28 Mayıs 2008 Çarşamba

FossurGama Sunar: Trafik Işıkları

Ana caddenin kenarında durmuş umutsuz gözlerle trafiğe bakıyor Celal. Vızır vızır. Sanki kulağının yanından kızışmış bir arı geçiyormuş gibi ses çıkarıyor her araba ve o, trafik lambalarının bulunduğu direğe bakıyor şimdi. Çözüm belli. İlerleyip yanına geliyor ve eli, yayalar için yeşil ışığı devreye sokan düğmeye uzanıyor. Basmasıyla büyük bir gürültü kopuyor. O pantalonu falan yanıp, kıç üstü iki metre geriye düşerken bir füze gibi gökyüzünün maviliğinde uçup gidiyor direk, trafik lambalarını da beraberinde götürerek.
Arabalar da duruyor tabi.

FossurGama Sunar: Kırlangıçlar

Çaybahçesinde oturmuş üçüncü çayını yudumlarken kimbilir kaçıncı kez gözünü kısıp doğruluyor Ahmet bey. Kalkıp ağacın altında tek başına oturan şişman adamın yanına gidiyor ve merakla soruyor: “Affedersiniz, şu kırlangıç, gelip gelip burada kayboluyor. Acaba?..
“Evet yahu,” diyor şişman adam gülerek. “Boynumun altına yuva yaptı kerata, orada yavrularını besliyor.”
Gözlerini pörtleterek eğilip adamın gıdısına sıkıca kurulmuş çamur, tükürük, saman karışımı yuvaya ve içinde küçücük kafalarıyla etrafa bakınan iki yavruya bakıyor Ahmet bey.
Bir şey demek istiyor ama diyemiyor…

Küreselleşmenin İkinci Evresi… Peki Türkiye Nerede?

İlk kez BRIC sözcüğüyle karşılaştığımızda sanıyorum 7-8 yıl önceydi. Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’den oluşan BRIC ülkelerinin nasıl hızla ve stratejik bir şekilde büyüdüklerine dikkat çekiliyordu. Hatta o dönemde bizim ülkemizden birçok uzman Türkiye’nin de adının kısa süre içinde BRIC ülkelerinin yanında arzı endam edeceğinden dem vuruyordu. Olmadı… BRIC’ler beklendiği gibi hızla yükseldiler. Türkiye ise yüksek cari açık, kronik işsizlik, IMF’ye bağlı sürdürülen bir ekonomi politikası ve devasa boyutlara gelen borç yükü nedeniyle hâlâ olduğu yerde sayıyor… Üstelik o dönemlerde Brezilya ve Rusya’nın mali tablosu Türkiye’den çok daha kötü iken…
Fransız Le Monde gazetesi 20 Mayıs tarihinde “Kapitalizmin Yeni Şampiyonları Güneyden” başlığıyla attığı manşette uluslar arası danışmanlık şirketi Ernst & Young’ın 2008 raporunda son 7 yıl içinde dünya borsalarında ilk 1000’e giren şirketler arasında gelişmekte olan ülkelerin yüzde 5 olan oranının yüzde 19’a çıktığını yazdı.
Brezilya’nın çelik devi Gerdau, Hindistan’ın petro-kimya şirketi Reliance Industries, Çin’in bilişim şirketi Lenova ve Rusay’nın enerji devi Rosneft başta olmak üzere yoksul Güney’in şirketleri bugün zengin Kuzey ile amansız bir rekabet içindeler…
İşin ilginci, Ernst & Young yetkililerinin “Artık küreselleşmenin ikinci evresi içindeyiz. Gelişmekte olan ülkeler, artık ne yazık ki Avrupalı, ABD’li ve Japon şirketler için yalnızca bir yatırım alanı değil, aynı zamanda küresel birer rakipler” tanımlamasını yapmaları.
2000 yılında gelişmekte olan ülkelerin dünya borsalarında faaliyet gösteren şirketlerinin sayısı 100 kadar idi, bugün bu sayı 221. Bunların da önemli bir kısmı BRIC ülkelerinden. Kapitalist dünyanın ilk 20 şirketi arasında 8’i, gelişmekte olan ülkelerden… Araştırmanın bir diğer boyutu da bu şirketlerin Batılı ya da Japon rakiplerine kıyasla çok daha hızlı büyüdükleri ve çok daha verimli oldukları yönünde.
ABD’li yatırım bankası Goldman Sachs’ın bir araştırmasına göre, küreselleşmenin bu yeni aktörlerinin en fazla ilgisini çeken sektör, enerji. Bu da son derece anlaşılabilir, zira hızlı büyüme enerjiye talebi arttırırken kaynakların da çeşitlenmesini gündeme getiriyor…
Sonuçta küreselleşmenin bu ikinci evresinde Brezilya, Çin, Hindistan ve Rusya gelişmekte olan ülkeler arasında başı çekkiyor. Onları bu noktaya getiren ortak nokta ise doğru stratejiler saptayıp belli politikalarla adım adım hedefe doğru yol almaları. Bizim devlet büyüklerimizin avurtlarını ! şişire şişire söyledikleri “2010 yılında Türkiye Avrupa’nın en büyük ekonomisi olacak” şeklindeki “içi boş büyük hayal” değil onlarınki…
Nereye odaklanacağını bilmek, kaynaklarını doğru kullanmak ve en önemlisi, sistemi doğru kurmak…
Küreselleşmenin ikinci evresi ise gerçekten önemli. Bilinen ezberlerin dışında bir boyut ve açılım sunuyor; kaynaklarını doğru ve akılcı kullananın kazanabildiği bir sistem bu.
Kaynaklar ise yalnız para ile sınırlı değil tabii ki. Önemli olan, insan gücü başta olamak üzere, disiplinlerarası ağ mekanizmalarını doğru koymak ve aralarında sinerji yaratmak… Kısaccası ulusal bir strateji belirleyebilmek.
Bunu başarabilen kazanıyor, başaramayan ise küresel rüzgarlarda savrulup duruyor… Her şeyi satılığa çıkarıyor, madenlerini, arazilerini, limanlarını, koylarını, devlet kurumlarını… Değerleri paraya çevirip duruyor. Eline geçen parayı ise borç faizi ödemelerinde kullanıyor… Hem de “Yabancı sermayeyi ne güzel çekiyoruz,” diye övünerek.
Son bir söz daha… Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde düzenlenen Irak Fuarı’na çok sayıda Çinli firmanın katılmasına da çok şaşırmış Devlet Bakanımız…
Sahi, küreselleşmenin ikinci evresinde Türkiye ne yapıyor? Bir övünüp bir şaşırıyor. Daha ne yapsın!
ÖZLEM YÜZAK / BİLGİ TOPLUMUNA DOĞRU

27 Mayıs 2008 Salı

Suskun Havuzu Düşünüyorum

Suskun havuzu düşünüyorum
Sularını bir meltemin ürperttiği.
Ben mi her şeyi düşünüyorum,
Yoksa her şey unuttu mu beni?

Havuz hiçbir şey söylemiyor bana.
Meltemi hissedemiyorum.
Bilmiyorum mutlu muyum,
Yoksa mutlu olmak mı istiyorum?

Ey sularda uyuyan çekingen
Gülümseyen dalgacıklar,
Neden biricik hayatımı yalnızca
Düşlerden bir hayat yaptım ben?

FERNANDO PESOA

23 Mayıs 2008 Cuma

Yemin Billah Serisi: Kol

İki yıl kadar önce yeni tanıştığım bir tip konu bir şekilde kazalardan açılınca anlatmaya başladı. O dönem kamuoyunda bayağı ses getiren bir tren kazasında o da kompartımanlardan birindeymiş. Sadece yan döndüğünü ve şimdi bile rüyalarına giren gacırtıları gucurtuları hatırladığını söyledikten sonra, ben daha soramadan hastanede uyandığında bir kolunun koptuğunu öğrendiğini ekledi. Şaşırıp kaldım. O çoktan düğmelerini açıp sıvamaya başlamıştı gömleğinin kollarını. Ama niye ikisini birden? Bak, dedi gülerek. Evet, birisi tamamen bambaşkaydı. Hem daha güdük hem de daha kıllı. Meğerse bir başka kol daha varmış kopan ve yanlışlıkla onu takmışlar buna. Vücut da uzvu kabul edince bir başka ameliyatı ne o ne de diğer herif istemiş…

FossurGama Sunar: Futbol Mutbol

Maç çıkışı, amigo Sarı Mahinur, arkasına yüzlerce kişiyi katmış, elindeki megafonla “Bir baba hindi” falan diye bağırtarak yürüyor. Ne dese coşkuyla tekrar ediyor galeyana gelmiş tipler ve o sırada değişik bir fikir geliyor Sarı’nın aklına. “Ulan,” diyor kendi kendine. “Bu herifler, şunu şunu, bunu bunu da tekrar eder mi lan acaba?” Sonra ilk sloganı patlatıyor: “Sosyal Güvenlik Yasası, Sömürü Maşası!” Ve o, köylü, öğrenci, emekçi falan, saymaya devam ederken, görüyor ki arkadaki kitlenin coşkusunda bir gram bile bir azalma yok. Hatta daha bile fazla çıkıyor sesleri. Böylece hep beraber Taksim’e kadar yürüyüp, copları yiyip, taş ata ata sokak aralarına kaçıp dağılıyorlar ve ilk kez akşam, müthiş bir uyku çekiyorlar, vicdanları tamamen rahatlamış…

Yemin Billah Serisi: Seksolojik Kokular

Bir arkadaşım süper güzel bir kız bulmuştu kendine. Hepimiz gıptayla bakıyorduk onları el ele görünce. Hatta bazılarımızın dibi düşüyordu. Ama bir ay geçmeden ayrıldığını öğrendik. Bir gün kantinde otururken yanına gittim. Önce nedenini anlatmak istemedi. Mırın kırın etti. Ama sonunda açıldı, klasik, kimseye söylemeyeceğime dair yemin ettirerek fısır fısır konuştu. Meğerse kızın bir sorunu varmış. Sevişmenin sonunda tam orgazm olacakken kendini tutamayıp şak diye sıçıveriyormuş. Geçer demiş, beklemiş ama artık midesi bulanıyormuş, olacakları düşündükçe ereksiyon da olamıyormuş. Yerlere yuvarlandım, katıla katıla güldüm bu olaya. Okuldaki herkese de anlattım tabi.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Yemin Billah Serisi: Şimşek Düşmesi

Yazlıktan bir arkadaşımın anlattığı olay şöyle: Bir gün bunların çatıdaki antenine şimşek düşüyor yazlıkta. Televizyon da cız bız ettikten sonra sönüp gidiyor. Tamirci falan yok oralarda. Oturma odasında koltuğun yanına, yere koyup, küçük televizyonu getiriyorlar salona. Ertesi gün, öğle vakti oturma odasında gazete okurken birden televizyonun açıldığını görüyor. Bir görüntü, siyah beyaz, annesi, mamayı yere koyup bağırıyor pisi pisi diye, karışıyor birden ekran, bir daha çıkıyor annesi, elini uzatıyor ekrana ve gülüyor. Kalkıyor bizim arkadaş hemen ayağa. Şaşkınlık içinde önce prize falan takılı olmayan kabloya sonra da televizyonun üstüne yatmış uyuyan kedileri Pırtık’a bakıyor. O tarafa doğru yürürken gözleri aralanıyor kedinin ve kararıyor ekran. Arkadaş hemen kediyi itip ekranın üstüne yatıyor, onun da beyninden geçenler görülecek mi diye ama ne o zaman ne de o günden sonra bir daha asla yaşanmıyor bu olay. Arkadaşa da kimse inanmıyor tabi...

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Deus – Vantage Point

İyi bir albüm. Avantgarde rock’a hoş bir soluk getiren bu Belçikalı grup hayranlarının karşısına bir kez daha klas bir yapıtla çıkmayı başardı. “When She Comes Down”, “Oh Your God”, ve “Eternal Woman” iyi parçalar. Fakat son noktayı koyan ve insanı alıp başka alemlere götüren “Slow”la “The Architect” olmuş.

Yemin Billah Serisi: Kim dedin?

Uzaktan bir arkadaşım geneleve gitmiş. Her zaman beraber olduğu Ayla’yla kısa bir hoşbeşten sonra yukarı çıkmak istemiş. “Yalnız, fiyatım ikiye katlandı ona göre,” demiş Ayla. İki katı mı diye şaşırmış arkadaşım. Nedenini sorunca da, cinsel organını avuçlayarak “Bu …’a başbakanın …’ı girdi yavrum. Protokol oldu protokol,” demiş Ayla. İnanmamış arkadaşım ama sadece o kadın değil, orada bulunan diğer tipler de; başbakanın tebdili kıyafet, korumasıyla birlikte gelip Ayla’yla olduğuna defalarca yemin etmişler. Ben de inanmadım. Fakat arkadaşım o parayı verip bir kere beraber olmuş Ayla’yla.

FossurGama Sunar: Büfeci

Ara sokakta kimse yok. Cebinden cüzdanını çıkararak yaklaşıyor Murat büfeye. Hemencecik bir sigara almazsa kafayı yiyeceğinden emin. Eğilirken binlerce kez yinelediği soru beyninde hazırolda bekliyor. Fakat soramıyor o. Kağıt para elinde sallanırken, kekeleyerek; tabureye oturmuş, silahı kafasına dayamış, intihar etme hazırlığındaki büfeciye bakıyor ve “Ee şey, pardon, rahatsız ettim!” deyip oradan uzaklaşma telaşına kapılıyor.
İndiriyor büfeci silahı hızla. “Önemli değil bilader, ne vardı?” diye soruyor, bomboş bakışlarla.
“Şey, öhö, ben bir Winston light alacaktım,” diyebiliyor Murat kurumuş boğazından nasıl çıkarttıysa.
Kalkıp parayı alıyor, sigarayı ve para üstünü uzatıyor adam.
Hızla dönüp, koştururcasına uzaklaşıyor Murat. Köşeyi dönene kadar, boncuk boncuk ter akan yüzü kasılmış, boynu içeri çekilmiş, bir silah sesi bekliyor ama gelmiyor. Kalabalığa karıştığı ve sigarasını yaktığı anda bir rahatlık çullanıyor üstüne…

Yemin Billah Serisi: Gece Kavgası ve Bir Karışan

Bir arkadaşımın Üsküdar’da oturan bir arkadaşının başına gelmiş… Bardan dönerken, oldukça sarhoş olduğu bir gece, saat ikiye yakın, kavgalı olduğu sevgilisini arayıp bitmek tükenmek bilmez bir tartışmaya girişmiş. Hırsla yürüyormuş yolda yüksek sesle bağırınıp dururken. Bir ara, ağaçların falan olduğu bir boşlukta durmuş. Sinirle titreyip fırça atmaya devam ederken birden boğuk bir ses gelmiş arkasından.
“Siktir git lan, başka yerde bağır pezevenk!”
Dönmüş çocuk şakkadanak. Kız arkadaşına duyduğu hıncı işine karışan şu it oğlu itten çıkarmak için “Hangi yavşak dedi lan o…”, işte tam böyle bir şeyler diyecekken yutkunup susmuş. Görmüş ki, farketmeden bir hayli yürümüş ve o anda mezarlığın önünde duruyor. Rüzgarla sallanan selvilerin gölgelerine bakar, yaprakların hışırtıları gerilmiş kulaklarına dolarken, orada kimseyi görememek tüylerini diken diken etmiş. Ve beyni ona az önce duyduğu sesin niye öyle boğuk boğuk olduğunu sorunca da, bir cevap falan bulmayı beklemeden topuklamış oradan. Hikaye böyle bitmiyor ama. Telefonunu orada düşürmüş telaşla ve kız arkadaşı merak içinde onun ismini tekrarlayıp dururken genizden hatta bir kuyu dibinden geliyormuş gibi bir sesin “Bu çocuğu bırakacaksın!” dediğini duyduğuna yeminler etmiş. Sonra da kapanmış telefon. Kız da bir daha asla, ne kadar yalvarırsa yalvarsın beraber olmamış o çocukla.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

FossurGama Sunar: Tuzun Geldiği Nokta

Uzunca bir yemek masası. Ciddi bir toplantı. Zoraki gülümsemeler. Yemekler birer birer konuyor konukların önlerine ve çekiliyor garsonlar hürmetle.
“Tuzu uzatabilir misiniz?” diyor Akol şirketler grubu başkanı Hüdayi Badır.
“Tabi ki,” diyor Yafa yönetim kurulu başkanı Selami Yakar.
Birbirinin aynısı iki baharatlıktan birisini alıp deniyor. Eline akanın tuz olduğunu görünce yanındakine veriyor. O da kendi yanındakine. Ve böylece üç kişiyi daha geçerek Hüseyin beyin eline ulaşıyor tuz. Kavrayıp yemeğin üstüne götürüyor ve dökmeye başlıyor.
Ama o da ne? Dökülen şey tarçın!.
Herkes gülmeye başlıyor.
“Allah Allah, kulaktan kulağa oyununda yaşanan şeyin elden elede de yaşanması ne kadar garip değil mi?” diyor Hüdayi bey kafasını sallayarak.

Yemin Billah Serisi: Göt Vakası

Bir arkadaşım Sarıyer’de Rizeli bir arkadaşıyla gittiği düğünde görmüş şu olayı: Herkes ortada göbek atarken hoplayıp zıplayan, kıçını şansımanlı arçelik gibi bir oraya bir buraya attıran kadının götü düşmüş bir anda. Orkestra bile susmuş hemen. Herkes o tarafa dönmüş ve silikonlu malzemeden yapılmış yapay götü görüp dumur olmuşlar. Aslında tahta gibi bir kıçı olan kadın da ağlayarak kaçıp gitmiş, bazı kadınlar “Püü! Allah senin cezanı versin!” diye söylenip, arkasından beddua ederken...

15 Mayıs 2008 Perşembe

FossurGama Haberler

İstanbul İçin Yeni Trafik Kuralları
İstanbul Belediyesi’nin, Trafik Müdürlüğü’yle ortaklaşa yayınladığı yeni araç kullanma kılavuzunda yazılan enteresan şeyler hem yurtiçinde hem de yurtdışında ilgiyle karşılandı. İşte kurallardan bazıları: Bundan böyle, altmış yaşının üstünde yaşlılar trafiğe anca beş tekerlekli araçla çıkabilecek, renk körlüğü çekenlerin kırmızı ışıkta geçmesi suç sayılmayacak, içkili yakalananlar nas suresini sonuna kadar doğru düzgün okursa ceza almaktan kurtulacak, sürücünün ezdiği kişi sabıkalıysa alınan cezada otomatikman indirime gidilecek, kamyon arkası yazıları diğer sürücüleri eğitici nitelikte olacak vb…
FGH – İstanbul

Kanadalı Bilimadamlarından İnanılmaz Buluş
Kanadalı bilimadamları bildiğimiz boku yenebilir hale getirerek bilim dünyasında küçük çaplı bir infial yarattılar. Tatlı ve tuzlu olmak üzere iki çeşit ve pembe renkte piyasaya sürülmesi düşünülen “Vata” adındaki yiyeceğin alıcısının olup olmayacağı merak konusu.
FGH – Kanada

Kafa Türbanı
Kafaya lazerle dikilen ve asla çıkmayan türbanlar yeni bir moda başlatacak gibi görünüyor. Duşta, yatakta ve her türlü kişisel özgürlük alanında aniden birisinin girmesiyle bozulacak namuslarının garantiye alındığını düşünen dini bütün kadınlar bu buluştan oldukça memnun görünüyor. Aralarından N. T. adlı bayanın söylediği şu söz aslında her şeyi özetliyor: “Ne bilim, mesela örnek misali gömüldük diyelim, o zaman da başımızda olacak türban çok şükür, cennete gönlümüz ferah gidicez, öyle değil mi yani, yalan mı?”
FGH - Ankara

Masaj Koltuğu Dehşeti
Bir gün önce Nermin A. adındaki kadın Kayseri Ankara yolundaki Akyayla Konaklama Tesisleri’ndeki masaj koltuğunun kendisine tecavüz ettiğini iddiasıyla polisleri işletmeye doldurdu. Böyle bir şeyin imkansız olduğunu söyleyen patron Ali S., koltuğunun suçsuzluğunu ispatlamak için tezgahtar Şule B.’yi koltuğa oturtunca herkesin gözleri önünde bir dehşet yaşandı. Koltuğun kenarları kızı sıkıştırmış, alt tarafta beliren sertlik de affedersiniz ama cinsel organına girmeye başlamıştı. Balyozla kırılan koltuğun içine cin girmiş olabileceği düşünülüyor ve polisin nezarethaneye götürdüğü koltukla ilgili mahkemelerin ne karar vereceği belirsizliğini koruyor.
FGH – Kayseri

Canlı Yayın Şoku

İki büyük televizyon kanalı Show TV ve Kanal D mahkemelik oldu. Prof. Dr. Ömer Tal’ın da bu iki güzide kanalımızı dava ettiği olay şöyle gelişti. Show TV’de Ana Haber bültenine çıkarılan Ömer Tal, canlı yayında Kanal D’nin gönderdiği adamlar tarafından kaçırıldı ve apar topar diğer taraftaki canlı yayına çıkarıldı. Bunu protesto eden ve konuşmama kararı alan profesörün, arkasında yere çömelmiş bir cüce tarafından silahla tehdit edildiği de açıkça yayına yansıdı. Kanal D tarafından savunulduğu gibi, yasadaki bir boşluğun izin verdiği bu olayla ilgili mahkemeden olumlu yönde bir karar çıkarsa konuk kaçırmaların olağan hale geleceği düşünülüyor.
FGH - İstanbul

Özel Formanın Nimeti
Malatyaspor’da oynayan Yener Alım’ın, iki hakemi yaktıktan sonra foyası ortaya çıktı. Kumaşta renk oynamasıyla, kendisine sırt numarası değişen özel bir forma yaptıran Y. A. ilk sarı kartı gördükten sonra numarayı değiştirerek ikinci sarı karttan, yani kırmızı karttan kurtulmuş, böylece hakemlerin de kural ihlali yapmasına yol açmıştı. Oyuncusunun arkasında yer alan Malatyaspor, rengin güneş yüzünden aniden değişmesinin şaşılacak bir şey olmadığını savunurken, Federasyon’dan bazı yetkililer, Y.A.’nın iki hafta kadar yedek oturma cezası alması gerektiğini düşünüyor.
FGH – Malatya

Habercinin Cingözü

Köpek adamı değil adam köpeği ısırırsa haber olur, sözünden yola çıkarak Kongo Kırım kanamalı virüsü taşıyan bir keneyi ısıran Adil Y. Adlı beş yıllık gazeteci zehirlendi. Hastanede serum bağlanan A. keneyi yoğurt yedikten sonra ısırdığı için başına bunların geldiğini söyledi.
FGH - Ankara

Peynircide Arbede

Ankara, Sakarya’da bulunan Lezzet Peynircisi’nde arbede yaşandı. Olay mahalline giren Caner B. adlı vatandaş yanındaki kutudan, özel olarak yetiştirildiğini söylediği bir fare çıkararak peynirleri ona denetmek istedi. Buna kesinlikle karşı çıkan ve o pis hayvanı dükkanından hemen çıkartmasını söyleyen peynirci Musa Yetiş’le, isteğinde ısrar eden ve hayvanına hakaret edilmesini içine sindiremeyen Caner bey tekme tokat kavgaya tutuşunca araya diğer esnaf girdi ve Caner beyi bir güzel dövdüler. Götürüldüğü karakolda polisler ve ifade almaya gelen savcı tarafından da tartaklanan Caner bey herkesten, özellikle de medyadan şikayetçi olacağını söyledi. Karakoldaki bir polis ise sokağın başındaki peynirciden on değişik peynir getirttiklerini ve farenin gerçekten de en güzelini seçtiğini söyleyerek Caner beyden herkesin özür dilemesi gerektiğini ifade etti.
FGH - Ankara

14 Mayıs 2008 Çarşamba

FossurGama Sunar: İşe Geç Kalmak!

Sokakta, arabaların arasında durmuş avaz avaz bağırıyor bir adam: "Nurteen, hadisene be ya!"
Üçüncü katın penceresinden çıkıp “Ay dur!” diye bağırıyor şişko bir kadın nemrut yüzüyle. “Patladın mı ayol!”
“Yahu işe geç kaldım, atsana şunu, Allah Allaaah!” diyor adam.
Beş saniye geçmiyor, yoldaki beş altı kişinin faltaşı gibi açılmış gözleri önünde, kadın orada belirip elindeki altı yedi aylık çocuğu aşağıya fırlatıyor. Adam da rahatlıkla yakalayıp arabasına doğru yürüyor hızlı hızlı. Bir de söyleniyor durmadan: “Salak karı, daha annesine bırakıcaz, bi de Kadıköy’e dönücez, bir şey anlamıyor ki mankafa!"

KanalTürk

Kanalın dinci sermayenin ağır toplarından İpek grubuna satılması traji komik bir olay olsa da oldukça saf bir nedene dayanıyor. Tuncay Özkan, Kerimcan Kamal, Tuncay Mollaveisoğlu ve diğer ortaklar; onurlu, dürüst ve sol tabanlı bir yayıncılık anlayışıyla kapkaççıların, hortumcuların, satıcıların cenneti Türkiye’nin şarlatanlarını ifşa ettikleri için para kazanamıyorlar. Sadece iktidar ve ona yakın gruplar, reklam verenleri tehdit ettikleri için değil düştükleri fakirlik. Mangalda kül bırakmayan sosyal demokratlar, solcular, dernekler, sözde hakkın peşinde partiler ve aydın insanlar; yolsuzlukların ve rejim tahribatının üstüne gitme cesaretini gösteren tek medya organını koruyup kollayamadıkları için böyle bu aslında. Bir avuç yiğit insanın üstlerine vergi memurları, mafya tehditleri ve türlü çirkeflikle akan çamur seline daha ne kadar direnecekleri bekleniyordu ki? Evet, maliye borçlarını zamanında ödeyip haraç mezat satılmaktan kurtuldular. Paralarını alarak onurlarıyla başka bir cumhuriyetçi kanalın altyapısını kurmak üzere bambaşka bir yolculuğa çıktılar. Üzülerek, ağlayarak, kendilerini kahrederek ama dik duruşlarını hiç kaybetmeden. Hiç utanmadan.
Utanacak olan onlar değil çünkü: Vakıflardan her ay banka hesaplarına akan paralarla palazlanmış, demagoji yapmak için bu tür fırsatları asla kaçırmayan satılık liboş gazeteciler, sütunlarına gerçekleri aktaramayan, iktidara göbekten bağlanmış, gerçek medyanın çöküşünden haz aldıkları açıkça belli, sayfalarında kalleşçe olayları saptırıp bu onur mücadelesinin sonunu basit bir iş bağlantısına, hem de döneklik imaları yaparak indirmeye çalışan gazetelerdir utanması gereken. Ama onlarda yüz yok ki, nasıl utansınlar!
Kendilerinde mevcut her türlü yozlaşmayı, dönekliği, hainliği fütursuzca dürüst insanlara yansıtarak onları mezarda bile rahat bırakmayacak o iğrenç satılmışlık duygusundan kurtulacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar.
Alınlarında yazıyor ne mal oldukları.

Günün Müzik Menüsü

TV On The Radio “Province” – Morrissey “Hang The DJ” – Queen “Spread Your Wings” – The The “Slow Emotion Replay” – Anthony and The Johnsons “My Lady Story” – Tom Waits “Jokey Full Of Bourbon” – Pink Floyd “One Of The Few” – The Do “On My Shoulder” – Keziah Jones “Rhythm is Love”

Yemin Billah Serisi: Oha Be Artık!

Bir arkadaşım şehirlerarası yolculukta tuvaletten içeri girdiğinde bir de ne görsün!: Altmış yaşlarında bir kocakarı, şeyini tutmuş sallaya sallaya kırk yaşlarındaki takoz gibi oğlunu işetmesin mi azarlayarak! Yok artık lan, dedim dinlerken...

Yemin Billah Serisi: Eğrinin Doğrusu

Bir arkadaşımın uzaktan bir arkadaşı C. K’nin kendi başına geldiğini öne sürdüğü olay şöyle: Piyasaya yüz bin ytl borcu olan C yolda yürürken iki kişi tarafından sıkıştırılıyor. Çek senetçilerle karşı karşıya kaldığını anlayan C. donup kalıyor tabi. Yapacağı hiçbir şey yok. Heriflerden biri belinden silahını çıkarıp “Ulan yavşak, ulan anasını siktiğimin adamı, ne ödemiyon lan borcunu!” diyerek C.’nin ayağına dan dun sıkıyor kurşunları. “Allaah!” diye avazı çıktığı kadar bağırıp yere atıyor kendini C. ve o kıvranıp dururken adamlar da hızla uzaklaşıyor olay yerinden. Bir iki dakika daha inleyip ardından gülerek doğruluyor C. Ayağını söküp bakıyor meydana gelen hasara ve takma bacağı olduğunu nasıl olup da öğrenemediklerini kendi kendine tekrarlayıp dururken neşeyle kikirdiyor...

8 Mayıs 2008 Perşembe

Shellac

Steve Albini, Bob Weston ve Todd Trainer'dan kurulu, atonal noise rock'ın deneysel yüzü Shellac 16 Mayıs'ta Türkiye'de. Kaçırmayın.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

1 Mayıs

1 Mayıs Türkiye'de Polis Bayramı olarak kutlanıyor. İşçi dövüp rahatlıyor faşist güçler. Kutsuz olsun o halde.