30 Eylül 2007 Pazar

Taşıyıcı Üzerine Eleştiri - Radikal - Ömer Türkeş.



Çağan Dikenelli, 1969, İzmir doğumlu. Saint Joseph Koleji’nde öğrenimini tamamladıktan sonra, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümünü bitirmiş, sinema ve televizyon sektöründe yönetmen yardımcılığı ve senaristlik yapmış. İlk romanı “Herkes Akrabam Olur”(2004) mizah türündeydi. Yeni romanı “Taşıyıcı”yla korkuyu deniyor Dikenelli.

Anadolunun gizli medeniyetleri
Korku edebiyatının tarihini ilk yazılı metinlere, efsanelere, mitolojiye, Kutsal Kitaplara kadar uzatmak mümkün. Romana İngiliz Gotik edebiyatıyla yerleşen korku türü, genellikle varlıkları tamamıyla hurafelerin alanına itilen cadılar, cinler, hortlaklar, vampirler ve büyülerle ilgilidir. Bu tarz metafizik öğelerin Anadolu masal ve inanışlarında özel bir yeri olmakla birlikte, korku romanları Cumhuriyet döneminde çok az yazılmıştır. İlginç olan, “yüksek edebiyat”ın fantastik öğeler barındırması övülürken, fantastik üst başlığında toplanan türlerin kendi başarına saygınlıklarını bir türlü tesis edememeleridir. Pek çok neden sıralanabilir, ama konumuz roman olduğuna göre “fantastik metinlerin gerçeklerden kopukluğu” iddiası, sanıyorum bunlardan en önemlisi. Ne var ki, barındırdığı fantastik motiflere rağmen, “Taşıyıcı” bu tarz iddiaların haksızlığını kanıtlayacak türden.

Kısa bir özetle başlayalım: Bir gece vakti, Anadolu’nun ücra bir köşesinde iç sıkıntılarıyla boğuşarak otomobil kullanan roman kahramanı Oğuz, bir an önce evine dönmeyi, odasına yerleşip, kitaplara gömülmeyi ve arkadaşlarıyla biraz “geyik” yapmayı hayal ederken, upuzun uzanan yolda, kurban arayan lanetli bir kurşun gibi gelen bir kamyondan kurtulmak isterken kontrolünü kaybeder. Ucuz atlattığı bu kaza sonrasında arabasının çekilmesi beklerken gördükleri, arkeoloji dalında ihtisas yapmış otuz beş yaşında bir akademisyen için belki de hayatının fırsatıdır:

. “Titreyen elini yüzüne götürüp terini silerek, bir daha baktı önündeki şeye. İki metre çapında, bronz olduğunu zannettiği parlak sarı metalden bir çemberle karşı karşıyaydı. Tam ortasında, sekizgen bir boşluk göze çarpıyordu. Sanki bir taş yerleştirilmek amacıyla açılmıştı. Kenarları öyle keskin, öyle pürüzsüz işlenmişti ki... Ve buradan, genişleyerek çemberin dış sınırındaki küçük çemberlere doğru akan mavi kılcal damarlar. Damarlara, dış alana doğru bir sürü işaret eşlik ediyordu. Bunlar deliğin olduğu yerden küçük karıncalar gibi fırlayıp, dışa doğru büyüyerek, ayakta rahatlıkla görülebilecek bir netliğe kavuşuyorlardı. Sınır çizgisi ise saat yönünde on iki farklı daireyle bölünüyor; bu dairelerin hepsinde büyük bir şekil, sanki bir yaratık sembolü ve onu çevreleyen küçük hiyeroglifler bulunuyordu.”

Metalin yüzeyindeki yazıları ne kadar zaman geçtiğinin farkında bile olmadan bir deftere kaydeden Oğuz, araştırmak için bir gün bile beklemeye tahammülsüz, yanına film almadığı için öfkeli, Anadolu medeniyetleri kuramlarını altüst edecek bir buluşuyla heyecanlı bir biçimde İstanbul’a dönecek, hocasının inanmazlığına aldırış etmeden, kendisine güvenen arkeolog arkadaşlarından bir kazı ekibi toparlayacaktır.

Kasvetli bir köyün yakınlarındaki tepeye kamp kuran ekip, bir süre sonra köylülerin tuhaf ve düşmanca davranışlarından huzursuzluk duyar. Kamp yerine gelen dilsiz bir genç kız, köylülerin korktukları ihtiyar bir kadın ve tapınakta gördükleri küçük bir oğlan çocuğu gerilimi daha da tırmandırır. Ekip gitme kararı vermiştir vermesine, ama…

Bu gerilimli gecenin devamını, okurken duyacağınız heyecanı azaltmamak için aktarmayacağım. Ancak hikayenin, bu yazıda özetlendiği gibi akmadığını, köyde geçen sahnelerin hikaye anlatım zamanının beş ay öncesine denk geldiğini, anlatım zamanındaki Oğuz’un “tehlikeli” bir hasta olarak psikiyatri kliniğinde gözlem altında bulunduğunu söyleyebilirim.

Galip Tekin çizgilerini sevenler için
2000’li yıllarda yerli roman sayısında görülen hızlı artış içerisinde taşranın yeri yine çok azdı, ama ilginçtir, taşrayı en çok hatırlayanlar polisiye, korku, gerilim ve fantastik türlerde yazanlar oldu. Entellektüel faaliyetin kendi içine kapanıp İstanbul dışına çıkamadığı günümüzde, taşrayı şuçun, şiddetin ve korkunun mekanına dönüştüren bu tarz anlatılardaki artış sadece edebiyat içi dinamiklerle açıklanamaz. 80’lerden sonra esen tüketim ekonomisi ve küreselleşme rüzgarları, yeterince tüketemeyen ve küreselleşmesi pek mümkün görünmeyen bütün kent ve kasabaları, onlarla birlikte insanları ve hayatları da uzaklaştırıyor gözümüzden. Merkezin çevreyi yuttuğu ve unutturduğu günümüzde, taşranın edebiyatta ve medyada bir yer bulabilmesi ancak uzaklık ve ürkütücülüğüyle, normal dışılığıyla ya da oryantalist imgeleri besleyen otantik figürleriyle mümkün olabiliyor.

Anadolu’da geçen korku romanlarındaki artışın diğer bir nedeni, taşrayı korkunun değişmez mekanına çeviren Holywood sinemasının ve bestseller romanların zihin dünyamızda yarattığı etkilerde aranmalıdır. Her ne kadar yazıldığı ülkenin, yani Amerikan taşrasının zihinsel yapısı, inanç biçimlerini, birey ve toplum psikolojisini, kültür ve folklorik özelliklerini taşısalar da, özellikle Stephen King romanları ve sinema uyarlanan türevleri, içerdikleri metafizik öğeler ve genelgeçer insani duygularla, evrensel bir etkide bulunuyorlar. Onları çekici kılan, orta sınıftan saygın insanların sakin, sessiz dünyasını, merkeze uzak kasabalardaki pastoral hayatı, inançlı muhterem kişileri, doğanın olanca renklerini, kimi zaman insana en yakın canlı türlerini gerçekçi ayrıntıları ihmal etmeden kullanmasıdır. Estetik ile gündelik yaşam arasındaki uzaklığı yok ederek çağdaş ABD toplumunun kalbine ulaşıyor King, kapitalist toplumlarda yaşayan orta sınıfların muhafazakarlığını, ötekilere karşı evrensel endişelerini yakalayabildığı için, etkilediği coğrafya bize kadar genişliyor....

Çağan Dikenelli de Stephen King formülünü kullanmış; okuyucuya tanıdık gelen orta sınıf saygın insanların Anadolu’nun içlerinde yaşadıkları dehşet, toplumun bilinmeyene –ötekine- duyduğu ortak endişeleri hareketlendirecek türden. Ancak haksızlık yapmak istemem; Dikenelli, bu endişeleri iyi kullanmış. Büyük kentlerdeki steril hayatlarından bir süreliğine de olsa vazgeçip şansını Anadolu kırsalında arayan bir gurup akademisyenin ortak bir dili, ortak bir ulus kimliğini, ortak bir tarihi, belki de ortak bir dini paylaştıkları köylülerle karşılaşmalarını gerilim öğesine dönüştürmüş. Kentlinin köylüye, köylünün kentliye duyduğu hoşnutsuzluk öyle bir noktaya geliyor ki, iki taraf da diğerini kolaylıkla yok edecek bir ruh haline bürünüyor. Şimdilerde Anadolu’nun dört bir yanında tanık olduğumuz linç girişimlerini hatırlarsak eğer, bu fantastik korku hikayesinin toplum psikolojisini yansıtmak konusundaki başarısını kolaylıkla teslim edebiliriz.

