15 Ekim 2014 Çarşamba

Ertekin Akpınar ile 2042 - Sıfır Yılı romanım üzerine söyleşi. - Passage Dergi

  
ÇAĞAN İÇİN BİR KAÇ SÖZ…
Çağan’la, okuldaşız. Aynı sıralarda pinekledik. Aynı hocalardan dersler aldık. Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü’nde dirseklerimizi çürüttük. Çağan, alt sınıflarından bir arkadaşımdı o yıllarda. O yıllar, 1991-92. Bu söyleşiyi yapmadan önce zihnimin arka odalarında, okul yıllarına dair Çağan’ın görüntüsünü aradım. Çoğunlukla suskun, çoğunlukla içli, çoğunlukla kendi halinde, çoğunlukla elindeki kitaplarla meşgul olan bir görüntüler toplamı geliyor aklıma. Üniversite hocalarımız, öğrenciler [yani bizler] için şöyle bir tespit yaparlardı o günlerde; “gelecek vaat ediyor mu?” Eğer gelecek vaat ediyorsa o öğrenciyle daha çok ilgilenirdi. Daha iyi olması için. Bir gün, Oktay Hocam’a [Kutluğ] sormuştum, “alt sınıflarda gelecek vaat eden kimler var” diye… İki kişinin adını söylemişti hiç unutmam: Çağan ve Raşit Çelikezer. Çağan bunu şimdi ilk defa duyuyor.
Okulu bitirdiğim günün ertesinde sinema setlerinde çalışmaya başladım. Öğrencilikte çok saçmalama şansım oldu. Ama sinema setlerinde saçmalama şansınız olmaz. Kapının önüne bırakılırsınız! Orası pratik hayattır. Faucault’nun deyişiyle; “Pratik hayat, zekânın düşmanıdır.” Neyse konuyu dağıtmayayım. Çağan’la, onun kitaplarını okumaya ayırdığım zaman kadar karşılıklı konuşmamız yoktur. En son, İzmir Kitap Fuarı’nda karşılaştık. Yeni kitabı, 2042 Sıfır Yılı için imza standında duruyordu. Orada karşılaştık. Aradan yıllar geçmiş. Kitabını imzalayıp verdi. Bir çırpıda okuyuverdim.
Peşinen söyleyeyim: Çağan, kelimeleri hoyratça kullanmayan nadir yazarlardan birisidir. Benim de, dostumdur. Biz onunla okuldaşız ve aynı sıralarda dirseklerimizi çürüttük. Sözü fazla uzatmadan, şimdi sizlere ‘kıymetli’, nevi şahsına münhasır ve müstesna dostumu tanıtayım. Buyurun. Ha unutmadan şöyle de bir kestirme yol var: http://cagandikenelli.blogspot.com.tr/    

ÇAĞAN DİKENELLİ: “BİR KONU AKLIMA DÜŞTÜĞÜNDE TÜRÜYLE HİÇ İLGİLENMEM. ONU GERİ ÇEVİRMEK OLMAZ, EN GÜZEL ŞEKİLDE AĞIRLAMAK İÇİN ELİMDEN GELENİ YAPARIM.”
-         Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-TV bölümünde öğrenim görüyorsun. Buradan başlayalım istiyorum. Sinema bölümünü tercih etmişsin kaldı ki dramatik yazarlık bölümünü de seçebilirdin. Bunun üzerine neler söylemek istersin?

İstersen önce bir büyü tarafından ele geçirilme hikâyemden başlayayım.
Seksenlerin ikinci yarısı; Ankara Bilkent Üniversitesi, Ekonomi Bölümü’nde okumaya çalıştığım iki senelik bir dönem var. Sinema tarafından enfekte olduğum, dünyaya film perdesinden baktığım yıllar. Disco gençliğiyle, ekonomi profesörleriyle, kahve muhabbetçileriyle aynı paydada buluşamadığım şu ‘gerçeklik bataklığı’nda sinema salonlarının yollarında hayali adımlarla zikzak dokuduğum o günlerde Alan Parker’ın Angel Heart’ı, Ken Russell’ın Gotik’i, John Carpenter’ın New York’tan Kaçış’ı, Ridley Scott’ın Blade Runner’ı ve ahh!, Tarkovski’nin Stalker’ıyla karşılaştığımda, küçücük beynimin kafatasımın içinde büyüyüp dışarı çıkmaya çalıştığını hatırlıyorum. Sonrasında dört ay kadar bir Paris maceram var.


“DERSLER, BİR EL HAREKETİYLE UZAKLAŞTIRDIĞIMIZ KARASİNEKLERDEN FARKLI BİR ANLAMA SAHİP DEĞİL.”

-         Orada neler yaptın?

Dişsiz zombiliğe devam. Neredeyse her gün bir filme gidip orada da zavallı Michael Cimino’yu iflas ettiren dört buçuk saatlik başyapıtı Heaven’s Gate’i, Wim Wenders’ın Paris-Texas’ını, Jim Jarmush’un Stranger than Paradise’ını ve daha bir sürü harika üretimi izleme şansına kavuştum. İşin doğrusu âşıktım, büyülenmiştim, aslında kendimi hiç bitmeyeceğini sandığım bir macera filminde oyuncu sanıyordum ve aklıma, küçüklüğümden beri romancı olmayı düşünmeme rağmen o sırada başka bir sanat dalının sızma şansı yoktu. Dersler, bir el hareketiyle uzaklaştırdığımız karasineklerden farklı bir anlama sahip değildi. En komiği de böylesine bir aşk yaşarken, sinema okumanın aklıma bile gelmiyor oluşuydu.

-         Peki, nasıl oldu da okudun?

Avarelikte mertebeler, çeşitlemeler, stiller var. Bir gün annem İzmir’den arayıp, “Çağan, gel sinema bölümü sınavları açılmış,” demese, bohem avareliğe geçemeyecek, “seyredicibaşı” diplomasını kendi kendime verecektim. Neyse böyle işte, analitik düşünme becerisi ayrı bir şey. Yaşamımda kendi başıma alabildiğim tek bir doğru kararım olmasa da yine bir şekilde buradayım. Büyü beni terk edince hayatım üstünde denetimim varmış yanılsamasına kapılıp ahkâm kesecek halim de yok. 
İlk sorunda “Dramatik yazarlık” mı demiştin? Yok, hiç aklıma gelmedi.

-         Daha sonra Montreal Üniversitesi’nde arşivcilik eğitimi görüyorsun. Bu eğitimi almak nereden aklına geldi?

Ailemle, Kanada’ya göç etmiştik. Üç yıl öncesinden bahsediyorum. Orada bir ‘sıfır’ olarak algılandığım gerçeğinin suratıma vurduğu yıkıcı bir uyanış hali var. Daha önce beslediğim, büyüttüğüm dile bağlı yeteneklerin, değerler borsasının kapısından bile sokulmayacağını fark ettiğimde panik içinde kendime herhangi bir sertifika programı aradım. İşte arşivcilik de böyle ortaya çıktı. Evimdeki dosyaları düzenleyebileceğim artık.

-         Sinema ve edebiyat ilişkisi çoğu zaman bir tartışma konusudur. Sinema okumuş olmanın senin yazarlık serüvenine nasıl bir katkısı oldu?

Katkısı büyük. Hız, farklı açılardan stilize yaklaşımlar, kurgu sisteminde serbestlik, kısa paragraflar-bölümlerle dağınık bir yapıyı kütleye eklemleme becerisi, belli bir stile bağlı kalmama, hareketin ve görüntülerdeki iç dinamiklerin betimlemelere kattığı zenginlik, hikâyenin içsel müziğini beyninde hissederek yazmanın atmosfere kattığı garip büyü ve daha bir sürü şey... Çabuk projelendirme ve hızlı çalışmayı da eklemeliyim tabii ki…

-         Kitaplarına -Bu Şehirde Herkes Akrabam Olur [2004-Şakir Kırkağaç adıyla], Taşıyıcı [+1 Kitap, 2005], Kaptan Teneke [Taksim&Taksim, 2006], Yürek Söken Cinayetleri-Bir Melek Teyze Polisiyesi [Oğlak Yay. 2006], Kör Fahişe Bıçağı-Bir Melek Teyze Polisiyesi [Oğlak Yay. 2006], Kuru Göldeki Ördek [Plan B, 2010], Ernest, Cervo ve Biz [Can Gençlik Dizisi, 2010], Kara Efe [Gürer Yay. 2010], Upirlerin Fısıltısı [Gürer Yay. 2011], Arakl [Çitlenbik Yay. 2013]- baktığımda farklı türler ve tarzlar arasında gidip geldiğini görüyorum. Korkudan, polisiyeye, tarihten, mizaha ve gençlik kitaplarına kadar… Hatta kendi bloğunda ücretsiz indirilen e-kitap Hayali Sohbetler Bürosu var. Sormak istediğim şu; bir yazar olarak farklı türlerde eser vermek Türk edebiyatında pek karşılaştığımız bir tarz değil. Sen bu durumu nasıl açıklıyorsun?

Bence bu tarz birebir sinema okumamla alakalı bir olgu. Uzun yıllar auteur sinemasına kafayı yormanın, Kubrick, Arthur Penn, Hitchcock, Truffaut, Kurosawa, Trier, Metin Erksan gibi büyük sinemacıların kendi özgün karakterlerini bir baharat gibi yapıtların üstüne dökerek, türler arasında nasıl da akıcı bir şekilde geçişler yaptığına tanık olmanın verdiği rahatlık belki. Bir konu, tür veya anlatım biçemiyle kendini sınırlamadan aklına gelen hikâyeye, o an üstüne çullanan duygulara uygun elbiseyi dikmek için işe koyulma güdüsü… Bir romancı ya da sinemacı; beyinde tohumları atılmış konunun gelişimini sakince izleyen, araştırma, felsefe, tarih bilinci, sosyoloji ve psikiyatrik yazılımlarla güçlendirilmiş bir gözlemci makinaya benziyor. Bir konu aklıma düştüğünde, türüyle hiç ilgilenmem. Boşuna gelmemiştir, bir şekilde içimden bir şeyler çağırmıştır onu, geri çevirmek olmaz, en güzel şekilde ağırlamak için elimden geleni yaparım.

“HER ESER, SAFRALARIN ATILDIĞI, HAKİKATE VARABİLMEK İÇİN YÜREKTE TEMİZLİĞİN GERÇEKLEŞTİRİLDİĞİ BİR ÇİLE ODASIDIR.”

-         Az önceki soruya bağlı olarak kişisel bir soru sormak istiyorum; kişisel yazarlık serüvenin üzerine neler söylemek istersin?

Kişisel bir serüvenim olmadığını anladığım şu günlerde içimdeki sese iyice teslim olma kararıyla biraz rahatladım. Okullarda günün yarısı ciddiye alınacak bir şey olmadığını öğreten uygulamalı derslerle geçmeli. İstekler, hırslar, hedefler gelir, omuzumuza tüner, kulağımıza tatlı umutlar fısıldar, sonra da birden, sanki varolmamışlarcasına çekip giderler. Kullanılma, ihanet, aldatılma duyguları diğer bülbülün gündemidir. Fakat onun yanık ötüşlerinin daha tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Arınma içini boşaltmayla geliyor. Her eser safraların atıldığı, hakikate varabilmek için yürekte temizliğin gerçekleştirildiği bir çile odasıdır. Bir yüzleşme. Sistemin zorladığı konularda, moda hikâyelerde ise yazarın biçemiyle ortaya koymaya çalıştığı kaçış çabası rahatlıkla görülebilir. Paragraflara sinmiş kodlar onun karakterini ele verip, kişisel bir edebi tarih oluştururken bir çekirge gibi bir anda başka bir boyuta sıçrayabilmek. İşte benim serüvenim bu. Gerçekten neler yaşandığını anlamaya, hatırlamaya çalışırken, okurlara da sisteme de nefse de, paraya da yakalanmamak…



-         Son romanın, 2042 Sıfır Yılı [Labirent Yayınları] geçtiğimiz aylarda “Bir distopya polisiyesi” başlığıyla Labirent Yayınları’ndan yayımlandı. Kitabını görünce, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya kitaplarını hatırladım. Türk edebiyatında bu tarzda yazılmış romanların -bazı girişimler olsa da- olmadığını biliyorum. Böyle bir roman yazmış olmanı, cesurca bir girişim olarak görüyorum. Merak ettiğim şey şu: Bu alanda roman yazma fikri nasıl oluştu?

Sistem tarafından önümüze günde üç öğün konulan yapay gündem, benliğimizi sürekli, gelecek üzerine kaygı dolu düşünme seanslarının, toplantıların, tefekkürlerin gerçekleştirildiği bir tımarhane odasında tutuyor. Bilinçaltı hassas burnuyla yaklaşan kaosun, is ve yanık kokusunu alıp huzursuz bir şekilde inlerken, ‘ben’, gün boyu boş işleri tartışarak kendisini ve çevresini kandırmakla mutluluğa kavuşacağını zannediyor. Sanatçının sorumluluğu ise bilinçli bir şekilde acı çekmek, yaklaşan distopyaya parmağını uzatıp ‘görüyorum’, diye bağırmak, her şeyin farkında olduğunu haykırmak ve örgütlenmek. Söylemek istediğim, o zaman parçası, yani 2042, tüm karanlığıyla üstümüze aynen anlatıldığı gibi çökecek. Dünya, Doğu-Batı Federasyonları olarak bölünecek, varoşlarda ve yasak şehirlerde büyüyen Hayalet Yoldaşlık kemikleşmiş sömürü devletlerini kıyısından ısırmaya, canını acıtmaya başlayacak. İşte böyle bir ortamda dahi, yansız bir alanda, kimsenin adamı olmadan, kalbinin sesini dinleyerek akıp giden, hiçbir güce boyun eğmeyen özgür bir ruh, bir ‘Metin dedektif’ olacak. Dashiell Hammett gibi ustalara duyulan, genlere kodlanmış evrensel saygı bunu emrediyor.

“ROMANIMIN TARZI, PHİLİP K. DİCK’LE DASHİELL HAMMETT ARASINDA BİR YERDE DURUYOR.”

-         Kitabını okuduğumda aklıma Umberto Eco’nun şu cümlesi geldi: “Dildeki sadeleşme gittikçe bir kaosu yaratıyorsa o zaman bu kaos neden bir lanet olmasın.” Romanın, kaostan lanetler silsilesine doğru yol alıyor. Hatta kahramanlarından biri diğerine, “Şu an tehlikede değil miyiz yani?”  dediğinde diğeri hemen, “Her zaman tehlikedeyiz” [sy. 184] diyor. Bir edebi tür olarak romanında, gerek biçim gerekse içerik açısından zor bir konuyu ele almana rağmen bunun üstesinden ustalıkla gelmişsin. Kitabını okumamış okurlara, romanın biçimi ve içeriği üzerine neler söylemek istersin?   

Çok sağ olasın. Romanı birinci tekil şahıs gözünden iç monologlarla kurarak; görmüş geçirmiş, sisteme uyumsuz bir karakterin ağzından ortamı didikleyecek bir eleştiri sistemi kurmaya çalıştım. Ayrıca, onun gözlerinden dünyaya bakışın önemli bir özdeşleşme getireceğinin de farkındaydım ki bu okurlarımı da isyana ve alaya çekmek için küçük bir trük olarak görülebilir. Sahnelemeler kısa, dizgesel, cümleler ‘kaos ve lanet yaratacak’ denli sade. Romanımın tarzı, Philip K. Dick’le, Dashiell Hammett arasında bir yerde duruyor denebilir. Betimlemeler macera romanlarında pek gereksiz bulduğum, detaylı ruhsal çözümlemelerin içine sızmasına izin vermeyecek, sinematografik bir renkte...

-         Son olarak bu kitaptan sonra okurlarına yeni kitabın için ipuçları verir misin?

Berlin’de bir sosyal terapi evinde, uyumsuz insanların hikâyelerini anlattığım projenin film senaryosunu kurarken bir yandan da demlendire demlendire romanını yazmaktayım. “Şeker Efendi ve Devşirme Sahab’ın Maceraları” olarak bilinen 17. Yüzyıl Osmanlı polisiyelerinin ikinci romanının da tüm hazırlıkları tamam, start almayı bekliyor.


Hiç yorum yok: