15 Ocak 2011 Cumartesi

Zamansız Adamın Anıları

Cama tutunmaya, araçla birlikte ilerlemeye çalışıyor dışarıdaki görüntüler. Tökezleyen küçük bir çocuğun nasıl suratı buruşursa, beceremediklerinde onların da yaralı bir siliklikle kaplanıyor üstleri. Kalabalığın içinde, istiflenmiş bir balık gibi, burnum havada duruyorum. Tavanda bir örümcek. Yavaştan kıpırdanıyor. Yanımdaki adama bakıyor sanki küçük kara gözleriyle. Şöför dikiz aynasına sığışmış, iki büklüm içeriyi gözetliyor. Yeri boş. Gideceği yeri biliyor olmalı otobüs.
“Sizi tanıyorum ben,” diyor yanımdaki kadın gülerek. Hafif eğilmiş kafasına uyum göstermeden dimdik havada duruyor kızıla boyanmış saçları.
“Öyle mi?” demek üzere ağzımı açmışken “Konuşma onla, deli o,” diyor incecik, uzaklardan gelen bir ses.
Gülüyor kadın kıkır kıkır. Şiş karnını gösteriyor. “Biraz erken başladı sohbete.”
Düşünüyorum bir süre. Gözlerim kısılıyor hafif. “Nereden tanıyorsunuz beni?”
“Nereden mi? Sadece ben değil, hepimiz tanıyoruz. Bağırdınız ya az önce.”
“Avaz avaz,” diyor arkalardan birisi.
“Bağırdım mı?”
“Evet.”
“Bir yanlışınız olmalı,” diyorum kafamı sallayarak. “Burada bir şeyler düşünüyordum. ”
“Bağırdın arkadaşım,” diyor bıyıklı, otuz yaşlarında, pis bakışlı bir tip. “Hepimiz duyduk işte. Adım şu, onu yaparım bunu yaparım, beni şöyle umursamadılar, böyle kaale almadılar falan, hiç susmadın.”
“Bir işim var benim, dedi durdu...”
Omuzlarımı kaldırarak gülüyorum tepkisel. “Hiç hatırlamıyorum böyle bir şey.” Duruyorum bir an ve ekliyorum: “Çok saçma bu!”
“Bence çok güzel bir şeydi bu yaptığınız,” diyor yanımdaki kadın. “Keşke herkes sizin kadar cesur olsa.”
“Katılıyorum,” diyor kalın kaşlı, kartal burunlu bir genç. “Herkes tanışmalı bi kere. Aynı yerde yaşayıp birbirimize yabancı gibi davranmamız olacak iş değil.”
“Bunu anırmadan da yapabiliriz,” diyor pis bakışlı tip.
“Sizden nefret ediyorum, hepinizden,” diye bağırıyor incecik ses, uzaklardan. Özür dilercesine gülüyor hemen annesi.
“İşim yok ki benim,” diyorum ben, aklım karışmış.
“Öyle söylemediniz ama,” diyor kalabalığın arasından birisi.
“Yalan söyleyecek halim yok,” diye bağırıyorum birden. “Sizin suçlamalarınızı ciddiye almak zorunda değilim.” Ellerimin titrediğini fark ediyorum o an. Kıpkırmızı olduğumu... Engelleyemiyorum ansızın ortaya çıkan mantıksız hezeyanımın sürmek için gösterdiği çabayı. “Üstelik işim de var! Pazarlamacıyım ben. Yalan mı istiyorsunuz. Alın size yalan. İstemediğiniz şeyleri bile satabilirim size ama bunu yapmıyorum. Neden mi? Önemsiyorum sizi. Buna değmeseniz de böyle işte. Bi de kalkmış beni sorguluyorsunuz. Ne hakla!. Hah! Bağırmışım. İstediğim kadar bağırırım. Hakkınızda sizin bile bilmediği şeyler biliyorum ben…”
Susuyor herkes, önlerine bakıyor. Geçiyor manzara reklam yazılarıyla kaplanmış. Şöför rahatsız olduğunu belli edercesine yerini değiştiriyor dikiz aynasının içinde, kıçı koskocaman kaplıyor çerçeveyi. Boynumda kabarmış damarlar, mosmor bir yüzle bağırmaya devam ediyorum ben. Neden bahsettiğim konusunda hiçbir fikrim yok artık. Hatta duymuyorum bile kendimi. Sadece gürültü. Bir süre sonra pat, diye kapanıyor çenem. Zangırdayan, az sonra işeyecekmişim gibisinden hareketlere kapılmış bedenimden utancım kalıyor geride. Gözlerim dışarıya dikilmişken kulaklarım otobüsün içinden gelecek tepkileri bekliyor bir yandan. Hiç kimse tek kelime etmiyor. Saniyeler kaplumbağalara binmiş, ağızlarında incecik bir dal, gökyüzünü izleyerek rahat yolculuklarına devam ediyorlar. Gözlerime oturan tiki zorlukla durdurup, sıkıntı dolu bir nefes salarak yanımdaki kadına dönüyorum. “Özür dilerim,” diyorum yorgun bir ifadeyle.
Bana dönüyor ansızın, hiçbir şeyden haberi olmayan bir insan nasıl irkilirse. “Efendim?”
“Özür diliyorum,” diye yineliyorum lafımı. “Öyle bağırmamalıydım.”
“Ne dediğinizi anlamadım!”
Sinir üstüme atlıyor kapıyı çalmadan. Yine bir titreme alıyor vücudumu ama kendimi tutmayı başarıyorum. “Bağırdım ya,” diyorum incecik bir sesle.
Önüne dönüyor beni rahatsız edici bir gerizekalı konumunda bırakarak. Susuyor herkes dut yemiş bülbül gibi. İçimde kopan fırtınaları, bir kez daha avaz avaz bağırma isteğimi yutup manzaraya bakıyorum. Araba zangırdar, tekerleklerin yolu çekişi kulağımıza uğultularını yollarken aynı görüntü sabit duruyor şimdi. Taştan bir ev… Pencere açılıyor, tavşan kafasını dışarı çıkıp bana bakıyor ve keyifle gülüyor beni bulduğu için.
“Çay hazır. Kek de yaptım. Hadi in şu otobüsten.”
Birden hız yok ediyor onu. Çoook çok gerilere, upuzun bir siluet bırakarak uçuveriyor ev. Başım öyle bir dönüyor ki arka tarafa, boynumdan koca bir çatırtı koparken, kafasını uzatmış beni inceleyen herifle de burun buruna bırakıyor. Kulaklarının üstünde çalışıyor örümcek. Kafası alnına kadar ağa batmış. Dudakları sarkmış, ağzından küf kokusu süzülüyor çaydanlıktan kendini dışarı atan buhardan farksız. Burnundan aşağı atlıyor örümcek. Çeneye bir nokta koyup ağı yukarıya taşıyor yine.
Ağzı açılıyor adamın hafiften. “Beni tanıyor musun?” diye soruyor...

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda devam ediyor!

Hiç yorum yok: