31 Aralık 2008 Çarşamba

Bulgar Kahin Vanga


Bulgar Kahin Vanga 'nın kehanetlerine göre 3.Dünya Savaşı 2010 yılında başlayacak ve 2014 yılına kadar sürecek..
Kimdir bu Bulgar Vanga ?
Bulgar Vanga, 12 yaşındayken bir fırtına sonrası hortuma kapılarak ortadan kayboldu.Uzun süren kurtarma çalışmaları sonrası sağ olarak bulundu. Ancak gözlerine dolan kum
ve taşlar iki gözünü kör bıraktı. 16 yaşından itibaren gelecek hakkında tahminlerde bulunması, hastaları iyileştirmesiyle ülkesinde ün saldı."
- 1989`da yani 11 Eylül saldırılarından tam 12 yıl önce Rus televizyonuna `İki çelik kuş kulelere çarpacak gökyüzü aydınlanacak, (11 Eylül saldırıları) Kursk (2000 yılında 118 Rus askerine mezar olan denizaltının adı) su altında kalacak bütün dünya arkasından ağlayacak, dedi.
- ABD`ye 11 Eylül 2001`deki terör saldırısını 12 yıl öncesinden bilen Bulgar kâhin Vanga ölümünden iki yıl önce `Rusya bir gün dünyaya hâkim olacak` demişti.
- 11 Eylül saldırıları, Kursk faciası, ve Rusya`nın Gürcistan`ı işgal edeceğini bildi.
- `Amerika Birleşik Devletleri`nin 44`üncü başkanı (Yani George Bush`tan sonraki başkan) siyah olacak. Bu Amerika`nın göreceği son lider olacak. Çünkü siyahi liderin göreve gelmesinden kısa bir süre sonra ülke büyük bir ekonomik krize girecek. Kuzey ve güney eyaletler arasında anlaşmazlık çıkacak.
Bundan sonra ileriye dönük kehanetleri :
- 2010 yılı : 3. Dünya Savaşı Kasım 2010`da başlayacak ve 2014`e kadar sürecek.
- 2011 yılı : Radyoaktif dalgaların yoğunlaşması nedeniyle hayvan ve bitkiler yok olma noktasına gelecek. Müslüman ülkeler kimyasal savaşla Avrupalıları yok edecek.
- 2014 yılı : İnsanlığın yarısı kanserle boğuşacak.Her 2 insandan biri deri kanseriyle boğuşacak.
- 2016 yılı : Avrupa`nın nüfusu azalacak
- 2018 yılı : Dünyanın yeni hakimi Çin olacak. Çin ekonomik olarak çok güçlenecek.
- 2028 yılı: Venüs`e yolculuk başlayacak.
- 2033 yılı:: Kutuplar büyük bir hızla erimeye devam edecek ve dünyanın büyük bir çoğunluğu sular altında kalacak.
- 2043 yılı : Müslüman bir devlet yeniden Avrupa`nın tek hükümdarı olacak.
- 2046 yılı : Tedavi edilmeyecek organ kalmayacak. Hastalıklı organın yerine yenisi yapılacak.
- 2076 yılı: Bütün dünyada `sınıfsız` komünizm sistemi yerleşecek.
- 2088 yılı: Bütün hastalıklar bir kaç saniyede tedavi edilecek.
- 2097 yılı: Çabuk yaşlanmanın önüne geçilecek.
- 2167 yılı: Yeni bir din ortaya çıkacak.
- 2304 yılı: Ay`ın sırrı, gizemi çözülecek.
- 3797 Yılı : End of the world - Dünyanın sonu... Başka bir gezegende insan yapımı yeni bir hayat başlayacak.
Burada ilgi çekici olan şey şu...
Nostradamus'ta şifreli olarak yazdığı dörtlüklerden oluşan kehanetlerinin olduğu kitapta kehanetlerini 3797 yılında bitirmiştir..
Ayrıca Nostradamus'ta Vanga gibi kendi dönemindeki veba salgınlarını kendi iç güdüsel algılamalarıyla tedavisini bulup iyileştiriyordu.

(Darkhardware Forumu'nda 440 CDX adlı kullanıcının yazısından alınmıştır.)

Tarafımdan Konulan Not: Bilinmeyen bir gerçek de kahin Vanga'nın bu kehanetlerine sadece üç yıllık garanti verdiğidir. Kamuoyunun ilgisine sunuyorum.

Yılın Şeyleri - Deniz Som

Sonuçta, yeni umutlarla yeni bir yıla girilirken dünyanın hemen her köşesinde herkes kendine göre bir şeyleri yılın şeyi olarak seçer.
biz de öyle yapalım dedik fakat memleketteki yılın bütün şeyleri bir kişide toplandı. bu da memleketimizin zenginliği olsa gerek diyerek yılın en şey ödülünü o kişiye verdik. İşte o kişinin şeyleri:
Yılın adamı, yılın siyasetçisi, yılın genel başkanı, yılın eş başkanı, yılın arabulucusu, yılın arabulmak için en çok gezeni, yılın arabulmak için en çok gezip de eli en boş döneni, yılın deliğe süpürülmeyeni.
Yılın kocası, yılın babası, yılın dünürü, yılın eniştesi, yılın kayınçosu, yılın kankası, yılın kayınbabası, yılın dedesi, yılın ebesi, yılın en az üç çocuk yaptırıcısı, yılın küçük çocuklara oyuncak, şerket ve çikolata dağıtıcısı.
yılın savcısı, yılın doktoru, yılın psikoloğu yılın teğetçisi, yılın geometricisi, yılın çembercisi, yılın kriz çemberine teğet değdiricisi, yılın hamd olsuncusu.
Yılın öfke sanatçısı, yılın asabisi, yılın abisi, yılın hamisi, yılın yiğidi, yılın kefili.
Yılın kredi bulucusu yılın borç yiğidin kamçıcısı, yılın ümük sıktırma pazarlıkçısı.
Yılın medya terbiyecisi, yılın gazeteci seçicisi, yılın gazete kapattırıcısı, yılın televizyon açtırıcısı, yılın medyaya patron yetiştiricisi.
Yılın uleması, yılın laiklik karşıtı eylemlerin odağı olanı, yılın anayasanın arkasından dolanmaya çalışanı, yılın türbana çene altından bağlama kriteri arayanı, yılın yüksek yargı ile en çok çatışanı, yılın herkesle en çok atışanı, yılın dişlisi, yılın mirlisi, yılın el fenerlisi ve deniz fenercisi, yıln en sev ya da hemen terketçisi.
Yılın vazgeçilmez nikah şahidi.
Yılın en düşük kalorili ve en bol dumanlı kömürcüsü, yılın soba dağıtıcısı, yılın memur kadrosunda soba borusu taktırıcısı kadrosu yaratanı, yılın kestane kebapçısı.
Yılın hava kirliliğine en çok sinirleneni, yılın hodri meydancısı, yılın en çok sadaka dağıtanı, yıln fitre ve zekâtçısı, yılın simitçiye en çok bahşiş vereni.

30 Aralık 2008 Salı

Kayıp Ülkenin Masalları – Yani Kendisi

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tehlikeli hastaların bulunduğu ikinci katta, psikiyatrist Numan Özgür, kaplama suntadan dandik masasının arkasından, yüzünde hep taşıdığı o aynı anlayışlı ifadeyle bakıyordu. Karşıdaki duvarın önünde bir iskemleye oturtulmuş, çılgın gözleriyle kendisini süzen Yiğit Şarkan’ın da gözlem altında olmaktan gocunmadığı açıkça belliydi. Rutin kontrolü o gün de rahatça geçirip ana binadaki kafede bir şeyler yemekten başka bir derdi yoktu Numan beyin o sırada. Hastaların küstah tavırlarına sıkıldığı yaşlar çok gerilerde kalmıştı.
“Evet nasılız bakalım?”
“Çok iyi, çok,” derken muzip bir gülüşle alttan alttan onu süzdü Yiğit Şarkan.
“Keyifliyiz ha. Ancak burada, dün Serdar adındaki hastaya saldırdığın yazıyor. Bu konuda konuşmak ister misin biraz?”
Kıkırdadı Yiğit Şarkan sanki kendini tutamıyormuş gibi. “Bir yanlışlık var. Görünüş olarak ben saldırdım ama aslında, o ben değildim.”
“İlginç,” dedi Numan Özgür parmağıyla çenesini kaşıyarak. Sonra da bir şey söylemedi. Sadece baktı bir şeyler anlamış gibi.
“Neyse,” dedi Yiğit Şarkan. “Zaten bunların önemi yok. Bir saat sonra dışarıda olucam.”
Masaya dirseğini dayayıp “Öyle mi,” dedi Numan Özgür. Sonra ekledi çok fazla beklemeyip. “Bak Yiğit, seni evine göndermeyi biz de çok isteriz, buna kuşku yok, ancak...”
“Bir yıldır çalışıyorum,” diyerek psikiyatristin sözünü böldü Yiğit Şarkan. “Çok önemli bir teknik geliştirdim.”
Yine iskemlesinin arkalığına yaslanıp baktı Numan Özgür. “Dinliyorum Yiğitçim,” dedi sonra.
“Artık ruh transferi yapabiliyorum,” dedi Yiğit Şarkan. “Dışarı da böyle çıkıcam zaten.”
“Hı hı,” diyerek önündeki deftere bir şeyler karaladı Numan Özgür ve tekrar hastaya baktı. “Dışarıda ne yapmayı düşünüyorsun peki?”
“Bunu sonra düşünücem,” dedi Yiğit Şarkan ve gözlerini koskocaman açarak, doktora dikti. “Şimdi izninizle kaçışa hazırlanmam lazım.”
Önce şöyle bir hastaya sonra saatine baktı Numan Özgür. “Neyse, bugünlük de bu kadar yeter. Korkarım ilacında doz arttırımına gitmemiz gerekecek...” Kafasını kaldırırken sesi de kısık kısık çıkmıştı sanki ve birden gördüğü şeyle tüyleri diken diken oldu. Yerinden bir çığlıkla kalkıp karşısındaki doktora bakarken neredeyse yere yığılıyordu. “Sen... sen,” diye sayıklayarak bir iki adım attı öne.
“Gördünüz mü doktor bey,” dedi karşıdaki doktor, yani kendisi. “Ben çıkıp gidicem şimdi, siz hasta olarak kalacaksınız burada.”
“Hayır hayır,” diye sayıklarken aynaya doğru yönlendi hasta. Bir yandan elleriyle vücudunu çekiştiriyor, bir an önce bu kabustan uyanmaya çalışıyordu. O aynanın karşısına geçip acı dolu bir çığlık patlatırken, doktor çoktan hemşireye seslenmiş, çantasını toplamaya başlamıştı bile.
Döndü hemen büyük bir öfkeyle. Koştururken bağırdı. “Çıkamayacaksın buradan. Bedenimi geri ver. Yoksa öldürürüm seni.” Üstüne atlayıp devirdi doktoru, yani kendisini. Boğazını sıkmaya başladı ama nazik nazik gülüyordu o, yani kendisi. Ve hemşireler gelip, iğneyi kalçasına saplayarak kendisini kendisinin üstünden alana kadar da gülmeye devam etti canı falan acımıyormuş gibi…

Yeni Aydınlar

Aydın ismi ayağa düştüğünden beri düşünüyorum. Farklı türler ortaya çıktıysa bunları isimlendirmenin de zamanı gelmiş demektir:
F TİPİ AYDIN (Cemaat sözcüsü demokrasi aşıkları)
KAYDIN (Diğer tarafa kayanları ve her an kayma potansiyeline sahip olanları betimler)
AYDINCIK (Her an bir şeylerden özür dileme kompleksi duyanlar)
KUŞUM AYDINLAR (Medyatik pazarlama yöntemlerini yücelten ve içine sindirenler.)
GÜNAYDIN (Hala ortada nasıl bir oyun döndüğünü anlayamamış olanlar)
vb....
Tür mü istersin, dolu... Ama gerçek aydın ararsan bir elin parmaklarını geçmez...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Fazla mı çıktı!

Bunlara hemen iş bulunacak deseler, o altı milyon fazla, yirmi milyon eksiye düşer.
Ha ha ha!

FossurGama Sunar: Ve otopark ve Araba ve…

Elindeki anahtarı çıkır çıkır sallayarak otoparka girdi Kemal. Bir iki tek atmıştı ve doğrusunu söylemek gerekirse keyfi oldukça yerindeydi. Arabasının yanına nasıl geldiğini anlayamamıştı, sofrada telefonunu nice soytarılıkla aldığı o kızı düşünürken. Anahtarını kapıya uzatutıyordu ki birden durdu. Bir gariplik vardı. Işıl ışıldı arabası. Cantlar, tekerlekler… Adım adım geriye çekilirken yanlış yere geldiğini düşünüyordu. Plakayı okumaya çalışırken bir şeye çarptı. Hayır. Birisine.
Döndüğünde tüm sevimliliğiyle gülen iki tip gördü orada.
“Nasıl buldun abi,” diye sordu kaşları birbirine geçmiş, her yeri sakalla dolu tip.
Düşünürken kekelemekten kendini alamadı Kemal. Çünkü plakayı görmüş ve her şeyi idrak etmişti. “Neyi nasıl buldum?”
“Modifiye ettik arabanı,” dedi diğeri. Sarışın, kanlı gözlü, yarma bir herifti.
“Arabamı mı?”
“Heee!”
“Modifiye mi?”
“Heee!”

Aşırı Duyarlı Kişilik Serisi - Devam

Asurlulardan Özür Diliyorum

Krizi Aşmak İçin Ne Yapmalı - Doç Dr Özlem Onaran

AKTİF İSTİHDAM YARATMA POLİTİKASI BAŞLAMALI
Öncelikle kriz karşısındaki acil politikaları konuşmak lazım; çünkü bunlar kriz sonrasına da şekil verecek. Ana eksen tam istihdam politikası olmalı. Acilen; kâr eden, yani kâr payı dağıtabilen özel işletmelerde işten çıkarmalar yasaklanmalı. Zarar eden şirketler, özellikle işverenlerin kapatmak istediği veya bırakıp kaçtığı şirketler ise çalışanların denetiminde kolektif mülkiyete dönüştürülmeli; kamusal kredilerle canlandırılmalı ve işletilmeli. Arjantin krizi sonrası çalışanların inisiyatifinde oluşan bu tür işletmeler şimdi hâlâ üretime devam ediyor. ABD'de Chicago'da geçen ay bir pencere fabrikasının işçileri; kıdem tazminatlarını ödemeden onları işten çıkarıp fabrikayı kapatmak isteyen patronlarının oyununu bozdu ve fabrikayı ele geçirdi.
Kamu sektörü aktif istihdam yaratma politikası başlatmalı. Türkiye'de sağlık, eğitim, çocuk ve yaşlı bakımı, depreme dayanıklı kaliteli kamusal konut işaatı gibi alanlarda yatırıma ve istihdama zaten ihtiyaç var. Biz kamuyu kutsamıyoruz, ama çalışanların denetiminde demokratik katılımcı kamusal işletmeler istiyoruz. Bu reel sosyalizm deneylerinden farklı bir sosyalizme kapıları açacak bir köprü bence.
ŞİMDİ ZENGİN EMEKÇİYİ TAZMİN ETMELİ
Orta vadede ise kör bir ihracatla sınırlı büyüme rejimini terk edip, demokratik ve katılımcı bir planın çerçevesini oluşturmalıyız. Bu, seçilmiş kritik sektörlerde, örneğin yeşil enerji sektöründe kamusal yatırımlara dayalı bir kalkınma ve teknoloji politikası içermeli. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sektörlerde kâr güdüsünün ve özel mülkiyetin felaketler yarattığı görüldü. Düzenleme de tek başına yeterli değil.
Bunun finansmanı nereden gelecek derseniz: Kapsamlı bir servet ver gisi, oranlı gelir vergisi ve bütün finansal işlemlerden bir vergi alınması gerekli. Bunu bir tür "Neoliberalizmin tahribatını onarma tazminatı" olarak görmek lazım. Kriz eğer bir bölüşüm dengesizliğinin ürünü ise, şimdi zenginler, emekçileri tazmin etmeli.
İkinci nokta dış borç ödemelerinin durdurulması ve kaynakların ekonomiyi canlandırmak için kullanılması. Aslında bu borçlar yüksek faiz mekanizması sayesinde çoktan kat kat ödenmiş borçlar zaten. Benzer şekilde iç borç senetleri üzerine de artan oranlı bir servet vergisi getirilmeli. Yani örneğin, orta gelirlinin, emeklinin elinde devlet tahvili varsa, o çok düşük bir servet vergisi öderken, bankaların elindeki kağıtların belli bir limitin üstündeki bölümünden yüzde 100 servet vergisi alınmalı. Ve nihayet, sermaye kaçışlarının, kaynakları yok eden ve kriz yaratan etkisini durdurmak için, sermaye hareketlerinin kontrolü ve kısa süreli olarak kriz döneminde dondurulması gerekli.
Bu program ulusal çapta atılacak pek çok adım içeriyor, ama elbette uluslararası eşgüdümlü bir hareketlilik emeğin gücünü çok arttıracaktır. Küresel eşitsizliğe karşı küresel bir yatırım programı için küresel bir fonun oluşturulması, kalkınmayı destekleyen yeni bir küresel dış ticaret politası, egemen bir para birimi içermeyen yeni bir küresel sabit kura dayalı parasal sistem...
Eğer dünyada da, Türkiye'de de sol kendi köklü alternatifini oraya koyamazsa, neoliberal küresel kapitalizmin meşruiyet krizine karşı cevap aşırı sağcı partilerin sahte söylemlerinden ve milliyetçilik tellallığından gelecek; yani emekçilerin umutsuzluğunu onlar örgütleyecek.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Politik Güç - Eduardo Galeano

VATANI EVE AŞKTAN GÖTÜRÜYORLAR!
Altmış yıl önce, Arjantinli yazar Roberto Arlt siyasi kariyer yapmak isteyenlere şunları tavsiye ediyordu:
- Açıkça ilan edin: "Çaldım, daha çok çalma arzusundayım" Arjantin topraklarını son karışına kadar mahvedeceğinize söz verin, Kongre'yi satacağınaza ve Adalet Sarayı'na bir manastır kuracağınıza. Konuşmalarınızda şöyle deyin: "Çalmak kolay değildir, baylar. Sinik olmak gerekir ve ben öyleyim. Hain olmak gerekir ve ben ööyleyim."
Arlt'a göre başarının kesin formülü buydu, çünkü bütün utanmazlar dürüstlükten bahsediyordu ve inasnalar yalanlardan bıkmıştı. Brezilyalı politikacı Adhemar De Barros, ülkenin en zengin eyaleti Sao Paulo'nun seçmenlerinin sevgisini "Rouba mas faz" sloganıyla kazandı. 'Çalıyor ama iş de bitiriyor' Tam tersine Arjantin'de adaylar Arlt'ın tavsiyesine hiçbir zaman rağbet etmedi ve bugün hâlâ çalacağını ilan etme ya da yüksek sesle çaldığını kabul etme cesaretini gösterecek bir politikacıyla karşılaşmak imkânsız. "Kendim için çaldım, kendime iyi bir hayat sunmak için çaldım," diye itirafta bulunacak tek bir talancı yoktur. Eğer bilinci yerindeyse ve vicdanı varsa, hırsız en iyi ihtimalle şöyle söyleyecektir: "Partim için yaptım, halkım için, vatanım için." Bazı politikacıların vatanı evlerine götürmelerinin nedeni vatana duydukları büyük aşktır.

23 Aralık 2008 Salı

Astronotlar

Gezegenin birinde ne zamandır görmediği bir arkadaşıyla karşılaşan ve öpüşüp hal hatır soran iki astronot geldi aklıma.
İlginç!

Özür

Sümerlerden özür diliyorum.

Format

Aman Tanrım!
Bana format atmışlar!

Manga: Japon Çizgi Romanının Tarihi - PlanB

Manga: Japon Çizgi Romanının Tarihi, Plan B yayınlarından çıktı.Kitap manganın günümüze dek yaşadığı gelişmeyi anlatırken Japon tarihiyle ilgili zengin bir değerlendirme sunuyor.
İlgililerine duyurulur.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Yorumculukta Alternatif Seçimler

Bundan sonra futbol yorumcuları her sene yapılacak kurayla halktan seçilsin. Her televizyon için dört kişilik kontenjan belirlensin. Başvurular yapılsın. Kura çekilsin ve geyikte hiçbir kayıp olmayacağı görülsün.

Oy Oy Oy

Cumhuriyet kurulduğundan beri varolan herkes oy kullanmalı. Gerekirse sandık başında ruh çağırsınlar.

19 Aralık 2008 Cuma

Özür

İşgal sonucu komşu Irak'ta 1 milyon 600 bin kişi ölürken kılını kıpırdatmayan, eşgüdümlü suç ortaklarını demokrat diye alkışlayan liboşlar, Ermeniler'den özür diliyormuş.
Ha ha haaaaaa!
Önce aptal yerine koydukları için Türk halkından özür dilemeleri gerekmiyor mu?

Bu Nasıl Yalnızlık? - Turgut Özakman

Soru: Filmi savunan genç bir bilimadamı da, filmdeki iddiaya ek olarak, "Atatürk'ün son 7 yılını yalnız geçirdiğini" söylüyor. Ne dersiniz?
Cevap: Bu son 7 yılda neler olmuş, hızla ve kuşbakışı bakalım mı? Başlıca olayları saymaya başlıyorum: 1931 Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşu, tarih çalışmaları, Afet Hanım'la birlikte Vatandaş İçin Medini Bilgiler'i yazması; 1932 İlk Türkçe Kuran'ın okunuşu, Türkçe ezan, Halkevleri'nin kuruluşu, 1 Tarih Kongeresi, Türk Dil Kurumu'nun kuruluşu, Dil çalışmaları, 1. Dil Kurultayı; 1933 Üniversite reformu, Cumhuriyet'in 10. Yıldönümü; 1934 balkan Antantı'nın imzalanması, 1. Beş Yıllık Sanayi Planı'nın uygulanmaya başlaması, 2. Dil Kurultayı, yeni devrim kanunlarının çıkarılması, kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi; 1935 Türkkuşu'nun Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin MTA'nın, Etibank'ın kurulmaları, köy eğitmenliğinin kurulması; 1936 DTC Fakültesi'nin eğitime başlaması, 1. Sanayi Kongresi, Konservatuar'ın açılması, Montreux Sözleşmesi'nin imzalanması, 3. Dil Kurultayı; 1937 Hatay Sorunu, ağır sanayinin kurulması, 2. Tarih Kongresi, Atatürk'ün bütün varlığını hazineye bırakması...
Sonuç: Hiçbir yılı hareketsiz, sessiz ve de yalnız geçmemiştir. Bu yıllar Atatürk'ün en yoğun, en hareketli, en canlı, en verimli yıllarıdır. Maddi ve manevi büyük atılımın, gelişimin önderi, yol göstericisi, destekleyicisidir.

16 Aralık 2008 Salı

Maymunkeş

Eskiden kalyonlarda birkaç tane talimli maymun bulunur, bunlar açık denizde gemilerin direklerinin tepesine tırmanarak korsan gözcülüğü yaparlardı. Galata'da Azapkapısı civarında bir sıra maymuncu dükkanları varmış, tersane gemileri ve sair tüccar gemileri için talimli maymunlar burada satılırdı. 3. Murad'ın hocası Abdülkerim Efendi gayet mutaassıp, asabî, her aklına geleni yapan, padişah üzerindeki nüfuzna dayanarak hiç kimseden korkmayan bir adamdı. Güzel konuur, camilerde vaaz ettiği zaman dinleyicileri kendisine meftun ederdi. Bir gün hoca efendi bir kitapta "Maymun fuhşa alet olur" diye bir bend okumuş, asabiyetinden ateş kesilmişti; hemen arkasına binlerce insan toplayarak Azapkapısı çarşısına gitmiş, maymuncu dükkanlarını basmış, ne kadar maymun varsa yakalatıp biçare hayvanları oradaki ağaçlara astırarak idam ettirmişti. halk de pek haklı olarak bu mutaassıp hocaya "Maymunkeş" lakabını takmıştı.