Korku/gerilim yaratmanın atmosfer yaratmak demek olduğunun da farkında yazar. Bir gece vakti bir rastlantıyla başlayan macera yine bir gece vakti noktalanırken, açıkça telaffuz etmedikleri bir şeylerden ürkmüş köylüleriyle, kuşku veren insanlarıyla, kazıda bulunan kurban sunağıyla, garip düşler ve kabuslarla sürekli diri tutuyor okuyucunun tedirginliğini. Dahası, iki zamanlı kurgu da söz konusu tedirginliği merak duygusuyla zenginleştirecek kadar iyi kullanılmış. Ancak “Taşıyıcı”nın hikayesi, mekanları ve insanları, bir Galip Tekin hayranı olarak, fazlasıyla tanıdık geldi bana. Bilinen hiçbir Anadolu uygarlığının diline benzemeyen kelimelerle konuşan Anadolu köylüleri, eski uygarlıkların ardında başka gezegenlerden gelen varlıklar, köye rastlantıyla gelip dönemeyen yabancılar, sona geldiğinde parçalanan bedenler gibi motifler, doğrusu Galip Tekin’in Leman’da çizdiği hikayelerde de dehşet vericiydi.

Benzerliklerin, az üretilen bir türde ilk kez ürün veren yazarın başarısını gölgelemediğini belirtmek yerinde olur. Ahmet Haşim’in, 22 Şubat 1923 Akşam gazetesinde, korku türündeki bir başka ilk romanı -Suat Derviş’in “Ne Bir Ses Ne Bir Nefes”ini- değerlendirirken kullandığı şiirsel cümlelerle bitirmek istiyorum. Gerçekten de tarih tekerrürden mi ibaret acaba?

“Haşyet hissi hayatımızı doğrudan doğruya tehdit eden müsbet tehlikelerden gelmediği zaman, bir zevk menbaı ve bir güzellik mevzuudur. Onun için bir çok çocuk masalları, halk efsaneleri, ciddi san’at eserleri bu mevzudan mülhem olmuşlardır, “Korku edebiyatı” dünyanın her tarafında en çok rağbet bulan meta’dır. Bütün medeni merakizde bir nevi tamaşa müesseseleri vardır ki oraya gayet ağır başlı kimseler, karılarile kızlarile, akşam yemeğinden sonra, henüz iyi ölmemiş bir ölünün diri diri mezara konuluşunu veyahut canlı bir insan sırtından, lime lime, et ve deri parçalarının koparılışını seyir için giderler. Son zamanlarda sinema “haşyet” merakını bütün içtimai tabakalara tamim etti. Dünyanın hiç bir tarafında artık hiçbir sinema perdesi tasavvur edilemez ki orada seyirciler, rakseden iskelet kafilelerini, cadı ve peri alaylarını, hortlak ve hayalet nümayişlerini temaşaya mecbur olmasınlar. Kanın aktığı, demirin şıkırdadığı, meş’um rüzgar darbelerile pencerelerin kapandığı, taze ölünün ağaçlar arasından beyaz bir bulut halinde doğup yükseldiği şeritler, karanlıkta en ziyade çehreleri geren ve gözleri çekenlerdir. Avam romanları da sinema tesirile, bu müstevli zevke uymağa mecbur oldular. Şimdi eski macera romanları yerine halkın istediği “korku”. romanlarıdır. Fakat bu romanların malzemesi, son zamanlarda artık kariin ensesinden soğuk ra’şeler geçirecek yerde tebessüm ettirmeğe başladı. Her fazla rağbet bulan şey gibi “korku” edebiyatının usanç vermeğe başlıyacağı zaman da uzak değildir.”
A. Ömer Türkeş

Hiç yorum yok: