30 Ekim 2008 Perşembe

Anlayamadıklarımdan mısınız?

Bütün iddianamenin başlangıç noktası, içinde 158 kere adı geçen Tuncay Güney niye sanık değil. Hadi sanık değil. Niye şahit olarak dinlenmiyor?
Bu sorunun altına, çay sigara içen, saçı başı dağılmış, düşünen düşünen ama hiçbir sonuca ulaşamayan bedbaht bir aydın karikatürü konulmalıydı ama bunu yapacak bir arkadaşım yok. Kusura bakmayın.

Hayali Sohbetler Bürosu

Mimar Sinan’ın Fındıklı Kampüsü’nde denize bakıyoruz Dr. Sayko’yla.
Dalgaları bir süre izleyip uzaklaşmak için kıçını çeviren devasa yolcu gemisini işaret ediyor uzun burnu sayesinde.
“Foton motorunu çalıştırıp pıf, diye yokolacak şimdi.”
“O zaman buradaki herkes öleceği için kaptan normal motoru kullanacaktır.”
“Bi de yolcular uçmasın diye bence. Dışarıda durup el sallıyorlar ya. Orada el sallamaya devam ederlerken gemi yok olabilir. Havada asılı kalırlar.”
“Zuip, diye denize batıp öyle giden bir şeyler yapsalar ya, daha havalı görünür.”
“Çotank, diye dibe çarpar her seferinde.”
“Limandan çıkışını düşünsene bilader. Denizin içinden yunus gibi fırlıyor.”
“Giderken de yunuslar gibi gitsin o zaman. Dalıp dalıp fırlasın dışarıya.”
“Öyle gemi sürüleri de olabilir...”
Bir süre daha oturuyoruz. Bir kere çay ardından da kahve alıp geliyor Sayko. İçiyoruz afiyetle.
“Şurdan karşıya incecik bir yol geçirseler güzel olmaz mı?” diye soruyorum. “İnsanlar balık da tutar iki tarafından.”
“Gemiler nereden geçecek?”
“Üstten geçen deniz koridoru açılır.”
“Yapılabilir mi?”
“Neden yapılmasın ki?”
“Doğru. Devlet biraz kararlı olursa...Alttan denizi görmek de çok asortik olur...” Kalkınıyor. “Bira alıp geleyim mi?”
“Deniz suyu alkollü olsa şuradan çekip içerdik.”
“Ya çiş olsa!”
“Suyla incelttikten sonra niye olmasın... Kendi sümüğünü yemiyor musun?”
“Yoo!”
“Hımm. Ben de yemiyorum.”
“İyi o zaman.”
“Bak ne geldi aklıma geçen gün. Kızlara ve erkeklere sensör takılsa. Davranışlardan tahlil yapabilse. Mesela sen bir kıza bakıyorsun, bakışlarını, hareketlerini analiz edip hemen sesli sinyal geliyor sana. ‘Beğenmedim, iğrenç, salak,’ falan diye.”
“Benim sensöre ihtiyacım yok, hemen anlıyorum.”
“Şu kız seni beğendi mi beğenmedi mi, bil bakalım.”
“Bakmadı bile bu tarafa.”
“Eee, bu ne demek?”
“Ne alakası var ya. Başka bir şey düşünüyordur belki.”
“Kızlar aynı anda bir sürü şey düşünebilir.”
“Beğense mutlaka bakar yani.”
“Mutlaka belli eder.”
“Sen kız oldun mu hiç ağbicim? Çok iyi biliyorsun bu işleri.”
“Oldum tabi. 15 yaşıma kadar kızdım. Babam biraz da erkek çocuk sevmek isteyince ameliyat ettirdiler beni.”
“Aslı da erkek miymiş önceden?”
“Hayır, o da nerden çıktı.”
Yine kalkınıyor. “Neyse. Bira alıp geliyorum.”
“Beden transferi bulunsa, biraları denetlerler mi acaba?”
“Nasıl yani?”
“Yani kendini transfer edebiliyorsun ama okul gibi alanlara bira taşıyamıyorsun.”
“O zaman midendeki alkolü de ayrıştırıp alabilirler. Ne de olsa moleküllere ayırıyorlar.”
“Evet, burdan başka yere bir transfer oluyorsun, pat diye ayılıveriyorsun. Olabilir.”
Yine oturuyor.
“Şu sinek filmini niye seri olarak devam ettirmediler o da ilginç. Mesela tam transfer edecek kendini fil de giriyor kabine.”
Arkamızda muhabbeti duyup gülüyor bir kız.
Dönüyoruz hemen. Uykusuz dergisi okuyor başını eğmiş.
Başımızı önümüze çevirip denize bakıyoruz.
“Bira alıp geliyorum ben,” diyor Sayko.
“Al,” diyorum...

28 Ekim 2008 Salı

Aşk meşk olmadan namaz kılmak da zor be!

Nasıl bir Türkiye düşlüyorum biliyor musunuz?
Anaokulunda haremlik selamlık oturulan bir Türkiye...
Ha ha haaa.

Hüseyin Üzmez'e özgürlük!
Tecavüzden direk suçlanma yaşı altıya düşürülene kadar devam. Durmak yok AKP! Sürekli ileriye...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Susarım

Sessizliğin içinde pazarlık ve uzlaşma yatar, o yüzden sevmem Avrupa'nın dinginliğini, o yüzden kuşkuyla bakarım utangaç bir tavırla susan kızlara... Ve o yüzden susarım, düşünerek, nasıl alaşağı edeceğimi tüm bunları...

Kokteyl ve Performans Gecesi

Dün ilk kokteylimizde iğrenç bir şarap, ultra kötü bir likör ve dandik mezeler vardı. Resimler mi, onlara bakmamaya çalıştım. Ressam bey konuşma yaparken şöyle bir fikir geldi aklıma. Bir gün bütün kalabalığı organize etmeyi ve salon sahibi tam ilk konuşmayı yapacakken topluca bağıra çağıra dışarı kaçmayı düşünüp kıkırdadım alkışlama hazırlığında elleri kaşınan insanların arasında. Hiçbir suçluluk hissetmedim tabi.
Dışarı çıktık vakit geçirmeden. İstiklal Caddesi orada ne yaptığını bilemedikleri için suratlarında garip bir şapşallığı taşıyarak çevreye bakınan insanlarla doluydu. Belki de bu insanlardır insanı içmeye iten.
İkinci adresimiz Galata Kulesi yakınında bir performans salonu oldu. Orada evde yapılan kekler bolca kaliteli şarap ve yine bolca sidik kadar olmasa da bayağı bir sıcak bira vardı. Ev sahiplerimiz cana yakın insanlardı. Hepimizle tanışıp büyük anlamlar ve dostluk içeren sapıkça tavırlarla gözlerimizin içine baktılar. Seri katil havasına sahip olduklarını söylemek isterim. Sonra bize bembeyaz zarflar verip içine numara yazmamızı, çekiliş yapılacağını söylediler.
Çevreye bakındık ve hiçbir eser görmediğimiz için performansın ne olabileceği konusunda yorumlar yaptık. Konu Görünürlük olduğuna göre... Biraları içerken yavaş yavaş yokolabilir miydik? Kimin kırmızı don giydiğini bulmaya mı çalışacaktık? Beş zenci içeri girip herkesi... Neyse...
Orada sohbet ederken, Murat yeni keşfettiği sessiz sinema dönemi yıldızı Fatty'nin taklidini yapıp duruyor, insanları koca gövdesini eğip bükerek şişinerek ve gözlerini patlatarak ve hi hihi diye gülerek rahatsız ediyordu. İşin komik tarafı o sırada Fatty'ye hiç benzememesi ama buna kayıtsız şartsız inanmasıydı. Bir süre sonra sinir bozucu bir şekilde komik olmaya başladı olay. Çünkü birisi fe dediği anda, süper komik adam abi, deyip taklide başlıyordu. Turner'le birlikte bunun sinemada gerçekleşmesinin nasıl da güç olduğunu düşündük. Yani insanları sinir bozukluğuyla güldürmenin...
Sonra bizi zorla performans salonuna aldılar. Orada iki pırıl pırıl genç vardı. Kalkıp bir konuşma yaptılar ve ekranda oynayan görüntülere dj'lik yapacaklarını söylediler. Bir çizgi karakter yolda yürüyüp duruyor, bu arada daireler dönüyor, çizgiler falan birbirinin içine geçiyordu. Pop Art, avantgard buzuki, alternatif jobijop karışımı bir şeydi. Orada iki bilgisayarın başına geçmişler, tum tıs müziğe eşlik ederek kafa sallayıp duruyorlar ve çok komik görünüyorlardı. Dedim ki Sayko'ya; bunu durdurmanın bir yolu olmalı. Kafasını salladı. Yine ekrana baktık. Ve windows işletim sistemi göçtü. Kıpkırmızı olan genç özür dilerken sapık bakışlı salon sahibi bu aradan yararlanarak çekiliş yapalım dedi. Numarayı söyler söylemez Sayko'dan ıhı, mı, gibisinden bir homurtular çıktı. Doksan... dediğini ve o anda başka bir karara vardığını gördüm. Kadın 66 lafını tekrarladı ve sordu: Yok mu kimsede? Sayko hemen fırladı. Alkışlar eşliğinde öne çıktı. Ama yazılı yere yazdığı için 99 çiziktirdiği açıkça belli oluyordu ve reddedildi. Murat o zaman tutulamaz, denetlenemez bir şekilde bunun şike olduğunu bağırmaya başladı. Ve içeride kadını yakalayıp serginin adını görünürlük koymuşsunuz, eee, 66 altı kimsede yoksa görünen de 66 oluyorsa 99'u seçmeniz gerekmez miydi diye suçladı. Hem 5 niye, nerden geliyor, neden beş diye de öylesine ciddi bir şekilde sordu ki kadın ne bileyim, aklıma öyle geldi, demek zorunda kaldı sesi titreyerek. Fakat bir seri katil gibi rahat ve nazikti yine.
Turner'e sordum. Sen böyle bir şey hazırlayıp da insanların karşısına çıkar mıydın diye. Hayır dedi. Ben de dedim. O yüzden mi yalnız ve mutsuzduk?
Murat gecenin geri kalanında ufak tefek bir arkadaşla anime konuşup durdu, biz de onlardan uzak, huzurlu bir şekilde kalabalığı izleyip eleştirel yorumlar yaptık durduk.
Şarabın biteceği falan yoktu ve gerçekten de yavaş yavaş görünmez oluyorduk...
Ellerine sağlık. Kendilerini destekliyor, başarılarının devamını diliyor, ölmeden önce orada bir performans yapacağıma söz veriyorum.

Oyuncular
Çağan Dikenelli: Kek Çağan. Sıkılıyor ama gülüyor da.
Turner Baydar: Törnır. Düşünüyor, izliyor ve yorumsuz kalıyor.
Sayko Alemdar: Balkonda bir kızla konuşan adam. 66 olayının kahramanı. Serkan.
Murat: Fatty. Tüm gece animasyon konusunda orada tanıştığı ufak tefek bir adamla konuşabilen, ortama giren kızlara dönüp şöyle bir bakmayı bile çok gören bir dava adamı.

10 Ekim 2008 Cuma

Dünya'da Barış - Stanislaw Lem

Yüzlerce elektrotu deriye bastıran bir giysi giymekle, herhangi bir kimse bir erkek veya dişi telesomayla bağlantı kurabiliyordu. İnsanlar bu teknolojinin hayatlarını, özellikle seks hayatlarını nasıl değiştireceğini hayal bile etmemişlerdi. Evlilikten Dünya'nın en eski mesleğine kadar. Mahkemeler daha önce görülmeyen sorunlarla, yasal ikilemlerle karşı karşıya kalmıştı. Yasalar bir yapma bebekle yakın ilişkide bulunmayı boşanma nedeni saymıyordu. İster içi doldurulmuş olsun, ister bisiklet pompasıyla şişirilsin, otomatik iletişim kurulsun veya kurulmasın, önemi yoktu, zinayla olan ilgisi de bir insanın bir şifoniyerle birlikte olmasından öte değildi. Ne var ki, teleferik ürünler hakimleri evli bir kimsenin erkek veya dişi bir telesomayla ilişkiye girmesinin zina sayılıp sayılmayacağı konusunda bir karar varmaya zorlamıştı. "Telesoma zina" kavramı sadece hukuk dergilerinde değil, günülük basında da ateşli tartışmalara konu olmuştu.
Örneğin kendi karınısız daha genç olan kendi karınızla aldatmanız mümkün müydü?Adlai Groutzer adında biri Gygandroics'in Boston şubesine elli dokuz yaşındaki karısının yirmi bir yaşındaki telesomasını ısmarlamıştı. Üstelik Bayan Groutzer yirmi biri yaşındayken bayan Groutzer olmayıp James Brown'un karısı olması ek bir karışıklık yaratmıştı.
Eğer bir kadın kocası tarafından satın alınan telesomayı kullanmazsa, bunun adamın evlilik haklarından mahrum bırakılmasını gerektirip gerektirmeyeceği konusunda da bir karara varılması gerekmişti. Aynı zamanda telesoma ensestin, telesoma sadizmin ve telesoma mazohizmn mümkün olup olmadığı konusunda da kararlara gerek vardı. Telesoma eşcinsellik konusunda da. Bir şirket piyasaya cinssel organları değiştirilebilir telesomalar sunmuştu, bu şekilde bir insan çabucak erkekten dişiye geçebiliyor veya her iki durumu beraber yaşayabiliyordu.
Ne var ki, teknoloji sadece erotik alanla sınırlı değildi. Örneğin yazdığı kompozisyondaki imla hataları yüzünden kötü not alan on iki yaşındaki bir okul çocuğu babasının adaleli telesomasını İngilizce hocasını pestili çıkana kadar dövdürmek ve mobilyalarını kırdırmak için kullanmıştı. Badigard denen bu tip telesomalar peynir ekmek gibi satılıyordu; bunlar bahçe kulübesinde evi hırsızlardan korumak için tutuluyordu. Oğlanın babası yatakta elektrotlu pijamalar giyiyor ve içeriye bir yabancı girdi alarmı verilince, yataktan bile kalkmak zorunda olmaksızın, suçlu veya suçlularla baş edebiliyordu, çünkü telesoma polis gelinceye kadar adamları tutuyordu.
Gynandroics'e ve benzer Japon şirketlerine karşı yapılan grevlere ve sokak gösterilerine de tanık olmuştum. Protestocuların çoğu kadındı. Eşcinselliğin hala yasdışı sayıldığı birkaç eyalette yasa koruyucular eşçinsel olmayan bir erkeğe aşık olan bir eşcinselin adama kendisi tarafından yönlendirilen bir dişi telesoma göndermesi durumunda bunun bir suç sayılıp sayılmayacağını karara bağlamaya çalışıyorlardı...
Ardından Kuckerman davası ortaya çıktı. bay Kuckerman bir seyyar satıcıydı; Bayan Kuckerman bir güzellik salonu işletiyordu. Birlikte geçirdikleri süre azdı; kadın dükkandan ayrılamıyordu, adam ise sıkça seyahat ediyordu. İlişkilerinde bir aracı kullanmaya karar vermişler, ama bunun telesoma koca mı, yoksa telesoma karı mı olacağında bir türlü anlaşamamışlardı.
Bir telesoma da bir elektrot giysisi kuşanabilir ve başka bir telesomayı yönlendirebilir ve bu iş sonuza kadar devam edebilir. Bu fikir yeraltı dünyası tarafından coşkunlukla karşılanmıştı, bir telesomanın operatörünü bulmak bir telsiz vericisini bulmak kadar kolaydır. Polis teleferik hırsızlıkları ve cinayetleri çözmekte hiç güçlük çekmiyordu. Ama eğer suçlu telesoma başka bir telesoma tarafından yönetilirse, ikinci telesoma suçlu bulununcaya kadr, insan "aracısıyla" telsiz bağını koparmış oluyor ve ortada hiç ipucu bırakmıyordu.
Telemate ve Sony katalogları, tanınmış insanların yanı sıra, cücelerden King Kong'a kadar çeşitli telesomalar sunuyordu - sinema yıldızlarıyla birlikte tarihteki tanınmış kişilerin telesomaları, Nefertiti'nin, Kleopatra'nın ve Kraliçe Navarra'nın tekin olmayan yeniden yaratılışları. "Yaşayan veya ölmüş kişilere benzerlik" suçlamasıyla mahkemeye gitmekten kurtulmak için, dolabında Amerkikan Başkanı'nın veya komşusunun karısının bir kopyasını bulundurmak isteyen bir kimse postayla ısmarlanan birleştirilmemiş modellerden yararlanıyordu.
Narsistler kendi benzerlerini ısmarlıyorlardı.......

Faşo Anarşist – Salvador Dali

Ben Dali’yi sevmem. Yalancı, sahte deli. Kralcı, Frankocu, ama bu konuda da yalan söylüyor olabilir. Büyük provokatör. Skandalları da hep aşırı sağcı, kralcı tavırdan yana kullandı. Solcu gibi olmadı hiç. Anarşist aslında ama faşist. Marksist ya da komünist anarşistler olduğu gibi, anarşist faşistler de var. O da biraz faşo bir anarşist, ama o konuda da yalancı.
İstediği kadar yalan olsun, provokasyon yapsın, insan çok iyi bir sanatçı ya da ressamsa duyarsız kalamaz etrafına. Söylediklerine inanmasa bile, aksi olsun diye söylese bile yine kötü, daha da kötü.
İstanbul’daki sergi de insanlarımızın, büyük halk kitlelerinin resme, sanata iligi duymasını sağlayabileceği için önemli. Çünkü basit. Böyle bir sergi Picasso’dan sonra iyi. Ne de olsa konusuna giriliyor, dili resim dili değil, görsel bir dil değil. Dali’nin resminin fotoğrafı daha iyiymiş gibi görünür.
Bu tip ressamların orijinal resimleri daha kötü olur. Dali’nin orijinal resimlerini, Paris’e gittiğimde müzede gördüm. Ayak şeklinde bir bot resmi vardı, güzeldi. Pentür olarak kötü bir ressam; boyası iyi değil, piktüral olarak zayıf. Bir illüstratör aslında, yaptıklarını karikatür ya da tasarım eskizi olarak gösterse kâfi. Mesela saatlerin erimesi bir fikir ama o kadar süsleyip püslemek gereksiz. Çok abartılı biçimde formları uzatır, benim hiç hoşuma gitmez öyle şeyler. Bu açından bakıldığında konseptüelcilerin öncülerinden sayılabilir. Performansçıların da öncülerinden, çünkü bütün hayatı performans. Böylelikle bir şeyleri deşmiş de oldu aslında. Ama mesela 1971’de televizyonda elini cüzdanına götürerek, “İşte benim tanrım, ruhum burada,” demişti. Yani bugünkü paraya tapanların da öncüsü. Zaten Andre Breton, onu çok reklam yapıyor ve gerçeküstü kurallara uymuyor diye gerçeküstücü gruptan kovmuştu…
(KOMET)

(Roll'dan alınmıştır)

Kilise Ayinleri ve Kötü Tiyatro

Aslında bu dünyada kilise ayinleri ve kötü tiyatrodan daha uzun süren başka hiçbir şey yoktur. Eğer yaşamın çok hızlı geçtiğini duyumsarsanız kiliseye ya da tiyatroya gidin. Zaman durur ve siz saatiniz bozuldu sanırsınız.
(Ingmar Bergman)

(Roll'dan alınmıştır.)