Yapılmamış darbenin
düşürülmemiş F16'nın
bombalanmamış caminin
varolmamış süikastin
teşebbüs edilmemiş planın
kurulmamış komplonun
tanışmamış insanların
buluşulmamış toplantının
bulunmamış delilin
yazılmamış haberin
basılmamış kitabın davası
Yılmaz Özdil'den alıntılanmıştır.
31 Mart 2011 Perşembe
26 Mart 2011 Cumartesi
Gazete Satın Alma Özgürlüğü
"Bütün dünyada, nerede kapitalist varsa orada basın özgürlüğü; gazete satın alma özgürlüğü, yazar satın alma özgürlüğü, rüşvet, halkın görüşünü satın alma ve burjuvazinin yararına saptırma özgürlüğü anlamına gelir."
V.İ.LENİN
V.İ.LENİN
Gelişmemişlikten Kim Sorumlu - Aykut Göker
“Türkiye’nin gerilerde kalmışlığının siyasi sorumluluğu elbette toplumumuzun bütün katmanlarına aittir. Ama bir ülkenin ‘pazar ekonomileri’nden oluşan bir dünya sisteminde yer alması kabullenilmişse, gerilerde kalmışlığın siyasi sorumluluğu en çok da o ülkenin burjuvazisindedir.” Bunu biraz açmaya çalışayım.
Aslında, kapitalizmin tarihini, bu sistem içinde yer alan ülkelerin kendi aralarında sürdürdükleri acımasız bir rekabet üstünlüğü yarışının tarihi olarak da kavramak mümkündür. Bu yarış, esas itibarıyla, bilim, teknoloji, sanayi ve yenilikçilik alanlarında sürüp giden bir yetkinlik yarışıdır. Asıl yarış bu alanlardadır; çünkü, özellikle İngiliz Sanayi Devrimi’nden bu yana, ekonomik büyüme ve toplumsal gelişmede, sayılan alanlarda kazanılmış yetkinliklerin belirleyici olduğu gözlenmiş; yapılan iktisadi araştırmalar, bu gözlemin doğruluğunu kanıtlamıştır.
Almanya ve ABD’nin, sanayi devriminin beşiği olan B. Britanya’yı bilim, teknoloji, sanayi üretimi ve yenilikçilikte yakalayıp geçmelerinden başlayarak, söz konusu yarışta çok gerilerdeyken ön sıralara geçebilen pek çok ülke örneği olduğunu biliyoruz. Hatta benim yaşlarımda olanlar bu örneklerden, Japonya ve Güney Kore gibi, 20’nci yüzyılın ikinci yarısına rastlayanlarının da tanığıdırlar. Şimdi Çin’deki atılım hepimizin gözleri önünde cereyan etmektedir. Kapitalist sistemin içinde ülkeler arası sıralama değişmez değildir; önde koşanların yaptıkları bütün engellemelere rağmen, daha iyi bir konuma geçmek ve dünya nimetlerinin paylaşımında ulusal payı yükseltmek mümkündür. Türkiye bu yarışın içindedir. Ne var ki, pek çok alanda yarıştan çekilip yarışı sürdürenlerin pazarı olmayı kabullenmiştir. Daha önce de verdiğim iki örneği anımsatayım:
İspanya’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda, demiryolculuğa aynı tarih kesitinde başlanmış. İspanya’da ilk hat 1848’de işletmeye açılmış. Bizim ilk hattımızın (İzmir-Aydın hattı) yapımına bundan sekiz yıl sonra 1856’da başlanmış... Her iki taraf işin sanayi yönüyle de ilgilenmişler. Eskişehir’de Anadolu-Osmanlı Kumpanyası adı verilen küçük bir atölyenin kurulduğu yıl, 1894’tür... Bu atölye bugün TÜLOMSAŞ adıyla anılan Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayii AŞ’nin temelini oluşturmuştur...
TÜLOMSAŞ’ın İspanya’daki muadili olan firmanın vagon aksâmı yapımıyla ilgilenmeye başladığı yılsa, 1892’dir; yani Eskişehir’deki atölyenin kuruluşundan sadece iki yıl önce... Ama günümüze gelindiğinde görülüyor ki, ilk hızlı tren hattını 1992’de işletmeye açan İspanya’dan 13 yıl sonra bu konuda harekete geçebilen Türkiye’nin, ilk hızlı tren alımını yaptığı firma bu İspanyol firmasıdır.
Türkiye uçak sanayiine Brezilya’dan önce girdi. Türkiye Cumhuriyeti, neredeyse kurulur kurulmaz, kendi uçağını yapmayı öngörmüş ve bu amaçla 1925 yılı gibi erken bir tarihte Tayyare, Otomobil ve Motor T.A.Ş.’yi kurmuştu. Türkiye’nin kendi uçağını yapma konusundaki kararlılığının çarpıcı kanıtıysa aerodinamik araştırmalarının, dolayısıyla da uçak tasarımı ve tasarım doğrulamanın can damarı olan ve 1950’de işletmeye alınan Ankara Rüzgâr Tüneli’ydi. Ne var ki, Türkiye o tüneli kurmakla kaldı ve kendi uçağını yapmaktan vazgeçti.
Oysa... Kendi uçağını yapmayı 1940’lı yıllarda planlayan ve konuyla ilgili ARGE Enstitüsü’nü ancak 1954’te kuran Brezilya bugün, kendi tasarım ve teknoloji gücüne dayanarak geliştirdiği orta menzilli jet yolcu uçakları, iş hayatında kullanılan hafif jet uçakları vb. ticari uçakların satışlarında, Boeing ve Airbus gibi, dünyanın sayılı uçak imalâtçıları arasında yer almaktadır.
Aslında, kapitalizmin tarihini, bu sistem içinde yer alan ülkelerin kendi aralarında sürdürdükleri acımasız bir rekabet üstünlüğü yarışının tarihi olarak da kavramak mümkündür. Bu yarış, esas itibarıyla, bilim, teknoloji, sanayi ve yenilikçilik alanlarında sürüp giden bir yetkinlik yarışıdır. Asıl yarış bu alanlardadır; çünkü, özellikle İngiliz Sanayi Devrimi’nden bu yana, ekonomik büyüme ve toplumsal gelişmede, sayılan alanlarda kazanılmış yetkinliklerin belirleyici olduğu gözlenmiş; yapılan iktisadi araştırmalar, bu gözlemin doğruluğunu kanıtlamıştır.
Almanya ve ABD’nin, sanayi devriminin beşiği olan B. Britanya’yı bilim, teknoloji, sanayi üretimi ve yenilikçilikte yakalayıp geçmelerinden başlayarak, söz konusu yarışta çok gerilerdeyken ön sıralara geçebilen pek çok ülke örneği olduğunu biliyoruz. Hatta benim yaşlarımda olanlar bu örneklerden, Japonya ve Güney Kore gibi, 20’nci yüzyılın ikinci yarısına rastlayanlarının da tanığıdırlar. Şimdi Çin’deki atılım hepimizin gözleri önünde cereyan etmektedir. Kapitalist sistemin içinde ülkeler arası sıralama değişmez değildir; önde koşanların yaptıkları bütün engellemelere rağmen, daha iyi bir konuma geçmek ve dünya nimetlerinin paylaşımında ulusal payı yükseltmek mümkündür. Türkiye bu yarışın içindedir. Ne var ki, pek çok alanda yarıştan çekilip yarışı sürdürenlerin pazarı olmayı kabullenmiştir. Daha önce de verdiğim iki örneği anımsatayım:
İspanya’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nda, demiryolculuğa aynı tarih kesitinde başlanmış. İspanya’da ilk hat 1848’de işletmeye açılmış. Bizim ilk hattımızın (İzmir-Aydın hattı) yapımına bundan sekiz yıl sonra 1856’da başlanmış... Her iki taraf işin sanayi yönüyle de ilgilenmişler. Eskişehir’de Anadolu-Osmanlı Kumpanyası adı verilen küçük bir atölyenin kurulduğu yıl, 1894’tür... Bu atölye bugün TÜLOMSAŞ adıyla anılan Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayii AŞ’nin temelini oluşturmuştur...
TÜLOMSAŞ’ın İspanya’daki muadili olan firmanın vagon aksâmı yapımıyla ilgilenmeye başladığı yılsa, 1892’dir; yani Eskişehir’deki atölyenin kuruluşundan sadece iki yıl önce... Ama günümüze gelindiğinde görülüyor ki, ilk hızlı tren hattını 1992’de işletmeye açan İspanya’dan 13 yıl sonra bu konuda harekete geçebilen Türkiye’nin, ilk hızlı tren alımını yaptığı firma bu İspanyol firmasıdır.
Türkiye uçak sanayiine Brezilya’dan önce girdi. Türkiye Cumhuriyeti, neredeyse kurulur kurulmaz, kendi uçağını yapmayı öngörmüş ve bu amaçla 1925 yılı gibi erken bir tarihte Tayyare, Otomobil ve Motor T.A.Ş.’yi kurmuştu. Türkiye’nin kendi uçağını yapma konusundaki kararlılığının çarpıcı kanıtıysa aerodinamik araştırmalarının, dolayısıyla da uçak tasarımı ve tasarım doğrulamanın can damarı olan ve 1950’de işletmeye alınan Ankara Rüzgâr Tüneli’ydi. Ne var ki, Türkiye o tüneli kurmakla kaldı ve kendi uçağını yapmaktan vazgeçti.
Oysa... Kendi uçağını yapmayı 1940’lı yıllarda planlayan ve konuyla ilgili ARGE Enstitüsü’nü ancak 1954’te kuran Brezilya bugün, kendi tasarım ve teknoloji gücüne dayanarak geliştirdiği orta menzilli jet yolcu uçakları, iş hayatında kullanılan hafif jet uçakları vb. ticari uçakların satışlarında, Boeing ve Airbus gibi, dünyanın sayılı uçak imalâtçıları arasında yer almaktadır.
25 Mart 2011 Cuma
Sömürü Nehirleri
Sömürü nehirlerinde balçıkla yıkanıyor açlar
alınlarında kurumuş kalmış üçüncü gözleri
bir kılıç balığı iskeleti boğazlarında
ölümün çalar saati istediği kadar yırtınsın midelerinde
uyanmayı bilemiyorlar yaşamdan
acıları ayaklarının altından akıp gidiyor
çarpıyor bellerine görüntü çöpleri
pırıl pırıl gülüyor gencecik insanlar reklamlarda
ama onların da diş macunu kullanmadan bembeyaz dişleri
kırışmış büzüşmüş içe kaçmış dudaklarıyla neşeli görünüyor yüzleri
göz çukurlarına kiraya çıkmış yıkım
kafataslarına koca kıçlarını sığdırmaya çalışıyor kelli felli adamlar
hayallerinde cadı avı sürüp gidiyor
gaz odalarında yerlerde sürünüyor ataları
karanlık bulutların üstünde, ağızlarına bir emzik gibi yapışmış petrol şişeleri
kahkahalarla işiyor aşağıya yukarıya çıkabilenler
sönüyor o cılız ateş
alev almıştı bir zamanlar isyanın en arkaik, en gizli düşüncesi
pis mi pis, hain, yıkıcı bir duman yükselip ele geçiriyor suyun üstünü şimdi
batıyor açların kafaları ağırdan geleceğin yokluğuna
alınlarında kurumuş kalmış üçüncü gözleri
bir kılıç balığı iskeleti boğazlarında
ölümün çalar saati istediği kadar yırtınsın midelerinde
uyanmayı bilemiyorlar yaşamdan
acıları ayaklarının altından akıp gidiyor
çarpıyor bellerine görüntü çöpleri
pırıl pırıl gülüyor gencecik insanlar reklamlarda
ama onların da diş macunu kullanmadan bembeyaz dişleri
kırışmış büzüşmüş içe kaçmış dudaklarıyla neşeli görünüyor yüzleri
göz çukurlarına kiraya çıkmış yıkım
kafataslarına koca kıçlarını sığdırmaya çalışıyor kelli felli adamlar
hayallerinde cadı avı sürüp gidiyor
gaz odalarında yerlerde sürünüyor ataları
karanlık bulutların üstünde, ağızlarına bir emzik gibi yapışmış petrol şişeleri
kahkahalarla işiyor aşağıya yukarıya çıkabilenler
sönüyor o cılız ateş
alev almıştı bir zamanlar isyanın en arkaik, en gizli düşüncesi
pis mi pis, hain, yıkıcı bir duman yükselip ele geçiriyor suyun üstünü şimdi
batıyor açların kafaları ağırdan geleceğin yokluğuna
Kızmayın Bana
Sustuğum için yargılamayın beni
ağzım yok, satıldı
göremediğim için ayıplamayın
gözlerimi aldınız doğduğumda
karanlığa siz çevirdiniz onları,
ve sonuna kadar kıstınız kıyımın sesini
varolmadığım için özür dilememi beklemeyin benden
özenle yaratılmış bir zavallı kullanıyor bedenimi
biliyorum korkuyorsunuz artık
düşürdü zaman ağzından cevizi
bakire sonunda doğurdu karnındaki bıçağı
tersten her söylediği doğru çıktı yalanın
çığlıklar atarak düzüşüyor robotlar yollarda
eğiliyor minareler edilen son içten küfürün önünde
akıllarına farklı bir fikir gelince patlıyor insanlar
akışın yönünü değiştirecek gücü bulamadığım için kızmayın bana
arkamdan nefretle ittirdiniz o gün
ve yokuş aşağı hiç durmadan yuvarlanıp gidiyorum hâlâ…
ağzım yok, satıldı
göremediğim için ayıplamayın
gözlerimi aldınız doğduğumda
karanlığa siz çevirdiniz onları,
ve sonuna kadar kıstınız kıyımın sesini
varolmadığım için özür dilememi beklemeyin benden
özenle yaratılmış bir zavallı kullanıyor bedenimi
biliyorum korkuyorsunuz artık
düşürdü zaman ağzından cevizi
bakire sonunda doğurdu karnındaki bıçağı
tersten her söylediği doğru çıktı yalanın
çığlıklar atarak düzüşüyor robotlar yollarda
eğiliyor minareler edilen son içten küfürün önünde
akıllarına farklı bir fikir gelince patlıyor insanlar
akışın yönünü değiştirecek gücü bulamadığım için kızmayın bana
arkamdan nefretle ittirdiniz o gün
ve yokuş aşağı hiç durmadan yuvarlanıp gidiyorum hâlâ…
24 Mart 2011 Perşembe
Ne Edepsizlik!
Öylesine büyük bir günah ki bu
anırırcasına gülememek, yıkılırken evren
beyinler pörsüyüp kururken
eriyen bedenlerden arta kalmış dişler sırıtırken toprakta
delilerin kürsüden yağdırdığı emirlerle birbirlerini tokatlarken milyonlar
Öyle büyük bir sahtekârlık ki
geçmişi özlüyormuşçasına dalıp gitmek
foseptik çukurundan bir deniz
adice fikirlerden kuşlar
uçuşurken saçlar
kokuşmuş nefeslerin rüzgârında
eller montun cebinde
aman yarabbi
ne edepsizlik
bambaşka bir dünyada bambaşka birisiymiş gibi davranabilmek
anırırcasına gülememek, yıkılırken evren
beyinler pörsüyüp kururken
eriyen bedenlerden arta kalmış dişler sırıtırken toprakta
delilerin kürsüden yağdırdığı emirlerle birbirlerini tokatlarken milyonlar
Öyle büyük bir sahtekârlık ki
geçmişi özlüyormuşçasına dalıp gitmek
foseptik çukurundan bir deniz
adice fikirlerden kuşlar
uçuşurken saçlar
kokuşmuş nefeslerin rüzgârında
eller montun cebinde
aman yarabbi
ne edepsizlik
bambaşka bir dünyada bambaşka birisiymiş gibi davranabilmek
Orada
Oradaydım
bin taneydi kafam
kollarım rahatlıkla uzanıp tutabiliyordu
yaratılmış olanı
olmayanı
her şeyi
tekti, o, onlar, küçücük bir narın içindeydiler.
çırpınıyordu yaşam ayağımın altında
gıdıklanıyordu geçmişim
miyavlıyordu kedilerden bir koro
kendimi değersiz hissettiğimi anlardı onlar
aşkı andığım anda ağlamaya başlıyordu bulutlar
bilirlerdi küçüldüğümü varlığımın peşine düştüğümde
düşünmüştüm ve olmuştu işte yumurta
çatlıyordu şimdi kayaları da çatırdatarak
pişmiş soğanlar çıkıyordu lalelerin güneşe açtığı yüreklerinden
büyük laflar edecekmişçesine boyunlarını uzatmış tereyağ kusuyordu çimenlere koyunlar
politika yapmaya çalışırken ağızlarından peynirlerini düşürüyordu kargalar
güneş toprağın altına girmişti gönüllü, biber tohumlarını ittiriyordu kıçlarından
korkmuştu serçeler ufka dikilmiş korkuluk gözlerimi görünce
kanlı şaraptan çişleriyle söndürmeye çalışıyorlardı daha adı falan konmamış ateşimi
Oradaydım işte
Koca bir menemenin ortasında!
Öylesine uzamışlardı ki mutluluktan, bin tane kafam da görebiliyordu sonsuzluğu
mis gibi kokuyordu gelecek,
sıcacık, çıtır çıtır ekmekler sarkıyordu ağaçların dallarından
rüzgar
okşuyordu sevecen, anın pişmişliğini
olmamışlığımla sırıtıyordum ben orada,
gevrek gevrek
küçücüktüm daha, tanımsız,
fasülyeden, acınası, şımarık
gevezelik peşinde kıtaların üstüne yayılmış ağızlarım
ben de varım bu oyunda diye mırıldanıyorlardı hiç durmadan…
bin taneydi kafam
kollarım rahatlıkla uzanıp tutabiliyordu
yaratılmış olanı
olmayanı
her şeyi
tekti, o, onlar, küçücük bir narın içindeydiler.
çırpınıyordu yaşam ayağımın altında
gıdıklanıyordu geçmişim
miyavlıyordu kedilerden bir koro
kendimi değersiz hissettiğimi anlardı onlar
aşkı andığım anda ağlamaya başlıyordu bulutlar
bilirlerdi küçüldüğümü varlığımın peşine düştüğümde
düşünmüştüm ve olmuştu işte yumurta
çatlıyordu şimdi kayaları da çatırdatarak
pişmiş soğanlar çıkıyordu lalelerin güneşe açtığı yüreklerinden
büyük laflar edecekmişçesine boyunlarını uzatmış tereyağ kusuyordu çimenlere koyunlar
politika yapmaya çalışırken ağızlarından peynirlerini düşürüyordu kargalar
güneş toprağın altına girmişti gönüllü, biber tohumlarını ittiriyordu kıçlarından
korkmuştu serçeler ufka dikilmiş korkuluk gözlerimi görünce
kanlı şaraptan çişleriyle söndürmeye çalışıyorlardı daha adı falan konmamış ateşimi
Oradaydım işte
Koca bir menemenin ortasında!
Öylesine uzamışlardı ki mutluluktan, bin tane kafam da görebiliyordu sonsuzluğu
mis gibi kokuyordu gelecek,
sıcacık, çıtır çıtır ekmekler sarkıyordu ağaçların dallarından
rüzgar
okşuyordu sevecen, anın pişmişliğini
olmamışlığımla sırıtıyordum ben orada,
gevrek gevrek
küçücüktüm daha, tanımsız,
fasülyeden, acınası, şımarık
gevezelik peşinde kıtaların üstüne yayılmış ağızlarım
ben de varım bu oyunda diye mırıldanıyorlardı hiç durmadan…
23 Mart 2011 Çarşamba
Esas Soru
Anın üstüne koca götüyle oturmuş kalmış bu memleket bizim
İrinden nehirlerle sarılmış dört bir yandan
Soru sağanağında eriyip gidiyor yarınlara dolanmış kanlı sargılar
Doğdukları gün umutlarını simsarlara kaptıranlar yaşıyor burada
Gözlerinde siyah bantlar
meydanlarda bir başlarına, ansızın hazırola geçiyor
dalkavukların alkış efektleriyle boğduğu onurlu hıçkırıkları anıyorlar
kahkaha aynalarına öfkeli gözlerini dikmiş bas bas bağırıyorlar haklarını
F tipi yalnızlığın içinde topluca kıpırdanırken kuşku mitralyözü tarayıp geçiyor ruhlarını.
Her kafaya bir yalan kampanyasına uzanan kuyruklarda
ağızlarında içi boşaltılmış türküler,
ilerlediklerini düşünüyorlar adım adım
Arada bir, ağlamak geldiğinde içlerinden, çekiliyorlar televizyondan kabuklarına
Görüntülerin altına sızmış, copluyor polisler
birbirine sıkıca yapışmış milyonlarca idealle gıdım gıdım gökyüzüne yükselen şu kemiksi kuleyi,
yüzyıllardır tüm çöplerin döküldüğü yeri,
basit bir aydın kafasını…
Yedi verenlerini söküp topraklarını anlamsızlık tohumlarıyla işleyen, kıyısına köşesine iliştirilmiş yamalı balonlarıyla ağır ağır tarihin çamuruna gömülen
bu memleket bizim
Çuvaldızları gözlerine sokup çıkaran, koşu bantlarında vicdanlarıyla yarışan,
anın değişmezliğinde kurtlanan bu insanlar da bizim
Biz kim miyiz?
Esas soru da bu işte!
İrinden nehirlerle sarılmış dört bir yandan
Soru sağanağında eriyip gidiyor yarınlara dolanmış kanlı sargılar
Doğdukları gün umutlarını simsarlara kaptıranlar yaşıyor burada
Gözlerinde siyah bantlar
meydanlarda bir başlarına, ansızın hazırola geçiyor
dalkavukların alkış efektleriyle boğduğu onurlu hıçkırıkları anıyorlar
kahkaha aynalarına öfkeli gözlerini dikmiş bas bas bağırıyorlar haklarını
F tipi yalnızlığın içinde topluca kıpırdanırken kuşku mitralyözü tarayıp geçiyor ruhlarını.
Her kafaya bir yalan kampanyasına uzanan kuyruklarda
ağızlarında içi boşaltılmış türküler,
ilerlediklerini düşünüyorlar adım adım
Arada bir, ağlamak geldiğinde içlerinden, çekiliyorlar televizyondan kabuklarına
Görüntülerin altına sızmış, copluyor polisler
birbirine sıkıca yapışmış milyonlarca idealle gıdım gıdım gökyüzüne yükselen şu kemiksi kuleyi,
yüzyıllardır tüm çöplerin döküldüğü yeri,
basit bir aydın kafasını…
Yedi verenlerini söküp topraklarını anlamsızlık tohumlarıyla işleyen, kıyısına köşesine iliştirilmiş yamalı balonlarıyla ağır ağır tarihin çamuruna gömülen
bu memleket bizim
Çuvaldızları gözlerine sokup çıkaran, koşu bantlarında vicdanlarıyla yarışan,
anın değişmezliğinde kurtlanan bu insanlar da bizim
Biz kim miyiz?
Esas soru da bu işte!
İçselleşmiş Hayata İçiyorum
Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.
Karl Marx
Karl Marx
21 Mart 2011 Pazartesi
O Güzel Düşünce
Onurlu insanlar vardı eskiden, bir cüzzamlı gördüklerinde, emerlerdi parmaklarını annesinin memesine yapışmış çocuklardan farksız, ağlatırlardı onu şaşkın, sessizliği kovarlardı kış kış, kalmazdı havada salakların lafları, her seferinde affeder içeri alırlardı camın önünde dört dönen dedikoduyu, tırnak izleriyle dolu yüzleri ışıl ışıl parıldardı sevdiler mi, cümle sağanağında açmazlardı mantık şemsiyelerini, utancı gördüler mi aynada, şapkalarını çıkartır, alelacele selam verirlerdi, iş yerinden bir tanıdıkla karşılaşmışlar gibi, anlamadan bilir, bilmeden fark ederler, yine de bir isim koyup yok etmekten kaçınırlardı sahteliği, bıçaklardan görünmezdi sırtları, intihar koltuklarının altına sıkıştırılmış ağır aksak yürürken, yenik düşmeye mahkum başlarını dik tutmayı başarırlardı omuzlarının ortasında, gözlerinin tam ucunda dururdu kocaman yaşlar, dayanamaz, içine atlayıp yüzerdi sahtekârlar, boğmazlardı onları, yere düşürüp ezmezlerdi, öylece metanetle dururlardı ufka bakarken, uyuyorlar mı yaşıyorlar mı bilemezler, gözlerini sımsıkı kapatır, güzel şeyler düşünmeye çalışırlar, boş yere hapse tıkılmış bir mahkumun saldığı sıkıntılı nefes yerleşirdi hemen akıllarına, titrek bir kolda havaya dikilmiş Molotof kokteylinden betona damlayan umutsuzluk, çocuğunu tokatlamış bir babanın gözünü kırpmadan duvara bakışı gece boyunca…
Ve aynı gece, takılmış kalmışken bozuk bir saat gibi, asılıyken tarihin tozlu dolabında
karısının eli uzanıp bulurdu kendisininkini yumuşacık
“Uyu artık” derdi fısıltıyla karışık.
