30 Eylül 2007 Pazar

FossurGama Sunar: Canlandırma - Ne bu şimdi!

Şimdi gözünüzde bir sahneyi canlandırmanızı istiyorum: Döküntü bir gecekondu mahallesi, çamurlu bir sokak. Sert yüzlü, saçları dökük, gözleri kan çanağı bir herif... Birisinin alnına silahı dayamış hiç durmadan küfür ve tehdit yağdırıyor. Karşısındaki ise basık ve şekilsiz kafası, çizgiye dönmüş gözleri, kaymış ağzından dökülen salyalarıyla muhtemelen bir mongol ve mütemadiyen kıkırdayarak koltuk altlarını gıdıklayıp duruyor silahlı adamın...

Bu kadar.

FossurGama Sunar: Vakit Geldi

Metroda tangırdayıp titreyen insan siluetleri. Sinirli yüzler. Geçmek bilmeyen saatler. Birden bir anons. “Sevgili yolcular, İstanbul için iftar vakti...” Akıp giden duvarlar, yanıp sönen ışıklar, açılan çantalar, ışıyan yüzler... Bir anons daha az sonra: “Şaka şaka, daha iki dakika var iftara...” Çiğnemeyi bırakan ağızlar, birbirine yönelen şaşkın bakışlar, sıkılan yumruklar...

Taşıyıcı Üzerine Eleştiri - Radikal - Ömer Türkeş.



Çağan Dikenelli, 1969, İzmir doğumlu. Saint Joseph Koleji’nde öğrenimini tamamladıktan sonra, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümünü bitirmiş, sinema ve televizyon sektöründe yönetmen yardımcılığı ve senaristlik yapmış. İlk romanı “Herkes Akrabam Olur”(2004) mizah türündeydi. Yeni romanı “Taşıyıcı”yla korkuyu deniyor Dikenelli.

Anadolunun gizli medeniyetleri
Korku edebiyatının tarihini ilk yazılı metinlere, efsanelere, mitolojiye, Kutsal Kitaplara kadar uzatmak mümkün. Romana İngiliz Gotik edebiyatıyla yerleşen korku türü, genellikle varlıkları tamamıyla hurafelerin alanına itilen cadılar, cinler, hortlaklar, vampirler ve büyülerle ilgilidir. Bu tarz metafizik öğelerin Anadolu masal ve inanışlarında özel bir yeri olmakla birlikte, korku romanları Cumhuriyet döneminde çok az yazılmıştır. İlginç olan, “yüksek edebiyat”ın fantastik öğeler barındırması övülürken, fantastik üst başlığında toplanan türlerin kendi başarına saygınlıklarını bir türlü tesis edememeleridir. Pek çok neden sıralanabilir, ama konumuz roman olduğuna göre “fantastik metinlerin gerçeklerden kopukluğu” iddiası, sanıyorum bunlardan en önemlisi. Ne var ki, barındırdığı fantastik motiflere rağmen, “Taşıyıcı” bu tarz iddiaların haksızlığını kanıtlayacak türden.

Kısa bir özetle başlayalım: Bir gece vakti, Anadolu’nun ücra bir köşesinde iç sıkıntılarıyla boğuşarak otomobil kullanan roman kahramanı Oğuz, bir an önce evine dönmeyi, odasına yerleşip, kitaplara gömülmeyi ve arkadaşlarıyla biraz “geyik” yapmayı hayal ederken, upuzun uzanan yolda, kurban arayan lanetli bir kurşun gibi gelen bir kamyondan kurtulmak isterken kontrolünü kaybeder. Ucuz atlattığı bu kaza sonrasında arabasının çekilmesi beklerken gördükleri, arkeoloji dalında ihtisas yapmış otuz beş yaşında bir akademisyen için belki de hayatının fırsatıdır:

. “Titreyen elini yüzüne götürüp terini silerek, bir daha baktı önündeki şeye. İki metre çapında, bronz olduğunu zannettiği parlak sarı metalden bir çemberle karşı karşıyaydı. Tam ortasında, sekizgen bir boşluk göze çarpıyordu. Sanki bir taş yerleştirilmek amacıyla açılmıştı. Kenarları öyle keskin, öyle pürüzsüz işlenmişti ki... Ve buradan, genişleyerek çemberin dış sınırındaki küçük çemberlere doğru akan mavi kılcal damarlar. Damarlara, dış alana doğru bir sürü işaret eşlik ediyordu. Bunlar deliğin olduğu yerden küçük karıncalar gibi fırlayıp, dışa doğru büyüyerek, ayakta rahatlıkla görülebilecek bir netliğe kavuşuyorlardı. Sınır çizgisi ise saat yönünde on iki farklı daireyle bölünüyor; bu dairelerin hepsinde büyük bir şekil, sanki bir yaratık sembolü ve onu çevreleyen küçük hiyeroglifler bulunuyordu.”

Metalin yüzeyindeki yazıları ne kadar zaman geçtiğinin farkında bile olmadan bir deftere kaydeden Oğuz, araştırmak için bir gün bile beklemeye tahammülsüz, yanına film almadığı için öfkeli, Anadolu medeniyetleri kuramlarını altüst edecek bir buluşuyla heyecanlı bir biçimde İstanbul’a dönecek, hocasının inanmazlığına aldırış etmeden, kendisine güvenen arkeolog arkadaşlarından bir kazı ekibi toparlayacaktır.

Kasvetli bir köyün yakınlarındaki tepeye kamp kuran ekip, bir süre sonra köylülerin tuhaf ve düşmanca davranışlarından huzursuzluk duyar. Kamp yerine gelen dilsiz bir genç kız, köylülerin korktukları ihtiyar bir kadın ve tapınakta gördükleri küçük bir oğlan çocuğu gerilimi daha da tırmandırır. Ekip gitme kararı vermiştir vermesine, ama…

Bu gerilimli gecenin devamını, okurken duyacağınız heyecanı azaltmamak için aktarmayacağım. Ancak hikayenin, bu yazıda özetlendiği gibi akmadığını, köyde geçen sahnelerin hikaye anlatım zamanının beş ay öncesine denk geldiğini, anlatım zamanındaki Oğuz’un “tehlikeli” bir hasta olarak psikiyatri kliniğinde gözlem altında bulunduğunu söyleyebilirim.

Galip Tekin çizgilerini sevenler için
2000’li yıllarda yerli roman sayısında görülen hızlı artış içerisinde taşranın yeri yine çok azdı, ama ilginçtir, taşrayı en çok hatırlayanlar polisiye, korku, gerilim ve fantastik türlerde yazanlar oldu. Entellektüel faaliyetin kendi içine kapanıp İstanbul dışına çıkamadığı günümüzde, taşrayı şuçun, şiddetin ve korkunun mekanına dönüştüren bu tarz anlatılardaki artış sadece edebiyat içi dinamiklerle açıklanamaz. 80’lerden sonra esen tüketim ekonomisi ve küreselleşme rüzgarları, yeterince tüketemeyen ve küreselleşmesi pek mümkün görünmeyen bütün kent ve kasabaları, onlarla birlikte insanları ve hayatları da uzaklaştırıyor gözümüzden. Merkezin çevreyi yuttuğu ve unutturduğu günümüzde, taşranın edebiyatta ve medyada bir yer bulabilmesi ancak uzaklık ve ürkütücülüğüyle, normal dışılığıyla ya da oryantalist imgeleri besleyen otantik figürleriyle mümkün olabiliyor.

Anadolu’da geçen korku romanlarındaki artışın diğer bir nedeni, taşrayı korkunun değişmez mekanına çeviren Holywood sinemasının ve bestseller romanların zihin dünyamızda yarattığı etkilerde aranmalıdır. Her ne kadar yazıldığı ülkenin, yani Amerikan taşrasının zihinsel yapısı, inanç biçimlerini, birey ve toplum psikolojisini, kültür ve folklorik özelliklerini taşısalar da, özellikle Stephen King romanları ve sinema uyarlanan türevleri, içerdikleri metafizik öğeler ve genelgeçer insani duygularla, evrensel bir etkide bulunuyorlar. Onları çekici kılan, orta sınıftan saygın insanların sakin, sessiz dünyasını, merkeze uzak kasabalardaki pastoral hayatı, inançlı muhterem kişileri, doğanın olanca renklerini, kimi zaman insana en yakın canlı türlerini gerçekçi ayrıntıları ihmal etmeden kullanmasıdır. Estetik ile gündelik yaşam arasındaki uzaklığı yok ederek çağdaş ABD toplumunun kalbine ulaşıyor King, kapitalist toplumlarda yaşayan orta sınıfların muhafazakarlığını, ötekilere karşı evrensel endişelerini yakalayabildığı için, etkilediği coğrafya bize kadar genişliyor....

Çağan Dikenelli de Stephen King formülünü kullanmış; okuyucuya tanıdık gelen orta sınıf saygın insanların Anadolu’nun içlerinde yaşadıkları dehşet, toplumun bilinmeyene –ötekine- duyduğu ortak endişeleri hareketlendirecek türden. Ancak haksızlık yapmak istemem; Dikenelli, bu endişeleri iyi kullanmış. Büyük kentlerdeki steril hayatlarından bir süreliğine de olsa vazgeçip şansını Anadolu kırsalında arayan bir gurup akademisyenin ortak bir dili, ortak bir ulus kimliğini, ortak bir tarihi, belki de ortak bir dini paylaştıkları köylülerle karşılaşmalarını gerilim öğesine dönüştürmüş. Kentlinin köylüye, köylünün kentliye duyduğu hoşnutsuzluk öyle bir noktaya geliyor ki, iki taraf da diğerini kolaylıkla yok edecek bir ruh haline bürünüyor. Şimdilerde Anadolu’nun dört bir yanında tanık olduğumuz linç girişimlerini hatırlarsak eğer, bu fantastik korku hikayesinin toplum psikolojisini yansıtmak konusundaki başarısını kolaylıkla teslim edebiliriz.

Korku/gerilim yaratmanın atmosfer yaratmak demek olduğunun da farkında yazar. Bir gece vakti bir rastlantıyla başlayan macera yine bir gece vakti noktalanırken, açıkça telaffuz etmedikleri bir şeylerden ürkmüş köylüleriyle, kuşku veren insanlarıyla, kazıda bulunan kurban sunağıyla, garip düşler ve kabuslarla sürekli diri tutuyor okuyucunun tedirginliğini. Dahası, iki zamanlı kurgu da söz konusu tedirginliği merak duygusuyla zenginleştirecek kadar iyi kullanılmış. Ancak “Taşıyıcı”nın hikayesi, mekanları ve insanları, bir Galip Tekin hayranı olarak, fazlasıyla tanıdık geldi bana. Bilinen hiçbir Anadolu uygarlığının diline benzemeyen kelimelerle konuşan Anadolu köylüleri, eski uygarlıkların ardında başka gezegenlerden gelen varlıklar, köye rastlantıyla gelip dönemeyen yabancılar, sona geldiğinde parçalanan bedenler gibi motifler, doğrusu Galip Tekin’in Leman’da çizdiği hikayelerde de dehşet vericiydi.

Benzerliklerin, az üretilen bir türde ilk kez ürün veren yazarın başarısını gölgelemediğini belirtmek yerinde olur. Ahmet Haşim’in, 22 Şubat 1923 Akşam gazetesinde, korku türündeki bir başka ilk romanı -Suat Derviş’in “Ne Bir Ses Ne Bir Nefes”ini- değerlendirirken kullandığı şiirsel cümlelerle bitirmek istiyorum. Gerçekten de tarih tekerrürden mi ibaret acaba?

“Haşyet hissi hayatımızı doğrudan doğruya tehdit eden müsbet tehlikelerden gelmediği zaman, bir zevk menbaı ve bir güzellik mevzuudur. Onun için bir çok çocuk masalları, halk efsaneleri, ciddi san’at eserleri bu mevzudan mülhem olmuşlardır, “Korku edebiyatı” dünyanın her tarafında en çok rağbet bulan meta’dır. Bütün medeni merakizde bir nevi tamaşa müesseseleri vardır ki oraya gayet ağır başlı kimseler, karılarile kızlarile, akşam yemeğinden sonra, henüz iyi ölmemiş bir ölünün diri diri mezara konuluşunu veyahut canlı bir insan sırtından, lime lime, et ve deri parçalarının koparılışını seyir için giderler. Son zamanlarda sinema “haşyet” merakını bütün içtimai tabakalara tamim etti. Dünyanın hiç bir tarafında artık hiçbir sinema perdesi tasavvur edilemez ki orada seyirciler, rakseden iskelet kafilelerini, cadı ve peri alaylarını, hortlak ve hayalet nümayişlerini temaşaya mecbur olmasınlar. Kanın aktığı, demirin şıkırdadığı, meş’um rüzgar darbelerile pencerelerin kapandığı, taze ölünün ağaçlar arasından beyaz bir bulut halinde doğup yükseldiği şeritler, karanlıkta en ziyade çehreleri geren ve gözleri çekenlerdir. Avam romanları da sinema tesirile, bu müstevli zevke uymağa mecbur oldular. Şimdi eski macera romanları yerine halkın istediği “korku”. romanlarıdır. Fakat bu romanların malzemesi, son zamanlarda artık kariin ensesinden soğuk ra’şeler geçirecek yerde tebessüm ettirmeğe başladı. Her fazla rağbet bulan şey gibi “korku” edebiyatının usanç vermeğe başlıyacağı zaman da uzak değildir.”
A. Ömer Türkeş

Yeni Türk Yemeği - Şabalak

İki bardak ılık islam suyu, iki türban balığı, 250 gr amerikan salatası, 100 gr avrupa sosu, bir tutam İran baharatı, biraz Malezya hardalı, bir IMF göbeği, yedi adet emperyal acı biber, beş damla gül yağı, bir diş kürt sarımsağı...

Yeme de yanında öl.

29 Eylül 2007 Cumartesi

FossurGama Filmcilik Gururla Sunar: Tatlıcı

Yolda tezgahını yeni açmış bir tatlıcı görürüz. Çevresine bakınır. Burnunu karıştırır kimsenin kendisini izlemediğini görünce. Sonra önündeki kamerayı farkeder ve bu sefer de sol elini az önce soktuğu donundan dışarı çıkarır utanarak. “Oh oh, tombala mı çekiyon bilader,” diye bağıracakken, ahınk, diye bir ses çıkarıp susar yönetmen. Onuncu tulumba tatlısı boğazına kaçmıştır pezevengin. Tüm set oraya toplanır ama ne fransız öpücüğü ne güzel bir söz, hiçbir şey işe yaramaz. Kurtaramazlar zavallıyı ve kenarda bekleyen yedek yönetmen geçer koltuğa. Keyifli bir şekilde ilk direktifini verecekken birisi fırlar ortaya birden. (Kamera hızla ona dönecekken boyun tarafı kırılır) “Durun,” diye bağırır herif. “Bu adam yönetmenlik yapamaz. Sinema-televizyon okurken son senede atıldı kendisi.” “Ne var bunda be?” der geçer yapımcılar. “Biz bi bok mu okuduk sanki!” (Adamın son lafları duyulmaz set işçileri kendisini kovaladığı için. Halbuki ayaklarında mantar var diye de devam etmektedir sözlerine.) O sırada Dünya Sinema Denetleme Kurulu’nun özel timi helikopterlerden alana inip kameraman, yönetmen, yapımcı falan, herkesi ıssız bir adaya götürür. Orada dört yıl hem köle gibi çalışıp hem de sinema dersleri alacaklardır bundan böyle. (Kamera yukarı kalkacakken başı döner, ekran flu bir görüntüyle kaplanır.) Neyse. Ortada sap gibi kalan oyuncular ve figüranlar derler ki, “Biz çekelim bunu a. k., ne var ki, bi bok mu yapıyo sanki bu yavşaklar, sağa pan yukarı tilt, zoom in zoom out. Epi topu bu değil mi kardeşim...” “Tamam,” der hepsi ve böylece film de devam eder. Tatlıcı’nın garip bir huyu vardır ve o sırada yoldan geçen emekli öğretmen Mehmet de bunu görüp kafayı yiyecek gibi olur. Adam tatlılarını teker teker dışarı çıkarıp yalamakta ve tekrar yerine koymaktadır. Sorumlu ve duyarlı bir tip olan öğretmen dayanamayıp hemen tatlıcının yanına seyirtir ve ne halt ettiğini sorar kızgın bir şekilde. Ancak tatlıcı, küfür edip kafasına bir tepsi koyunca ve tekme tokat girişince kaçmaktan başka bir şey yapamaz. Az ileride soluklanır ve hemen telefonuna sarılıp polisi arar. Beklerken de gidip köşeden tatlıcıyı dikizler kaçıp gitmesin diye. O sırada bir kadın tatlı almaya gelir ve haliyle öğretmenimiz de gördüklerini düşünür, midesi bulanarak. Kağıda yerleştirilip eline tutuşturulur tatlılar kadının. Bakar o şüpheli gözlerle. Yaklaştırır yüzünü. Sonra der ki: “Aaa, Hasan efendi, bu ne, bizden mi esirgiyorsun şeyini ayol?” Satıcı da der ki: “Ayıp ettin ablacım.” Sonra da uzanıp tatlıları alır ve şapur şupur, iyice yalayıp geri verir artık mutlu mesut uzaklaşacak kadına. Mehmet Hoca’yı orada yaşamın anlamsızlığını sorgularken bırakalım ve öfkeyle kameranın başındaki herife bakan tipe dönelim. “Ulan, kayıt düğmesine ne basmadın lan salak? Boşuna mı oynadı bu herifler bunca saat.”

İşte, bir yönetmenin ve deneyimli bir kameramanın nasıl işe yaradığı da bu soruyla açıkça ortaya çıkmış olur.

Rammstein Gerçeği

Güçlü melodileriyle, müthiş altyapısıyla, cliplerinde, kişiliklerinde ve konserlerde oluşturdukları büyülü ve kendine özgü atmosferle Rammstein son dönemin en güçlü gruplarından biridir.

Ich Will, Zwitter, Reise Reise, Du Hast, Amerika, Mutter başlangıç için doğru seçimler olabilir. Bir de Ich Will’in video çalışmasını e-mule’den seyretmenizi tavsiye ederim.

Geçen yıl televizyonda bir konserlerini izliyordum. Klavyecileri (incecik bir herif) küçük bir bot aldı eline ve önünde tutarak seyircilerin üstüne atladı. Dizleri üstünde dikildiğinde kalabalık onu, botun üstünde dolaştırmaya başlamıştı bile. Şarkı boyunca dimdik, sağa sola küstah bakışlar atarak ve gerçekten de suyun üstündeymiş gibi sallanarak insan denizinde gezip tekrar sahneye geldi. Böyle etkili bir şey ne görmüş ne de duymuştum bu güne kadar. Helal olsun, dedim. Şov böyle olur işte.

Reklam Tiksintileri

Tiksindiğim reklam tarzları kısaca şunlar: 1 - Oynak Reklamlar: Bu türde herkes birden oynamaya, zıplamaya, ortak bir coşkuyu-histeriyi yaşamaya başlar. Göbek atanlar, sarılanlar,birbirlerinin ağzına bisküit, çukulata sokuşturanlar. Reklam şirketleri bir şey bulamadı mı, hemen bu fikirle çıkarlar şirketlerin karşısına. Herkes coşsun bizim de cebimiz dolsun taktiği. Neyse, karşıma çıkar çıkmaz ellerim titremeye başlar benim... Zaplayamadım hiçbir zaman. Direk kumandayı sallayıp kırdım televizyonu... (Biraz abarttım) 2 - Sömürü Reklamlar: Bu türde duyarlı bir müzik eşliğinde sokak satıcısı pırıl pırıl çocukların, bayramda yavrularını evlerine bekleyen acılı yaşlıların üzgün yüzlerini izleriz ve genelde birden bi şey olur onları güldüren ve seyircileri rahatlatan. Ama işin erbabı bir seyirci “Siktirin lan, bu ülkenin yüzde yirmisi işsiz, tonlarca aç var, sistem değişmedikçe kim nasıl mutlu olacak siz neden bahsediyonuz?” özellikle banka reklamıysa da “Ulan kredi kartları, tüketim kredileri, milleti maymun ettiniz, kime ne yardımı laaaaan!” diye bağırır ve o hırsın, öfkenin denetimsizliğiyle masayı, tabağı çanağı falan kırar. 3- Kompleks Reklamlar: Bu türde, ulusun aşağılık kompleksi kullanılır. Yabancılar bizim karşımızda madara duruma düşer. Bankaların yarısı, borsanın da yüzde yetmişi yabancıların elindeyken de insanın götüyle şöyle bi güzel gülesi gelir. 4- Ürün Dopingi Reklamları: Ürünü tüketen insan birden güçlenir, ya da o ürün sayesinde inanılmaz bir şey gerçekleşir. Bu da reklamcıların anti yaratım durumlarında (ki genelde bir şey bulamamaktalar) dört kolla sarıldığı bir türdür. Basit ve yüz bin tane benzeri olduğu için oldukça etkisizdir.

Neyse devam etmiycem. Hemen hemen hepsi kötü. Ve ne yazık ki bunlar daha çok Türk Reklamcıların kullandıkları türler. Arada bir bize yaratıcı bir şeyler seyrettirip zeka katsayımızı arttıran yabancı yaratıcılara buradan saygılarımı yolluyorum.

Eski Filmler ve Duyarlılık

Geçenlerde eski bir Türk filmini seyrederken yine geleneksel bir şekilde, sokakta kimsesiz kalmış bir çocuğun evlatlık alındığını gördüğümde şunu düşündüm: Evet be. Eskiden, yolda açlıktan bayılmış insanları evine götürürdü insanlar, yedirir içirirdi, kimsesiz çocuklara sahip çıkacak onlarca aile vardı her mahallede. Ya şimdi? Dönüp bakar mı acaba kimse?

Bu korku, bu eşitsizlik, bu yabancılaşma nasıl yaratıldı diye herkesin kendine bir sorması gerekiyor...

28 Eylül 2007 Cuma

FossurGama Sunar: Rehine Krizi

Dolmuş köşe başında durur. Koca götlü bir kadın zorlukla aşağı inerken, orada ağaçların arasından üç tane silahlı, maskeli adam, sırtlarında torbalarla koştururlar ve dolmuşun içine atlarlar kadını bir yana savurarak. “İnin lan aşağı,” der keleşi tehditkar bir tarzla yolculara doğrultarak. “Aman abicim,” der şöför. “Nooluyor!” Suratında silahın dipçiği patlayınca kanlar içinde oturmak zorunda kalır fakat. “İnin laaan!” Zaten kimse beklememekte, insanlar daracık kapıda sıkışa sıkışa aşağı atmaktadır kendini. Dolmuşta üç eşkiya bir şöför kalınca, bağırır biri ve dolmuş son hız çeker gider. Orada şaşkın, elleri ayakları titreyek, bazıları bayılarak durur yolcular. Ve hemen olayı konuşmaya başlarla. Kimdir bunlar, tiyatrocu olabilirler mi, yoksa nedir? Aman tanrım! Yoksa El Kaide mi? Her kafadan bir ses çıkar. Olayı irdelerken bir vakit geçer ve tam da polisi aramak sonunda birisinin aklına gelmişken birden müthiş bir frenle önlerinde durur bir araç. Tüyleri ayaklara fırlayarak bakarlar. Bu kaçıp giden dolmuştur. Kapı açılır. Silah burunlarına doğrulur. “Binin lan!” diye bağırır eşkiya. Rehine almayı unuttukları bir süre sonra gelmiştir akıllarına...
Kaçıp gitmeyerek her zaman olduğu gibi muhabbete dalmayı seçen yolcular gözleri yaşlı, tıpış tıpış binerler dolmuşa.

İlişki Arayışı İçin Şok Seçenek

27 Eylül 2007 Perşembe

Experimental Jet Set, Trash and No Star

Az önce Sonic Youth geldi aklıma. Experimental Jet Set, Trash and No Star albümünü koydum. Ne kadar özel bir şey yaptıklarını unutmuşum. Hem çok eski hem çok yeni, hem çok olgun, hem delice genç, hem punk hem progressive, hem huzurlu hem rahatsız edici. Özlemişim kendimi bir yana koyup müzik dinlemeyi.
Turner'la beraber ne dinlerdik bunu be Foça yollarında. Tüm o çekimleri aslında sadece Sonic Youth dinlemek için yapmış olabilir miyiz?
Galiba gerçek bu.

Komple Komple Komple Teorisi: SU KORKUSU

Benim korkum, vücudumuzun yüzde yetmişini oluşturan suya göz dikme ihtimalinden doğuyor. Size yüzde kırk da yeter diyebilirler ilerde. Belki o gün olur şu bir türlü gelmeyen sivil darbe. Hasan Cemal usulü dandiğinden değil, gerçeğinden ama.

26 Eylül 2007 Çarşamba

FossurGama Sunar: Çocuk Aklı İşte

Dokuz yaşındaydı yeğeni. Yolda yürüyorlardı. Küçük bir kız “Naaber,” deyip geçmişti yanlarından. Pişkince gülümsedi o. Utandırmak için alaycı bir ifadeyle sordu: “Manitan mı len Allahsız?” Yüzü falan kızarmadı yeğeninin. Bilmiş bir ifadeyle bakıp “Yok be, iki üç kere taktım yalnız,” dedi. Sonra önüne baktı suskun.
Yutkunup dumur içinde yürüdü o kafasında bir sürü soruyla. Neler olup bittiğini anlaması için biraz zamana ihtiyacı vardı...

FossurGama Sunar: Banttan Yayın

Araba varoşlarda, oldukça fakir, derme çatma binalarıyla döküm döküm dökülen bir mahallede durur. İçeriden şöför, muhabir ve bir kameraman iner, gerinerek etrafı incelerler. Yüzlerinde kendinden emin, gurur dolu bir bakış vardır. Evlerden dışarı dökülür on, on beş kişi. Etraflarını çevrelerler bir çabuk. Orta yaşlarda, iki büklüm bir adam hoşgeldiniz faslından sonra çekingen bir tavırla sorar. “Gurban, hele bu canlı yayın mi oluyir şincik?” “Yok beyefendi,” der kız öne atılarak. “Banttan yayınlıycaz daha sonra.” Birbirlerine bakar insanlar. Sonra birden saldırıp alaşağı ederler çırpınan çekim ekibini. Karga tulumba taşıyıp götürürler evlerden birine. Bundan böyle onlar tencereye, araba da kaportacıya gidecek, geriye hiçbir iz kalmayacaktır...

KAFA KARIŞIKLIĞI 1 – Vur, hadi, vursana lan!

Soruyorum. Hani bazen kendine güvenen bazı tipler karnını gösterip “Vur, hadi, vursana lan,” der ya. Diyelim ki karşıdaki herif bi koydu, “Öhönk,” diye geriye uçtu tip ve bi şekilde soluğu moluğu kesilip öldü. Noolur o zaman. Vuran zavallı ceza alır mı? Birisi bana cevap versin

BİENAL, Zorunlu Kısa Bakış

Antrepo No:3’ü ve AKM’yi dolaştım sonunda ve her bienalde olduğu gibi, yüzlerce uyduruk işin arasında zeka pırıltısı içeren sanat ürününün bir elin parmaklarından az olduğunu görmek bir kez daha canımı sıktı. Fakat bazı sanatçılar da aradan sıyrılıp kuşkucu ve sinameki adamları bile kendinden geçirebiliyor. Xu Zhen de böyle işte. Salonun ortasında, camekanın içinde bir kaya parçası görüyorsunuz içeri girince. Çevresi kamp çadırları ve malzemeleriyle kaplanmış. Yanda bir video. Tipi delice bir rüzgarla dağı uçuracak gibi. Orada beş, altı mühendis. Yanlarında getirdikleri özel makine bir türlü çalışmıyor. Zorlukla hareket ediyorlar. Anlatıcı, çinli mühendislerin oraya Everest’in doruğundan 2.5 metrelik bir parça kesmek için çıktıklarını anlatıyor. Her şey o kadar gerçekçi ki... Dönüp sahte dağ zirvesine bakıyorsunuz salondaki ve bir an gidiyorsunuz inanıp inanmamak arasında.

Orada işe bakarken aklıma şöyle bir fikir geldi. Dağcısınız ve gerçekten de önemli dağların zirvelerini kesip başka yere taşıyorsunuz. Böylece artık o zirveye ulaşan ilk kişi oluyorsunuz. Ha ha haa.

Neyse, konumuza dönelim: Yine AKM’de Nancy Davenport’un toplu yaşam alanlarına bakışı da hoşuma gitti. Antrepo No:3’de ise; Fikret Atay’ın darbukacı çocuğu, Democracia’da orta sınıfın gecekondu mahallelerinin yıkılışına verdiği seyirci ve alkış desteği, Cristina Lucas’da yıl yıl tarihte siyasi harita değişimleri, Michael Rakowitz’in atık malzemeden tarihi işler yaratması, Taio Kimuna’nın duvarın yanına çömmüş küskün çocuğu, Fernando Sanchez Castillo’nun bir künk peşinde enteresan sahneleri görülmeyi hakedenler arasında.

Küresel çağda iyimser olalım da bu kadar da değil. Sonuca gelirsek; Hou Hanru sınıfta kalmıştır ve tarihi gerçekleri yok sayıp ettiği “tepeden inme demokrasi” gibi haddi olmayan kelamları bir tarafa bırakıp kıçına baka baka Amerika’ya dönmelidir.

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.

25 Eylül 2007 Salı

Yüzüklerin Efendisi’nin ve J.R.R Tolkien’ın Edebi Sırlarından Sadece Altısı

1 – J.R.R Tolkien yarattığı derin mitolojik altyapıyı kitabındaki karakterlerin ağzına öylesine bir dolar, onlar geçmişin destanlarına, büyük kahramanların kendilerinde yarattığı coşkuya öylesine bir inanırlar ki okurun da bu mistik huşuya kapılmamasının olanağı yoktur. Bu tarz, üç önemli edebi zorluk barındırmaktadır bünyesinde. Birincisi, dünyanın yaradılış macerasından daha kapsamlı ve daha heyecanlı bir mitolojik geçmiş yaratmak. İkincisi, bu mitolojiyi etkileyici bir şekilde sunmak. Üçüncüsü de karakterlerin ağzından coşkuyu ve inancı; büyük bir ustalıkla kurulmuş diyaloglar aracılığıyla okuyucuya geçirmek. Bu çaba, inanılmaza yakın olduğu için, Nietsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünden sonra sadece bir kez tekrarlanmış ve belki de daha da etkili olmuştur.

2 – Diğer fantastik yazarların geneli; cabbar savaşçıları, süper yetenekli büyücüleri kullanıp bilinçaltlarındaki güç tutkusunu kusarken J.R.R Tolkien yaşam sevinci dolu, arkadaş canlısı, maceranın adını duyunca huzurları kaçan kendi halinde Hobbitleri almıştır baş kahraman olarak. Bu seçim edebi tarihi değiştirecek bir felsefik altyapının doğmasına neden olmuştur. Genelde hayattan zevk alan, küçük şeylerle mutlu olan bir karakter; gerektiğinde büyük sorumlulukların altına girip kendisini feda etmekten çekinmeyecek, idealist anlayış tümüyle geçirilecektir okura.

3 – Kitap baştan sona, hiçbir çağdaş guru kitabında yanına yaklaşılamayacak, gerçek yaşam felsefesiyle örülüdür. Çıkılan yolculuk her adımıyla; güç, huzur, sorumluluk, güven, ihtiras, aidiyet, kahramanlık, yaşam zevki gibi duygular arasındaki çatışma ve gerilimin ustaca verildiği bir hayat dersidir. En önemlisi de bu öğretinin yüzde yüz antikapitalist olmasıdır.

4 – J.R.R Tolkien gibi; yetim olarak yatılı protestan okulunda eğitimini tamamlamış ve güçlü dini duyguları olan bir adamın, yapıtında din propagandası tuzağına düşmemesi gerçekten takdire şayandır. Üstelik, Yüzüklerin Efendisi’ni okuyan bir insan onu rahatlıkla ateist de sanabilir. Okudukça görüyoruz ki, en yakın arkadaşı Lewis Carroll gibi, günümüz Fantastik yazarlarının da büyük çoğunluğu dinsel motifleri kitaplarının içine ustaca yerleştirip evangelist bakış açısının kültür emperyalizminde yerini almasına katkıda bulunmaktan çekinmemektedirler.

5 – J.R.R Tolkien Yüzüklerin Efendisi kitabında inanılmaz bir yetkinlikte kullanmıştır dili. Krallarla Gandalf arasındaki gerilim dolu diyaloglar Shakespeare’inkilerden daha güçlüdür. Savaş sahneleri coşkuyla ve daha önce savaşı yakından yaşamış birisinin gerçekçi gözüyle kanları donduracak kadar etkileyici sunulmuştur. Bunun yanında Tolkien okurunu bir durgunluk sürecinden başarıyla geçirerek o dehşetli patlamalara da hazırlamasını bilir. Doğa tasvirleri dünyayı gerçekten seven bir adamın içten duygularıyla yazılmıştır. Uzun değil, kendisini orada bulsa bir yabancının şaşkınlık ve hayranlıkla çevreyi süzeceği kadardır. Oluşan sanayi toplumunda doğayla ilişkisini yitirmeye başlayan bireyleri görüp de korku içinde vücut bulmuştur o lirik yaklaşım. Tolkien esprilidir. Karakterlerin zayıflıklarını ortaya çıkarıp, imalı diyaloglarla hem kitaptaki karakterlerini hem de okurlarını güldürmeyi başarır. Sonuçta mizah, lirik yaklaşım, epik anlatım ve macera öylesine bir dengeye oturur ki okur üstüne çullanan bu farklı duygularla gerçek bir sarsıntı yaşar. Hem can sıkıcı bir gerçekliğin, hem de büyülü bir dünyanın içinde müthiş bir serüven her yönüyle etkileyici bir anlatıma kavuşmuştur.
Kurguyu iki cepheden yürüterek de müthiş bir anlatım başarısına imza atar. Beklenti, merak, geride kalan karakterler için duyulan hakiki tedirginlik, o an ortaya konan macera dolu olayların altına bir halı gibi yayılıp okuma iştahını arttırır.

6- Açıkça toplum düşmanı olarak gösterdiği cephe; faşizm ve kapitalizmdir. Üçüncü dünya insanları olarak kompleks dolu bir serzenişle benzeştirilen diğer toplumlar yıkıcı gücün elinde, günlük çıkarlar peşinde oyuncak olmuşlardır. Bu da kesinlikle yanlış bir bakış açısı değildir.

FossurGama: Anlık Şeysiler – Hakim Adam

Yol birden karışır. Bir kız avaz avaz bağırmakta, bir tip de pişkin pişkin gülmektedir. Pandik yemiştir kız muhtemelen. O an birisi, meraklı ama pasif yani işe yaramaz kalabalığı yarıp öne fırlar. İnsanlar hayretler içinde bakarlar. Hakem giysileri giymiş bir çatlak gibi görünmektedir çünkü. Biraz daha parlak, az daha moderndir giysileri. Müthiş bir karizmayla bağırınca izlenimlerini bir taraflarına sokarak susup az çekilir herkes. Kırmızı kartını çıkarıp herifin suratına yapıştırır o. “Çık dışarı,” diye haykırır ardından. Tıpış tıpış yürür herif başı önde ve kimsenin beklemediği bir şey yaşanır birden. Elini uzatıp bir şeyi tutmuş ve sanki sinema perdesiymiş gibi kaldırmıştır pandikçi. Dışarı çıktığı anda yeniden kapanıvermiştir görüntü. Şaşmaya bile zaman bulamazlar ama. “Dağılın,” der hakem elini kaldırarak ve tekrardan başlatır oyunu.

21. YY İÇİN TEMEL ÖĞRETİ

Küresel liberalizmin insanlara öğrettiği en önemli şey onursuz da bal gibi yaşanabileceği oldu. Sağlıklı, tüketim oburu, hayali geniş ve onursuz.

Eski masallarda kralın yanında ellerini oğuşturan solucanlar şimdinin model insanı. Ha ha haa!

24 Eylül 2007 Pazartesi

Ilımlı İslam Tanımı – Prof. Erol Manisalı

ABD, AB ve diğer Küresel Oyunculara göre maşa olarak kullanamadıkları Radikal İslam, küresel kapitalizm önünde eğilip piyasalarını, topraklarını sömürüye, dış politikalarını BOP gibi projelere açmayı kabul edenler Ilımlı İslam. İran ve S. Arabistan örneklerinde olduğu gibi. İkisi de şeriat düzeni içinde. İşbirlikçi olan Ilımlı, ABD’nin emrine girmeyen ve kendi ulusal çıkarlarını koruyan ise radikal İslam sayılıyor.

FossurGama: Anlık Şeysiler - Cami

Fatih’te bir cami. Namaz başlayacak az sonra. İmam mihrapta. Kafasını kaldırır. Şöyle bir bakar cemaate. Sonra elini ağzına götürüp öksürür. Ve herkes bir anda öksürmeye, osurmaya, üstünü başını düzeltmeye başlar. Yirmi saniye kadar. Elini havaya kaldırınca susar insanlar. Şimdi çıt yoktur camide. Böylece namaz başlar...

Komple Komple Komple Teorisi: Sponsor

Bu gidişle devletin önüne de kulüp takımları gibi sponsor ismi gelmesin bi de. Olur mu olur valla. Uluslararası Şirketler kapıda bekliyor anasını satayım.

Komple Komple Komple Teorisi: Türban Oyuncuğu

Holding medyasına bakıyorum da şu yeni anayasa tartışmalarında türbandan başka bir şeyi konuşmama hünerini göstermeleri oldukça ilginç. Şimdi benim düşüncem şu. Bu Ilık Su İslamcıları da affedersiniz ama, akılsız falan değil. Beceriksiz hiç değil, arkalarında süper bir gücün çakal gibi danışmanları da var. Bal gibi biliyorlar AİHM’nin türbana izin vermeyeceğini. Bu siyasal simgenin üniversitelere, kamusal alanlara giremeyeceğini. Ama gündemde bilinçli bir şekilde bu konuyu tutarak yargı üzerinde, anayasa mahkemesi üzerinde (17 kişinin 8’i meclis tarafından atanacak ve 3’te iki çoğunluk olmadan karar alınamayacak), eğitim üzerinde (Dil, özel üniversiteler, müfredat, Talim Terbiye Kurulu üzerinde oynanan oyunlar), 2B arazilerilerinin talana açılışı konusunda, özelleştirmelerin kolaylaştırmasında, denetimsiz bir başkanlık sistemi kurulmasında oynanan sinsi oyunları gündemden uzak tutmaya çalışıyorlar.

23 Eylül 2007 Pazar

FossurGama Filmcilik Gururla Sunar - Pornoko

Hasan evde bilgisayarın karşısına geçmiş yuvasını yapan bir kunduz gibi uğraşmaktadır. Hedefi yeni indirdiği bir pornoyu açmak ve işi bir güzel bitirip rahata ermektir. (Yönetmen, Hasan’ın ağzının kenarından süzülen salyayı tam da bu esnada kadraja alarak çocuğun içinde bulunduğu ruh halini bize açıkça gösterir. Arkaya da sıkı bir hiphop parçası (Jay Z) koyup herkesin aklına kıvır kıvır kıç kıvırtan melezleri çakarak seks duygusunu daha baştan yaşatıverir seyirciye. Titreyen el- yakın çekim, büyüyen göz bebekleri – bokunu çıkaracak kadar yakın) Açılır dvd. Manyak güzel bir kadın salonda kıçını bir oraya bir buraya sallayarak sıkıntı içinde yürümektedir. (Kül tablasından taşan elli kadar sigarayı izler kamera ve yerlerde yürüyen kadının peşinden de izmaritler devam eder. En sonda da bir pipo görünür. Bu yaşamdan artık zevk almama hissini seyirciye geçirebilmek için dahice bir yöntemdir.) Sonra kadın birden göğüslerini mıncıklayıp kesif bir çığlık atar. Seyircinin kafası da karışır tabi. Ama neyin ne olduğu az sonra açıklığa kavuşacaktır. Tavşan görüntülerinden sonra. (Seyirciye en önemli öğretinin sabır olduğunu göstermek için beş dakika boyunca mal mal kameraya bakan bir tavşan izletilecektir çünkü. Playboy’a atıf. Anlarsınız ya.) Ardından kadına geçilir ve o götünü ellemeye çalışan set işçisini kovalayıp rolüne döner. Artık dayanamamaktadır vücudunu ele geçiren ihtirasa. Kapıyı açıp bir kat üste çıkar ve komşusunun kapısını çalar. Yine çocuğun ablak yüzü girer kadraja. Sıkılmıştır haliyle ve filmi ileri alıp almamayı düşünmektedir ki kendi zili de çalar. Allah Allah deyip ve pantalonunu kıçına geçirip kapıya gider çocuk. (Para olmadığı için yapımcı orjinal müzik yapılmasına karşı çıkmıştır. Bu sahneye bir Hint filminden alınan şiki şiki pare şarkısı uygun görülmüştür. Yönetmen de oyuncusundan tam da kapının önünde şarkıdan bir kupleyi söyleyip özel bir kıç kıvırma hareketi yapmasını istemiştir.) Çocuk bu ayrıntıyı unutunca yönetmen koltuğunu bir yana kamerayı bir yana savurarak gelir ve salağın yüzüne iki tokat aşkeder. Böylece çocuğun devamlılığı da bozulur. Ya da şöyle de düşünülebilir, bundan sonraki sahnede yanaklarının kıpkırmızı olması aslında çok da garip bir şey değildir. Çünkü kapıyı açar açmaz karşısında az önce pornoda gördüğü karı çıkacak ve aynı tavırlarla, çok sıkıldığını, beraber oturup biraz laflayıp laflayamayacaklarını soracaktır. Heyecandan donuna işer çocuk ama bu asla belli olmaz. Çünkü sanat yönetmeni bu tehlikeyi önceden sezip kıçına büyük bir pet bağlamış, böylece ön tarafın da şişkin durmasını sağlamıştır. Neyse. Kadın içeriye gelip gelemeyeceğini sorar. Mazeretlerini anlatırken hızlı sarılır makara. Charlie Chaplin’le zevcesi tarzında salona geçerler. Birden yavaşlar görüntü. Kadın bacak bacak üstüne atmaktadır çünkü. Aman yarabbi. Brek brek, kees, diye bağırır yönetmen. İnsanlar terlerini siler, titreyen ellerinin kendisine gelmesi için oğuştururlar. Bayılan çocuk tekrar uyandırılır. Sete sızmış, şeyleriyle oynayan aşağı kahveden tipler kovalanır. Ve role geri dönülür. Çocuk haşırt diye ayağa fırlar. Kadına ne içeceğini sorup içeriye koşturur. Filmi biraz daha seyretmektir amacı. Neler olacağını öküz gibi merak etmektedir çünkü. Kaldığı yerden izlemeye başlayınca kadının kalkıp yanına oturacağını, bacağını okşayacağını falan görür. O sırada da kadın içeriden çağırır onu. Israrcı, o gelmezse kendisinin orada biteceğini ima eden bir ses tonudur bu. (Paralel kurguyla varoşlarda bir sokak gösterilir bu sırada. Yüzünden acı ve sefalet akan bir anne, kuru bir ekmeği dişlemeye çalışan safi kemik, acınacak durumdaki oğlunu eve çağırır.) Çocuk, ikinci seslenişte dvd’yi bir kez daha pause’layıp götüne neft yağı sürülmüşçesine salona koşar. Heyecandan, girişteki halıya takılıp düşer ama. O yerde yatar, kafasında da dvd’de böyle bir şey olmadığını düşünürken, kadın da dışarı çıkıp bir daha girmesini ister şuh bir şekilde, dudaklarını büzerek. Söyleneni yapıp yerine oturur çocuk. Sonra sırasıyla; kadın onun yanına zıplar, bacaklarını okşar, bir göğsünü dışarı çıkarıp terliğinden çıkardığı ayağını yukarı getirerek göğüs ucuyla oynar, çocuğun pantalonuna tükürür, saçını karıştırıp bir bit bulur ve bunu çocuğun tişörtünden içeri atar delice bir kahkahayla. O sırada çocuk da kendini ayağa atar. Kafası karışmıştır. Önünde delice soluyan, göğüslerini avuçlayan kadına bakar ve içinde bir ses ona içeri gitmesinin, dvd’nin gerisini izlemesinin çok faydalı olacağını söyler. O da aynı fikirdedir aslında ama kadın birden eteğini göbeğine kadar açar ve fikri değişiverir. Öylece sallanır ayakta. Kadının ikinci hamlesi yanda bulduğu ince uzun vazoyu alıp şey yapmak olur, işte yani, şey yapar. (Set işçilerinden biri, sahneyi izlerken gerileyip yanına gelen ikinci reji asistanı kızın kafasına çekici vurup kanepenin arkasına sürükler.) Ve çocukta akıl falan kalmaz. Pantalonundaki baskıdan cart curt dikiş atma sesleri duyulur. Bir daha duyulur o ses. Yönetmen yankının, derinliğin falan bokunu çıkarmıştır ve hiç bir şey anlaşılmaz. “Ha?” der çocuk ve kadın ayağını boynuna dolayıp çocuğu kendine çeker.

Ekran pembeleşir. (Yönetmenin kişisel tercihi bu yöndedir. Kimse bir şey söyleyemez.)

Tekrar açıldığında, kadının vampirleştiği ve çocuğu yediği görülür.

Bir daha pembeye bürünür ekran ve açılır açılmaz ekranda Tanrıya Kul Olanlar Korosu’ndan bir çocuk belirir. Ağlamaklı yüzü, şık kostümüyle bir ilahi okuyup seyircilerde oluşan pis, negatif enerjiyi yok eder.

(Bu film San Sebastian’da dördüncü, Moskova Film Festivali’nde ikinci olacakken, kargo servisiyle düşülen anlaşmazlık yüzünden yerine ulaştırılamamış ve Antalya Altın Portakal festivalinde birincilik almıştır.)

NOT: Eski Fossur Gama'lardan örnekleri www.cagandikenelli.com sitesi edebiyat - okutamadıklarım bölümünden okuyabilirsiniz.

FossurGama: Anlık Şeysiler 1 - Tramvay

Beyoğlu’nda tramvayda gidiyorduk. Önde ayakta dikilen şişko adam birden bağırdı. “Dikkaat” Telaşla oraya baktı şöför. Bir daha, bu sefer kondüktörün kolunu çekiştirerek seslendi adam. “Dikkaat, bir karınca!” Frene asıldı şöför. Savrulup zar zor koltuk saplarına tutundu insanlar. Kondüktör adamı yana itip aşağı atladı. Dikkatle ilerledi gözlüklerini takarken. Karıncayı tutup yana aldı, başını okşadı ve dönüp koltuğuna oturdu. Tekrardan yola koyulduğumuzda herkesin gözlerinden şarıl şarıl yaşlar dökülüyordu...

21 Eylül 2007 Cuma

YÜREK SÖKEN CİNAYETLERİ - 2006


Bu kitap Maceraperest Yayınevi tarafından 2006 yılında yayınlanmıştır. Türü komedi-polisiyedir.

Özet: Melek teyze buruşuk suratlı, tombul, cin gibi bir mahalle çaçaronudur. Mahalledeki herkesi çekip çevirmekte, tüm dedikoduları kendisinde toplamakta ve merakıyla karıştığı bütün işlerde girdiği diyaloglar ve sunduğu yardımlarla her kesimin sevgisini ve saygısını kazanmaktadır. Ancak düşmanlarına karşı da kinci ve şirrettir. Yani aklı olan birisi aslında Melek teyzeyle ne dost ne de düşman olmayı seçmeli, tek düşüncesi olabildiğince uzağında kalmak olmalıdır.
Genç yaşta dul kalan Melek teyzenin iki oğlu vardır. Evde bir de aksi dede, yani kocasının babası kalmıştır. Oğullarından birisi insan azmanı, kel, çekik gözlü 1.90 boylarında bir mongol olan Oğul'dur. Hiçbir şeyden anlamaz ve yanından ayrılmadığı annesinin her isteğini yerine getirir. Tabi her şeyi birbirine karıştırarak. Diğeri ise kafası yine fazla çalışmayan Tuğrul'dur. O polis olmayı başarmış olsa da arşivde çalıştığı, yani gerçek bir dedektif olamadığı için annesinin saygısını asla kazanamamıştır. Hiç anlaşamazlar. Tuğrul'u rahatsız eden bir şey de, çörekler, fal gibi numaralarla gide gele kendini asayiş bürosuna adamakıllı sevdirmiş olan annesinin Beyoğlu Emniyet Amirliği'nden hiç çıkmaması ve her türlü cinayete bilirkişi olarak karışmasıdır. Buna çözdüğü bir iki cinayet sayesinde hak da kazanmıştır. Ayrıca emniyet amiri Cevahir'in de hem dert ortağı hem annesi gibi olmuştur. Sonuçta onu karakoldan uzaklaştırmak imkansızdır artık.
Melek teyze cin gibi karakteriyle arada oluşan derin sevgiyi dedektiflik merakının doyurulması için kullanmayı çok iyi becermekte, hatta Cevahir'den bir izin belgesi bile kopartmaktadır. Üstelik artık yeteneğini de kanıtlamış; Cevahir de, Gayrettepe Cinayet Masası'ndaki komiser Hüseyin de bu kadının daha neler çözebileceğini merak etmeye başlamıştır.
Melek Teyze kendisine tanınan toleransı sonuna kadar kullanmakta ve bir olayı sonuçlandırmak için her türlü riski göze alıp, bir vakanın peşini asla bırakmamaktadır. Tabi ki Oğul'un sınır tanımaz gücü de ona yoluna çıkan engelleri aşmada cesaret ve aşırı güven sağlamaktadır.
Ancak bu hırslı amatör dedektifin olayı çözme aşamasında yardıma hazır mahallelileri çok tehlikeli durumlara sokması en büyük handikapıdır. Mahallenin kendini dahi zanneden elektrikçisi, videocusu, muhtarı, meraklı kadınları, genç delikanlıları gerek teknolojik gerek vurdu kırdı tarzı yardımlarla onun araştırmalarına ortak olacak, bazen çok kötü darbeler alacaklardır. Fakat Melek teyze için önemli olan sonuçtur. Ayrıca bir iki kişi ölse de, beş altı kişi sakatlansa da onun kredisi her zaman vardır.
Tüm bu olaylar içinde Melek teyze bir de mahalle dedikoduları, düşmanı olan kadınlar üzerine çalışmaları, oğlunun evlenmesini engelleme gibi yan işleri de asla boşlamamakta ve gayet de başarılı olmaktadır.
Yüreksöken Cinayetleri kitabında Melek teyze başsız ve iç organsız bulunan ölülerin katilinin kim olabileceği sorusunun peşindedir.

20 Eylül 2007 Perşembe

Yaman Döngü

Çocukluğum hep evden kaçar ben de onu misket oynarken bulup, kulağından tutarak eve taşırdım. Sonra sıkılmaya başladım bundan. Ben kaçmaya başladım evden. Ve her seferinde yaşlılığım beni Beyoğlu’nda bira içerken yakalayıp, koluma çimdikler atarak eve götürdü. Sonunda yaşlılığımız kaçtı evden ve biz asla aramadık onu. Oturup yaşlanmayı beklerken, o ölecekti nasılsa ve bebekliğimiz olarak evde yerini alacaktı tekrar...

KAPTAN TENEKE - 2006



Bu kitap Epsilon Yayınevi'ne bağlı Taksim&Taksim Yayınevi tarafından 2006 yılında yayınlanmıştır. Tarzı komedidir.

Özet: 2255 yılında, Dünya artık koca bir çöplük olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birleşik Galaksi Federasyonu genellikle eskiden ABD ve Avrupa Birliği olarak bilinen toplumların hakimiyetinde oluşmuş, o zamanlar Üçüncü Dünya Ülkesi olarak bilinen devletler ise fasaryadan gezegenlere yerleştirilmiştir. Bunlar en pis uzay görevlerinden nasiplerini almaktadırlar. Türkler de kısa bir çimlendirme çalışmasıyla kandırılarak, sonradan kahverengi, üstünde hiçbir şey yetişmeyen çorak bir toprağa sahip olduğu anlaşılan Turka gezegenine gönderilmiş ve şamar oğlanı olarak kullanılmaya başlamışlardır.
Kaptan Teneke, Türk filosunun emektar gemilerinden Alıngan'ın başındadır. Başka bir geçim kaynağı olmadığından ve Federasyon'dan sefer başına para aldığı için tehlike, zoka, komplo, madik ayırt etmeden ve algılamadan her türlü göreve koşa koşa gidip, diğer devletlerin aklının alamayacağı kadar manyak gezegenlerde yaşayan sapık ırklarla muhatap olmaktadır.

Nudistlerin Ne Günahı Var?

Nudistler, ne duruyorsunuz! Yeni anayasa düzenlemesinde hakkınızı arayın. Kamu alanlarında, üniversitelerde inancınıza uygun bir kıyafetsizlikle dolaşmak sizin de hakkınız! Hah. Süper bir protesto biçimi de geldi aklıma. Başbakanlığın önünde çıplak oturun mesela. Nasıl? Orjinal değil mi? O zaman şöyle yapın. Başınıza türban takıp öyle oturun çıplak. Bakın nasıl ilgi çekiyor. Ha ha haaa!

17 Eylül 2007 Pazartesi

ARKADAŞLARLA ARKAİK SOHBETLER 4 – KÜRESEL SATRANÇ

Cenk: Satranç oynarken sen yerinde durmalısın dostum. Taşları oynat yeter.

Ben: İşin doğrusu bu tahta bana yetmiyor. Gidip Asya kıtasında oynayalım.

Cenk: İlla kazanacaksın değil mi? Gerekirse Çinlileri bile kullanırsın amacına ulaşmak için.

Ben: Yanlış anladın koçum. Satrancı halka indirip onları piyon olduğuna inandırmaktan bahsediyorum ben.

Cenk: Hımm. Bir deneyelim bakalım. Hey, sen! Evet, sana diyorum. Eee, yanındaki kızı boğsana.

(Saçları jöleyle diken gibi olmuş siyah tişörtlü bir tip bize bakıyor. Kız arkadaşının cikleti yere düşüyor ama yine de suratındaki ucuz gülüş öyle asılı duruyor dudağında.)

Cenk: Ne bakıyosun lan! Boğsana şu kızı.

(Genç dönüp kızın boğazına yapışıyor ve donuna işetene hatta sıçırana kadar sıkıyor. Titriyor ayaklar ve birden ağlayarak kaçıyor genç vicdan azabı içinde. “Gördün mü?” diyorum Cenk’e ukalaca.)

Cenk: Gördüm, olabiliyormuş. Hadi o zaman. Nereye gidiyorduk?

Ben: Önce Ahmet ustaya gidip dürüm yiyelim. Sonra bakarız nereye gideceğimize.

Cenk: Yine mi oradaki kapıyı kullanacağız. Korkuyorum dostum.

Ben: Ama bir dakikada istediğimiz ülkede olabiliyoruz. İstersek aya bile geçebiliyoruz.

Cenk: Yahu, beş dürüm, yedi lahmacun, dört içli köfte yemeden izin vermiyor ki şuna. Şişmanlamaktan korkuyorum.

Ben: Eee, her şeyin bir bedeli var. Çin’i Amerikaya, Hindistan’ı Yunanistan’a, Moğollar’ı da Kanada’ya kırdıracaksak bazı zorluklara katlanmalıyız.

(Kapı açılıyor, sert bir rüzgarla birlikte yüzlerce Amerikalı giriyor kahveye. Bizi karga tulumba edip kaçıracakken Çinliler de dolduruyor içeriyi. Sonra Hintliler, Yunanlılar, Moğollar, Ruslar falan derken yüzlerce ülkenin insanı kaplıyor her yanı ve sıkışıp kalıyor herkes. Ne sağa ne sola. İğne atsan havada kalır. Öylece bir yıl kadar takılıyoruz orada ve sonunda herkes birleşip tek bir organizmaya dönüşüyor. Devasa yüzlerce kolumuzu sallayıp parçalıyoruz kafenin tavanını duvarlarını ve yollarda öfkeyle yürümeye başlıyoruz. “Ha ha ha, bu yeni üst insanın beyni ben oldum,” diyorum ben. “Hayır, ben oldum,” diyor Cenk. Ve binlerce ses geliyor her yanımızdan. Kıçımıza kadar titreştiğimizi hissediyorum.)

Ben: Anladım bilader. Dünyayı yönetemeyiz. Çünkü dünyanın da bir benliği var ve yönetilmek istemiyor.

Cenk: İnsanları da piyon yapamayız. Çünkü biz de piyonuz.

Ben: Satranç da oynayamayız. Çünkü bizimle oynayan üst benlikler var. Onların oyununda başka bir oyun oynamak mümkün değil.

Cenk: Dürümcüye de gidemeyiz, çünkü her yer aynı.

Ben: Çinlilerle Amerikalılar da bir, çünkü insanlar kendini birey zannederken aslında tek bir organizmalar.

Cenk: O zaman?

Ben: En iyisi rüya görmek. Orada yalan dolan yok hiç olmazsa.

Cenk: Bence en iyisi uyanmak. Şu anda rüyada olma ihtimalimiz de yüksek.

Ben: Öyle olsa bile ben böyle kalmayı seçerim, sen naaparsan yap. Rahatım yerinde şu anda. Hem çokluğum hem de hiçliğim ve bir osuruğumla gökdelen yıkabilirim.

Cenk: Uyandığında beni Almanya’da bulabilirsin. Bunu unutma. Bak yazıyorum gökyüzüne bulutlarla. Toprağa da beş yüz metrelik kırmızı bir ağaç dikiyorum. Yine de unutursan, yatağının yanındaki nota bak. Anladın mı?

(Uyanıyorum birden. Cenk karşımda. Satranç masasında sızmış kalmış. Tekrar kapıyorum gözümü. Cenk’i karşımda, Taksim meydanında şaşkın şaşkın yüzüme bakarken buluyorum. “Nereye kayboldun be birden?” diye safça soruyor.)

16 Eylül 2007 Pazar

ZURNANIN ÜÇÜNCÜ DELİĞİ

Bu başlık ılımlı islamcıları laiklerden daha demokratik bulan Orhan Pamuk için. Sahibinin sesi yine müthiş bir zamanlamayla olaya noktayı koydu. Neymiş, laikler sırtlarını orduya vermişler... Ilımlı İslamcı pozunda radikaller sırtlarını yeşil sermayeye, Büyük Ortadoğu Projesi’nde piyon olma pahasına Uluslararası Şirketlere dayayınca ve ülkeyi talana açınca susuyor beyefendi. Bağımsız Türkiye sloganı ordudan gelince tüyleri ürperiyor ama. Bu adamın beynine, AB, ABD, Yahudi Lobisi ve kürtler ne istiyorsa bunu zaman geçirmeden algılayıp o minvalde demeç vermesini sağlayan bir çip konmuş olabilir mi? Ve bir aydın ülkede işsizlik almış yürümüş, sanayi ve tarım yokedilmiş, eğitim çökertilmiş, basın organları baskı altına alınmış, ülkenin suları bile yabancı sermayeye peşkeş çekilme aşamasına gelmiş ve Uluslararası İlişkilerde rezil olmuşken ısrarla dut yemiş bülbül gibi susup susup da birden temeli olmayan dandik çıkışlar yapıyorsa gerçekten bir aydın mıdır? Karar sizin.

15 Eylül 2007 Cumartesi

KAYIP ÜLKENİN MASALLARI

Boş zihin çabuk dolar, dolu zihin çabuk boşalır.
Hebburi Aydınlanma Bilmecesi (14)

Hava geçmiş ve gelecekten akan seslerle doludur. Sağduyu işin içine girince insanların saçmalama ve şeytana uyma kapasitelerinin yükselmesi işte bu yüzdendir.
Cillo Usta

Üçüncü göz, Allah’ın yaratım sırasında bahşettiği, daha sonra ilk insanlardan gelen şikayetler sonucu kapattığı bir yanlışlıktır. Uğraşıp didinip bunu tekrardan açanların bilge olarak adlandırılması utanç vericidir...
Ahmat El Kabar

Çağlar öncesinde nesnelerin adları vardı. Ancak insanlar kendilerine göre başka başka şeyler söyleyerek gerçek isimleri unuttular ve şimdi çevrelerinde cansız olarak gördükleri o “şey”leri bakkala göndermekten bile acizler. Bunun mümkün olduğundan haberleri bile yok işin kötüsü...
Cillo Usta

ANILAR KİTABI – 2. BÖLÜM 2. ANLATI

(Cillo Usta’nın mübarek ağzından... Derleme.)

Hebburi Tarikatı 15. kuşak büyük ustası Antoine de la Bouche’un ölümü oldukça ilginçtir. Yüce Usta bir gün dünyadaki savaşları ve acıları protesto etmek için kendini yakmaya karar verir. Öğrencilerini, müritlerini, şirket yöneticilerini çağırıp düşüncesini açıkladıktan sonra benzini üstüne döküp kibriti çakar. Orada, herkesin gözü önünde neredeyse on saat kadar yandıktan sonra ayağa kalkar. Sevdiklerine der ki: “Demek ki savaş olmalı ve olacak. Tanrı böyle istiyor.” Ardından da, her yanından ateş fışkırmasını falan umursamadan normal yaşamına geri döner. Derileri kömürleşse de iç enerjisi tutuşup ateşi nötralize ettiği için ona zarar gelmemiş, tam aksine daha da güçlenmiştir. Yatağı değiştirilip taştan bir döşek hazırlanır. Nitekim masası, koltuğu, sandalyesi ve üstündeki tek giysi olan donu da yanmayan malzemelerden yapılır. Artık el falan sıkışamaz ama gündelik yaşamında fazlaca bir değişiklik de yapmaz. Ancak, heyhat!.. Dostları, öğrencileri ve şirket onu böylece kabul etmişken hiç beklenmedik bir şey değerli ustamızın sonunu getirecektir. Bir gün o, pencereden bakınırken yan komşu alevleri görüp itfaiyeyi çağırır. Yarım saat kadar sonra içeri dolan itfaiye erleri “Hayıır!” diye bağıran dervişlerin dervişi Antoine de la Bouche’u ve kendilerini engellemeye çalışan hademeleri takmadan üstüne suyu sıkarlar ve iç enerjisi bloke olan usta oracıkta pat diye ölüverir...


Kayıp Ülkenin Masalları www.cagandikenelli.com'da edebiyat - okutamadıklarım bölümünde uçuk mu uçuk yepyeni hikayelerle karşınızda.

Sporda Tuz Ruhu

Eleştirmenlerdeki yalaka ruh hali her zaman midemi bulandırmıştır. Dokunulmazlığı olan adamlar belirlenir ve yazıların sonrasını sadece demagoji ve çarpıtmalar belirlemeye başlar. Kardeşim, sistem yokken, atak organizasyonları sıfırken, ülkemizde formda ve diri olup forması için ter dökmeye istekli oyuncular var ve bunların yerine götü havada bir sürü oyuncu karikatürü birtakım ilişkiler aritmetiğiyle sahaya sürülmüşken, yani teknik ekip ve sporun başındaki federasyonlar altına doldururken nasıl olur da bütün suç oyunculara yüklenebilir?

Evet. Ruhsuzlar, kansızlar, şımarıklar falan gibisinden alıkça yargılarla gerçeği saptırmak her zaman baş sorunlarından biri (sorunu çok da) oldu spor medyasının. Peki soralım: Bu adamları oynatmak zorunda mısın kardeşim? Muadilleri bulunmuyor mu? Gerçek şu oysa: Turgay Demirel sponsor anlaşmaları ve kulüplere verdiği ödünlerle elini kolunu bağlamış, vitrin görüntüsü oluşturmak uğruna başarıdan başarıya koşan Türk antrenörlerini görmezden gelmiştir. Tanjevic tamamen tükenmiş, demode bir hocadır. Hiçbir set organizasyonu olmayıp, oyuncularımızı yerine çivilemesi, ayaklarına ağırlık bağlanmış gibi statik durmalarını görmezden gelmesi bir yana bir de biraz iyi oynayan biri oldu mu hemen kenarıya alıp soğutması da diğer ülkelerden para mı alıyor gibisinden dedikodulara malzeme olmaktadır. Gardlarımızın hepsini toplasan bir Calderon etmezken Kerem Tunçeri’nin, Tutku Açık ve Ömer Onan’ın takıma alınmaması, ribaundlarda ve boyalı alandan sayı bulma konusunda yaşadığımız sorun ortadayken Mirsad denen büyük yeteneğin görmezden gelinmesi, Fatih Solak’ın geri postalanması, sakatlandı bahanesiyle sivri dilli Serkan’ın takımdan kesilmesi büyük bir faciadır.

Futbola gelirsek, Fatih Terim kendisiyle kavga etmek ve kasılmaktan, en önemlisi de Ersun Yanal’ı yemesine yol açan sebeplerin şimdi gelip midesinde hazım sorunu yaratmasından kontrolü tamamen elinden kaçırmış bulunmakta, başbakan misali yorumcu, gazeteci azarlayarak şişinmeye devam etmektedir. Daha kötüsü hedef göstererek 18 yaşındaki yeteneklerinin ve düşünce yapısının bir santim bile yukarısına çıkmayı yıllardır beceremeyen, üstelik bir de gerileyen problemli futbolcusunun bir kez daha kefal gibi o hedefe saldırmasına neden olmuştur. Stres yönetimiymiş. Hayır efendi, bu stres yaratma ve yönetemeyip kaosa yol açma yönetimi.

Türkiye eğitim-spor sistemini oturtamadıkça, kendi ekolünü yaratamadıkça, medya kısır tartışmalarla gündem saptırdıkça çöküşün süreceği ortadadır.

Bu arada ne mutlu ki suçlu belirlenmiştir: Ruhsuz oyuncular!

Tüm ülke ruhunu kaybetmişken oyuncular ne yapsın beyler!

SAPTAMA ya da SAPLAMA - Kıllar Ağarınca

Belli bir yaştan sonra dine döner yaşlılar. Namaz niyaz, oruç falan... Birini de görmedim. Yetmiş yaşına gelince ben anarşist oldum, ateist oldum desin, şekil yapıp sokağa atsın kendini. Bilmezler ki, bi yapsalar barlarda, konserlerde gençler ne el üstünde tutar onları, ne mıncıklarlar sarkmış yanaklarını...

11 Eylül 2007 Salı

Autumn Song

Sonbaharın yapraklarına kapılıp sokaklarda süzülmek, yırtık bir sesin üstüne binip sarı ışıkların içinde dansetmek için Manic Street Preachers’ın Autumn Song’unu yükledim beynime. Gündelik konuşmalar, televizyon sesleri, seyyar satıcıların bağırışları çok çok dışarıda, garip bir akışın tatlı ritmlerinin altında artık. Üstümde bir sarhoşluk, kendini anılardan dışarı atmış tatlı bir gün yaşanıyor defalarca ve bıkmadan dönüp duruyor kuzeyden esen deli bir rüzgar tam yanımda.

Yolsuzluk ve Yoksulluk

Tuncay Mollaveisoğlu’nun KanalTürk'teki programında bir kez daha müthiş konuklar olağanüstü konularla buluştu. AKP hükümetinin sınır tanımaz satış operasyonları masaya yatırıldı. Suyu Özelleştirme adı altında Türkiye’nin barajları, akarsuları, göllerinin yabancıya peşkeş çekileceği, böylece kendini sübvanse etmekte zorluk çeken, denetimsiz ithalatın altında ezilen tarımın bir de su ücretlendirilince çökeceği, yeni bir göç dalgasının başlayacağı konulardan sadece biriydi. Maden aramak için ruhsat alan yabancılara o toprakların satıldığı (üst arazi satılmadan maden tetkikine izin verilmiyor), şimdiden 150 bin kilometre karelik alanın, yani Türkiye’nin beşte birinin dış ülkelere pazarlandığı ve bu satışın son hızla süreceği varsayılırsa yakında ülkemizin yabancıların eline geçeceği; barajlar ve yanlış sulamayla Fırat ve Dicle, yani Yahudiler için kutsal sayılan toprakların kuraklığa mahkum edildiği, amacın o bölgelerin tarımdan arındırılarak boşaltılması ve maden aramaya elverişili hale getirilip satışa açılması olduğu da konuşuldu. Enerjide olduğu gibi özelleştirilen barajlarda da yabancı şirketlerin su alım garantisiyle geldiği ve satılsın satılmasın yıllık belli bir ödemeyi ceplerine indireceği (sadece kendileri değil tabi, hükümete yakın isimlerden oluşan Türk ortaklarıyla birlikte) gibi akıl almaz gerçeklere de değinildi.

Bu arada diğer kanallarda neler mi konuşuldu? Yok Cumhurbaşkanımız Başbakanımıza iade-i ziyarette bulunmuş, yok piyasalar umut veriyormuş, yok yeni anayasa özlem duyduğumuz sivil demokrasiyi sonunda ülkemize getirecekmiş. Yani bir sürü safsata masaya yatırılırken tek istenen gerçeklerden mümkün olduğunca uzak durmaktı. Aman piyasalara bir şey olmasın, Türkiye bitse de önemli değil.

BEBEGEVAMK

Kimsenin şeyinde bile olmayacak, tanışmasak şu kısacık ömrümüzde bize en ufak bir kayıp yaşatmayacak, kendilerine bile hayrı dokunmayan bir sürü tipi televizyon ekranına sıkıştırıp insanlara tanıtmak ve aylarca izletmek nasıl bir başarıdır. Bravo. Oturup mal gibi bakana da, böyle bir formatı bulup izleneceğini düşünene de bravo.

ÇAKAR MI TAM ÇAKAR!

Ahmet Çakar 6 Pas programında, 6 spor yorumcusuyla yan yana oturtulunca ve her biri olay yaratmak, yeni gündemler oluşturmak için kıçlarını yırtınca, yani rekabet kızışınca artık tutulamaz bir inci yumurtlayıcısına dönüşmüş. Polemikten demogojiye oradan absürditeye hemen ardından anlamsız sorularla karşısındakini afallatma muhabbetine sıçrayan eski hakem dün şöyle bir egzantrik yorum yaptı: Türkiye’de savunma elemanı neden yetişmiyormuş? (Diğer yorumcuları ele geçiren zeki bakışlar.) Neden? (Az sonra şapa oturacaklarını ima eden göz süzmeler.) Çünkü Türkiye neredeyse yüz yıldır savaşa girmemiş. İkinci Dünya Savaşı yaşayan ülkelerden iyi savunma oyuncuları çıkıyormuş, bizse biraz yumuşamışız. Hay Allahım sen büyüksün. Yoruma bak yoruma. İnsan ne diyeceğini, ne tarafını düzelteceğini şaşırıyor. Kanal kanal dolaştım. Hepsinde ayrı bir değer ayrı bir cingöz. İçine şeytan girmiş gibi ya da uzaylılar tarafından beyinleri değiştirilmiş gibi konuşan 154 yorumcu. Bu ülkeye az bile diyeyim de rahatlayayım!

10 Eylül 2007 Pazartesi

Doğum Günün Kutlu Olsun Aşkım

SENİ SEVİYORUM

Alternatif BireyinYaşam Rehberi (Türk Versiyonu)

MADDE 1: Toplumun dışında olduğunu asla gösterme. Söylenen şeylere fazla nazikçe olmadan gül. Kibar olursan da ya yanlış anlaşılır ya da ezilirsin.

MADDE 2: Modaya, yani kostüme bakarak karşındakine gerçek fikirlerini açma. Denyoların anarşist gibi giyinebileceğini, hıyarların televizyondan falan görerek efendi bir tarzda takılabileceklerini, sünepe heriflerin punk kostümleriyle yeni amerikan idollerinin şekilciliğini taklit ettiklerini unutma.

MADDE 3: Akşam yatarken yarının iyi olacağını düşünme. Berbat bir güne hazır ol.

MADDE 4: Normal bir bireyden iki kat fazla çalış. İlk sekiz saati kalitesiz işlere ikinci sekiz saati idealist işlere harca.

MADDE 5: Dürüst takılıp başına gelen iyi şeylerden bahsetme. Başarılarını sakla ki düşmanın olmasın.

MADDE 6: Televizyondan spor karşılaşmaları dışında uzak dur. Dizileri internetten indir. Reklama alet olma. Bu kahrolası aletin cahiller ve cahil adayları için olduğunu, siyasi manipülasyon için kullanıldığını hiçbir zaman unutma.

MADDE 7: Eleştiri senin her şeyindir. Çoğunluğun sevdiği şeylere sempati duyma emareleri hissedersen hemen kendini tokatla ve içinden on kere kadar küfret.

MADDE 8: Bayram, seyran, yılbaşı gibi özel günlerin kutlamalarını kesinlikle evinde geçir.

MADDE 9: Devletler ve sınırlar aldatıcı, internet gerçek vatandır. Yeraltı örgütlenmesi yerini internete bırakmıştır. Orada alternatif beyinlerle buluşup güçlen.

MADDE 10: Hümanizm bir tuzaktır. Çevremizi saran iğrençliği insanların oluşturduğunu unutma, her gün insan olduğun için kaderine lanet et ve doğadaki her şeyi bir insandan daha fazla sev, daha fazla önemse.

(KATILIMINIZI BEKLİYORUM ARKADAŞLAR)

9 Eylül 2007 Pazar

ÇOKTAN ÖLMÜŞLER

Kargalar sokağa atılmış düşüncelerin peşinde, kanatlarında küçük bombalar. Karanlık bir sis sarmış yolları ve oluşmamış insan yüzleri. Anlamsız kıkırdamalar sürükleniyor aptallık rüzgarında. Balkonlarda utanç bayrakları. Savaştan korkanlar televizyonla dövüşüyor sıcak salonlarda. Ve incecik, cılız bir yağmur başlıyor aniden. Akıp gidiyor beyinler, tutunamıyor geçmişin gölgesine. Delirmiş gibi bağırıyor doğmamış çocuklar. Boşuna. Uyanmayacak bir türlü çoktan ölmüşler...

6 Eylül 2007 Perşembe

KÖR FAHİŞE BIÇAĞI - 2006


Bu kitap Maceraperest Yayınevi tarafından 2006 yılında yayınlanmıştır. Türü komedi-polisiyedir.

Özet: Melek teyze buruşuk suratlı, tombul, cin gibi bir mahalle çaçaronudur. Mahalledeki herkesi çekip çevirmekte, tüm dedikoduları kendisinde toplamakta ve merakıyla karıştığı bütün işlerde girdiği diyaloglar ve sunduğu yardımlarla her kesimin sevgisini ve saygısını kazanmaktadır. Ancak düşmanlarına karşı da kinci ve şirrettir. Yani aklı olan birisi aslında Melek teyzeyle ne dost ne de düşman olmayı seçmeli, tek düşüncesi olabildiğince uzağında kalmak olmalıdır.
Genç yaşta dul kalan Melek teyzenin iki oğlu vardır. Evde bir de aksi dede, yani kocasının babası kalmıştır. Oğullarından birisi insan azmanı, kel, çekik gözlü 1.90 boylarında bir mongol olan Oğul'dur. Hiçbir şeyden anlamaz ve yanından ayrılmadığı annesinin her isteğini yerine getirir. Tabi her şeyi birbirine karıştırarak. Diğeri ise kafası yine fazla çalışmayan Tuğrul'dur. O polis olmayı başarmış olsa da arşivde çalıştığı, yani gerçek bir dedektif olamadığı için annesinin saygısını asla kazanamamıştır. Hiç anlaşamazlar. Tuğrul'u rahatsız eden bir şey de, çörekler, fal gibi numaralarla gide gele kendini asayiş bürosuna adamakıllı sevdirmiş olan annesinin Beyoğlu Emniyet Amirliği'nden hiç çıkmaması ve her türlü cinayete bilirkişi olarak karışmasıdır. Buna çözdüğü bir iki cinayet sayesinde hak da kazanmıştır. Ayrıca emniyet amiri Cevahir'in de hem dert ortağı hem annesi gibi olmuştur. Sonuçta onu karakoldan uzaklaştırmak imkansızdır artık.
Melek teyze cin gibi karakteriyle arada oluşan derin sevgiyi dedektiflik merakının doyurulması için kullanmayı çok iyi becermekte, hatta Cevahir'den bir izin belgesi bile kopartmaktadır. Üstelik artık yeteneğini de kanıtlamış; Cevahir de, Gayrettepe Cinayet Masası'ndaki komiser Hüseyin de bu kadının daha neler çözebileceğini merak etmeye başlamıştır.
Melek Teyze kendisine tanınan toleransı sonuna kadar kullanmakta ve bir olayı sonuçlandırmak için her türlü riski göze alıp, bir vakanın peşini asla bırakmamaktadır. Tabi ki Oğul'un sınır tanımaz gücü de ona yoluna çıkan engelleri aşmada cesaret ve aşırı güven sağlamaktadır.
Ancak bu hırslı amatör dedektifin olayı çözme aşamasında yardıma hazır mahallelileri çok tehlikeli durumlara sokması en büyük handikapıdır. Mahallenin kendini dahi zanneden elektrikçisi, videocusu, muhtarı, meraklı kadınları, genç delikanlıları gerek teknolojik gerek vurdu kırdı tarzı yardımlarla onun araştırmalarına ortak olacak, bazen çok kötü darbeler alacaklardır. Fakat Melek teyze için önemli olan sonuçtur. Ayrıca bir iki kişi ölse de, beş altı kişi sakatlansa da onun kredisi her zaman vardır.
Tüm bu olaylar içinde Melek teyze bir de mahalle dedikoduları, düşmanı olan kadınlar üzerine çalışmaları, oğlunun evlenmesini engelleme gibi yan işleri de asla boşlamamakta ve gayet de başarılı olmaktadır.
Kör Fahişe Bıçağı'nda Melek teyze Cihangir bölgesinde işlenen seri cinayetlerin peşine düşer. Üç fahişe öldürülmüş, cinsel organlarına da bıçakla bir darbe vurulmuştur.

OTORÖPORTAJ

Ben: Hayatınızdan memnun musunuz?
Ben: Olsam da, bunu insanlarla paylaşmak niyetinde değilim. Gizemli ve bir nebze üzgün görünmenin avantajlarını kullanmak istiyorum.
Ben: Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Ben: Bir lamanın kızak hayvanı olarak çektiği sıkıntıları anlatan bir kitap üzerinde çalışıyorum.
Ben: Sanki Jack London’ın Vahşetin Çağrısı’nı hatırlatıyor.
Ben: Ne alakası var canım. O romanın kahramanı köpek bu kitabınki lama.
Ben: Doğru. Sadece tek kitap üzerine mi uğraşıyorsunuz?
Ben: Hayır tabi ki. Bir geyşanın Şemdinli’nin Çukurca köyünde girdiği bunalımı anlattığım bir hikaye ve basketbol takımımızdaki oyuncuların basketbolu bırakıp badminton’a başlaması üzerine gelişen toplumsal olayları anlattığım bir eser de yolda.
Ben: Büyüyünce ne olmak istiyorsunuz?
Ben: Asker olup generalleri tokatlamak istedim hep. Ama bu yaştan sonra pek mümkün olduğunu sanmıyorum artık.
Ben: Bir dönem asker oldunuz ama ordu bu gerçeği beyninizden sildi. Haberiniz var mıydı bundan?
Ben: Ana. Evet, hatırladım öyle bir şey. Bakkal söylemişti. Ama önemli olan bunu bilmem değil, “Kahvaltıda ne yiyelim?” dediğim anda yine unutmam. Belki de beynime yerleştirilen bir koddur... Ne diyordum???
Ben: Türkiye’deki siyasi yapıyı sağlıklı buluyor musunuz?
Ben: Buluyorum. Bir İslam Cumhuriyeti olarak oldukça demokratik ve özgürlükçü bir hava estiğini söylemem lazım. Manda olduğumuz için dış ülkelerin bağımsızlığımıza ve bütünlüğümüze gösterdiği hassasiyete de şaşkınlıkla bakıyorum. Harika gidiyor herşey.
Ben: Edebiyat sizce de bir silah mıdır? Geleceği değiştirecek gücü var mıdır?
Ben: Edebiyat okurların kafasını karıştırıp kendilerinden şüpheye düşmelerini sağlar. Sağlıksız bireylerin sarıldıkları şey muhafazakarlıktır içine düştükleri paranoya yüzünden. Sonuçta edebiyat bir silahtır ama onu kullananlardan başkasını vurmayan bir silahtır. Geleceği değiştirme konusuna gelirsek bu Allahın işine karışma olur. Yani pek de yanlış bir yargı değildir.
Ben: Geçmişte büfecilik yaptığınız söyleniyor. Gerçeklik payı var mı?
Ben: Eh, saklayacak değilim. Yıllarca insanları zehirlemek adına her türlü hizmet işine girdim çıktım. Sonuçta her yazar hayatını mahvettiği insan sayısı kadar yazardır.
Ben: Korku kitabı yazarken korkmuyor musunuz?
Ben: Komedi yazarken gülmediğim gibi korku kitabı yazarken de korkmam. Çocukça bir bakış açısı.
Ben: Ben korkuyorum. Laptop’u atıp kaçmak geliyor oradan.
Ben: Türlü türlü insan var işte.
Ben: Kendinize Subcomandante Marcos’u örnek aldığınız konuşuluyor iş çevrelerinde.
Ben: Borsaya girmediğim için ortaya atılan spekülasyonlar bunlar. Kitaplarımın anlık dalgalanmalar yaratacağını söyleyen ve ricada bulunan gay lobisini kıramadım. Gerçek bu işte.
Ben: Gerillalar şehire inecek diyorlar yakın gelecekte.
Ben: Önce entellektüellerin dağa çıkması gerekli. Diyalektik meselesi.
Ben: Entellektüellerin genetik şifresinde gamalı haç görüldüğü de mi yalan peki? Tıp dünyası bu haberle çalkalanıyor...
Ben: Yalan tabi. Bir aydının damarlarındaki kanın yeşil akmasından başka bir gerçek muteber değil günümüzde.
Ben: Kendinizi tanımlayan bir şarkı var mı peki? Hani bu şarkı tam da beni anlatıyor dediğiniz bir şey.
Ben: Burak Kut. Komple komple komple...
(Kalkıp ikimiz de söylemeye başlarız şarkıyı ve sohbetimize ara vermemiz gerekir...)
(BELKİ DEVAM EDER. NİYE OLMASIN?)

Gülmek ya da Teslim Olmak

Bir ülkede her şey komik her şey saçmayken nasıl bir tanecik bile dişe dokunur komedi filmi yapılmaz, kitap yazılmaz? Anlayamıyorum.
Gülme bu kadar temel bir ihtiyaçken ve güldürmek en zor uğraşlardan biriyken edebiyat kumkuması bunalım tacirleri komedi türünü nasıl küçümseyebilir? Bunu da anlayamıyorum.
Anlayan varsa beri gelsin.