23 Haziran 2011 Perşembe

Patricia Piccinini







The Gathering

Kahn & Selesnick






Alışkanlık, dürüstçe inandığımız tek dildir - Chris Abani - Şiirler

ŞEYTAN ÇARMIHI

Kiri Kiri'den sağ çıkmak
hemen hemen imkansızdır.
Tutuştururlar elinize kişisel
eşyalarınızdan kalan ne varsa
politen bir torbada. Onların
istemediği herşeyi.
Adım atarsınız dışarı, dikilirsiniz sonra
buzdolabından çıkmış bir parça et gibi
eriyerek güneşte. Ancak korkarsınız
dış kapıdan birkaç adım daha
öteye gitmeye. İnanırsınız
sırtınızdan vurulacağınıza.
Ya da gittikçe solgunlaşan teninizde
ölüm kokusu taşıdığınızı bilen
insanların sizden irkileceğine.
Ama olmaz hiçbir şey.
Hafif bir rüzgâr dalgalandırır gömleğinizi,
havlar bir köpek park etmiş bir arabaya.
Yağda kızarmış muz kokusu, ılgıt ılgıt,
acıtır canınızı nedensizce.
Soğuk, tatlı bir Koka-Kola
nemlendirir gözlerinizi.

ÇOCUK İŞİ GİBİ BİR İŞTEN BAHSETMEK

Asker soruyor çocuğa: Karar ver hangisini
keseyim? Sağ kolunu mu sol kolunu mu?
Çocuk, on, belki dokuz yaşında, diyor ki: Kesme hiç birini,
kesersen, bir kanadı kırık kuş gibi
bozarım oynarken sek sek alanının
çizgilerini, bırakın körlük girsin içeri.
Soruyor asker bir kez daha: hangisini keseyim
karar ver? Sağ kolunu mu sol kolunu mu?
Ölü babasından fazla yaşlanıyor çocuk hemen oracıkta,
diyor ki: kesme hiç birini, kesersen ruh dansı ederken
tökezlerim, kumlar savrulur ışığın yüzüne.
Ekliyor sonra: Oyup çıkar sağ gözümü,
çok şeyler gördü, ama sol gözümü bırak,
Tanrıyı görmek için ihtiyacım var ona.

STABAT MATER
Ağaçlar arasındaki boşluklardan sızarak
Damarlarla kaplıyor ayışığı tan yerinin anısıyla
yüklü geceyi. Ölü örtüye sakal olan eğreltiler
içinde çömeliyor bir anne, izliyor kollarındaki
çocuğunun hayata tutunma gücünü yitirişini,
yitirişini öksürüklü soluğunu, oyalanan bir acıyı.
Usulca kapatıyor annesi gözlerini, kerpeten
oluyor parmakları onun burnuna ve ağzına,
rahatlatarak gıtlağını boydan boya.
Hatırlanmış hayatlar için hangi ayrıntı geçerlidir ki;
Yer mi olay mı yoksa yalnızca iğnesinin kaşıntısını bırakan
bir arının çaldığı çiçek kokusu gibi yitip gitmek mi?

Çev: Cevat Çapan

Dörtnala

Yaşam benim için eğitebildiğim kadar eğittikten sonra hareketlerine boyun eğdiğim bir attır.
Marguerite Yourcenar - Hadrianus'un Anıları

Robert and Shana Parkeharrison

 








19 Haziran 2011 Pazar

Haruki Murakami – Sahilde Kafka

Kitap birbirine eklemlenmeyen, özellikle ana karakterler düşünüldüğünde bir noktada buluşma yaşamayan, ancak içlerinde kader ortaklıkları ve sürpriz rastlantılar barındıran üç ayrı bölüm halinde işlenmiş.
Birincisi, gizli devlet dokümanlarıyla ve tanıklıklarla, belgesel bir tavırda ortaya konulan mistik bir olay. Savaş zamanı, okul çocuklarını alıp tepede mantar toplamaya götüren genç bir öğretmen, çocukların bir anda yerlere yığıldığını görür, yanlarına koşar. Yarım saat kadar kendilerine gelmezler. Açık gözleri kıpırtılar içerisindedir. Sanki bambaşka bir boyutta bambaşka şeyler görüyormuş gibi. Sonra birden geri dönerler. Ortada sağlık sorunu görünmemektedir ve neler olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktur. Sadece bir tanesi, Nakata adlı öğrencinin beyni tamamen sıfırlanmıştır.
Belgesel dokümanların ana kahramanı, öğretmen ve askerler tarafından olay yerine getirilen doktordur. Gizli tutmaları gereken bu olayla ilgili beyanları o yılla sınırlı değildir. Özellikle öğretmenin, o zaman utandığı için yıllar sonra açıkladığı sır okurun karşısına roman boyunca konulan kapılardan birini daha açar. Ancak bu kapılar beklentilerin tersine bir yere çıkmayacak, önemli bir yere bağlanmayacak, karakterle bütünleşen okurun ümitlerini boşa çıkaracaktır.
Romanın ana izleğine, ikinci bölüm olarak görebileceğimiz olay örgüsünde, karga anlamına gelen Kafka takma ismini kullanan Tamura karakteri şekil verir. Babasının lanetinden, o dehşetengiz kehanetten kurtulmak için on beş yaşında evden kaçar, o güne kadar bu kaçış için donanmış, tüm benliğiyle hazırlanmış olarak. Küçücükken evden çıkıp gittiklerini görmenin, bir daha da onlardan hiç haber alamamanın travmasını yaşarken babasının da bir gün annesi ve ablasıyla yatacağını ve kendisini öldüreceğini söylemesiyle iyice sarsılan, hayatı kararan bir çocuktur o. Kehanetin yıkımından kurtulmaktan ve kendine yeni bir hayat kurmaktan başka bir düşüncesi yoktur. Tokyo yakınlarında küçük bir kasabada, ucuz bir otele yerleşir, her günü aynı rutinle geçirmeye başlar. Erken kalkar, spor salonuna gider, yıkanıp temizlenir, yarım saat uzaklıkta bir kasabada zengin bir ailenin mirası küçük kütüphaneye atar kendini ve geri kalan zamanda kitapların dünyasında saklamaya çalışır.
Sıkıştığı anlarda fikirlerini paylaştığı sanal Karga kişiliği haricinde çevresinde birer birer ortaya çıkıp somutlaşan ve kaderini biçimlendiren karakterler sırasıyla şunlardır:
Oşima kütüphanenin tek görevlisidir. Yirmi üç yaşındadır. Başlangıçta yakışıklı, ilgili, dost sever normal bir adam gibi görünse de çok geçmeden aslında kadın organına sahip olduğu ortaya çıkar. Böylece roman boyunca karşılaştığı her kızın kendi ablası olabileceğini düşünen Kafka’nın kuşkulandığı insanlar listesine dahil olur. Ayrıca, Kafka kendini bir gün bilincini kaybetmiş, elleri kanlı bir halde bulduğunda ve sonradan babasının evinde ölü bulunduğu haberini aldığında da yardım etmekte bir an bile tereddüt etmez. Babası öldürüldüğünde Tokyo’ya gidip dönülecek bir mesafede olmadığı konusundaki telkinler, rüyalarında somutlaşmaktan korkan Kafka’yı rahatlatmamaktadır. Oşima’nın onu polislerden kaçırmak için götürdüğü dağ eviyle çevresindeki korkunç ormanın da kitabın karakterlerinin lanetli kaderiyle bire bir bağlantılı olması, tesadüfler, mistik neden-sonuç ilişkileri, psikanalitik aktörlerle sıkı sıkıya örülmüş Sahilde Kafka için normal sayılabilir.
Saeki Hanım kütüphanenin müdürüdür. On beş yaşında, kütüphanenin sahipleri olan zengin ailenin oğluyla destansı, büyük bir aşk yaşamışlardır. On yedi yaşına geldiklerinde aşklarını sınamak için birbirlerinden kopmuşlar, oğlan Tokyo’ya üniversite okumaya gitmiş, Saeki hanım ise sevgilisine duyduğu özlemle ortaya çıkardığı Sahilde Kafka şarkısı sayesinde bir anda ülke çapında büyük bir üne kavuşmuştur. Ancak sevgilisi bir gençlik protestosu sırasında öldürülünce hayatı bir anda alt üst olur. Ünü, parayı, yaşadığı yeri, geçmişini bırakıp ortadan yok olur. Uzun yıllar sonra geri dönecek, ailenin reisiyle özel bir görüşme yaparak, sevgilisiyle beraber yaşadığı bu kütüphanenin yöneticiliğini talep edecektir. Tabii ki onu geri çevirmezler. Kafka onu gördüğü anda hemen annesi olabileceğini düşünür. Oşima’yla yakınlaşması sayesinde kütüphanede işe başlayacaktır. Saeki hanımla sevgilisinin eskiden sevişmek için kullandığı odada kalır ve bu sayede her gece odaya gelip duvardaki tabloyu izleyen hayaletle karşılaşma fırsatını yakalar. Öylesine güzeldir ki, Kafka kendini ona aşık olmaktan alamaz. Ve aslında hayalet, Saeki hanımın on beş yaşındaki halinden başka bir şey değildir. Ve çok geçmeden genç hayaletle yaşlı kadın bütünleşmeye başlayacaktır. Lanet adım adım yaklaşmakta ve Kafka bunu engellemek için hiçbir şey yapamamaktadır.
Sakura ise evden kaçıp Takamatsu’ya gelirken yolda tanıştığı kızdır. Aralarında bir anda doğan dostluk, Kafka’nın kendini kanlar içinde, bilincini yitirmiş bulup içine düştüğü o zor durumdan kurtulmak için Sakura’yı aradığı gece raydan çıkacak gibi olsa da kız son anda onu sadece arkadaş olduklarına ikna etmeyi becerecektir. Ancak Kafka ileride, kafası iyice karıştığı ve denetimi elden yitirdiği sırada rüyalarını birleştirerek yanına geldiğinde yapacağı bir şey yoktur. O da bir nevi, romanın grift yapısının incecik yüzlerce sacayağının çökmesini önlemek üzere hikayeye yerleştirilmiş, ablası mı, beraber olacaklar mı şeklinde merak unsurlarından biri olmaktan öteye gitmez.
Üçüncü bölümün ana karakteri, savaş zamanı boyutlar arasında kalıp gölgesinin yarısını ve anılarını kaybeden Nakata beydir. Yani kitabın belgesel bölümünde kayıtlara geçmiş, beyni sıfırlanarak uyanan o tek şanssız çocuktan başkası değildir. Anısız ve akılsız bir yaşlı olarak hayatta hiçbir işe tutunamamış, okuma bile bilmeyen Nakata Bey, Vali beyden aldığı yardımla yaşarken, çok sevdiği yılan balığını yiyebilmek için ek geliri evden kaçan kedileri bularak sağlar. Çünkü o kedilerle konuşabilmektedir. Yıllardır sürgiden sıkıcı gündelik yaşamı bir gün iş peşindeyken, kedileri öldürüp kalplerini yiyen ve ruhlarından güç kavalları üreten iğrenç bir sapıkla, Johnnie Walker beyle karşı karşıya kalmasıyla değişiverir. Seçimini yapmasını ister Johnnie Walker. Nakata bey onu öldürene kadar, yakaladığı tüm kedileri tek tek öldürecektir. Yapar da söylediğini. Nakata bey iyi bir insandır, o güne kadar kimseyi incitmemiştir. Onu nasıl bıçakladığını anlayamaz. Kendini kaybetmiştir ve uyandığı anda bu elem olayın kaderde bir kırılma olduğunu da içten içe bilmektedir. İçindeki bir ses hemen yola koyulması gerektiğini söyler. Daha önce yaşadığı semtten dışarıya asla adım atmamış yaşlı adam neyin peşinde olduğunu sadece hislerini dinleyerek keşfe girişirken, aslında giriş taşının peşinde zorlu bir yolculuğa adım atar.
Laflarına “Bendeniz Nakata” diye başlayan Nakata Bey’in deyişiyle Hoşino bey, yolun yarısında yaşlı adamın karşısına çıkan genç bir tır şöförüdür. Çok sevdiği dedesini kaybetmenin acısıyla mı bilinmez, işten izin alıp, bu komik ve gizemli hikayede yaşlı Nakata Bey’in peşine takılır. Görenlerin dönüp arkalarından bir daha bakacağı garip bir ikili oluştururlar. Yolculuk boyunca, içinde yoğun bir iyilik barındıran gözüpek Hoşino sorunlu serseri kabuğunu atıp bambaşka bir insana dönüşecektir.
Kentucky Chicken’ın Albay Sanders adlı maskotunun görüntüsünü kullanan, kendi deyimiyle ne Tanrı ne Buda kişilik de, dünyanın dengesini tekrardan yoluna koymak için vesveseli, komik tarzıyla Hoşino ve Nakata Beylere yardıma girişmiştir.
Buraya kadar romanın konusunu ve kişiliklerini eleştiri yazılarında genelde görülenden biraz daha detaylı irdeledikten (ki bunun tek hedefi az sonra sıralayacağım tenkitlerin yeterince anlaşılması gayretidir) ve arada hafif sızlanmalarla bazı konularda memnuniyetsizliğimi paylaştıktan sonra fazla gecikmeden şunu itiraf etmem gerekiyor: Kitabı çok beğendim. Bir yerden sonra anlaşılması güç bir merakla soluksuz okudum. Yazarın yeteneğine saygı duydum, anlatım yetkinliğini takdir ettim. Ve bu mutlu anafora tam da romanı elimden atıp atmama konusunda tereddütler içerisindeyken kapıldım. Heyecanım soğumaya yüz tutarken de beni rahatsız eden şeyleri alt alta dökmenin okurlar ve yazar adaylarının bilgilendirilmesi açısından önemli bir görev olduğuna karar verdim. Tabii ki etkileyici unsurları da…
Bazen merak ediyorum, psikanalizi milattan önce ilk uzak doğu ülkeleri mi buldu. Ya bu şekilde toplumun genlerine kazınmış olmalı ya da çok geç keşfedilip önemi-anlamı abartılmış. Yoksa bildik bilmedik komplekslerin ve onların bilinçaltı türevlerinin sembolik bir şekilde eserlere bu derece hakim olmaları başka nasıl açıklanabilir. Sahilde Kafka’nın, on yaşındaki bir çocuğun babası tarafından kendisini öldürüp, annesi ve kızkardeşiyle yatacağı şeklinde lanetlendiği ana örgüsü de, zorlamayı aşan bir basitliğe sahip. Pasifik yazarlarını üstlerinden atamadıkları vicdani bastırılmışla baş başa bırakıp romanın teknik problemlerine geçersek, ilk ele almamız gereken olgu, merak duygusu uyandıran olay-yemlerde abartılı güç kullanımı olmalı. Kitaba atılan oltalar o kadar çok ki, bir süre sonra okurları bunları hatırlamayı bırakıp sadece üstlerine çöken boşluk duygusunu anlamlandırma savaşımına saplanıyor. Mistik kader zincirine dair bütün o sürprizlerin, bir kadının eski aşkına duyduğu özlem nedeniyle ortaya çıktığı öğrenildiğinde içine düşülecek hayal kırıklığı ise anca Nakata ile Hoşino Beylerin şovunun peşine takılarak yok edilebiliyor. Yunan tragedyalarından fırlamış kader yapıcı-yıkıcı karakterleri bir tarafa bıraksak bile basit bir manga çiziktirmesi olarak kurgulanmış Johnnie Walker’ı göz ardı etmemiz imkansız. Kafka Tamura’nın ciddi ve aşırı mutsuz babası ve Nakata Bey’in başına musallat Johnnie Walker’ın aynı kişi olması, iki bölüm arasındaki karakter-atmosfer farklarını aşan bir absürdlüğe sahip ve sanki kitaba bir de kötü adam olsun diye yerleştirilmiş, Nakata Bey’in fantastik yolculuğunu başlatması ve romanın sonuna içi boş bir gerilim kondurması için yazar beyin tanrısal eli tarafından ortalığa bırakılmış… Şu koca dünyada, tesadüflere teslim olmuş yapıyı sürdürebilmek adına hikayenin şehir-mahalle-kişi trafiğinin böylesine daraltılması, koskoca bir denizin havuza yerleştirilmesi de ayrı bir sorun.
Yine de Sahilde Kafka tüm bu negatif özelliklerin pabucunu dama atacak, elimizdeki romanı üst kalite bir eser olarak adlandırabileceğimiz verilerle donanmış. Önce belgesel bölümlerin en azından romanın üçte birine kadar insanın merak duygusunu kamçılayan ciddi kışkırtıcılığını ele alalım. Sonra aşk duygusunun muhteşeme yakın anlatımını belirtelim. Bunlara doğa üstü aktörlerin gerçeklikle kol kola ilerlemesindeki ustalığı da ekleyelim. Muziplik, diyaloglardaki yetkinlik, şaşırtıcı ironi, duygular arasında gezinebilme becerisi, iz bırakmış çocuk kitaplarında anca görülebilecek bir naifliğin esere yedirilebilmesi ve daha nicelerini de… Ancak ne olursa olsun, Nakata ve Hoşino Beylerin bölümünü çıkarttığınız anda, ki bu mümkün, roman bir anda çökmeye, sıradanlık kompartımanına yollanmaya mahkum. Çünkü günümüz edebiyat dünyası, (özellikle Amerikan) tüm mesaisini teknik açıdan ustalaşmaya, postmodern anlatım numaralarıyla okuyucusunu yerine mıhlamaya, cool bir tarzla merak duygusundan da bir dirhem serperek kendini beğendirmeye and içmiş yazarlarla dolu. Gel gelelim Nakata ve Hoşino Beyler, roman tarihini ciddi bir taramadan geçirsek bile ilk ona girebilecek enteresanlık ve cazibede bir ikili. Sadece onlar değil, Albay Sanders da müthiş bir karakter. Onların sahneleriyle canlanan, coşan, komikleşen, dolu dizgin giden esere damga vururken, inanılmaz bir dostluk hikayesi de koyuyorlar ortaya. Fantastikle, melodramın, kent öyküsüyle belgeselin birbirine geçtiği Sahilde Kafka sonuçta iyi bir kitap, yaratıcıların üretim güdüsünü gıdıklayıp kışkırtacak, okuru şaşırtıp duygular arasında bir pinpon izleyicisi konumuna düşürecek sıkı bir eser. Okunmalı mutlaka…

17 Haziran 2011 Cuma

O Görüntü

Yolda hızlı hızlı yürüyordu. Midesi buruluverdi birden. Bir bulantı sardı gövdesini. Korkuyla çevresine bakındı. İnsanların yüzleri eriyor ya da görünmez zımparalarla sıyrılıyor gibiydi. Bir sis üstlerine dolanmış da mavi ağaçları, pembe balkonları, ufkun sarılığını yukarıya çekiştiriyordu sanki. Tekinsiz seslerle sarılmıştı her yanı. Yıkıntıları, molozları, çürümüş hayvanların üstünde tepinen şekilleri görebiliyordu artık. Burnuna paslı, iğrenç bir koku doluyordu. İnanamıyordu böyle bir şey yaptığına. Unutmuştu! Terler üstünden boşanır, elbiseleri sırılsıklam olurken delice koşturmaya başladı. Zırhlı hükümet binalarından birine atmalıydı kendisini. İlacını almamıştı çıkarken. Hazır değildi kemirilmiş dünyayı görmeye. Delirmek için çok gençti daha...

Distopya Günlüğü

Halk Unutur

Tarihi iktidarlar yazar, halklar unutur.

Jane Planson







16 Haziran 2011 Perşembe

Yemek Vakti

Yirmi üç yaşlarında, ince, uzun bir delikanlıydı. İçeriyi iyice ısıtmış, gömleğini çıkarmış, yemek masasını, blok camdan pencerenin hemen önüne çekmişti. Metal gövdeleriyle gökdelenler ufka uzanan dalgalı bir denize benziyordu. Hologram mumlar binanın dışında yavaşça sallanarak geçiyorlardı önlerinden. Bu akşam özeldi. Onların sevdiği yemeklerle doluydu masa. Terfi ettiğini söylemek için sabırsızlanıyordu. Belki de biliyorlardı. Yani duymuş olabilirlerdi ama gündüzleri uyurdu onlar genelde. Babasının küçültülmüş ağzından biraz şarap döktü.
“Hımm, buruk biraz. Ne üzümü?” diye sordu yaşlı adam, eski hallerini hatırlatan bir şekilde kaşlarını kaldırarak.
“Bilmiyorum baba, bakarım sonra,” dedi o. “Pahalı bir şey ama.” Aynı zamanda aceleyle babaannesinin ağzına ezmeyi yerleştiriyordu.
“Alışverişte biz de görebilsek iyi olacak,” dedi babası. “Fikir veririz hiç olmazsa.”
“O her şeyin en iyisini yapıyor zaten,” dedi babaannesi, ağzını şapırdatarak. “Rahat bırak oğlanı.”
“Sende bir şeyler var,” dedi annesi karnının oradan. Sırıtmaya çalışması gıdıklanmasına neden oluyordu.
Eğilip baktı delikanlı sevecen. Elini götürüp annesinin yanağını okşadı. Güldü sonra. “Duymadınız demek.”
“Neyi,” dediler üçü de aynı anda yukarı bakarak.
“Terfi ettim.”
Sevinçleri görülmeye değerdi. Elleri yoktu ama ağızlarından çıkan haykırışlar oğullarına duydukları sevgiyi eksiksiz anlatıyordu. Çok iyi bir çocuktu o. Bazı vicdansız nankörler gibi ebeveynlerinin yok olup gitmesine izin vermemiş, kendi bedenine yerleştirmişti onları.
“Ah ah, deden de burada olsaydı keşke,” dedi babaannesi.
İki yıl kadar önce boyut fırtınasına kapılıp kaybolan adamın adı geçer geçmez bir hüzün çöktü salona.

Distopya Günlüğü

Ama Ulaşacaksın

(Hikaye: Krom Çit - Yazar: Philip K. Dick - Kitap: Hesaplaşma)
“Tabii Don.” Robot döner iskemlesine yerleşti, neredeyse gerçek gibi görünen dirseklerini masaya dayadı ve şefkatle hastasına baktı. “Son birkaç gündür nasıl gidiyor?”
“Pek iyi değil. Charley, bir şeyler yapmak zorundayım. Bana yardım edebilirsin; sen taraf tutmuyorsun.” Metal ve plastik karışımı yarı insan yüze baktı. “Sen olayları çarpıtmadan görebilirsin, Charley. Partilerden birine nasıl katılabilirim? Sloganları, propagandaları, hepsi o kadar saçma geliyoru ki. Nasıl  olur da, temiz dişler ve koltukaltı kokuları için heyecanlanabilirim? İnsanlar bu önemsizi şeyler için birbirlerini öldürüyorlar… hiç mantıklı değil. Yasa değişikliği geçerse, yok edici bir iç savaş çıkacak ve benim bir tarafa katılmam gerekiyor.”
Charley başını salladı. “Anlıyorum Don.”
“Dışarı çıkıp, koktuğu ya da kokmadığı için birinin kafasını kırmam mı gerekiyor? Daha önce hiç görmediğim bir adamın? Bunu yapmayacağım. Reddediyorum. Neden beni rahat bırakmıyorlar? Kendi fikirlerim olmasına neden izin vermiyorlar? Neden bu saçmalığın içinde olmam gerekiyor?”
Psikanalist hoşgörüyle gülümsedi. “Bu biraz acı, Don. Biliyorsun, kendi toplumunla uyum sağlayamıyorsun. Bu yüzden, kültürel atmosfer ve gelenekler sana önemsiz geliyor. Ama bu senin toplumun; onun içinde yaşamak zorundasın. Kabuğuna çekilemezsin.”
Walsh rahatlamak için ellerini sıktı. “Ben şöyle düşünüyorum; kokmak isteyen birine kokma hakkı tanınmalı. Kokmak istemeyen de, gidip ter bezlerini aldırmalı. Sorun ne?”
“Don meseleyi görmezden geliyorsun.” Robotun sesi, sakin ve heyecansızdı. “Senin söylediğine göre, iki taraf da haklı değil. Ve bu saçma, öyle değil mi? Bir taraf haklı olmak zorunda.”
“Niye?”
“Çünkü iki taraf, pratik olasılıkları deniyor. Senin görüşün, gerçek bir görüş değil… bir tür betimlem. Görüyorsun Don, bir meseleyi ciddiyetle ele almakta psikolojik bakımdan yetersizsin. Özgürlüğünü ve kişiliğini kaybetme korkunu açığa vuramk istemiyorsun. Sen bir tür entelektüel bakiresin, temiz kalmak istiyorsun.”
Walsh düşündü. “Ben,” dedi. “Bütünlüğümü korumak istiyorum.
“Sen, kendi başına yaşayan biri değilsin Don. Sen bir toplumun parçasısın… fikirler bir boşluğun içinde var olamazlar.”
“Fikirlerimi kendime saklama hakkım var.”
Robot nazikçe, “Hayır Don,” dedi. “Onlar senin fikirlerin değil, onları sen yaratmadın. Onların canın istediği zaman açıp kapayamazsın. Onlar senin aracılığınla var olmaya devam ederler… onlar, çevren tarafından yerleştirilen koşullandırmalar. İnandığın şey, belirli sosyal güçlerin ve baskıların bir yansıması. Senin durumunda, başkalarıyla paylaşılmayan karşılıklı iki sosyal eğilim, bir tür faaliyetsizliğe neden olmuş. Kendinle savaş halindesin… hangi tarafa katılacağını bilmiyorsun, çünkü içinde her ikisinden de öğeler var.” Robot bilgece başını salladı. “Ama bir karar vermek zorundasın. Bu anlaşmazlığı çözmeli ve harekete geçmelisin. Bir izleyici olarak kalamazsın… Katılımcı olmalısın. Kimse hayata seyirci kalamaz… ve bu da hayat.”
“Yani ter, diş ve saç meselesinden başka bir hayat yok mu diyorsun?”
“Mantık olarak, başka toplumlar var. Ama senin doğduğun toplum burası. Bu, senin toplumun… ve sahip olabileceğin tek toplum bu. Ya içinde yaşarsın ya da yaşamazsın.”
Walsh ayağa kalktı. “Diğer bir deyişle, ben ayak uydurmalıyım. Birinin fedakârlık etmesi gerekiyor ve o kişi de benim.”
“Korkarım öyle Don. Diğerlerinin sana uyum sağlamasını beklemek saçma olur, öyle değil mi? Üç buçuk milyon insan, Don Walsh’u memnun etmek için değişecek. Görüyorsun Don, bencil bebeklik çağından tam olarak çıkamamışsın. Gerçekle yüzleşme noktasına tam olarak ulaşamamışsın.” Robot gülümsedi. “Ama ulaşacaksın.”
……..

Gelecekten Şehir Manzaraları

 Concept Art by Stefan Morrell