Hapı midesine göndermiş, kendini partinin yoğun gürültüsünden koparıp dışarı atmıştı Hakan. Balkonda trabzana tutunup sallanarak manzaraya baktı. Renkler sanki delirmiş balerinler gibi dansediyordu önünde. Kusacak gibi oldu ama ustaca bir yutkunmayla toparladı durumu. Yemeği de içkiyi de fazla kaçırmıştı. Dikkati bir kuşa yoğunlaştı birden. Pembe bir karga. Kuyruğuna çıplak bir kadın tutunmuş çığlık-kahkaha karışımı sesler çıkararak uçuyordu. Sonra kocaman bir gölge düştü üstüne. Kaldırdı kafasını ve kıvrıldı dudakları. İçine bir neşe yürüdü. Bir fil, kulakları hızdan neredeyse görünmez, havada asılı kalmıştı ve upuzun hortumuyla kıçını kaşıyordu. Bir kahkaha patlattı Hakan. İçeri koşup limona batırılmış havuç parçalarından kaparak yine balkonda aldı soluğu. Oradaydı fil hala.
“Gel!” İleriye uzanmıştı eli. “Gel oğlum.”
Ve birden, hevesten gözleri fıldır fıldır, hızla balkona atladı fil.
Beton çöktü o an. Parçalar kırılıp saçıldı her yana. Çöküp giderlerken boşu boşuna tutunmaya çalıştı Hakan bir yerlere. Haykırışı yankılandı boşlukta.
On saniye içinde herkes pencerelere ve çoğu gitmiş azı kalmış balkon betonunun kıyısına akmış; gözleri faltaşı gibi dört kat aşağıda yatan, her yanı kırılmış Hakan’a bakmışlardı. Bir de file tabi. O kadar büyüktü ki, gözden kaçırmak imkansızdı zaten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder