Çağan Dikenelli ‘Kara Efe’ adlı kitabında yaşlı bir zeybeğin Ege dağlarına yolculuğunu anlatıyor. Kitapta intikam duygusunu ön plan çıkaran Dikenelli, “Bu ülkenin bir an önce gerçek bir intikamcıya ihtiyacı var” diyor.
- ‘Kara Efe’ adlı romanınızda yaşlı bir zeybeğin hikayesini anlatıyorsunuz. Sizin için zeybekler neden bu kadar önemli? -
Zeybekler hakka adanmışlığın simgesi benim için. Baskı altında dizleri titremeyen onurlu bir tavra, sömürünün karşısında dimdik durabilme becerisine sahipler. Sırtlarını beylere değil de dağlara dayamayı seçtiklerinde, bu yolun sonunun ölüme çıktığını bilseler de halkları için kendilerini feda etmekte tereddüt etmemişler. Ağaları, zaptiyeleri, şalvarı şaltak eğeri kaltak Osmanlı’yı karşılarına aldıklarında yanlarında kala kala aşar vergileriyle belleri bükülmüş köylüler, Yörükler kalmış. Bu, dünyanın en büyük en cesur en delice isyanlarından biridir. İntihardır. Hepi topu bir aynalı martin, bir yatağan, bir piştov, bir atla orduların karşısına tüm heybetleriyle dikilirken, savaşçı olarak da, ideolojik bağlamda da derebeylerine parayla hizmet veren samuraylardan, hayduttan öteye gitmeyecek kovboylardan üstün sayılırlar. Zeybekleri önemsiyorum, hem de çok. Burada esas sorun benim kişisel tavrım değil aslında, Hollywood ve Uzak Doğu Sineması kendi folklorik savaşçı tiplemelerinden yağ çıkartırken, yetmedi dünyanın dört bir yanındaki tarihi kişiliklerini de kendi tüketim klişeleriyle süsleyip dolaşıma sokarken halkımızın ve özellikle yapımcılarımızın kendi iç dinamiklerinden doğan nice olağanüstü kültüre hunharca sırtını dönmesi…
- Kitapta intikam duygusu ön plana çıkıyor. Siz birinden intikam almak istediniz mi hiç? -
Bir ya da on olarak düşünmeyelim. İntikam almak bir iş dalı olsa ya da üniversitede okutulsa bir an bile düşünmez başvururdum. Herkese topluca kızgınım. Ama ne yazık ki şimdilik bunun için Tanrı olmaktan başka bir seçenek yok. Tek tek, insansı, kişisel bir uğraşla bunca çakala ne yirmi dört saat ne bir ömür yeter.
Kara Efe, eski efesi Tuzcu ve ailesinin işkenceyle katledildiğini duyunca, dört bir yana dağılıp başka başka çetelere eklemlenmiş haydutların peşine düşüyor. Ancak, hayatının hangi döneminde nasıl bir travma yaşadığı belirsiz bu soğukkanlı intikamcı, nereye girse, pıtrak gibi önüne fırlayan çeşit çeşit ite, çalıkakıcıya da hak ettikleri kaderi sunmaktan geri kalamıyor. İntikam duygusu böyle bir şey. Bir kez yola çıktınız mı duramazsınız. Dünyayı değiştirmekle alakası yok seçilen eylemin, bunun becerilemeyeceği ortada, sadece kendine duyulan saygıyla açıklanabilir. Yer hamam böcekleriyle doluyken oturup rahat rahat yemeğini kaşıklayamayanlardan bahsediyorum.
Bana gelince, şu anda, ortaya koyduğum her doğru iş bir intikam. Bunları unutturmaya çalışanların canını acıtan küçük ısırıklar. Kişisel alınganlıklarla can yakma gibi basit dürtülere prim vermemeye çalışıyorum.
- Neden bu romanı ‘spagetti zeybek’ olarak adlandırıyorsunuz? -
Kara Efe tarz olarak, Sergio Leone’un şiddetle ironiyi bir arada kullanan spagetti westernlerinden, Kurosawa’nın derinlikli samuray öykülerinden, Sam Peckinpah’ın sert karakterlerinden besleniyor, bu kaçınılmaz, çünkü şiddetin estetiğini, duygusal kurguyu, abartıya gizlenmiş dalgacı eleştiriyi onlar getirdi. Böylesine bir adlandırma sadece ilgi çekmeye dönük bir reklam kampanyası olarak değil, bir saygı duruşu olarak da görülmeli. Birinci şıkkın bizde uyandırdığı çekiciliği yadsımıyorum. Bu seçimin Kara Efe’nin epik anlatım biçiminin kendine özgülüğünü ve zeybeklerin muhteşem ritüeller sisteminin biricikliğini zedelediğinin de farkındayım. Fakat kabul etmelisiniz ki, daha önce Türkiye’de pek rağbet edilmemiş bir şeyi denerken, okuyucuların bu kitaptan neler beklemesi gerektiği konusunda ipuçlarını da bu tipte bir ön adla şekillendirmeliydik.
- Bu hikayeyi senaryolaştırmayı düşünüyor musunuz? -
Şunu ben de okurlarım da gayet iyi biliyor ki, bu kitap sinema kokuyor, birisi çıksın beni film yapsın diye bas bas bağırıyor. Yapımcıları göreve çağırıyorum. Hem de hemen. Titreyip kendilerine gelmelerini istiyorum. Burnu havada bir insan değilim. Kitabın ruhunu korumak adına en fazla on, on beş kavga çıkarırım. Halden anlarım. Onlar ellerini taşın altına soksun, senaryo kolay. Bu ülkenin bir an önce gerçek bir intikamcıya ihtiyacı olduğunu unutmasınlar…
Yani evet. Kara Efe film olarak akıyor beynimin içinde ama bir yandan da kendime sorup duruyorum. Bir roman tek başına niye yeterli olmasın ki?
- ‘Ernest, Cervo ve Biz’i televizyonda bir sit-com olarak görmek ister misiniz? -
Doğru. Can Gençlik’ten çıkan Ernest Cervo ve Biz, ‘Bir Sitkom Roman’ etiketiyle satışa sunuldu. Öyle de yazıldı. Yine de, dizi sektörünü eleştiren bir kitabın dizi yapılmasındaki paradoksun evrende onarılmaz yaralar açabileceğini düşünüyorum. Ernest Cervo ve Biz’i şu anda kütüphanemde kitap olarak seyretmekle yetiniyorum.
- Kitapta şiddete de cinselliğe de sansürsüz yer verdiniz. Blogunuzda sansüre karşı tepkinizi dile getiriyor musunuz? -
Sansür gibi deli saçması bir ilkel kültür artığının hâlâ var olabileceğini çoğunlukla unutuyor ve devamlı bir tepki teyakkuzunda olamayabiliyorum. Ama şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Ben de vasat popüler kişiliklerin gündelik saçmalıklarına özel bir filtre uyguluyorum blogumda. Sansürse sansür. Oyunu kuralına göre oynayabiliyorum. Bir şeyi her seferinde görmezden gelmeyi başarabilirsen bir süre sonra yok olur gider ortadan.
Yazmayı sürdürdüğünüz yeni bir roman var mı?
Geçen yıl bitirdiğim bir tarihi gençlik macerasının bölüm başlarına yerleştirilecek çizgi-roman illüstrasyonlarının üretimini organize etmekle meşgulüm şu aralar. Gürer Yayınları’ndan çıkacak kitap, 1600’ler İstanbul’unda, bir yeraltı teşkilatında hafiye olarak çalışan Şekerzade Ahmet Efendi ve devşirme Sahab’ın yer yer mistik, yer yer komik, bolca hareketli maceralarını anlatıyor. Bunun yanında şu anda üstünde çalışmaya devam ettiğim ve neredeyse sonlarına geldiğim Kule adında bir romanım da var. Psychedelic bir yapıda kurgulamaya çalıştığım bu eserin tanıtım yazısı büyük bir olasılıkla şöyle olacak: Hastanede yapayalnız uyanan bir adam. Beyaz bir at. Issızlığa batmış, gizemli gölgelerle yıkılıp giden bir İstanbul. Taştan bir kule. Dipsiz bir uçurum. Gizemli bir çağrı. Davetsiz bir misafir. Çöküp giden gerçekler…
1 yorum:
hahah hohohooo! medya medya olalı böyle keskin ifade, bu derece iddialı çağrı görmemiştir. bilinmeyen bir adam gazete sayfasında cisim buluyor ve lafı koyup yoluna devam ediyor. işte budur birader!
Yorum Gönder