31 Ocak 2011 Pazartesi
Tersine Dünya Okulundan Bir Replik
Bir katilin, bir hırsızın başbakan olduğu bir cumhuriyette, dürüst kişilerin yerinin ya mezar, ya cezaevi olduğunu anlayabilmek zor bir şey olmasa gerek.
Fidel Castro
Fidel Castro
Yaşlandığını Nasıl Anlarsın
nerden mi anlıyorum yaşlandığımı?
kadınlar gittikçe daha güzel.
güneş daha hızlı ...adımlıyor gökyüzünü,
sular daha soğuk rüzgâr daha serin.
eskiden her konuda konuşurdum istekle,
bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi.
büyük yapılar, ışıklı çarşılar bitti,
ara sokaklara, salaş kahvelere gidiyorum.
kurtulmak için çırpındığım çocukluğu,
yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak.
bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor,
içimden geçenleri söyledim sanıyorum.
birisi bir şarkı söylemesin kederle,
tenimde bir titreme, kirpiklerimde buğu.
kısa söz, basit eşya, kedi sevgisi,
aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında.
nerden mi anlıyorum yaşlandığımı?
kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak...
ŞÜKRÜ ERBAŞ
kadınlar gittikçe daha güzel.
güneş daha hızlı ...adımlıyor gökyüzünü,
sular daha soğuk rüzgâr daha serin.
eskiden her konuda konuşurdum istekle,
bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi.
büyük yapılar, ışıklı çarşılar bitti,
ara sokaklara, salaş kahvelere gidiyorum.
kurtulmak için çırpındığım çocukluğu,
yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak.
bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor,
içimden geçenleri söyledim sanıyorum.
birisi bir şarkı söylemesin kederle,
tenimde bir titreme, kirpiklerimde buğu.
kısa söz, basit eşya, kedi sevgisi,
aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında.
nerden mi anlıyorum yaşlandığımı?
kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak...
ŞÜKRÜ ERBAŞ
Küba Dahilinde Yasaklar Listesi
• Sömürücü ülkelerin bayraklarının yakılması yasak; çünkü onlar yöneticileri değil o ülkenin halklarını temsil ediyor.
• Karalamacılardan dahi olsa birsinin ölümüne sevinmek yasak; çünkü ailesinin acısına saygı duyulur.
• Birilerinin karşısında diz çökmek yasak.
• Onuru kaybetmek yasak.
• Gerçekten özgür olmanın gücünü kaybetmek yasak.
• Tartışmasız bir kahraman olan Fidel Castro'nun heykelini yapmak veya adına anıtlar dikmek yasak. Ona tapmak yasak, o yaptığı işleri insanlığın çıkarı için yaptığını, kişisel olarak çıkar sağlamak veya yücelmek için yapmadığını söyler.
• Zaten hak olan bir şey için yalvarmak, dilemek onu bir mükafat gibi görmek yasak.
• Tarihsel düşmanların özel hayatından konuşmak. Bu sebeple meşhur “Clinton ve Monica Lewinsky” meselesi hakkında bir tek Kübalının bile konuştuğu duyulmadı.
• Halkın iktidarına ve yaşayış şekline karşı işler çevirmek veya ona karşı çalışmak yasak.
• Cehalet yasak.
• Marjinallik yasak.
• Kültürel yozlaşma yasak.
• Çocukların kaderine terkedilmiş bir şekilde sokaklarda uyuması yasak.
• Az sayıda zenginin çok varlığının olması ve çok sayıda insanın az varlığının olmasını oluşturacak durumlara devletin göz yumması yasak.
• Dünya üzerinde herhangi bir yerde üniversite okuma şansı olmayan gençlerin, hayallerine ulaşmak için ne yapacağını bilmeden çaresiz kalması yasaktır bu yüzden ELAM (Latin Amerika Tıp Okulları) kurulmuştur.
• Muayene ve ameliyat parası olanağından yoksun olduğu için doktora gitme imkanını kaybetmiş insanların olması. Bu sağlık alanındaki problemler sadece Kübalıların problemi olarak değerlendirilmesi kabul edilemez. Bu sadece Kübalıların problemi değildir dünyada yaşayan kadın erkek yoksul halkların problemidir (Küba'nın yaklaşık 30,000 doktoru dünyanın yoksul ülkelerinde hizmet vermektedir.)
• Beslenmede yetersiz düzeyin varlığı yasak.
• Çocuk ölümlerinin olması yasak. Dünyadaki Katolik kilisesinin, dünya üzerinde kurbanlar almaya devam eden, kondom kullanılarak kaçınılabilecek hastalıkların, okullarda ve gençlik çevrelerinde konuşulmasını ve bunun önlemlerinin uygulanmasını yüzsüzce engellemektedir.
• Dayanışma eksikliği yasak.
• Duyarsızlık yasak.
• İnsanların topluma karşı sevgi ve saygı duymaması yasak.
• Dayanışma ihtiyacı olanlarla dayanışma eksikliği yasak.
• İki yüzlülük yasak.
• Başkalarının alınteriyle birkaç kişinin zenginleşmesi yasak.
• Karalamacılardan dahi olsa birsinin ölümüne sevinmek yasak; çünkü ailesinin acısına saygı duyulur.
• Birilerinin karşısında diz çökmek yasak.
• Onuru kaybetmek yasak.
• Gerçekten özgür olmanın gücünü kaybetmek yasak.
• Tartışmasız bir kahraman olan Fidel Castro'nun heykelini yapmak veya adına anıtlar dikmek yasak. Ona tapmak yasak, o yaptığı işleri insanlığın çıkarı için yaptığını, kişisel olarak çıkar sağlamak veya yücelmek için yapmadığını söyler.
• Zaten hak olan bir şey için yalvarmak, dilemek onu bir mükafat gibi görmek yasak.
• Tarihsel düşmanların özel hayatından konuşmak. Bu sebeple meşhur “Clinton ve Monica Lewinsky” meselesi hakkında bir tek Kübalının bile konuştuğu duyulmadı.
• Halkın iktidarına ve yaşayış şekline karşı işler çevirmek veya ona karşı çalışmak yasak.
• Cehalet yasak.
• Marjinallik yasak.
• Kültürel yozlaşma yasak.
• Çocukların kaderine terkedilmiş bir şekilde sokaklarda uyuması yasak.
• Az sayıda zenginin çok varlığının olması ve çok sayıda insanın az varlığının olmasını oluşturacak durumlara devletin göz yumması yasak.
• Dünya üzerinde herhangi bir yerde üniversite okuma şansı olmayan gençlerin, hayallerine ulaşmak için ne yapacağını bilmeden çaresiz kalması yasaktır bu yüzden ELAM (Latin Amerika Tıp Okulları) kurulmuştur.
• Muayene ve ameliyat parası olanağından yoksun olduğu için doktora gitme imkanını kaybetmiş insanların olması. Bu sağlık alanındaki problemler sadece Kübalıların problemi olarak değerlendirilmesi kabul edilemez. Bu sadece Kübalıların problemi değildir dünyada yaşayan kadın erkek yoksul halkların problemidir (Küba'nın yaklaşık 30,000 doktoru dünyanın yoksul ülkelerinde hizmet vermektedir.)
• Beslenmede yetersiz düzeyin varlığı yasak.
• Çocuk ölümlerinin olması yasak. Dünyadaki Katolik kilisesinin, dünya üzerinde kurbanlar almaya devam eden, kondom kullanılarak kaçınılabilecek hastalıkların, okullarda ve gençlik çevrelerinde konuşulmasını ve bunun önlemlerinin uygulanmasını yüzsüzce engellemektedir.
• Dayanışma eksikliği yasak.
• Duyarsızlık yasak.
• İnsanların topluma karşı sevgi ve saygı duymaması yasak.
• Dayanışma ihtiyacı olanlarla dayanışma eksikliği yasak.
• İki yüzlülük yasak.
• Başkalarının alınteriyle birkaç kişinin zenginleşmesi yasak.
Yeni Çağ Yeni Ekol
Notos Edebiyat dergisi, yeni sayısında, Çağdaş Türk edebiyatının 'En İyi 40 Şeyi' anketinin sonuçlarını yayımladı. Ankete 181 yazar katılmış. Seçimler şöyle: 1- Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesi. 2- Nâzım Hikmet. 3- İkinci Yeni. 4- Sait Faik ve Alemdağ’da Var Bir Yılan. 5- Oğuz Atay ve Tutunamayanlar. 6- Varlık Dergisi. 7- Hasan Âli Yücel ve MEB Tercüme Bürosu. 8- Yaşar Kemal. 9- Ahmet Hamdi Tanpınar. 10- 1950 Kuşağı Öykücüleri. 11- Garip Akımı. 12- Can Yayınları. 13- Orhan Pamuk. 14- Yapı Kredi Yayınları. 15- Bilge Karasu. 16- Yeni Dergi ve De Yayınları. 17- Türk Edebiyatını Dışa Açma (TEDA) Projesi. 18- Yusuf Atılgan ve Anayurt Oteli. 19- Edebiyat Dergilerinin Çeşitlilik Kazanması. 20- Enis Batur. 21- İletişim Yayınları. 22- Kitap Ekleri ve Radikal Kitap. 23- Varlık Yayınları. 24- İhsan Oktay Anar. 25- Hasan Ali Toptaş. 26- Metis Yayınları. 27- Memet Fuat. 28- AdamÖykü. 29- Sanal Ortamda Edebiyat. 30- İnce Memed. 31- Kitap Fuarları ve TÜYAP. 32- Orhan Veli Kanık. 33- Edip Cansever. 34- Fazıl Hüsnü Dağlarca. 35- Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Olması. 36- Memleketimden İnsan Manzaraları. 37- Murathan Mungan. 38- Nurullah Ataç. 39- Orhan Kemal. 40- Roman Patlaması.
Yazarlarımızın düşünsel alt metinlerini toplayıp, çarpıp böldüğümüzde ortaya çıkan bu demek. Çoğunluğun sesi için konuşursak, sağolsunlar,ortaya bayağı komik maddeler çıkartmaları bir yana, utanmadan sıkılmadan dışarıda bıraktıkları devlerin altında kalmaları da kaçınılmaz. Bu seçimler günümüzde açıkça sol edebiyatın dışlandığını, liberal bir bunalım edebiyatının yeğlendiğini gösteriyor. Halkın genlerine yavaştan işleyen korku günümüz yazarlarının da dillerini bağlamış gibi. Toplumcu yazım haliyle kıçına tekmeyi yemiş..Fakir Baykurt ve Köy Enstitülü yazarlar, Aziz Nesin ve zeka pırıltıları saçan toplumcu hiciv, şiiri bir kılıç gibi kullanan devrimci ruhlar çarpıyı yemişler. Latife Tekin gibi büyülü gerçekçilik yazarları da akıl, espri ve duyarlılık fazlalığıyla suçlanmış olmalılar. Geçmişin Halikarnas Balıkçıları gibi dilleri kadro dışı kalmış, Orhan Kemal gibi, dünya edebiyatında bile örneği çok az olan bir usta 39'uncu sıradan giriyor listeye. Aşırı gereksiz bulduğum yayınevi isimleri ve roman patlaması gibi boş maddeleri daha önemli bulan 181'lere ruhunu veren çoğunluğu tebrik etmemek elde değil. Edebiyatımızda da bir açılım sağlanmış. Artık yeni bir kuşağımız, ekolümüz, akımımız var. Adını da liboşlar koysun.
Yazarlarımızın düşünsel alt metinlerini toplayıp, çarpıp böldüğümüzde ortaya çıkan bu demek. Çoğunluğun sesi için konuşursak, sağolsunlar,ortaya bayağı komik maddeler çıkartmaları bir yana, utanmadan sıkılmadan dışarıda bıraktıkları devlerin altında kalmaları da kaçınılmaz. Bu seçimler günümüzde açıkça sol edebiyatın dışlandığını, liberal bir bunalım edebiyatının yeğlendiğini gösteriyor. Halkın genlerine yavaştan işleyen korku günümüz yazarlarının da dillerini bağlamış gibi. Toplumcu yazım haliyle kıçına tekmeyi yemiş..Fakir Baykurt ve Köy Enstitülü yazarlar, Aziz Nesin ve zeka pırıltıları saçan toplumcu hiciv, şiiri bir kılıç gibi kullanan devrimci ruhlar çarpıyı yemişler. Latife Tekin gibi büyülü gerçekçilik yazarları da akıl, espri ve duyarlılık fazlalığıyla suçlanmış olmalılar. Geçmişin Halikarnas Balıkçıları gibi dilleri kadro dışı kalmış, Orhan Kemal gibi, dünya edebiyatında bile örneği çok az olan bir usta 39'uncu sıradan giriyor listeye. Aşırı gereksiz bulduğum yayınevi isimleri ve roman patlaması gibi boş maddeleri daha önemli bulan 181'lere ruhunu veren çoğunluğu tebrik etmemek elde değil. Edebiyatımızda da bir açılım sağlanmış. Artık yeni bir kuşağımız, ekolümüz, akımımız var. Adını da liboşlar koysun.
Buz Kütlesinin Altına Sızmışken
Buz kütlesinin altında olmak! Kocaman bir tarlada küçücük bir çatlaktan girersin içeri. Sorun yaşadığında hızla yukarı çıkarsan kaybolursun, bitersin, asla bulamazsın çıkışı. Daha da aşağıya inmelisin. Işığın sızdığı çatlağı ancak oradan görebilirsin...
Köpekbalıklarının Dengesi
Köpekbalıklarının Dengesi
Patlamış Mısır'la Kabarmış Türkiye'nin Karşılaştırması
Türkiye, nüfus olarak Mısır’dan 7 milyon az, ama kapitalistleşmede Mısır’ın çok önünde. Mısır, Türkiye milli gelirinin ancak yüzde 52’si kadar milli gelir üretiyor. Bundan dolayı da kişi başına gelir, Türkiye’dekinin yarısı kadar. Nüfusun işgücüne katılım oranı, Türkiye’dekinden daha geri ve verimsiz tarım işgücü yüzde 35’lere yaklaşıyor. Aradaki kapitalistleşme farkını hem dünya ekonomisi ile ilişkili göstergelerde hem de kentleşmede görebiliriz. Türkiye’de kentsel nüfus yüzde 75’e ulaşmışken Mısır’da yüzde 48’de. Yani Türkiye’nin 1970’lerdeki hali. Türkiye dünya ekonomisine Mısır’ın sattığının 4 katı mal satarken Mısır’ın aldığının 4 katı fazla mal ithal ediyor. Dolayısıyla cari açığı da Mısır’ın cari açığından kat kat fazla. Mısır, 2009’da 3 milyar cari açık vermişti, 2010’da açığını kapadı. Türkiye ise 47 milyar dolar cari açık vermiş durumda.
İşsizlik ve adaletsiz gelir dağılımı, iki ülkenin de ortak kaderi. Türkiye’nin resmi işsizliği Mısır’ınkinin 2-3 puan üstünde, gelirin paylaşımında da Türkiye, Mısır’ı epeyi geride bırakan daha adaletsiz bir ülke.
Kamu maliyesinde Mısır’da hükümetin aşırı borçlandığı ve kamu borcunun milli gelirin yüzde 80’ini geçtiği anlaşılıyor. Türkiye’nin şimdilik tuzu daha kuru. Türkiye, Mısır’ın yaptığı dış borçlanmanın neredeyse 8 katını yapmış ve 270 milyar dolarlık borç yüküne sahip.
Özetlersek, Mısır, yetersiz kapitalistleşmenin, Türkiye ise bağımlı doludizgin neoliberal kapitalistleşmenin sorunlarını yaşıyor. Mısır’da kapitalistleşememenin sancıları, sıkıntıları, kırsal yoksulluk, artan kent işsizliği, yolsuzluk ve diktatörün baskıcı rejimi ile yaşanıyor. Türkiye ise, 1980’ler sonrası başlayan ve 2000 sonrası AKP eliyle doludizgin yol alan neoliberalizmin doğurduğu sorunlar yumağı ile boğuşuyor. Yüksek işsizlik Türkiye için bir numaralı sorun. Gelir bölüşümünde, bölgesel adaletsizlikte OECD birinciliğini Meksika ile paylaşıyoruz. Yolsuzluk, AKP iktidarı ile aldı başını gidiyor. Büyüme, ancak sıcak para girişi ile gerçekleşiyor ve ülkenin dışa bağımlılığını, dış borç yükünü kabartarak, üretim gücünü aşındırıp ülkeyi gerçekte yoksullaştırarak sürüyor ama her an tıkanabilir.
Siyasi olarak fark şu ki, Mısır, 30 yıldır bir diktatörün baskıcı rejimi ile gaz biriktirdi ve sonunda patladı. Türkiye, arada bir yapılan göstermelik seçimlerle gazını oradan oraya boşaltıyor ve kitleler ancak istemediklerini iktidar yapmayarak ama istedikleri siyasi oluşumu da bir türlü bulamayarak oyalanıyorlar.
Mısır’dan sonra Arap dünyasındaki dönüşüm, herkesin merakı. Dünya ekonomisine yeterince entegre olamamış bu coğrafyada, merkez kapitalizmin ekonomik ve siyasi inisiyatifinden kopmayacak bir “değişim”e, Batı da onay verecektir. Kapitalistleşmenin önü açılacaksa, neden diktatörlerle oyalansınlar? Özgürlükçü görünüp, neoliberalizmi bu ülkenin kılcal damarlarına zerk ederek ömrü kısalmakta olan dünya kapitalizmine biraz daha taze kan bulunacaksa, “devrime karşı çıkmanın” ne âlemi var?
Ekonomik sancıları ve hızla faşizme yönelişin endişesi ile öfkesi kabaran kitleleriyle, Türkiye’de AKP iktidarına dönük bir halk hareketine Batı, “Mısır yaklaşımı”nı gösterir mi? Evet demek, kolay değil. Çünkü Türkiye’nin ıstırabı, yeterince kapitalistleşememek değil, çarpık, insafsız, yoksullaştıran, eşitsizlikleri büyüten geleceksiz bir kapitalistleşmeye, onun icracısı gerici neoliberal iktidara cepheden itiraz. Fark, önemli...
Mustafa Sönmez
İşsizlik ve adaletsiz gelir dağılımı, iki ülkenin de ortak kaderi. Türkiye’nin resmi işsizliği Mısır’ınkinin 2-3 puan üstünde, gelirin paylaşımında da Türkiye, Mısır’ı epeyi geride bırakan daha adaletsiz bir ülke.
Kamu maliyesinde Mısır’da hükümetin aşırı borçlandığı ve kamu borcunun milli gelirin yüzde 80’ini geçtiği anlaşılıyor. Türkiye’nin şimdilik tuzu daha kuru. Türkiye, Mısır’ın yaptığı dış borçlanmanın neredeyse 8 katını yapmış ve 270 milyar dolarlık borç yüküne sahip.
Özetlersek, Mısır, yetersiz kapitalistleşmenin, Türkiye ise bağımlı doludizgin neoliberal kapitalistleşmenin sorunlarını yaşıyor. Mısır’da kapitalistleşememenin sancıları, sıkıntıları, kırsal yoksulluk, artan kent işsizliği, yolsuzluk ve diktatörün baskıcı rejimi ile yaşanıyor. Türkiye ise, 1980’ler sonrası başlayan ve 2000 sonrası AKP eliyle doludizgin yol alan neoliberalizmin doğurduğu sorunlar yumağı ile boğuşuyor. Yüksek işsizlik Türkiye için bir numaralı sorun. Gelir bölüşümünde, bölgesel adaletsizlikte OECD birinciliğini Meksika ile paylaşıyoruz. Yolsuzluk, AKP iktidarı ile aldı başını gidiyor. Büyüme, ancak sıcak para girişi ile gerçekleşiyor ve ülkenin dışa bağımlılığını, dış borç yükünü kabartarak, üretim gücünü aşındırıp ülkeyi gerçekte yoksullaştırarak sürüyor ama her an tıkanabilir.
Siyasi olarak fark şu ki, Mısır, 30 yıldır bir diktatörün baskıcı rejimi ile gaz biriktirdi ve sonunda patladı. Türkiye, arada bir yapılan göstermelik seçimlerle gazını oradan oraya boşaltıyor ve kitleler ancak istemediklerini iktidar yapmayarak ama istedikleri siyasi oluşumu da bir türlü bulamayarak oyalanıyorlar.
Mısır’dan sonra Arap dünyasındaki dönüşüm, herkesin merakı. Dünya ekonomisine yeterince entegre olamamış bu coğrafyada, merkez kapitalizmin ekonomik ve siyasi inisiyatifinden kopmayacak bir “değişim”e, Batı da onay verecektir. Kapitalistleşmenin önü açılacaksa, neden diktatörlerle oyalansınlar? Özgürlükçü görünüp, neoliberalizmi bu ülkenin kılcal damarlarına zerk ederek ömrü kısalmakta olan dünya kapitalizmine biraz daha taze kan bulunacaksa, “devrime karşı çıkmanın” ne âlemi var?
Ekonomik sancıları ve hızla faşizme yönelişin endişesi ile öfkesi kabaran kitleleriyle, Türkiye’de AKP iktidarına dönük bir halk hareketine Batı, “Mısır yaklaşımı”nı gösterir mi? Evet demek, kolay değil. Çünkü Türkiye’nin ıstırabı, yeterince kapitalistleşememek değil, çarpık, insafsız, yoksullaştıran, eşitsizlikleri büyüten geleceksiz bir kapitalistleşmeye, onun icracısı gerici neoliberal iktidara cepheden itiraz. Fark, önemli...
Mustafa Sönmez
‘Davos Man’ ve ‘yeni ortaçağlar’
Davos toplantısına katılmanın, en alt düzeyde fiyatı (DEF’e üyelik ve bilet) 71 bin dolar. Eğer genel toplantıların ötesinde, kimi özel dar kapsamlı toplantılara katılmak isterseniz ödemeniz gereken miktar 150 bin dolara, yanınızda bir konuk getirmek isterseniz 301 bin dolara yükseliyor. Toplantıya en üst seviyede “stratejik ortak” olarak katılabilmek için gereken miktar 622 bin dolar. Son forumda, yalnızca Çin ve Hindistan’dan yeni stratejik ortak kabul edilmiş, o da en büyük 250 şirketten birinin genel müdürü olmak koşuluyla. Davos’ta kalmak için özel bir villa kiralamak isterseniz haftalık 140 bin doları, araba kiralamak istiyorsanız 10 bin doları, özel jetle gelmek isterseniz 70 bin doları, Zürih’ten Davos’a helikopterle gidip gelecekseniz bir gidiş dönüş için 6 bin 800 doları gözden çıkarmanız gerekiyor.
Şimdi, bunları akılda tutarak, Khanna’nın Wall Street Journal’da yayımlanan, “Davos: Yeni Ortaçağlar Kongresi” (24/01/2011) başlıklı yazısına geçebiliriz. Khanna’nın “yeni ortaçağlar” savı, 1000 yıl öncesinin Avrupası ile bugünün dünyası arasında kurduğu bir paralelliğe dayanıyor (bir özeti için: Bkz, Dünya Ekonomisine Bakış, 17/01/2011).
Khanna, WSJ’deki yazısında, dünya sisteminin Westfalya anlaşması (ulus devletler) öncesi dönemin özelliklerini sergilemeye, diplomasinin, yönetimin ve hegemonyanın çok katmanlı bir özellik kazanmaya başladığını savunuyor. Davos’ta toplanan seçkinlerin, en üst dilimi (Gates, Soros, Buffet gibi tipler) 1000 yıl öncesinin Medici klanına benziyor. Sivil toplum örgütleri, Bono gibi ünlüler ise yine o dönemin “sadaka düzeni”nin (Mendican Orders) önderlerini anımsatıyor. Dün seçkinlerin ortak bir dili vardı, Latince konuşuyorlardı; bugün İngilizce genel bir dil haline gelmiş. Güç dün bu katmanlar ve çeşitli iktidar noktaları arasında dağılıyor, özel savaş şirketleri, dev ticaret şirketleri birbirleriyle rekabet ediyordu, sömürgecilik dönemi başlıyordu. Khanna’ya göre, bugün Davos, bu “yeni gerçekliğin” tüm güç odaklarını bir araya getiriyor, onlara aralarında diyalog kurma, resmi olmayan yollardan, devletlerin kurallarına takılmadan sorunları çözme olanağı sağlıyor. Sanırım o dönemin serflerinin bugünkü karşılığını da 200 milyon işsiz ile emekçilerden orta sınıflara kadar uzanan geniş bir çalışanlar kesimi oluşturuyor.
Sorun şu ki, bu kesim Tunus’tan Mısır’a, Arnavutluk’a, Avrupa’daki öğrenci olaylarına ve grevlere kadar, artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Tam da yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez olduğu bir dönemde. Bence “yeni gerçekliğin” en temel özelliğini de işte bu oluşturuyor...
Ergin Yıldızoğlu - Global Politikültür
Şimdi, bunları akılda tutarak, Khanna’nın Wall Street Journal’da yayımlanan, “Davos: Yeni Ortaçağlar Kongresi” (24/01/2011) başlıklı yazısına geçebiliriz. Khanna’nın “yeni ortaçağlar” savı, 1000 yıl öncesinin Avrupası ile bugünün dünyası arasında kurduğu bir paralelliğe dayanıyor (bir özeti için: Bkz, Dünya Ekonomisine Bakış, 17/01/2011).
Khanna, WSJ’deki yazısında, dünya sisteminin Westfalya anlaşması (ulus devletler) öncesi dönemin özelliklerini sergilemeye, diplomasinin, yönetimin ve hegemonyanın çok katmanlı bir özellik kazanmaya başladığını savunuyor. Davos’ta toplanan seçkinlerin, en üst dilimi (Gates, Soros, Buffet gibi tipler) 1000 yıl öncesinin Medici klanına benziyor. Sivil toplum örgütleri, Bono gibi ünlüler ise yine o dönemin “sadaka düzeni”nin (Mendican Orders) önderlerini anımsatıyor. Dün seçkinlerin ortak bir dili vardı, Latince konuşuyorlardı; bugün İngilizce genel bir dil haline gelmiş. Güç dün bu katmanlar ve çeşitli iktidar noktaları arasında dağılıyor, özel savaş şirketleri, dev ticaret şirketleri birbirleriyle rekabet ediyordu, sömürgecilik dönemi başlıyordu. Khanna’ya göre, bugün Davos, bu “yeni gerçekliğin” tüm güç odaklarını bir araya getiriyor, onlara aralarında diyalog kurma, resmi olmayan yollardan, devletlerin kurallarına takılmadan sorunları çözme olanağı sağlıyor. Sanırım o dönemin serflerinin bugünkü karşılığını da 200 milyon işsiz ile emekçilerden orta sınıflara kadar uzanan geniş bir çalışanlar kesimi oluşturuyor.
Sorun şu ki, bu kesim Tunus’tan Mısır’a, Arnavutluk’a, Avrupa’daki öğrenci olaylarına ve grevlere kadar, artık eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Tam da yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez olduğu bir dönemde. Bence “yeni gerçekliğin” en temel özelliğini de işte bu oluşturuyor...
Ergin Yıldızoğlu - Global Politikültür
27 Ocak 2011 Perşembe
Kapitalist Gerçekçiliğin Restorasyonu
“Kapitalist gerçekçilik”, “toplumsal adaletsizlikleri” ortadan kaldırmaya yönelik her türlü dönüşüm projesini, kapitalizmin ufkunun içine hapseder, liberal demokrasiyi tek siyasi rejim olarak kabul eder. “Kapitalist gerçeklik” altında yaşayanlar, başka bir dünya olasılığını, hiçbir üretim tarzının ebedi olamayacağını unuturlar; tüm teknolojik “ilerlemelere” karşın, adeta 19. yüzyılın, sosyal demokrasi, sosyalizm öncesi toplumsal gerçeklik algısına geri dönerler.
24 Ocak kararları, tarıma, sanayiye, günlük yaşamda halka sunulan hizmetlere yönelik mali destekleri, elde edilmiş hakları, sendika, örgütlenme haklarını kısa sürede imha etti. Ülke ekonomisinin kaynakları özelleştirmelerle, uluslararası mali sermayenin denetimsiz kullanımına açıldı, o zamana kadar geçerli olan “sosyal devlet” (halkın refahından sorumlu devlet) anlayışına son verildi, sermayenin verimlilik ve rekabet ilkesine tabi bir devlet biçimi inşa edildi.
Böyle bir Restorasyon kolay başarılamaz. Bu yüzden bu Restorasyonun programını Türkiye’ye getiren 24 Ocak kararları ancak bir askeri diktatörlüğün eliyle uygulamaya konulabildi. Bir kez önceki dönemin vatandaşlık ruhu, kapitalizme, emperyalizme direniş geleneği imha edildikten sonra, postmodernizmin, insanları kendi bedensel hazlarına odaklanmaya, hakikate ilişkin tüm tartışmaları, önerileri yadsımaya yönlendiren söylemi devreye girerek, bu acılı sürece uyum sağlayacak, bunu savunacak insanı inşa etmeye başladı.
Restorasyon ve düş kırıklığı
Restorasyonun ürettiği insan, “değişim”den yanadır, “satüko”ya karşıdır; ama kapitalizm içinde kalmak koşuluyla. Çok demokrattır, devlete karşı bireysel özgürlükleri savunur, ama tüm özgürlükler sermayenin özgürlüğüne tabi kalmak koşuluyla. Bu özgür, demokrat birey bürokrasiye karşı yaratıcılığı, özgünlüğü savunur; ama bu yaratıcılık, özgünlük pazarlanabilir metalar üretebildiği, sermayenin rekabet gücünü ve verimliliği arttırabildiği sürece… Bu yeni insan ulus devlete karşı olduğu için, “farklılıkları”, “öteki”nin (“başka”nın) özgünlüğünü “yadsıyan”, vatandaşlık kurumuna da karşıdır. Toplumdaki tüm “başka”ların (“öteki”lerin) haklarının ve özgünlüklerinin tanınmasını savunur; ama sermayenin, “Büyük Başka/Öteki” (yasa koyucu) olarak kalmaya devam etmesi koşuluyla. Bu yeni birey, mutlak hakikatlere, büyük projelere, büyük söylemlerin, bireysel özgürlükleri sınırlayan “ilkelerine” de karşıdır. Önemli olan bireysel hazlar ve özgün perspektiflerdir; sermayenin projesi tek büyük söylem, tek mutlak hakikat olarak kalması koşuluyla.
Bu yeni insan, Restorasyon sürecini ilerici ve devrimci, karşı çıkanları, haklarını korumaya çalışan emekçileri, sosyalistleri gerici, tutucu ilan etti, hem de hiç utanmadan, sosyalizmin tarihinden çaldığı kavramlarla, simgelerle…
Böylece, toplumda, neo-liberalizmden başka hiçbir ekonomik modeli, sermayenin verimlilik ve rekabet ilkesinden başka hiçbir ahlaki ilkeyi, sermayeden başka hiçbir “hakikati” kabul etmeyen, totaliter bir egemenlik yerleşti. Daha sonra, terorizme karşı savaş retoriği, siyasal İslamın, AKP hükümetinin iktidarı, totaliter egemenliğin otoriter özelliklerini de güçlendirmeye başladı.
Kamusal alanlar sermayenin kullanımına açıldıkça vatandaşlık kurumunun maddi temeli çöktü: Vatandaşların eşitliği ilkesi, yerini tüketicilerin eşitliğine, özgürlük ise tüketim ve kâr yapma özgürlüğüne indirgendi. Bu dünyada vatandaşların verdikleri vergilere dayanan sosyal hizmetlerin yerini de hayır kurumlarının sadaka sistemleri almaya başladı. Devlet sosyal hizmetlerden çekilirken oluşan boşluğu sivil toplum örgütleri, siyasal İslam, bu totaliter rejiminin sadaka düzeninin kurumları olarak, doldurmaya başladılar.
Restorasyonun, bedensel hazlarının tatminine, tüketim nesnelerine odaklanmış bireyi şimdi, özgürleşemediğini, dahası, sermayenin soğuk hakikatine, ahlakına, yıkımına karşı bir tepki olarak canlanan dini hakikatlerin ve ahlakın bireylerinin, yaşam alanına tecavüz etmeye başladığını görerek dehşete düşüyor. Sermayenin, emekçilerin, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım gibi haklarına, özelleştirmeler yoluyla yönelttiği saldırılar artık tepki çekiyor, direniş, haklar mücadelesi yaratıyor, sosyalistlerin toplumsal saygınlığı yeniden artıyor. Bu koşullarda sermaye de bu tepkiye direnebilmek için dayanacak bir “büyük söylem” ararken, dini “hakikat rejimiyle” uzlaşmaya başlıyor. Restorasyonun birey, tarihin çöplüğüne her gün biraz daha yakınlaşıyor.
Ergin Yıldızoğlu - Global Politikültür - Cumhuriyet
24 Ocak kararları, tarıma, sanayiye, günlük yaşamda halka sunulan hizmetlere yönelik mali destekleri, elde edilmiş hakları, sendika, örgütlenme haklarını kısa sürede imha etti. Ülke ekonomisinin kaynakları özelleştirmelerle, uluslararası mali sermayenin denetimsiz kullanımına açıldı, o zamana kadar geçerli olan “sosyal devlet” (halkın refahından sorumlu devlet) anlayışına son verildi, sermayenin verimlilik ve rekabet ilkesine tabi bir devlet biçimi inşa edildi.
Böyle bir Restorasyon kolay başarılamaz. Bu yüzden bu Restorasyonun programını Türkiye’ye getiren 24 Ocak kararları ancak bir askeri diktatörlüğün eliyle uygulamaya konulabildi. Bir kez önceki dönemin vatandaşlık ruhu, kapitalizme, emperyalizme direniş geleneği imha edildikten sonra, postmodernizmin, insanları kendi bedensel hazlarına odaklanmaya, hakikate ilişkin tüm tartışmaları, önerileri yadsımaya yönlendiren söylemi devreye girerek, bu acılı sürece uyum sağlayacak, bunu savunacak insanı inşa etmeye başladı.
Restorasyon ve düş kırıklığı
Restorasyonun ürettiği insan, “değişim”den yanadır, “satüko”ya karşıdır; ama kapitalizm içinde kalmak koşuluyla. Çok demokrattır, devlete karşı bireysel özgürlükleri savunur, ama tüm özgürlükler sermayenin özgürlüğüne tabi kalmak koşuluyla. Bu özgür, demokrat birey bürokrasiye karşı yaratıcılığı, özgünlüğü savunur; ama bu yaratıcılık, özgünlük pazarlanabilir metalar üretebildiği, sermayenin rekabet gücünü ve verimliliği arttırabildiği sürece… Bu yeni insan ulus devlete karşı olduğu için, “farklılıkları”, “öteki”nin (“başka”nın) özgünlüğünü “yadsıyan”, vatandaşlık kurumuna da karşıdır. Toplumdaki tüm “başka”ların (“öteki”lerin) haklarının ve özgünlüklerinin tanınmasını savunur; ama sermayenin, “Büyük Başka/Öteki” (yasa koyucu) olarak kalmaya devam etmesi koşuluyla. Bu yeni birey, mutlak hakikatlere, büyük projelere, büyük söylemlerin, bireysel özgürlükleri sınırlayan “ilkelerine” de karşıdır. Önemli olan bireysel hazlar ve özgün perspektiflerdir; sermayenin projesi tek büyük söylem, tek mutlak hakikat olarak kalması koşuluyla.
Bu yeni insan, Restorasyon sürecini ilerici ve devrimci, karşı çıkanları, haklarını korumaya çalışan emekçileri, sosyalistleri gerici, tutucu ilan etti, hem de hiç utanmadan, sosyalizmin tarihinden çaldığı kavramlarla, simgelerle…
Böylece, toplumda, neo-liberalizmden başka hiçbir ekonomik modeli, sermayenin verimlilik ve rekabet ilkesinden başka hiçbir ahlaki ilkeyi, sermayeden başka hiçbir “hakikati” kabul etmeyen, totaliter bir egemenlik yerleşti. Daha sonra, terorizme karşı savaş retoriği, siyasal İslamın, AKP hükümetinin iktidarı, totaliter egemenliğin otoriter özelliklerini de güçlendirmeye başladı.
Kamusal alanlar sermayenin kullanımına açıldıkça vatandaşlık kurumunun maddi temeli çöktü: Vatandaşların eşitliği ilkesi, yerini tüketicilerin eşitliğine, özgürlük ise tüketim ve kâr yapma özgürlüğüne indirgendi. Bu dünyada vatandaşların verdikleri vergilere dayanan sosyal hizmetlerin yerini de hayır kurumlarının sadaka sistemleri almaya başladı. Devlet sosyal hizmetlerden çekilirken oluşan boşluğu sivil toplum örgütleri, siyasal İslam, bu totaliter rejiminin sadaka düzeninin kurumları olarak, doldurmaya başladılar.
Restorasyonun, bedensel hazlarının tatminine, tüketim nesnelerine odaklanmış bireyi şimdi, özgürleşemediğini, dahası, sermayenin soğuk hakikatine, ahlakına, yıkımına karşı bir tepki olarak canlanan dini hakikatlerin ve ahlakın bireylerinin, yaşam alanına tecavüz etmeye başladığını görerek dehşete düşüyor. Sermayenin, emekçilerin, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım gibi haklarına, özelleştirmeler yoluyla yönelttiği saldırılar artık tepki çekiyor, direniş, haklar mücadelesi yaratıyor, sosyalistlerin toplumsal saygınlığı yeniden artıyor. Bu koşullarda sermaye de bu tepkiye direnebilmek için dayanacak bir “büyük söylem” ararken, dini “hakikat rejimiyle” uzlaşmaya başlıyor. Restorasyonun birey, tarihin çöplüğüne her gün biraz daha yakınlaşıyor.
Ergin Yıldızoğlu - Global Politikültür - Cumhuriyet
Mülklüler
'' Bir kadının bir erkekle ilişkisi sahip olma ilişkisidir. Ya sahip olma ya da sahip olunma. Erkeğin istediği özgürlüktür, kadının istediği mülkiyettir. Bütün kadınlar mülkiyetçidir.''
Mülksüzler / Ursula K. Le Guin
Mülksüzler / Ursula K. Le Guin
Haberleri yok
Sinekler nasıl üşüşürse ışığa, öyle üşüştüler televizyonun çevresine. Yanacak zavallılar.
Değiş Tokuş
Kapı çalıyor, açıyorum, alt katta yalnız yaşayan ihtiyar adam gülerek bakıyor, doksan yaşından az olmadığı kesin, her yanı buruş buruş, gözlerinin feri sönmüş, buyrun, diyorum… evladım, diyor, söylemesi ayıp, bir kızla buluşucam da, chatten şooldu… gülmek geliyor içimden, evet amca… şeey, vücudunu iki üç saatliğine ödünç alabilir miyim diyecektim… düşünüyorum bir an, bizim oğlan oynamak ister şimdi, diyorum, nasıl kullanacağımı bilemem, kalp krizi geçirtmeyeyim bir de vücudunuza, diyorum… yok canım, o kadarla bir şey olmaz diyor… iyi o zaman da üç saati geçmesin lütfen diyorum, bazı işler var da... tabi tabii, derken bir an duruyor, şeey, diyor yine, çok özür dilerim, sorulmaz ama, eee, aktivite konusunda yani, bir sorun falan yoktur inşallah… yok amca, diyorum, sorun yok… gülüyorum salak gibi, o da gülüyor mahcup… bedenlerimizi değiş tokuş ediyoruz, iki büklüm kendimin yanından geçip içeriye yürüyor, halıda oynayan oğlumun şaşkın suratına bakıyorum… bana ne getirdin diye soruyor otomatik… tatlı yaşlı gülüşümle şeker, diye cevap vermek isterken düşüyor aşağıya dişlerim…
26 Ocak 2011 Çarşamba
Nezaketle İncelik Arasındaki Fark
Delphine Seyrig ‘Baisers Voles’da genç sevgilisine nezaket ile incelik arasındaki farkı izah eder:
“Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.”
“Tut ki kazara bir kadının duşun altında çırılçıplak olduğu bir banyoya giriyorsun. Nezaket hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Madam!’ demeni gerektirir; incelik ise hemen kapıyı kapatıp, ‘Pardon Mösyö!’ demeyi.”
24 Ocak 2011 Pazartesi
23 Ocak 2011 Pazar
ÇEVENGUR – Andrey Platonov
Çevengur, bir ustanın engin yaşam deneyiminin çocuk boyama defterine aktarılmasına benziyor. Sabırlı fırça darbeleri ortaya izlenimci-dışavurumcu-kaderci bir üst tablo çıkarırken kendi çocukluğu oluşan işi göz yaşlarıyla izliyor ve ağzı üzgün kıpırtılara kapılmış, bir şeyler söylemeye çalışıyor gibi... Yaşamsal kederi, bireylerin aşırı bireyci toplumsal dönüşüm çabalarını, binlerce yıldan damıtılmış keskin folklorik alayı, çevresinde ağırdan sürüp giden ama ona raydan az sonra çıkacak bir trenin kompartımanından dehşetle yokoluşa bakıyorumuş hissini yaşatan o büyük dönüşümü anlamaya çalışan şaşkın bir anlatım yakalanmış bilinçli olarak. Her sayfa ayrı bir hikayeye, iç dinamizme, kendini yiyen fikirlere, insanı kıkırdatan bir felsefik altyapıya sahip. Her öykü yaşamdan süzülüp gelmiş bir ana fikir. Öyle ki sayfalar ayrı ayrı kitaplar olarak da değerlendirilebilir. Okur parmağını araya koyup gelişigüzel bir bölüm açsa oradan kitabın temel tadı damağına doğru akıp gider, ona anın keyfini doya doya yaşatabilir. Şimdiye kadar hiçbir yazarda görmediğim bu özellik Platonov’u ayrıksı bir noktaya taşırken, ona bir üst-yazar kimliği kazandırıyor. Zahar Pavloviç, Saşa Alexander, Dvanov ve Kopyontkin kurmaca kitap kişiliklerinin çok üstünde, üçüncü boyuta sahip ana karakterler. Yazar, rus halkının sallapati onurunu, devrimci ruhlarının kararsız bilinçaltını, yaşam kavgasında ilahi bir güç tarafından kendilerine sunulan basit kaderi yaşama çabalarındaki sarsaklığı yansıtırken, onların tek tek içine girmiş de, doludizgin bir hayatı bir zahmet okurları için yaşamış gibi yazıyor. Olaylardaki absürt yapının inandırıcı bir gerçeklikle sarmalanışı da takdire şayan. Her karakter bizim önümüzde tüm çıplaklağıyla yaşıyor delilerin onlara sunduğu şu garip hayatı. Belki de bu yüzden, en az Platonov kadar üzülüyoruz sunulan seçimlere, kaybedilenlerin derin acısına, sevginin gün be gün tükenişine. En az Platonov kadar şaşırıyoruz, şu yarım akıllı insanların boylarından büyük işlere kalkışıp boyunlarına kendi elleriyle beceriksizliğin ilmeğini geçirmelerine ve en az onun kadar biliyoruz artık: Her şey çok saçma, çok komik ve bir o kadar üzücü!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)