyümeyi temel maddelerin dış alımına bağlayan, yani kendisini ekonomik açıdan sömürgeye dönüştüren ülke.
Almanya’daki savcılar Deniz Feneri derneğini suçüstü yakalayıp tüm yöneticilerini dolandırıcılıktan cezalandırmışken, o derneği topluma yararlı statüsüne sokan ve üstün hizmet madalyası veren ülke.
2B kanunu çıkartıp tüm ormanlarını yaktırmayı içine sindiren ülke.
Bir buçuk milyon kişinin öldüğü Irak’taki işgalci güçle BOP’ta eşgüdümlü başkanlığa balıklama dalan müslüman ülke.
Ne idüğü belirsiz sahte haham Tuncay Güney’in dış kaynaklı bir gizli servis tarafından kendisine servis edilmiş belgelerine dayanılarak oluşturulan mantıksız bir terör örgütü kurugusuyla ulusunu seven aydınlarının hapse atıldığı ülke.
Krize kriz demeyen, kapanan kepenkleri işsiz kalan insanları görmezden gelen ülke.
Bir partinin her şeyde çuvallayıp, üniversite öğrencilerini, işçilerini, tarım emekçilerini memnuniyetsiz bıraktıktan, gelir dağılımını hortumcular lehine ters yüz ettikten sonra sadece erzak dağıtıp bir de dindarız diyerek oyları toplayabildiği ülke.
Burs ve öğrenci yurtları imkanlarının bilerek güdük tutulup öğrencileri tarikatların kucağına iten ülke.
Gidilip ABD’nin ve o ülkenin himayesinde alimlik buyuran ulemaların elleri öpülmeden yönetime gelinemeyen ülke.
Düşünen insanlarının, aydınlarının kendilerini temsil edecek parti bulamadıkları bir ülke.
Bir tek televizyonu koruyup ellerinde tutamayan, her şeyden uyuz, her şeyle kavgalı solcularla muhalefet oluşturamayan ülke.
Devrimci kişiliğiyle tüm toplumlara örnek oluşturmuş, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş, ilerici, kendine yeten, bağımsız bir yapı ortaya koymuş, şimdi içeride fink atan emperyalist güçlerle bir kedinin fareyle oynadığı gibi oynamış bir dehaya, özellikle de şu hassas dönemde bel altından vuran insanların bu işi safça yaptığına inanılan, tepki gösterenlerin faşistlikle suçlandığı ülke.
Ezberi ve dimağı bozulmuş insanların ezbere ezber bozmaya çalıştığı ülke.
Çok demokrat olup da gazeteci seçen, kendi ‘özgür basını’nı yaratıp diğerlerini sindirmeye çalışan iktidarların fink attığı ülke.
Kürt sorunuyla ilgili tek bir adım atmayan, tek bir yatırım yapmayan, Kuzey Irak’ta bölücü terör örgütünü kollayan yapıyla kardeşliğini ilan eden bir iktidarın sadece tarikatlarla o bölgeden oy toplayabildiği, oynanan büyük oyunun içine gömülürken ne yapacağını gerçekten bilemeyen ülke.
Dışarıda sanatçı olarak isim yapabilmiş ulusunu seven yaratıcılarını bezdirip, her türlü zorluğu çıkaran, sonrasında şikayet gelince de git o zaman bu ülkeden muhabettini yapan ülke.
Mahkeme sürecinde, yasak olmasına rağmen tüm gizli belgelerin biat etmiş basına servis edildiği ve bu konuda hiçbir yasal işlem yapılmayan ülke.
Bir iddianame uydurulup bir aydının gerekçesiz iki yıl hapiste tutulabileceği, sonuçta suçsuzluğu kanıtlansa da o yılları kaybettiğiyle kalacağı ülke.
Öldürülen Ermeni bir vatandaşının katillerinden birinin dış telefon görüşmeleriyle ilgili savcıların soruşturma istemine Adalet Bakanlığı'ndan izin çıkmayan ülke.
Yetimhanelerinin acınacak durumu bir İngiliz prenses tarafından ortaya çıkarılan ve çocuklara karşı işlenen yüzkarası suçlar konuşulacağına, ilgili ingilizin ayıplandığı ülke.
Olimpiyatlarda sporunun çöktüğü ortaya çıksa da hiçbir yetkilinin istifa etmediği ülke.
Ve daha sayılamayacak kadar çok saçmalığın doğalmış gibi her gün ekranlarda yer aldığı ve bunların gazetelerde alkışlandığı, halk tarafından da normal görüldüğü böyyük mü böyyük az gelişmiş ülke...
Rantçılar için meclisten onay çıkarılıp imar kanunlarının, mısır alım kotalarının değiştirildiği bir ülke.
Ülkenin malını yabancı sermayeye pahalıya sattı diye üstleri tarafından azarlananların yaşadığı, her türlü kazanımın peşkeş çekilip yokedildiği ülke.
Zaman aşımından yırtan hırsızların, vatan hainlerinin itibarlarında tek bir eksilme olmadan güle oynaya yaşadığı ülke.
Solcu geçinenlerin seçim öncesi kara çarşaflı kadınlara rozet taktığı, bağrına bastığı ülke.
Vakıflardan gelen paralarla kalemşörlük yapmayı demokratlık sananların medyada itibar gördüğü ülke.
Demokrasi gibi hassas kavramların anlamlarının emperyalizm emriyle değiştirilip rejim düşmanlarının emrine sokulduğu ülke.
Liboş denen ve fikirleri iktidardaki partilere göre değişenlerin büyük gazeteci sayıldığı ülke.
Ülkemiz rüzgar, akarsu gibi doğal zenginliklerle enerji cennetiyken dışarıdan elektrik alan ve bununla da yetinmeyip, doğalgazdan üretilmişini seçerek daha pahalıya alan ülke.
Dışarıdaki güçler istiyor diye tarımını yokeden, tarım işçilerinin işsiz kalmasına ve göçüne neden olan ülke.
Yabancı yatırımcıya yüzde on yedi faiz verip havadan zengin eden, ihracattaki büyümeyi temel maddelerin dış alımına bağlayan, yani kendisini ekonomik açıdan sömürgeye dönüştüren ülke.
Almanya’daki savcılar Deniz Feneri derneğini suçüstü yakalayıp tüm yöneticilerini dolandırıcılıktan cezalandırmışken, o derneği topluma yararlı statüsüne sokan ve üstün hizmet madalyası veren ülke.
2B kanunu çıkartıp tüm ormanlarını yaktırmayı içine sindiren ülke.
Bir buçuk milyon kişinin öldüğü Irak’taki işgalci güçle BOP’ta eşgüdümlü başkanlığa balıklama dalan müslüman ülke.
Ne idüğü belirsiz sahte haham Tuncay Güney’in dış kaynaklı bir gizli servis tarafından kendisine servis edilmiş belgelerine dayanılarak oluşturulan mantıksız bir terör örgütü kurugusuyla ulusunu seven aydınlarının hapse atıldığı ülke.
Krize kriz demeyen, kapanan kepenkleri işsiz kalan insanları görmezden gelen ülke.
Bir partinin her şeyde çuvallayıp, üniversite öğrencilerini, işçilerini, tarım emekçilerini memnuniyetsiz bıraktıktan, gelir dağılımını hortumcular lehine ters yüz ettikten sonra sadece erzak dağıtıp bir de dindarız diyerek oyları toplayabildiği ülke.
Burs ve öğrenci yurtları imkanlarının bilerek güdük tutulup öğrencileri tarikatların kucağına iten ülke.
Gidilip ABD’nin ve o ülkenin himayesinde alimlik buyuran ulemaların elleri öpülmeden yönetime gelinemeyen ülke.
Düşünen insanlarının, aydınlarının kendilerini temsil edecek parti bulamadıkları bir ülke.
Bir tek televizyonu koruyup ellerinde tutamayan, her şeyden uyuz, her şeyle kavgalı solcularla muhalefet oluşturamayan ülke.
Devrimci kişiliğiyle tüm toplumlara örnek oluşturmuş, yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş, ilerici, kendine yeten, bağımsız bir yapı ortaya koymuş, şimdi içeride fink atan emperyalist güçlerle bir kedinin fareyle oynadığı gibi oynamış bir dehaya, özellikle de şu hassas dönemde bel altından vuran insanların bu işi safça yaptığına inanılan, tepki gösterenlerin faşistlikle suçlandığı ülke.
Ezberi ve dimağı bozulmuş insanların ezbere ezber bozmaya çalıştığı ülke.
Çok demokrat olup da gazeteci seçen, kendi ‘özgür basını’nı yaratıp diğerlerini sindirmeye çalışan iktidarların fink attığı ülke.
Kürt sorunuyla ilgili tek bir adım atmayan, tek bir yatırım yapmayan, Kuzey Irak’ta bölücü terör örgütünü kollayan yapıyla kardeşliğini ilan eden bir iktidarın sadece tarikatlarla o bölgeden oy toplayabildiği, oynanan büyük oyunun içine gömülürken ne yapacağını gerçekten bilemeyen ülke.
Dışarıda sanatçı olarak isim yapabilmiş ulusunu seven yaratıcılarını bezdirip, her türlü zorluğu çıkaran, sonrasında şikayet gelince de git o zaman bu ülkeden muhabettini yapan ülke.
Mahkeme sürecinde, yasak olmasına rağmen tüm gizli belgelerin biat etmiş basına servis edildiği ve bu konuda hiçbir yasal işlem yapılmayan ülke.
Bir iddianame uydurulup bir aydının gerekçesiz iki yıl hapiste tutulabileceği, sonuçta suçsuzluğu kanıtlansa da o yılları kaybettiğiyle kalacağı ülke.
Öldürülen Ermeni bir vatandaşının katillerinden birinin dış telefon görüşmeleriyle ilgili savcıların soruşturma istemine Adalet Bakanlığı'ndan izin çıkmayan ülke.
Yetimhanelerinin acınacak durumu bir İngiliz prenses tarafından ortaya çıkarılan ve çocuklara karşı işlenen yüzkarası suçlar konuşulacağına, ilgili ingilizin ayıplandığı ülke.
Olimpiyatlarda sporunun çöktüğü ortaya çıksa da hiçbir yetkilinin istifa etmediği ülke.
Ve daha sayılamayacak kadar çok saçmalığın doğalmış gibi her gün ekranlarda yer aldığı ve bunların gazetelerde alkışlandığı, halk tarafından da normal görüldüğü böyyük mü böyyük az gelişmiş ülke...
19 Kasım 2008 Çarşamba
Gri Adamlar - Deniz Som
Büyük film Türkiye'den bir mozaik devleti çıkarmaktır. Mozaik devlet ırk temeline dayalı temsilcilerce yönetilecek; dvlet başkanının yanı başında her türlü mezhep, tarikat, kilise, sinagog gibi temsilcilerden oluşan bir din konseyi bulunacaktır. Büyük filmcilerle yerli filmcilerin birinci ödevi; dışarıdan dayatılan darbelere karşın, birbirleriyle kaynaşanların aralarını açmak, farklıklıkları derinleştirmek ve bölünmeyi özgürlük, zenginlik diye yutturmaktır. Fakat insanlığın tarhisel gelişimine aykırıdır böylesine ayrışmak ve soyguncuların eşkiyalrın planları bir isyanla yerle bir olur. Bu yüzdendir, 1918'de başlayan direniş tarihini çarpıtma filmleri. Bu yüzdendir halk önderini aşağılamak. Bu yüzdendir 'sanatçı, usta yönetmen az biliyormuş, takılmış, kişisel yorum yapmış, düzeltmek gerekir' gibi yaklaşımlar. Bu yüzdendir bir ayağı Londra'da, öteki Washington'da olan yapımcıları eleştirir gibi yaparak halkın gazabından kurtarmak.
Filmin telifçisi olan Hollywood şirketinin beklediği denli göz boyama ustalığı da yoktur filmde ama yine de kargaşa yaratmaya yeterlidir. Yönetmenin belki de kendisinde sıkışıp kalan bir gencin melankolik ruh hali gizlidir. Londra kurs gecelerinde, büyük korkular yaşadığındandır belki de minik çocuk bedenini çakallara yedirme sahnesini üretmesi ve o sahneyi çocuk izleyicilere sunması. NE denli 'tahsis' gerektiren sıradan bir film denilirse denilsin; o büyük filmin bir parçası olduğu gerçeği unutturulamaz.
Film iskeletinin neresini tashih ederseniz edin, başkalarının eserlerini izinsiz kullanmaktan hüküm giymiş usta yönetmen'i ve filmin galasını şerefelrndiren paşaları kurtaramazsınız. Öyle olaylar olur ki ya siyahı ya beyazı seçmek zorunda kalırsınız ve artık gri olamazsınız. Bir yandan 'Atatürkçüyüm' demek, bir yandan da seçkinler kulüplerinden çıkmamak; sonra da büyük filmi görmezden gelmek ve yerli küçük filmcileri şefkatle tashih etmek. Tarihte gri adamların karanlığı aydınlattığına rastlanmamıştır, gelecekte de rastlanmayacaktır.
(Mustafa Yıldırım)
(Deniz Som'un Vaziyet köşesinden alınmıştır.)
Filmin telifçisi olan Hollywood şirketinin beklediği denli göz boyama ustalığı da yoktur filmde ama yine de kargaşa yaratmaya yeterlidir. Yönetmenin belki de kendisinde sıkışıp kalan bir gencin melankolik ruh hali gizlidir. Londra kurs gecelerinde, büyük korkular yaşadığındandır belki de minik çocuk bedenini çakallara yedirme sahnesini üretmesi ve o sahneyi çocuk izleyicilere sunması. NE denli 'tahsis' gerektiren sıradan bir film denilirse denilsin; o büyük filmin bir parçası olduğu gerçeği unutturulamaz.
Film iskeletinin neresini tashih ederseniz edin, başkalarının eserlerini izinsiz kullanmaktan hüküm giymiş usta yönetmen'i ve filmin galasını şerefelrndiren paşaları kurtaramazsınız. Öyle olaylar olur ki ya siyahı ya beyazı seçmek zorunda kalırsınız ve artık gri olamazsınız. Bir yandan 'Atatürkçüyüm' demek, bir yandan da seçkinler kulüplerinden çıkmamak; sonra da büyük filmi görmezden gelmek ve yerli küçük filmcileri şefkatle tashih etmek. Tarihte gri adamların karanlığı aydınlattığına rastlanmamıştır, gelecekte de rastlanmayacaktır.
(Mustafa Yıldırım)
(Deniz Som'un Vaziyet köşesinden alınmıştır.)
18 Kasım 2008 Salı
Rahatlatıcı İktidarın Yüzünde Hafiften Tik Başladı
Aman yarabbim Türkiye çöküyor!
Ne sürpriz ama!
AKP kadroları hemen televizyona çıkıp her şeyin yolunda olduğunu söylesin. İçi rahatlasın halkın!
On gün önce fırça çekilen IMF'nin ayağına gidilip "Para istiyorduk," denilsin ya da pişkince...
Ha ha haaaa...
Merak ediyorum, demeç verirken sol ayakları hafif havada mı duruyor diye? Nasıl olsa kameralar çekmiyor...
Ne sürpriz ama!
AKP kadroları hemen televizyona çıkıp her şeyin yolunda olduğunu söylesin. İçi rahatlasın halkın!
On gün önce fırça çekilen IMF'nin ayağına gidilip "Para istiyorduk," denilsin ya da pişkince...
Ha ha haaaa...
Merak ediyorum, demeç verirken sol ayakları hafif havada mı duruyor diye? Nasıl olsa kameralar çekmiyor...
CHP'nin Kutsal Değerleri!
Sultangazi'de kara çarşaflı, türbanlı kadınlarımıza CHP rozeti takan Deniz Baykal şöyle demiş: "CHP'nin değerlerini içinde sindiren herkes CHP'de siyaset yapma hakkına sahiptir." Şu cümlenin neresinden tutsak elimizde kalır. Bir kadın CHP'nin değerlerini içine sindirdiyse türban takar mı? Yoksa haberimiz yokken Deniz Baykal, parti tüzüğünde ufak tefek oynamalar yaptı da değer ölçütlerini mi değiştirdi?
Yapmayın be kardeşim. CHP'nin başındaki adama yakışıyor mu hiç takıyye?
Yapmayın be kardeşim. CHP'nin başındaki adama yakışıyor mu hiç takıyye?
17 Kasım 2008 Pazartesi
Toplum Masum Değildir - Tahir M. Ceylan
.....
Yaşamım boyunca gördüğüm en hain, en bozucu en ezici yapı insan toplulukları olmuştur. İnsanlar toplum haline gelmeseydi yeryüzünde savaş değil, hatırı sayılır bir cinayet bile olmazdı. Toplum, insanı yardakçı, kahraman, köle, ahbapçavuş, ikiyüzlü, budala, yalaka, yanardöner, maskara, müzevirci, iffetsiz, ne oldum delisi ve basiretsiz yapar. Bir insan toplumun içinde olduğu zaman, aynen istiap haddini aşmış kamyonda olduğu gibi en zayıf yerinden çatırdar, her yönden gelen basınca karşı, elde olan kuvvetle nafile direnip sonunda ona uyar. Ve uyumu gerçekleştiren yanmış demektir, anında altınsa kurşuna, gümüşse tenekeye döner....
(Tahir M. Ceylan'ın Cumhuriyet Bilim ekindeki Aylak Bilgi köşesinden alınmıştır.)
Yaşamım boyunca gördüğüm en hain, en bozucu en ezici yapı insan toplulukları olmuştur. İnsanlar toplum haline gelmeseydi yeryüzünde savaş değil, hatırı sayılır bir cinayet bile olmazdı. Toplum, insanı yardakçı, kahraman, köle, ahbapçavuş, ikiyüzlü, budala, yalaka, yanardöner, maskara, müzevirci, iffetsiz, ne oldum delisi ve basiretsiz yapar. Bir insan toplumun içinde olduğu zaman, aynen istiap haddini aşmış kamyonda olduğu gibi en zayıf yerinden çatırdar, her yönden gelen basınca karşı, elde olan kuvvetle nafile direnip sonunda ona uyar. Ve uyumu gerçekleştiren yanmış demektir, anında altınsa kurşuna, gümüşse tenekeye döner....
(Tahir M. Ceylan'ın Cumhuriyet Bilim ekindeki Aylak Bilgi köşesinden alınmıştır.)
Ulus-Devlet Kurgusu - Doğan Kuban
Devletler ve politik örgütler doğarlar ve batarlar. Eski Türk devletleri, Roma İmparatorluğu, Sasani İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, İngliliz İmaparatorluğu sadece kitaplarda var. Devletlerin sınırlarını kuruluş ve gelişme aşamasındaki askeri, ekonomik ve kültürel güçleri çizer. roma İmparatorluğu Ren Nehri'nin ötesine geçemedi. 14. yüzyılda Avrupa yoktu. 15. yüzyılda Rus devleti Karadeniz'e ulaşmıyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda Amerika'da bir İngiliz sömürgesi vardı. Etnik gruplar, diller, kültürler devletlerden önce gelir. Ulus-devlet bir 19. yüzyıl icadıdır. Fakat bugün bütün dünya ulus-devlet kurgusu üzerine biçimlenmiştir...
"Bütün ülkeler budun, din, kültür açısından parçalıdır. Amerika, Rusya, şimdi AB, sayısız etnik grupları bütünleştiren örgütlenmelerdir. Her ülkede etnik gerilim var. Dünya toplumları daha bunu aşamadılar. Fakta Batılılar, kesinlikle emperyalist eğilimleri ve patronluk iddiaları ile, kendi politik yapılarının etnik sınırlarını geniş tutsalar da, eski sömürgelerinde ve Türkiye gibi üçüncü dünya olarak gördükleri ülkelerde parçalanmaya destek oluyorlar. Bu çok açık, sevimsiz bir ikiyüzlülüktür...
(Doğan Kuban'ın Cumhuriyet Bilim'deki yazısından seçerek alınmıştır.)
"Bütün ülkeler budun, din, kültür açısından parçalıdır. Amerika, Rusya, şimdi AB, sayısız etnik grupları bütünleştiren örgütlenmelerdir. Her ülkede etnik gerilim var. Dünya toplumları daha bunu aşamadılar. Fakta Batılılar, kesinlikle emperyalist eğilimleri ve patronluk iddiaları ile, kendi politik yapılarının etnik sınırlarını geniş tutsalar da, eski sömürgelerinde ve Türkiye gibi üçüncü dünya olarak gördükleri ülkelerde parçalanmaya destek oluyorlar. Bu çok açık, sevimsiz bir ikiyüzlülüktür...
(Doğan Kuban'ın Cumhuriyet Bilim'deki yazısından seçerek alınmıştır.)
16 Kasım 2008 Pazar
Bir soru...
Tüm dünya toplu olarak intihar etse tek bir kişi mi bir kabustan uyanır acaba? Ne demek istediğimi bir düşünün...
15 Kasım 2008 Cumartesi
Hayali Sohbetler Bürosu
Dr Sayko’yla deniz kıyısında takılıyoruz. Bir simidi bölüşmüşüz, yanına da soğan kırmışız. Üstüne de sülfürik asit içiyoruz arada bir...
“Simitleri böyle daire şeklinde yemek Türk halkını kısırdöngüye sokuyor olabilir,” diyor Sayko.
“Nasıl olmalı?”
“Mantıksız ve kaotik olmalı. Belli bir şekli olmamalı. Her açıdan değişik görünmeli.”
“Yerken normal olacak ama di mi?”
“Çok da normal olmamalı.”
“Anladım.”
“Bazen tatsız tuzsuz olsa, bazen de hindi etine benzese tadı mesela. Evet. Bu fena değil... Bazı yerleri katı, bazen de krema gibi...”
“Fiyatı ne olacak?”
“Aynı.”
Bir süre konuşmuyoruz. Psikolojik olarak herhalde, çiğnediğim lokma biftek tadı bırakıyor dilimin üstünde. Yere bakıyorum. Ve şöyle diyorum: “Şurada birden bir delik açılsa girer misin bilader içeriye?”
O da bakıyor benim baktığım yere. “Bilmem ki,” diyor sonra. “Götüm yemez herhalde.”
“Risk almazsın yani... Belki süper bir yere açılacak.”
Düşünüyor... “Iıh, almam...”
“Sizin evin oraya çıkabilir mesela. Bu yolu kullanırsın artık eğlendikten sonra. Deliğe atladığını ve iki saniye sonra Sarıyer’deki bahçeden dışarı çıktığını düşün.”
“Kesin bir ibnelik olur o işte. Otobüs sıkıcı falan ama garantili...”
“Zaten delik falan açılmaz. Hayat çok düz.”
“Açılsa da girmeyeceğim için sorun yok...”
Bakıyoruz bir süre daha yere. Göz yanılsaması olabilir. Açılacak gibi oluyor bir şey. Küçücük. Bir farenin anca çıkabileceği kadar. Ama refleksiv olarak gözümü kırpıp tekrar açtığımda topraktan başka bir şey görmüyorum orada.
Hoparlörün hoparlör olduğunu anlamamış, bir anda ayı gibi anırıyor müezzin. Camiye kalkıyor gözlerimiz.
“Bilader,” diyor Sayko. “Şöyle bir istatistik olsa. Her gün beş vakit camiye gidenler daha çok iş alıyormuş, kazançları diğer halktan en az üç kat daha fazlaymış. Namaza başlar mısın?”
“Camiye gider çıkarım beş vakit, namaz kılmam.”
“Abicim lafı kıvırma, anladın işte.”
“Anlar bilader tanrı. Kimi kandırıyosun sen. Çıkar için oraya gittin mi babayı alırsın.”
“Abicim, bu adamların yarısı çıkar için, hava atmak için camiye gidiyor. Yalan mı?”
“Doğru da, üç kat fazla da kazanmıyorlar...”
“Kazansalar diyorum...”
“Çıkar güderek ibadet edenler kazanamayacak işte yine... Diğerleri kazanacak...”
“Tamam bilader tamam. Bir şey söylemedim say.”
Gevrekten bir ısırık daha alıyorum. Bu sefer çiğköfteye benziyor tadı. Yanımda hızlı hızlı, garip bir hırıltıyla soluk aldığını duyabiliyorum Sayko’nun. Dönüyorum nahoş bir suratla.
“Kızma karde...” Şaşkınlıkla yanımda oturan sakallı, iri yarı, gözleri kaymış gitmiş tipe bakıyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Dönüp bir zaman atlaması mı yaşadım, ya da uyuya mı kaldım diye çevreme de göz atıyorum hızla. “Pardon,” deyip ayağa dikiliyorum sonra...
“Nooldu abicim?” diye soruyor Dr Sayko.
Bakıyorum. Orada oturuyor Dr... Yine aynı yerde. Benim sağımda.
“Bir şey mi oldu?”
“Yok, yok bişey,” deyip votkadan koca bir yudum alıyorum banka çöker çökmez. Elim hafif titriyor.
“Yenen yemek kitabı yapsalar tutar mı sence abicim,” diye soruyor o şak diye. “Sayfada hangi tarif varsa onun tadında olduğunu düşün.”
Dikkatim hemen bu konunun üstüne atlayıp yoğunlaşıyor. Çağrışımlar beynimde göbek atıp oynamaya başlıyor... “Yaprakları kıvrılıp puro olan kitap da olabilir...”
“Evet. On sayfadan bir puro çıktığını varsayalım. Oraya kadar okuması ödüllendirilmiş olur insanların...”
“Arkadaşım siktirip gitsene şurdan,” diyor birden bir ses. Gözlerim pörtleyiveriyor hemen. Yarım metre geriye kaçıp dehşet içinde bakıyorum. “Kafamı siktin lan saçmalıklarınla,” diye devam ediyor iri yarı, şekli şemali kaymış herif. “Deliliğini siktiricen şimdi ama...”
Ayağa atıyorum kendimi. “Pardon,” derken uzaklaşıyorum yavaştan... “Ben kalkıyordum zaten... Çok özür dilerim...” Bir adım daha ve birden, orada, on dakika önce gözlerimi dikip baktığım yerde bir delik açılınca içine düşüyorum!
Aaah!
Sadece iki metre ama... Donk, diye kalakalıyorum sızlayan tabanlarımın üstünde.
Tepemde belirip “Allah Allah!” diyerek bakıyor Dr Sayko. “Harbiden açıldı lan delik!”
“Simitleri böyle daire şeklinde yemek Türk halkını kısırdöngüye sokuyor olabilir,” diyor Sayko.
“Nasıl olmalı?”
“Mantıksız ve kaotik olmalı. Belli bir şekli olmamalı. Her açıdan değişik görünmeli.”
“Yerken normal olacak ama di mi?”
“Çok da normal olmamalı.”
“Anladım.”
“Bazen tatsız tuzsuz olsa, bazen de hindi etine benzese tadı mesela. Evet. Bu fena değil... Bazı yerleri katı, bazen de krema gibi...”
“Fiyatı ne olacak?”
“Aynı.”
Bir süre konuşmuyoruz. Psikolojik olarak herhalde, çiğnediğim lokma biftek tadı bırakıyor dilimin üstünde. Yere bakıyorum. Ve şöyle diyorum: “Şurada birden bir delik açılsa girer misin bilader içeriye?”
O da bakıyor benim baktığım yere. “Bilmem ki,” diyor sonra. “Götüm yemez herhalde.”
“Risk almazsın yani... Belki süper bir yere açılacak.”
Düşünüyor... “Iıh, almam...”
“Sizin evin oraya çıkabilir mesela. Bu yolu kullanırsın artık eğlendikten sonra. Deliğe atladığını ve iki saniye sonra Sarıyer’deki bahçeden dışarı çıktığını düşün.”
“Kesin bir ibnelik olur o işte. Otobüs sıkıcı falan ama garantili...”
“Zaten delik falan açılmaz. Hayat çok düz.”
“Açılsa da girmeyeceğim için sorun yok...”
Bakıyoruz bir süre daha yere. Göz yanılsaması olabilir. Açılacak gibi oluyor bir şey. Küçücük. Bir farenin anca çıkabileceği kadar. Ama refleksiv olarak gözümü kırpıp tekrar açtığımda topraktan başka bir şey görmüyorum orada.
Hoparlörün hoparlör olduğunu anlamamış, bir anda ayı gibi anırıyor müezzin. Camiye kalkıyor gözlerimiz.
“Bilader,” diyor Sayko. “Şöyle bir istatistik olsa. Her gün beş vakit camiye gidenler daha çok iş alıyormuş, kazançları diğer halktan en az üç kat daha fazlaymış. Namaza başlar mısın?”
“Camiye gider çıkarım beş vakit, namaz kılmam.”
“Abicim lafı kıvırma, anladın işte.”
“Anlar bilader tanrı. Kimi kandırıyosun sen. Çıkar için oraya gittin mi babayı alırsın.”
“Abicim, bu adamların yarısı çıkar için, hava atmak için camiye gidiyor. Yalan mı?”
“Doğru da, üç kat fazla da kazanmıyorlar...”
“Kazansalar diyorum...”
“Çıkar güderek ibadet edenler kazanamayacak işte yine... Diğerleri kazanacak...”
“Tamam bilader tamam. Bir şey söylemedim say.”
Gevrekten bir ısırık daha alıyorum. Bu sefer çiğköfteye benziyor tadı. Yanımda hızlı hızlı, garip bir hırıltıyla soluk aldığını duyabiliyorum Sayko’nun. Dönüyorum nahoş bir suratla.
“Kızma karde...” Şaşkınlıkla yanımda oturan sakallı, iri yarı, gözleri kaymış gitmiş tipe bakıyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Dönüp bir zaman atlaması mı yaşadım, ya da uyuya mı kaldım diye çevreme de göz atıyorum hızla. “Pardon,” deyip ayağa dikiliyorum sonra...
“Nooldu abicim?” diye soruyor Dr Sayko.
Bakıyorum. Orada oturuyor Dr... Yine aynı yerde. Benim sağımda.
“Bir şey mi oldu?”
“Yok, yok bişey,” deyip votkadan koca bir yudum alıyorum banka çöker çökmez. Elim hafif titriyor.
“Yenen yemek kitabı yapsalar tutar mı sence abicim,” diye soruyor o şak diye. “Sayfada hangi tarif varsa onun tadında olduğunu düşün.”
Dikkatim hemen bu konunun üstüne atlayıp yoğunlaşıyor. Çağrışımlar beynimde göbek atıp oynamaya başlıyor... “Yaprakları kıvrılıp puro olan kitap da olabilir...”
“Evet. On sayfadan bir puro çıktığını varsayalım. Oraya kadar okuması ödüllendirilmiş olur insanların...”
“Arkadaşım siktirip gitsene şurdan,” diyor birden bir ses. Gözlerim pörtleyiveriyor hemen. Yarım metre geriye kaçıp dehşet içinde bakıyorum. “Kafamı siktin lan saçmalıklarınla,” diye devam ediyor iri yarı, şekli şemali kaymış herif. “Deliliğini siktiricen şimdi ama...”
Ayağa atıyorum kendimi. “Pardon,” derken uzaklaşıyorum yavaştan... “Ben kalkıyordum zaten... Çok özür dilerim...” Bir adım daha ve birden, orada, on dakika önce gözlerimi dikip baktığım yerde bir delik açılınca içine düşüyorum!
Aaah!
Sadece iki metre ama... Donk, diye kalakalıyorum sızlayan tabanlarımın üstünde.
Tepemde belirip “Allah Allah!” diyerek bakıyor Dr Sayko. “Harbiden açıldı lan delik!”
14 Kasım 2008 Cuma
Yemin Billah Serisi: Karabasan
Bir arkadaşımın kuzenine karabasan dadanmış. Ama gelip konuşuyormuş kadın. Bir genelev çalışanı gibi, hayatını, çektiği zorlukları, kendisine yapılan puştlukları anlatıp duruyormuş. Uyumasına da asla izin vermiyormuş tipin. Hüngür hüngür ağlıyormuş kulağının dibinde. Korkunç bir şey, diyormuş kuzeni arkadaşıma. Keşke gelip tecavüz etseydi her gece...
Hayali Sohbetler Bürosu
Dr Sayko’yla Danışmend geçidinde oturuyoruz…
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
“Sandalye sayısı yüzünden olmasın,” diyorum.
“Hep dolu değil ki sandalyeler,” diyor o. “Mesela yirmi kişi oturuyorsa, diğer on bir kişi vitrinlere bakıyo ya da geziniyo oluyor.”
Susuyoruz. Önüne bakarken kafasını sallıyor o yavaştan. Sanki mistik bir alanla çevrelenmiş gibi bir tavır takınması beni gıcık ediyor. Üstelik bir anlam da bulamıyorum bu işte. Öyleyse ne olacak! Ama garip. Öyleyse gerçekten garip. Kalkıp hızla dışarı çıkıyorum avludan. Ben geçerken bir kız geçide giriyor. Beş saniye bekleyip yine giriyorum, o kız dükkana atıyor bu sefer kendini. Yine çıkıyorum. Avludaki kitapçıdan birisi adımını dışarı atıyor. İçeri giriyorum, çaycı “Hişşt, Burak! Baksana lan!” diyerek geçide dalıyor yanımdan geçip...
Bezgin bir ifadeyle geri dönüp sandalyeme oturuyorum ve Sayko’nun bilmiş bilmiş suratıma baktığını görüyorum. “Gördün mü?” diyor.
“Gördüm.”
“Kedileri saymıyorsunuz,” diyor yanımızda diklene diklene çevreye bakınan kavgacı tekir. Karşıdaki dükkanın kedisi. “33 canlı olmalı avluda. Bu değişmez bir kuraldır. İki kedi var. Üçe çıksa insan sayısı otuza düşer.”
Sayko’ya bakıyorum. “Yanımızdaki kedi konuştu,” diyorum boş bir ifadeyle.
O bir şey diyemeden kedi, “Ben konuşmadım, sen beyninde konuşturdun beni,” diyor. “Yani ne söylememi istiyorsan onu söyledim.”
“Bence de öyle olmalı,” diyor Sayko. “Kedilerin konuşması imkansız.”
“Ama sen de duydun işte onu bilader?” diye ciyaklıyorum isyan içinde.
“Doğruya doğru, duydum,” diyor.
“Duydu tabi,” diyor kedi masaya sürtünerek. “Ne var bunda.”
“Ben kafamda yarattıysam bu işi, sen nasıl duyabilirsin ki? Mantıksız. Sadece şu kediyle konuşsam neyse. Ben üşüttüm derim, çıkarım işin içinden…”
“Bi dakka,” diyor kedi. “Şu ibnenin icabına bakmam lazım.” Ve gidip kilise tarafından avluya sızmaya çalışan sarı bir kediye girişiyor pata küte.
“Amma agresif lan bu da!” diyor Sayko.
“Oğlum,” diyorum lakayıtlığına şaşkınlıkla bakarak. Kızmak istiyorum. Ama birden gidiyor aklımdaki her şey. On dakika öncesinde, çay bardağım dolu, çevreyi seyrederken buluyorum kendimi.
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
Bir an ona bakıp, sonra anlamsızlığı kabullenmiş bir şekilde kafamı sallıyorum. “Öyledir mutlaka,” diyip çayımdan güzelce bir yudum alıyorum. Oooh!
Göz kırpıyor kedi bana ileriden….
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
“Sandalye sayısı yüzünden olmasın,” diyorum.
“Hep dolu değil ki sandalyeler,” diyor o. “Mesela yirmi kişi oturuyorsa, diğer on bir kişi vitrinlere bakıyo ya da geziniyo oluyor.”
Susuyoruz. Önüne bakarken kafasını sallıyor o yavaştan. Sanki mistik bir alanla çevrelenmiş gibi bir tavır takınması beni gıcık ediyor. Üstelik bir anlam da bulamıyorum bu işte. Öyleyse ne olacak! Ama garip. Öyleyse gerçekten garip. Kalkıp hızla dışarı çıkıyorum avludan. Ben geçerken bir kız geçide giriyor. Beş saniye bekleyip yine giriyorum, o kız dükkana atıyor bu sefer kendini. Yine çıkıyorum. Avludaki kitapçıdan birisi adımını dışarı atıyor. İçeri giriyorum, çaycı “Hişşt, Burak! Baksana lan!” diyerek geçide dalıyor yanımdan geçip...
Bezgin bir ifadeyle geri dönüp sandalyeme oturuyorum ve Sayko’nun bilmiş bilmiş suratıma baktığını görüyorum. “Gördün mü?” diyor.
“Gördüm.”
“Kedileri saymıyorsunuz,” diyor yanımızda diklene diklene çevreye bakınan kavgacı tekir. Karşıdaki dükkanın kedisi. “33 canlı olmalı avluda. Bu değişmez bir kuraldır. İki kedi var. Üçe çıksa insan sayısı otuza düşer.”
Sayko’ya bakıyorum. “Yanımızdaki kedi konuştu,” diyorum boş bir ifadeyle.
O bir şey diyemeden kedi, “Ben konuşmadım, sen beyninde konuşturdun beni,” diyor. “Yani ne söylememi istiyorsan onu söyledim.”
“Bence de öyle olmalı,” diyor Sayko. “Kedilerin konuşması imkansız.”
“Ama sen de duydun işte onu bilader?” diye ciyaklıyorum isyan içinde.
“Doğruya doğru, duydum,” diyor.
“Duydu tabi,” diyor kedi masaya sürtünerek. “Ne var bunda.”
“Ben kafamda yarattıysam bu işi, sen nasıl duyabilirsin ki? Mantıksız. Sadece şu kediyle konuşsam neyse. Ben üşüttüm derim, çıkarım işin içinden…”
“Bi dakka,” diyor kedi. “Şu ibnenin icabına bakmam lazım.” Ve gidip kilise tarafından avluya sızmaya çalışan sarı bir kediye girişiyor pata küte.
“Amma agresif lan bu da!” diyor Sayko.
“Oğlum,” diyorum lakayıtlığına şaşkınlıkla bakarak. Kızmak istiyorum. Ama birden gidiyor aklımdaki her şey. On dakika öncesinde, çay bardağım dolu, çevreyi seyrederken buluyorum kendimi.
“Bilader dikkat ettim,” diyor Sayko. “Burada hep otuz bir kişi var. Birileri gelince diğerleri gidiyor. Sanki anlaşılmış bir şey bu.”
Bir an ona bakıp, sonra anlamsızlığı kabullenmiş bir şekilde kafamı sallıyorum. “Öyledir mutlaka,” diyip çayımdan güzelce bir yudum alıyorum. Oooh!
Göz kırpıyor kedi bana ileriden….
11 Kasım 2008 Salı
Doğru Açıdan Sağlıklı Bir Gözle
Araştırmacı Yazar Prof.İlknur GÜNTÜRKÜN KALIPÇI; belgeleri ve resimleriyle Atatürk'ü anlatıyor.
İÇİMİZDEN BİRİ
http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/icimizden_biri.pdf
İÇİMİZDEN BİRİ
http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/icimizden_biri.pdf
10 Kasım 2008 Pazartesi
Kafa Karıştıran Diyaloglar
Seni taklit eden birisi gibi davranma, kendin ol.
Doya doya gülmek insanı hüzünlendirir.
Sana ne kötülük yaptım da bana selam veriyorsun.
Bin yıldır uyuyan birisi kadar hazırcevap olmalısın.
Siktir git, git, git, hah, orada dur, çekiyorum…
Sen de benim düşünmediğim şeyi mi düşünmüyorsun?
Doya doya gülmek insanı hüzünlendirir.
Sana ne kötülük yaptım da bana selam veriyorsun.
Bin yıldır uyuyan birisi kadar hazırcevap olmalısın.
Siktir git, git, git, hah, orada dur, çekiyorum…
Sen de benim düşünmediğim şeyi mi düşünmüyorsun?
Hızlı okumadan yola çıkarsak...
Bu akşam karımla hızlı okuma teknikleri üzerine konuşuyorduk, aklıma hızlı dinleme kursları ve buna uygun materyaller geldi. Mesela hızlı kayıtta basılmış cdler. Hızlı çalan orkestralar. Bir de hızlı yayın oynatan kanallar olacaktır mutlaka, bunun için de hem hızlı görüntü izleme kurslarına hem de altyazıları yakalayabilmek için hızlı okuma kurslarına gitmek gerekecek. Hızlı yaşama da öğretilecek tabi okullarda. Tek sorun biraz titrek görünmek olacak. Erken boşalma, kadınlar hızlı bir şekilde orgazm olduğu için normal sekse dönüşecek. Bekleme salonlarında ya da tren yolculuklarında hızlı hızlı hiçbir şey yapmayacaklar. Berberler çok daha fazla kazanacak, gözü çıkan kulağı kopanlar artacak. Ecstasy hapları aspirin yerine kullanılacak. Düşünce hızına yetişilecek, hatta geçilecek ve olmayan düşüncelere daha önce ulaşılarak onları bilinçaltından önce kullanıma sokmak mümkün olacak.
Bu gibi şeyler işte.
Hızlı hızlı yedim yine yemeği gaz yaptı...
Bu gibi şeyler işte.
Hızlı hızlı yedim yine yemeği gaz yaptı...
8 Kasım 2008 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)