29 Eylül 2007 Cumartesi

FossurGama Filmcilik Gururla Sunar: Tatlıcı

Yolda tezgahını yeni açmış bir tatlıcı görürüz. Çevresine bakınır. Burnunu karıştırır kimsenin kendisini izlemediğini görünce. Sonra önündeki kamerayı farkeder ve bu sefer de sol elini az önce soktuğu donundan dışarı çıkarır utanarak. “Oh oh, tombala mı çekiyon bilader,” diye bağıracakken, ahınk, diye bir ses çıkarıp susar yönetmen. Onuncu tulumba tatlısı boğazına kaçmıştır pezevengin. Tüm set oraya toplanır ama ne fransız öpücüğü ne güzel bir söz, hiçbir şey işe yaramaz. Kurtaramazlar zavallıyı ve kenarda bekleyen yedek yönetmen geçer koltuğa. Keyifli bir şekilde ilk direktifini verecekken birisi fırlar ortaya birden. (Kamera hızla ona dönecekken boyun tarafı kırılır) “Durun,” diye bağırır herif. “Bu adam yönetmenlik yapamaz. Sinema-televizyon okurken son senede atıldı kendisi.” “Ne var bunda be?” der geçer yapımcılar. “Biz bi bok mu okuduk sanki!” (Adamın son lafları duyulmaz set işçileri kendisini kovaladığı için. Halbuki ayaklarında mantar var diye de devam etmektedir sözlerine.) O sırada Dünya Sinema Denetleme Kurulu’nun özel timi helikopterlerden alana inip kameraman, yönetmen, yapımcı falan, herkesi ıssız bir adaya götürür. Orada dört yıl hem köle gibi çalışıp hem de sinema dersleri alacaklardır bundan böyle. (Kamera yukarı kalkacakken başı döner, ekran flu bir görüntüyle kaplanır.) Neyse. Ortada sap gibi kalan oyuncular ve figüranlar derler ki, “Biz çekelim bunu a. k., ne var ki, bi bok mu yapıyo sanki bu yavşaklar, sağa pan yukarı tilt, zoom in zoom out. Epi topu bu değil mi kardeşim...” “Tamam,” der hepsi ve böylece film de devam eder. Tatlıcı’nın garip bir huyu vardır ve o sırada yoldan geçen emekli öğretmen Mehmet de bunu görüp kafayı yiyecek gibi olur. Adam tatlılarını teker teker dışarı çıkarıp yalamakta ve tekrar yerine koymaktadır. Sorumlu ve duyarlı bir tip olan öğretmen dayanamayıp hemen tatlıcının yanına seyirtir ve ne halt ettiğini sorar kızgın bir şekilde. Ancak tatlıcı, küfür edip kafasına bir tepsi koyunca ve tekme tokat girişince kaçmaktan başka bir şey yapamaz. Az ileride soluklanır ve hemen telefonuna sarılıp polisi arar. Beklerken de gidip köşeden tatlıcıyı dikizler kaçıp gitmesin diye. O sırada bir kadın tatlı almaya gelir ve haliyle öğretmenimiz de gördüklerini düşünür, midesi bulanarak. Kağıda yerleştirilip eline tutuşturulur tatlılar kadının. Bakar o şüpheli gözlerle. Yaklaştırır yüzünü. Sonra der ki: “Aaa, Hasan efendi, bu ne, bizden mi esirgiyorsun şeyini ayol?” Satıcı da der ki: “Ayıp ettin ablacım.” Sonra da uzanıp tatlıları alır ve şapur şupur, iyice yalayıp geri verir artık mutlu mesut uzaklaşacak kadına. Mehmet Hoca’yı orada yaşamın anlamsızlığını sorgularken bırakalım ve öfkeyle kameranın başındaki herife bakan tipe dönelim. “Ulan, kayıt düğmesine ne basmadın lan salak? Boşuna mı oynadı bu herifler bunca saat.”

İşte, bir yönetmenin ve deneyimli bir kameramanın nasıl işe yaradığı da bu soruyla açıkça ortaya çıkmış olur.

Hiç yorum yok: