Yirmi üç yaşlarında, ince, uzun bir delikanlıydı. İçeriyi iyice ısıtmış, gömleğini çıkarmış, yemek masasını, blok camdan pencerenin hemen önüne çekmişti. Metal gövdeleriyle gökdelenler ufka uzanan dalgalı bir denize benziyordu. Hologram mumlar binanın dışında yavaşça sallanarak geçiyorlardı önlerinden. Bu akşam özeldi. Onların sevdiği yemeklerle doluydu masa. Terfi ettiğini söylemek için sabırsızlanıyordu. Belki de biliyorlardı. Yani duymuş olabilirlerdi ama gündüzleri uyurdu onlar genelde. Babasının küçültülmüş ağzından biraz şarap döktü.
“Hımm, buruk biraz. Ne üzümü?” diye sordu yaşlı adam, eski hallerini hatırlatan bir şekilde kaşlarını kaldırarak.
“Bilmiyorum baba, bakarım sonra,” dedi o. “Pahalı bir şey ama.” Aynı zamanda aceleyle babaannesinin ağzına ezmeyi yerleştiriyordu.
“Alışverişte biz de görebilsek iyi olacak,” dedi babası. “Fikir veririz hiç olmazsa.”
“O her şeyin en iyisini yapıyor zaten,” dedi babaannesi, ağzını şapırdatarak. “Rahat bırak oğlanı.”
“Sende bir şeyler var,” dedi annesi karnının oradan. Sırıtmaya çalışması gıdıklanmasına neden oluyordu.
Eğilip baktı delikanlı sevecen. Elini götürüp annesinin yanağını okşadı. Güldü sonra. “Duymadınız demek.”
“Neyi,” dediler üçü de aynı anda yukarı bakarak.
“Terfi ettim.”
Sevinçleri görülmeye değerdi. Elleri yoktu ama ağızlarından çıkan haykırışlar oğullarına duydukları sevgiyi eksiksiz anlatıyordu. Çok iyi bir çocuktu o. Bazı vicdansız nankörler gibi ebeveynlerinin yok olup gitmesine izin vermemiş, kendi bedenine yerleştirmişti onları.
“Ah ah, deden de burada olsaydı keşke,” dedi babaannesi.
İki yıl kadar önce boyut fırtınasına kapılıp kaybolan adamın adı geçer geçmez bir hüzün çöktü salona.
Distopya Günlüğü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder