17 Eylül 2007 Pazartesi

ARKADAŞLARLA ARKAİK SOHBETLER 4 – KÜRESEL SATRANÇ

Cenk: Satranç oynarken sen yerinde durmalısın dostum. Taşları oynat yeter.

Ben: İşin doğrusu bu tahta bana yetmiyor. Gidip Asya kıtasında oynayalım.

Cenk: İlla kazanacaksın değil mi? Gerekirse Çinlileri bile kullanırsın amacına ulaşmak için.

Ben: Yanlış anladın koçum. Satrancı halka indirip onları piyon olduğuna inandırmaktan bahsediyorum ben.

Cenk: Hımm. Bir deneyelim bakalım. Hey, sen! Evet, sana diyorum. Eee, yanındaki kızı boğsana.

(Saçları jöleyle diken gibi olmuş siyah tişörtlü bir tip bize bakıyor. Kız arkadaşının cikleti yere düşüyor ama yine de suratındaki ucuz gülüş öyle asılı duruyor dudağında.)

Cenk: Ne bakıyosun lan! Boğsana şu kızı.

(Genç dönüp kızın boğazına yapışıyor ve donuna işetene hatta sıçırana kadar sıkıyor. Titriyor ayaklar ve birden ağlayarak kaçıyor genç vicdan azabı içinde. “Gördün mü?” diyorum Cenk’e ukalaca.)

Cenk: Gördüm, olabiliyormuş. Hadi o zaman. Nereye gidiyorduk?

Ben: Önce Ahmet ustaya gidip dürüm yiyelim. Sonra bakarız nereye gideceğimize.

Cenk: Yine mi oradaki kapıyı kullanacağız. Korkuyorum dostum.

Ben: Ama bir dakikada istediğimiz ülkede olabiliyoruz. İstersek aya bile geçebiliyoruz.

Cenk: Yahu, beş dürüm, yedi lahmacun, dört içli köfte yemeden izin vermiyor ki şuna. Şişmanlamaktan korkuyorum.

Ben: Eee, her şeyin bir bedeli var. Çin’i Amerikaya, Hindistan’ı Yunanistan’a, Moğollar’ı da Kanada’ya kırdıracaksak bazı zorluklara katlanmalıyız.

(Kapı açılıyor, sert bir rüzgarla birlikte yüzlerce Amerikalı giriyor kahveye. Bizi karga tulumba edip kaçıracakken Çinliler de dolduruyor içeriyi. Sonra Hintliler, Yunanlılar, Moğollar, Ruslar falan derken yüzlerce ülkenin insanı kaplıyor her yanı ve sıkışıp kalıyor herkes. Ne sağa ne sola. İğne atsan havada kalır. Öylece bir yıl kadar takılıyoruz orada ve sonunda herkes birleşip tek bir organizmaya dönüşüyor. Devasa yüzlerce kolumuzu sallayıp parçalıyoruz kafenin tavanını duvarlarını ve yollarda öfkeyle yürümeye başlıyoruz. “Ha ha ha, bu yeni üst insanın beyni ben oldum,” diyorum ben. “Hayır, ben oldum,” diyor Cenk. Ve binlerce ses geliyor her yanımızdan. Kıçımıza kadar titreştiğimizi hissediyorum.)

Ben: Anladım bilader. Dünyayı yönetemeyiz. Çünkü dünyanın da bir benliği var ve yönetilmek istemiyor.

Cenk: İnsanları da piyon yapamayız. Çünkü biz de piyonuz.

Ben: Satranç da oynayamayız. Çünkü bizimle oynayan üst benlikler var. Onların oyununda başka bir oyun oynamak mümkün değil.

Cenk: Dürümcüye de gidemeyiz, çünkü her yer aynı.

Ben: Çinlilerle Amerikalılar da bir, çünkü insanlar kendini birey zannederken aslında tek bir organizmalar.

Cenk: O zaman?

Ben: En iyisi rüya görmek. Orada yalan dolan yok hiç olmazsa.

Cenk: Bence en iyisi uyanmak. Şu anda rüyada olma ihtimalimiz de yüksek.

Ben: Öyle olsa bile ben böyle kalmayı seçerim, sen naaparsan yap. Rahatım yerinde şu anda. Hem çokluğum hem de hiçliğim ve bir osuruğumla gökdelen yıkabilirim.

Cenk: Uyandığında beni Almanya’da bulabilirsin. Bunu unutma. Bak yazıyorum gökyüzüne bulutlarla. Toprağa da beş yüz metrelik kırmızı bir ağaç dikiyorum. Yine de unutursan, yatağının yanındaki nota bak. Anladın mı?

(Uyanıyorum birden. Cenk karşımda. Satranç masasında sızmış kalmış. Tekrar kapıyorum gözümü. Cenk’i karşımda, Taksim meydanında şaşkın şaşkın yüzüme bakarken buluyorum. “Nereye kayboldun be birden?” diye safça soruyor.)

2 yorum:

saykolog dedi ki...

bunun dama versiyonunu da yaz bence. çok şık olmuş.

Adsız dedi ki...

oy oy çok güasel!!!