(Reşad Ekrem Koçu'nun Tarihimizde Garip Vakalar kitabından Alınmıştır.)

Bakalım şimdi hangi fetvayla neleri yakacak cahil cühela takımı, neye hazırlanıyorlar, merakla bekliyoruz.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Yeni Albümlere Bakış

ACDC'nin Black Ice albümü beklediğimin çok üstünde, Flick Of The Switch zamanlarını anımsatan bir sıkılıkta geldi. Özellikle Roc'nRoll Train, War Machine, Skies on Fire parçaları oldukça vurucu...
OASIS de bir başka şaşırtıcı albüme imza atan grup. Son albümleri Dig Out Your Soul'la yeniden kalkınıp eski zamanlarından hoş bir seda sunmayı başarıyorlar. Özel bir havası, eski tarzlarla yeni arasında klas bir şekilde köprü kuran bir tarza sahip. Sakinler ve artık ne yaptıklarını gerçekten iyi biliyorlar. Mucky Fingers, The Importance Of Being Idle, Part Of The Queu, Let There Be Love etkileyici ve kalıcı parçalar.
Guns'n Roses'ın Chinese Democracy'si bana biraz şişirme geldi. Pop yanı daha baskın. Ama Axl'ın solistlik becerisini bir kademe daha yukarıya taşıdığını görmek de hoş oldu. Ancak şişirme deyip hemen kenarıya atılacak bir albüm de değil bu. İnsanı ters köşeye yatıracak garip işler mevcut. Özellikle Better, If The World, Catcher In The Rye, IRS parçalarına bir bakmanızı tavsiye ederim. Chinese Democracy şarkısında ise Robin Finck'in solosuna...
Çok yeni olmasa da, araya bir de Kanadalı armonik rock grubu "Metric"i de sıkıştırayım. "Old World Underground, Where Are You Now?" albümlerinin müthiş olduğunu düşünüyorum. Cardigans'ı andıran bir stille oldukça karmaşık bir yapıya ayak basıyor ve orada yumuşacık bir sesle türlü duyguyu ayağa kaldırmayı başarıyorlar. Hustle Rose, Combat Baby, The List müthiş şarkılar.

12 Aralık 2008 Cuma

Bugün

Geçmişten beş kilo 0 Rh+ kan çektim.
Panik atağımı bir arkadaşıma geçirip kurtulmak için suratına dik dik baktım. Onunki de bana geçti.
Tartıya sinirli zamanlarımda çıktığımda iki kilo daha zayıf çektiğimi keşfettim.
Otobüste yaşlı kılığına girmiş bir ilkokul öğrencisine yer verdim.
Rating’i düşman belledim. Onu öldürmek için and içtim. Becerebilsem ratingim kaç olurdu diye düşünmeden edemedim.
Ülkemizi küresel güçlerin ılımlı islam oyunundan kurtarması için tanrıya ılımlı bir şekilde dua ettim.
B sınıfı osuruktan bir filmin içinde olduğumu ortaya çıkarmak için çalışmalara başladım.
Bir gün sonra öleceğini öğrenen birisi hemen şimdi ne yapmalıdır, diye sordum kompütere. Cevap, horul horul uyumalıdır çıktı.
Fazla kahveden titreyen ellerimi durdurmaya çalışınca dünyanın sallanmaya başladığını gördüm.
Bu günün de delilere bayram olabilmesi için İçişleri Bakanlığı’na dilekçe yazdım.
Bir Bruegel tablosuna girip kafasını kaçırmış yığınların o tarifsiz yaygarasını izleyerek bir çay içtim. Bir de tost söyledim ama ölülerin arasından geçip gelene kadar ekmek kadayıfına dönüştü.
Aklıma bir şey gelince bol bol güldüm ama neye güldüğümü düşününce unuttuğumu farkettim.
Eve geldim, yemek yedim, oğlumla oynadım, karımla kikirdeştim, bunları yazdım ve......

Caracas’ın Barrio’ları – Engin Demiriz

(Venezüella’nın varoşlarından naklen yayın)
“Her barrio’da bir Mercal (devletin desteklediği ucuz halk pazarları), bir Barrio Adentro yani bir sağlık ocağı, okul ve İnfocentro adı verilen kültür merkezi var.”
“İnfocentro’da bir bilgisayar odası var. İnternet bağlantılı 9-10 bilgisayardan barrio’lu çocular ve gençler yararlanıyor. Dikiş atölyesinde kadınalr dikiş öğrenip satılmak üzere giysi üretiyorlar. Büyükçe bir salonsa yine çocukların ve gençlerin tiyatro çalışmalarına ayrılmış. Buradan ayrılıp barrio halkının birlikte ekolojik tarım yaptığı ve kümes hayvanları yetiştirdikleri Mission Che Guevera isimli kooperatife gittik. Yetiştirilen ürünler bölge halkına satılıyor. Bu misyonlara devlet araç gereç, teknik yardım ve kredi veriyor. Ancak msiyonların önce bir proje yapıp halk meclislerine sunması gerekiyor.”
“Venezuela devreiminde, asker halkla birikte çalışıyor, yaşıyor. Böyelce çoğu Güney Amerika ülkesinde görülen ordu-halk yabancılaşması ortadan kalkıyor.”
“Barrio Adentro’larda Kübalı hekimler çalışıyor. Tüm halk sağlığı hizmeti parasız olarak barrio halkına sunuluyor. Kent merkezinde de tüm semtlerde bu sağlık ocaklarında bölge sakinleri yararlanıyor.”
“On yıllık Bolivarcı Devrim’in sonunda Kübalı eğitimcilerin geliştirdiği “evet yapabilirim” yöntemiyle okuma yazma bilmeyen kalmamış. Temel eğitimde okullaşma oranı yüzde 89.7’den yüzde 99’a ulaşmış.”
“1996’da Venezüella’nın neredeyse yarısı yoksulluk çekiyormuş. Aşırı yoksulluk oranı yüzde 20.3’ten 2007’de yüzde 9.5’e düşmüş. 10 yıl önce en zengin yüzde 20 ulusal gelirin yüzde 53.6sını alırken en yoksul yüzde 60 anak yüzde 25.5’inden yararlanıyormuş. Bu oranlar 2007’de yüzde 47.7 ve yüzde 29.7 olarak değişmiş ve aradaki yarık oldukça azalmış.”

Yaa, bazıları sadaka verir, bazıları balık tutmayı öğretir. Aradaki beş yüz on beş fark böyle ortaya çıkıyor.

11 Aralık 2008 Perşembe

Julio Martinez Mesanza - Şiirler

ÇARPIŞMADA ATLAR DA ÖLÜR
Çarpışmada atlar da ölür
ve bunu yavaşça yaparlar, aldıklarında o
fark edilmez ok darbesini. Kan kaybından ölürler
suskun, asil bir dayanıklılıkla.
Uzak, yüksek bir bakış
hâkimdir artık kıpırtısız gözlerine
ve kulakları katlanmak zorundadır
insanların öfkeli, ölçüsüz, acılı inlemelerine.

TUTSAK
Tanrılar saf, göksel ışık altında
geminin güvertesinde çarpışıyorlar.
Bense silahların gürültüsünü dinliyorum
karanlıkta görmeye çalışarak.
Yalnızca bir yankı erişiyor körlüğüme
ve yaşamadığım çarpışmayı tasarlıyorum.
(Europa-1983)

DOĞAL MESELELER
Başıboş yıldızlar bir hiç için yanıp duruyor.
Boşluğu yarıp geçiyor ölü ay'lar;
gökyüzü bizim uykusuzluğumuzu gözetliyor,
burada, aşağıda, dünyanın kirli derisi
ve onun en berbat konuğu, yaşam.
Anlaşılmaz olan bunları yaratman değil,
tuhaf olan, senin evreninin insanlar için
saçma olduğunu bilmene rağmen,
bu evreni onların kılman ve onlardan
bu kâbusa katılmalarını beklemen.
(Las Trincheras-1996)

Julio Martinez Mesanza: Şair, çevirmen. 1955, Madrid doğumlu. Complutense Universitesi'nde felsefe ve İtalyan filolojisi okudu.

(Cevat Çapan'ın Şiir Atlası köşesinden alınmıştır.)

Miguel D'Ors - Şiirler

1) Ömrün Takvimi
Yağmurun ismidir pazartesi
bu derece kötü niyetli gelirken
yaşama benzeyen yaşam

Salıları uzaktan trenler geçer
asla binmediğimiz

Çarşamba perşembedir, cumadır ve hiçtir.

Cumartesi söz verir, pazar sözü tutmaz
sonra buraya yeniden gelir -belki de yeniden bile değil
hep aynı -yağmuru pazartesinin.

2) Sır'dan
Kimim ben?

-Sır'ın bu fasılası
senin için kopardığım yakıcı gülle
elimde sana uzanan gölgeli gül arasında

3) Kusur Yolu
Gençken
tahammül edilmez kibirli biriydim.
"Bunun sonu kötü" dedi bir gün bana ayna
"çekidüzen vermelisin kendine"
birkaç hafta sonra daha az kibirliydim.
birkaç ay sonra artık kibirli değildim.
Bir sene sonra alçakgönüllü bir adamdım.
Çok alçakgönüllü.
Çok çok alçakgönüllü.
Tanıdığım en alçakgönüllü adamlardan biri.
Yani
tahammül edilmez bir kibirli ihtiyar.

MEKTUP
Sana, ki her zaman habersiz olacaksın,
sana, kimbilri nereye gelmiştin
ben tam da oradan ayrılmışken
ve kimbilir hangi treni kaçırdın, oysa seni
benim yaşamımın merkezine getirecekti,
bir parkta, bir banktaydın belki,
Verlaine'in yaprakları arasında
dolaşmak istemediğim bir gün, tam da o gün
sana
hiç görmediğim bakşının gücü için,
tanımadığım bu yürek için, bir eylül sahili gibi,
sana, beni sana aşık olmaya zorlayacak her şey
için,
sana, hiçbir zaman bana âşık olmayacak olan,
şimdi ağlıyor olabilirsin
bir otel odasının soğuk ışığında
ya da British Museum'dasın çocuklarınla
ya da beklenmedik bir yerden gökkuşağını gördün
ona bakıyorsun kimbilir
belki de beni düşünüyorsun ben olduğumu
bilmeden,
sana, geride kalana, her zaman şartlara bağlanan,
kayıp olana
sana, nerede olursan ol, sana
bu şiir.

Miguel D'Ors:1946, Santiago de Compostela doğumlu. Granda Üniversitesi'nde İspanyol Dili ve Edebiyatı profesörü. Araştırmacı olarak özellikle çağdaş İspanyol şiiri üzerine bir çok kitabı ve makalesi var. 1987 Ulusal Eleştiri Ödülü'nün sahibi.

(Cevat Çapan ustaya, Şiir Atlası gibi değerli bir köşeyi yıllardır canlı tutup, bize bu güzel insanların derin sularında gezme olanağı sunduğu için sonsuz teşekkürler.)

Sihirbaz bu adamlar!

Donlarından IMF, seçimden altı milyon seçmen fazlası, her türlü yolsuzluktan zaman aşımı, çarşafın içinden demokrasi çıkartıyorlar. Sihirbaz bu adamlar!

Kıyı

O kadar yakındı ki kıyı
imalı bir sözle
dalgalar, yıkıp geçiyordu günlük yaşamı.

FossurGama Sunar: Filtre

İstiklal Caddesi’nde bir karmaşa, bir panik havası esiyor! İnsanlar şaşkınca birbirlerine bakıp az önce başlarına gelen şeyi deneyip duruyorlar ve biip! sesleri bir koroya dönüşerek her yanı ele geçiriyor.
Küfür edemiyorlar artık! Yasaklanmış sözleri de söyleyemiyorlar!
Denemeye kalktıkları anda ise sadece bir biip sesi çıkıyor ağızlarından.

FossurGama Sunar: Guguklu Saat

Ahmet beylerin evinde, o büyükçe salonda hoş bir sohbet dönüyor. Vaktin nasıl geçtiği anlaşılmamış. Gülünüyor, viski kadehleri kaldırılıp müstehzi bakışlar yollanıyor birbirlerine. Az sonra, guguklu saatin sarkacı gerilince tüm yüzler oraya dönüyor. Saat oniki olmuş demek. Birden açılıyor küçük pencere ve bir kartal, başını oradan sığdırmaya çalışırken delice çığlıklar savuruyor.
Bir kartal!
Kadehler elden düşüyor. Bazıları ağlayarak kaçıyor, çocuklar anne babalarının ayakları altında ezilme tehlikesi geçiriyor ve Ahmet bey tüfeğini almak üzere doğruca içeriye koşturuyor…

6 Aralık 2008 Cumartesi

Hayali Sohbetler Bürosu

Yolda yürüyoruz…
Kalabalık azgın bir dereyse biz de paçalarımızı sıyırmış şıpıdak şıpıdak yürüyen devleriz...
“İnsanlara ne yapmalarını söyleyen 900’lü bir hat açılsa nasıl olur,” diye soruyor birden Dr Sayko..
“Kim söyleyecek bunu? Hattı direkt olarak Tanrı’ya mı bağlayacağız?” diye cevaplıyorum çevreye bakınırken.
“Yoo, biz söyleyeceğiz işte. Ne dersek onu yapacaklar.”
“Noolacak sonra?”
“Yaşam bizim belirlediğimiz bir düzende akacak abicim? Ne noolacak!”
Sinire kapılmayı reddeden durgun suratına bakarak bir süre düşünüyorum. “En iyisi bunu yapabilecek bir bilgisayar geliştirmek önce,” diyorum sonra. “Hepsiyle uğraşmak zor olur.”
“O bilgisayarı denetleyecek de bir bilgisayar yapmak gerekir o zaman.”
“Hayır, onu biz denetleriz. Ama önce kursa gitmemiz lazım.”
“Bilgisayar denetleme kursu diye bir şey duymadım ben.”
“Onu da biz açıcaz.”
“Başında kim duracak.”
“Bir bilgisayar daha geliştirmek lazım!”
Telefonum çalıyor. Açıyorum. Tok bir ses selamsız sabahsız hemen olaya girişiyor: “Sol tarafınızdaki sarı binada bir fotoğraf sergisi var.”
“Pardon, kimle görüşüyorum?”
“Bir dost.”
Kapanıyor telefon pat diye.
“Nooldu abicim,” diyor Sayko merakla göz kırparak.
“Şurada kokteyl varmış.”
“Oraya girmeyin,” diyor bir başka ses, gergin bir çınlamayla. Hemen dibimizde…
Dönüp bakınıyor ama telaşla yürüyen insanların arasında olayla ilgisi olabilecek birisini göremiyorum. Başımı Sayko’ya doğru çevirdiğimde ise onun, güzelce bir kadını durdurup “Pardon, siz mi seslendiniz?” diye sorduğuna şahit oluyorum.
“Oğlum,” diyorum kadın kafasını sallayarak uzaklaşırken. “Ses erkek sesiydi.”
“Öyle mi?” diyor şaşkın gibi görünen bir suratla. “Bana kadın sesi gibi geldi.”
Sonra kendimizi hızlı hızlı yürürken buluyoruz. Kokteyle duyduğumuz açlık, mantığı hafif kaydırarak zaman atlamasına yol açmış olmalı... Tam apartmandan içeri girecekken bir daha duyuyorum aynı şeyi: “Oraya girmeyin!” Öyle güçlü ve net ki. Hemen dönüyorum ve mal mal beni inceleyen Sayko’ya bakıyorum. Bir Allahın kulu bile yok dar sokakta, bizden başka.
“Oğlum, şaka yapma lan!”
“Ne şakası be abicim. Hem ağzımı burnuma getiriyorsun hem de üste çıkıyosun yağ gibi.”
İkimiz de kafalarımızı sallayıp, birbirimizin samimiyetine bir an bile güvenmeden asansöre doğru yollanıyoruz. İçeri girip kapıyı çekiyor, daracık yere zar zor sığışarak paneldeki numaralara bakıyoruz. Yedi numaralı düğme zemin katın altında duruyor. Allah Allah!
Gözlerimiz buluşuyor hemen.
“İlginç di mi?”
“Bir laz dizaynı bence.”
“Yer mi yetmedi acaba?”
“İşte ben de onu diyorum. Hesaplama hatası olmalı.”
“Bak şimdi aklıma ne geldi. Asansörlere bir şaka butonu koysalar nasıl olur. Basıyorsun, tepeden su püskürten düzenek çalışıyor. Her seferinde ayrı düğmeye de geçebilir rasgele…”
Yeri yanlış butona bakmaya devam ediyor o. “Yedi numarada oturan herif fazla alçakgönüllüdür belki. Deniz gördüğü için nazar değeceğinden de korkuyor olabilir.”
“Tümüyle nazarlıktan giysi niye yapmıyorlar sence?”
“Bilmem. Doğumda ameliyatla alnın tam ortasına bir nazarlık taşı yerleştirilse yine çözülecek sorun. Ama çözmek isteyen yok.”
“Nazar enerjisini iyi enerjiye çevirebilecek bir düzenek yapılabilir mi acaba? Buhar gibi yakıcı bir şey nasıl lokomotifi yürütmek için kullanılıyorsa…”
Tak tak tak!
Bulduğum fikri tartmayı hemen bırakıyorum. Asansörün kapısının çalınması hiç de hayırlı bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Tüylerim ayaklanıveriyor. Neden korktuğumu bilmesem de o kutu gibi yerde üstüme binen kaçma dürtüsünün salaklığıyla iyice afallıyorum. Ve bu cümle de beni ele geçiren hislerin yansıması oluyor. “Açsana oğlum, ne bekliyorsun!”
Şüpheyle kapıya bakıyor Sayko. “Niye açayım be, kimse girsin.” Onun da tırstığı açıkça belli oluyor o an. “Giir!” diyor sonra.
Ne bir ses geliyor karşılık olarak, ne de kapı açılıyor.
“Bas ta çıkalım ya,” diyorum. “Binseydi. Gerizekalı!”
7 numaraya basıyor Dr Sayko ikiletmeden.
“Oğlum,” diyorum hemen. “Fotoğraf derneği üçüncü kattaydı.”
“Şu yedi numaraya bir bakalım, ineriz sonra abicim, merak ettim.”
“İyi,” diyip telefonuma o an gelen mesaja bir göz atıyorum. “Afferin size. Bir dost.”
“Bu dostu da sikicem haa,” diyorum.
“Kim o be!”
“Bir dost işte… Allahtan karımla ilgili bir şeyler yumurtlamıyor…”
Söylediklerimi düşünür gibi yaparken bambaşka bir şey soruyor Dr Sayko birden. “Abicim, bir şeyi merak ediyorum. Tiyatro ödülleri dağıtılırken sence suflörlere ne diye en iyi suflör ödülü verilmiyor? Başroldeki adamın başarısında hiç mi katkısı yok iyi bir suflörün?”
Kabinin içinde bakışlarımı gezdirirken tabana yoğunlaşıyor dikkatim. “Asansörler düşeceği zaman niye hava yastığı açılmıyor ki?” diyorum dalgın bir sesle. “Halat koptu diyelim. Yastık resimli düğmeye bastın mı duvarlara doğru genişleyip düşüşü de yavaşlatır.”
“Süperman düşen bir asansörü dıştan tutup kaldırıyor, tamam da, içindeyken o düşüşe karşı hareket edebilir mi acaba? Ne dersin?…”
“Gözlerinden çıkaracağı ısı ışınlarıyla tabanı keser ve dışarı çıkar, bundan kolay ne var!”
“Aslında düşse de bir şey olmaz ki herife, götüne kriptonit giresi!”
“Cep telefonuna ihtiyacı olmaması da gıcık bir olay, istediği yere şak diye gidip istediği kişiyle görüşebilir. Kanser riski de kalmıyor böylece.”
“Haa, bak, geçen gün aklıma ne geldi,” derken hatırladığı şeyin heyecanıyla ellerini birbirine çarpıyor Dr. “Sahibini tanıyan telefon!” Alkış bekleyerek bana bakarken, suratımı en ifadesiz haline bulayarak bekliyorum.
“Bir başkası alınca kişnediğini düşünsene ağbicim. Süper olmaz mı?”
“Saman da verecek misin evde?” diyorum huysuz bir tavırla. Kutu gibi yerde bir türlü üst kata varamamanın sıkıntısından olsa gerek. “Niye gelmedik hâlâ yaa? Yavaş da çıkmıyor…”
Tak tak tak!
Kapı çalınıyor. Hem de asansör giderken…
“Bu hiç de hoş bir olay değil,” diyorum hem yutkunup hem Sayko’ya bakarak. Ama yokoluyor o önümden. Yani siliniyor yavaş yavaş ve o durumda bile konuşmaya devam edebiliyor: “Hayattan bir şeyleri silebilen bir silgi bulmuş İsveçli bir bilimadamı. Duymuş muydun? Hımm. Sonra noolmuş peki biliyor musun? Küçük oğlu, gece uyurken silmiş onu ve karısını. Ardından da yemiş silgiyi...”
“Hiç bu kadar saçma bir şey duymamıştım,” diyorum gözlerimi kırpıştırarak. Ardından da ovalıyorum ama Sayko’nun silinmesini engelleyemiyor bu çabalarım.
“Oğlum, yok oluyorsun.”
Tak tak tak!
Kapıya bakıyorum şaşkın.
Ver birden bir sarsıntı oluyor.
Gözüm şakkadanak açılınca neler olduğunu kavramakta zorlanıyorum! Öyle bir pozisyonda büzüşmüşüm ki boynum neredeyse kırılacak.
Beni sarsmayı bırakıyor Dr Sayko ve şöyle diyor garip bakışlarla. “Uyuyakalmışız abicim asansörde.”
Kurşun asker gibi dikiliveriyorum ayağa. “Nasıl olur oğlum?” Yine kapıdan tarafa bakıyorum. “Çıkıyor asansör hâlâ… Ne kadar uyuyabiliriz ki?”
“Bilmem.”
Asansör, birisinin bu soruyu sormasını beklermiş gibi duruveriyor. Dışarının ışıklı, kahkahalı, bardak çınlamalı atmosferinin neşe dolu gürültüsü içeri doluyor birisi ansızın sesi açmış gibi.
“Yedi numara da kokteyle çıkıyormuş demek. Aman ne espri!”
Dr. Sayko şüpheli bir bakışla soruyor…
“Açayım mı?”
İkimizin de sinirleri biraz gerilmiş durumda olduğundan sesim biraz yüksek çıkıyor: “Açmıycaksan niye çıkardın oğlum bizi buraya?”
İttiriyor o ve seslerin bir televizyondan değil de kanlı canlı gerçeklikten yükseldiği ortaya çıkıyor. Köftelerle, kıtır tavuk parçalarıyla, kırmızılı beyazlı ışıl ışıl parıldayan şarap bardaklarıyla kalabalığın arasında koşuşturan garsonları görünce hop diye asansörün dışına konuveriyoruz.
“Sergi açılışlarında niye otomatik çalışacak bir raylı sistem kurmuyorlar da bu kadar garsonu çalıştırıyorlar, anlamıyorum,” diyor Sayko.
“Ben sergi açsam, sulu yemekler veririm,” diyorum. “Patlıcan musakkayla ayran mesela.”
“Niye yapacaksın ki bunu?”
“Hiiç, gıcıklık olsun diye.”
Ağzı tüm dişlerini dışarı dökercesine açılmış bir kadın pür neşe yaklaşıp kendini tanıtıyor ve sergi salonunun yöneticisi olduğunu söyledikten sonra, içkilerin yerini gösterip galiba sıçarken de koruduğu o muhteşem pozitif enerjisiyle uzaklaşıp gidiyor.
“Burası soğuk mu, yoksa bana mı öyle geliyor,” diyor Dr Sayko.
O söyleyince soğuğu ben de algılıyorum ama cıbıldak cıbıldak gezen insanlara bir göz atınca ısınıveriyorum yine.
“Şarabı içtimidiydik hiçbi şeyimiz kalmaz. Yürü.”
İnsanlar sanki yürüyeceğimiz anlamış gibi hafif çekiliyorlar önümüzden.
“Bana mı öyle geliyor yoksa…” Bakıyor Dr, bir kaşı havada. Benim de kaşım kalkıyor. Düşündüğüm şeyi mi söyleyecek diye bekliyorum. “Şu herifin dolaştırdığı kalamar mı?” diyor büyük bir coşkuyla ve garsonun yolunu kesip bir kürdana beş tane sığdırarak geri dönüyor. “İster misin?”
“Iıh,” derken dönüp geldiğimiz noktaya bakıyorum ve asansörü göremeyince tüylerim şak diye ayağa dikiliyor. Kokteyldeki insanları tarıyorum ardından bir çabuk. Aykırı bir şey farkedemeyince, asansör aşağı indiğinde panel de içeriye göçüyor demek diye düşünerek bu garip tasarıma bir alkış patlatıyorum içimden.
“Yürüsene abicim,” diyor Sayko.
Yönetici kadın gülümsüyor.
Bir adam, “Kırmızı şaraptan alın, çok güzel,” diyor.
Önümüzden hafifçe çekilen insanların arasından ilerliyoruz.
Tak tak tak!
Kulak kabartıyorum, hemen yanıbaşımda çınlayan sese. Sanki hala asansörün içindeyiz. Öylesine net geliyor.
“Duydun mu?” diyorum Dr Sayko’ya.
“Neyi?” diyor o. Gözleri ileriye fikslenmiş, beni de çekiştiriyor.
Şarap bardakları ve şişelerle donatılmış beyaz örtülü masanın arkasında pişmiş kelle gibi sırıtan görevliler, davetkar bir şekilde bardakları doldurmaya girişiyorlar.
Dönüp bize bakıyor bir tip. Hulk bu. Elindeki kadehi kaldırırken “Ooo abicim, gelin yahu,” diyor. “Nerede kaldınız?”
Tak tak tak!
Dururken Sayko’yu da kolundan tutup yerine mıhlıyorum. Şüpheyle çevreme bakınıyorum sonra.
“Nooldu abicim?” diye soruyor o.
Hızla tarıyorum her tarafı. Nezaket dolu gülüşlerle donanmış pasparlak yüzler bize dönüyor ağırdan.
“Gel,” diyorum Dr Sayko’ya. “Şuraya doğru gidelim.”
“Yaa, şarabımızı alalım, sonra gidelim nereye gideceksek.”
“Boşver şarabı falan da beni dinle,” derken onu çekmeye devam ediyorum.
“Hoop, ağbicim, gelsenize ya,” diye bağırıyor Hulk arkamızdan.
Önümüzdeki insanlar kalabalıklaşıyor ve her an biraz daha zorlaşıyor aralarından geçmek.
“Hulk’un elinde sadece bir kadeh vardı,” diyorum neredeyse fısıldayarak.
“Eee?”
“O asla tek kadeh almaz, en az üç kadehle döner masaya.”
“Bu doğru da, biz niye geri dönüyoruz,” diye soruyor Sayko haklı olarak.
Tak tak tak!
“Ana! Kapı çaldı,” diyor Sayko.
“Yaa, sen de duymaya başladın,” diyorum. “Koş.”
İnsanları alenen ittirerek asansörün olması gerektiği yere doğru hareketleniyorum. Bundan sonrası, aslında pek de anlatmaktan hoşlanacağım bir şekilde gelişmiyor. Korkuyorum haliyle ve içine düştüğüm o iğrenç panik duygusu birazcık denetimi yitirmeme yol açıyor. Keçi sakallı bir tipe diz atıyor, sıska bir kadının çenesine okkalı bir yumruk oturtuyorum. “Çekilin laan!” diye bağırıyorum tükürekler saçarak.
“Abicim sakin ol,” diye bağırıyor Dr. “Tamam, kokteyl kötü ama bu kadar da agresif olmana gerek yok.”
Tabi ki onu dinlemiyorum. Masadan kaptığım bir bardağı, “Arkadaşım, konuşabiliriz,” diyerek üstüme gelen uzunca bir adamın boynuna saplıyorum. Arkama baktığımda kanların tümüyle Sayko’nun suratına fışkırdığını görüyor ama ne bu detayla ne de arkadaşımın, “Aaıh, naapıyosun yaa!” diye ciyaklarken önündeki otuz yılı hapiste geçirecekmiş havasına bürünen hüzünlü suratıyla ilgilenmiyorum. Kapının olması gerektiği yere ulaştığımın farkında olarak elimi ileri uzatıyorum ve birden sanki sihirli bir söz söylenmiş gibi önümüzde beliriyor asansör.
Açıyorum!
Bir cin! Ufak tefek, ateş saçlı, basık burunlu bir şey. Daha çok bizim Sarıyer’deki börekçinin cüce hali gibi, orasından burasından alevler yükselmese.
“Sonunda be bilader!” dedikten sonra, o incecik, rahatsız edici sesiyle, arkamızda bir yerlere, “Siktirin gidin lan, rahat bırakın çocukları,” diye bağırarak dışarı çıkıyor ve işte tam da o anda algılıyorum her tarafın buz kestiğini. Işıklar ve insanların yaygarası ansızın sönüp yokoluyor. Sadece rüzgar ve soğuk kalıyor. Dr Sayko’yla birlikte dönerken bomboş bir terasta olduğumuzu görüyoruz. Ve hemen cine bakıyoruz yine, mal gibi açılmış ağızlarımızla.
Aklımdan hep merak ettiğim bir şeyi, cinlerin birbirleriyle birleşerek voltran gibi büyük bir şey oluşturup oluşturamadıklarını sormak geçiyor ama susmayı yeğliyorum.
“Gariptir, onu görünce bir korku hissetmedim ben,” diyor Sayko. “Genetik olarak kodlanmış olabilir mi acaba bu sahne beynimizde?”
“Hala rüyada olmamız da muhtemel,” diyorum ben.
Dönüp birbirimize aynı anda sıkı bir tokat atıyoruz. Bir şey değişmiyor.
“Bu sahnenin kodlanmadığı belli, bayağı bir acıdı be,” diyorum, suratım buruşmuş.
Yanımızdan kafasını sinirli sinirli sallayarak geçip, o paytak yürüyüşüyle terasın öbür tarafına doğru ilerliyor Cin. Ve konuşmaya da başlıyor üç dört metre sonra: “Çok büyük bir tehlike yaşadınız. Beni dinlemediğinize inanamıyorum. Bakın!” İleride bir yeri işaret ediyor küçücük, toprak rengi parmağıyla. “Şarap sunum masasının bulunduğu yer şu boşluktaydı. Sizi oraya sürmeye çalışıyorlardı. Yedinci kattan aşağıya düşüp paramparça olacaktınız.”
“Oraya gitmezdik ki,” diyor Dr Sayko. “Hulk bize verecekti elindeki bardakları.”
Sinir içinde dönüyor cin. “Anlamıyor musun?” diye tiz bir şekilde bağırıyor. “Hulk falan yok. Hepsi, toplumun bilinçaltının oluşturduğu hayali bir sahneydi.”
“Hologram sinema ha, ilginç bir fikir!” diyor Dr Sayko.
“Daha çok serap gibi bir şey,” diyor Cin.
“Toplumun bilinçaltının siktirik sergi sahnesinde bizim ne işimiz var peki?” diye soruyorum, hiçbir şey anlamamış olarak.
Oraya, kenarıya oturup ayaklarını sarkıtıyor Cin. Biz de yanına doğru ilerliyoruz.
“İnsanlar sizi istemiyor arkadaşlar,” diyor garip bir kikirdemeyle. “Bilinçli bir seçim değil bu. Alt benlikte oluşan yoğun yıkıcı enerjinin sonucu. Size karşı duyulan gizli nefret bu türden serap tuzakları hazırlayabilir, bu doğal. Sonuçta, yabancısınız. Bir ayrıksı otu gibi sökülüp çöpe atılmanız gerekiyor.”
“Adam gibi isteselerdi atlardık belki,” diyor Sayko. “Böyle puştluklardan hiç hazetmiyorum ama.”
Oturuyoruz cinin iki yanına. Aşağıda karıncalar kadar küçücük insanlarla dolu, içiçe girip yıvış yıvış bir organizma oluşturmuş kalabalıkta birisinin bize el işareti yaptığını görüyorum.
“Gördünüz mü?” diyor Cin hiç beklemeden. “Şu herif işte. Bilinçsizce bir anda yukarıya doğru el işareti yapmak geldi içinden.”
“Al o zaman amına koyayım,” diyerek el işaretini geriye iade ediyor Dr Sayko.
Dengeleri bozulan insanlar, neden olduğunu anlamadan, aşağıda tekme tokat birbirlerine girişiyorlar.
“Peki ya sen?” diye soruyorum. “Sen bize niye yardım ettin ki?”
“Bir dost aradı,” diyor Cin, ellerini şaap diye kemikleşmiş dizlerine vurarak. “Tehlikede olduğunuzu söyledi.”
Bir süre konuşmuyoruz. Sonra Dr Sayko “Kediler bu yükseklikten düşünce ölmüyor ya, bunu aslanlarla da denediler mi acaba?” diye soruyor.
“Peki ya cinler,” diyorum ben de. “Buradan düşsen mesela…”
“İtersen götünü sikerim bak,” diyor Cin.
“Yok canım,” diyorum. “Sadece soruyordum.”
“Feci şekilde şarap istiyor canım,” diyor Sayko.
“Size hemen şimdi şarap bulurum ama, üç kere anırırsanız,” diyor Cin.
Anırıyoruz.
Uzunca bir süre neşeyle alkışladıktan sonra “Alın size şarap,” diyor iğrenç bir şekilde, sanki tıslarcasına gülerek.
Gözlerimiz parmağının gösterdiği yeri buluyor ve hayretler içinde yine ona dönüyoruz.
“Beğenemediniz mi?” diyor bir bana bir Dr Sayko’ya bakarak. Delirmiş iki top gibi takır takır oynuyor gözleri yuvalarında.
Aşağıda, İstiklal caddesinin tam ortasında açılan şarap gölü, sokak lambalarının güçlü ışıkları altında kıpır kıpır oynaşıyor.
“Kaliteli, merak etmeyin, Porto, ruby.”
“Uzun da bir pipet ver bari,” diyor Dr Sayko.
“Atlamanız lazım,” diyor Cin. “Başka türlü olmaz.”
“Sana güvenmiyorum,” diye bağırıyorum hemen. “‘Bir dost’ martavallarına da inanmıyorum. Her şeyi ayarlayan sendin. Bu da başka bir tuzak!”
Yamuk bir gülüşle dikiliyor yerinde. Saçlarının alevleri bir metre kadar yukarıya yükseliyor. “Seçim sizin. Israr yok.”
“Ben inanıyorum arkadaş,” diyerek bir anda kendini aşağı atıyor Sayko.
Boşalıveriyor karnım. Korku içinde geri çekiliyorum. Gözlerim çoktan kapanmış bile.
Beynimden Dr Sayko’yla geçirdiğimiz güzel anlar geçmeye başlayacak gibi olsa da daha ilk görüntüde kulağıma şloop, diye yoğun bir su sesi ulaşınca, duyduklarıma inanamayarak uzanıp aşağıya bakıyorum.
Şarabın içinden bir anda belirip rahat kulaçlarla şap şup yüzmeye başlıyor Dr Sayko.
“Hâlâ bu işte bir iş olduğuna ina…”
Küçücük eller sırtımdan büyük bir güçle ittiriyor ve havada uçarken buluyorum kendimi.
“Aaaıh ananı..!”
“Sana tavsiyem şu,” diye bağırıyor arkamdan Cin. “Bu dünyada sadece kime güvenip kime güvenmeyeceğini bil, hayatın boyunca mutlu yaşarsın.”
“Sana güvenmiyoruuum!” diye var gücümle haykırırken şarabın içine gömülüyorum bir kurşun gibi ama yumuşacık. Her yanımı sarıyor kekremsi dokunuşlar bir anda. Dibe vardığımı hissediyorum. Kafam karmakarışık. İstesem orada, yüzlerce yıl kalabilecekmişim gibi geliyor. Ama özlüyorum dışarıyı. Ve ayaklarımı çırpıp yüzeye ulaşıyorum bir çabuk. Dr Sayko’yla, bizi görmeyen nefret dolu insanların arasında birbirimize şarap sıçratarak mutluluk dolu kahkahalar patlatıyoruz.
Ve şaaap, diye düşüyor Cin tam aramıza…

5 Aralık 2008 Cuma

Evliya Çelebi'nin Tebriz'de Beğenmedikleri

Nizâm ve intizâmları (düzenleri) bunun üzerine câridir kim (yürür ki) bir mücrim (suçlu) adamı katl veya salb etmezler (öldürmez ya da asmazlar) Daruga (yerel yargıç) ve muhtesip mücrimleri meydân-i siyasete getirip Allâhümme âfenâ (Tanrı korusun) cellâd-i bî âmânla (acımasız cellâdla) ol mücrimlere âmân vermeyip üstâd-i kâmil cellâdların 360 aded işkence şebgencesin üç gün üç gecede icrâ eder.
Evvelâ üç yüz tâziyâne (kamçı) kırbaç ve şübend ve kirfîl vurur. Ba'dehû (bundan sonra) dizlerine nakara zahmesi (kayışı) keserâtı vurur. Andan (ondan sonra) tırnaklarına kamış yürütür. Andan cümle vücudun dağlağılar ile dağlar ve yağlı bürümceği ipiyle yutturup, ipiyle bürümceği çektikte bağırsakları ve mi'desin (midesini) taşra (dışarı) çıkarırken elbette ol adam cürmün (suçunu) ikrâr eder (söyler) Ve yağlı sünger yutturur ve sakaklarına (gıdısına) gazâl (akgeyik) aşığı bağlar ve şakağına ve alnına at mıhları ve at nalları mıhlar ve dirseklerinden tüfekçi burgusuyla dizlerinden delip burgu tabanı altından çıkar. Ba'dehû tava içre kurşunu kızdırıp, burgu deliğinden döküp iliğiyle bile (birlikte) kurşunu akar ve iki ellerinin ve iki ayağı başparmaklarının dördün bir yere bend edip (bağlayıp) kemend ile dâra ber-dâr edip (darağacına asıp), altından kibrit ve eşek sidiği buhûr verir. Fakîr âdemin (zavallı adamın) feryâdı evce çıkar (göğe yükselir) Ve arkasından küreklerin ve kaburga ve dalısın (kürekkemiğini) ve enegilerin (çenekemiklerini) çıkarıp, andan (ondan sonra) çarmıha gerip, arkasından sırımlar (dilim dilim derileri) çıkarıp, omuzlarına rih-i şem'ler (erimiş mumlar) çirâğân eder. Ve hayâlarını kemend ile boğar ve burnuna kara çalı dikeni sokar ve başına kızgın tas ve gözüne mil çeker ve nicesinin zekerin (erkeklik örgenini) dübüründen (kıçından) çıkarır. Ve nicesinin dübürün göbeğinden çıkarıp sûrresinden (göbeğinden) efşân eder. (saçar) Allâhûmme âfenâ (Tanrı korusun) Ve âdemin ödün (ödünü) koltuğu altından çıkarır. Ve sinirlerin kesip hırsıları leng (topal) eder. Ve yalan şâhide damga vurup, burnun ve kulağun budar. Ve düzdânların (hırsızların) ellerin ve ayakların keserler. Ve âdemi (adamı) yedi gûna çengâle (çengele) vurup ve yedi tür kazığa vurup, üç gün üç gece ibret-i âlem, ıslah-i beniâdem için (herkese ibret olsun, insan oğlu ıslah olsun diye) böyle işkence ederler.....