Öpücükle uzanırdı o sonsuz. Sarılırken dört bir yandan dolanırdı bedenine narin kollar. Havada uçuşan nefesler kurşundan kelebeklere benzerdi. Kalkardı bir süre sonra sessiz, sadece düşüncesiyle. Mutfağa yürüyüşü binlerce kez yinelenir, iç içe geçerdi yaşamlarının duvara vuran gölgeleri. Bir bardak suyun boş yarısı anca geçerdi boğazından. Geriye dönerken koridorda dururdu birden. Oğlunun soluklarıydı kollarına yapışan. İçeri çekildiğini anladığında geçmişi de takılırdı peşine. Bir bakardı ki eğilmiş öpüyor onu, küçücük yüzüne yerleşmiş o beyaz tepede, şiş yanağında duruyor dudakları. Pikeyi üstüne örterken kendi bedenine kaçardı soğuk. Saçlarını okşarken ölmüş babasının elleri de kendi kafasında dolaşırdı sanki. Dedesi de dururdu yanında. Gülecek gibiydi. Gözleri kıpır kıpırdı yuvalarında. Takdir etmek için mi çıkmıştı karanlıktan? Duvara dönerdi gözleri. Bir yıl kadar önce çekilmiş bir fotoğraf dururdu orada. Kim çekmiş olabilir ki yaşanmamışlığı? Yüzlerine yapışmış neşe kırıntılarıyla kırlarda koşmadılar hiç. Arkalarında bir kale. Burçta durmuş el sallıyor kendisi. Taştan bir ev. Kapısında duruyor. Uzanmış yatıyor çimlerin üstünde, aklında güzel bir düşünceyle. Gelecek uzanmış aşağıya neredeyse tutup çekiverecek onu. Daha çok var bunlara, derdi kafasını sallayıp. Benim yaşamım olmasın bu, derdi dedesi. Aynısı benim de başımdan geçti, diye karışırdı lafa babası. Osururdu oğlu uykusunda. Diğer tarafa dönerken açılırdı yine beli. “Uyu artık,” derdi karısı içeriden mırıl mırıl. Resmin içinden geçerdi bu sefer odaya. Kalenin burcuna taşınmıştı yatak. Bir martı karşılardı onu her zamanki gibi. Gözlerinin önünde salınırken o güne kadar tanıdığı herkese benzerdi biraz. Güneşten kendisine uzanan ele takılırdı sonra bakışları. Yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu bilemezdi. Aşağıda, taş sokaklardan takır takır geçerdi bir at arabası. Pır pır uçup yatağın ucuna konardı küçücük bir serçe. Kimbilir nerelerden uzanıp bulurdu tekrar onu karısının eli. Bir esinti yalayıp geçerdi yüzünü. Kapanırdı gözleri. O güzel düşünce, tam da o sırada gelip otururdu aklına. Ne kadar da doğru derdi kafasını sallayıp. Gülerdi dedesiyle babası oralarda bir yerde. Bir şeyler değişecek diye beklerdi. Hemen o anda…
Uyuduğunu anlamazdı ve asla hatırlamazdı o güzel şeyi uyandığında…
Ve aynı gece, takılmış kalmışken bozuk bir saat gibi, asılıyken tarihin tozlu dolabında
karısının eli uzanıp bulurdu kendisininkini yumuşacık
“Uyu artık” derdi fısıltıyla karışık.
Öpücükle uzanırdı o sonsuz. Sarılırken dört bir yandan dolanırdı bedenine narin kollar. Havada uçuşan nefesler kurşundan kelebeklere benzerdi. Kalkardı bir süre sonra sessiz, sadece düşüncesiyle. Mutfağa yürüyüşü binlerce kez yinelenir, iç içe geçerdi yaşamlarının duvara vuran gölgeleri. Bir bardak suyun boş yarısı anca geçerdi boğazından. Geriye dönerken koridorda dururdu birden. Oğlunun soluklarıydı kollarına yapışan. İçeri çekildiğini anladığında geçmişi de takılırdı peşine. Bir bakardı ki eğilmiş öpüyor onu, küçücük yüzüne yerleşmiş o beyaz tepede, şiş yanağında duruyor dudakları. Pikeyi üstüne örterken kendi bedenine kaçardı soğuk. Saçlarını okşarken ölmüş babasının elleri de kendi kafasında dolaşırdı sanki. Dedesi de dururdu yanında. Gülecek gibiydi. Gözleri kıpır kıpırdı yuvalarında. Takdir etmek için mi çıkmıştı karanlıktan? Duvara dönerdi gözleri. Bir yıl kadar önce çekilmiş bir fotoğraf dururdu orada. Kim çekmiş olabilir ki yaşanmamışlığı? Yüzlerine yapışmış neşe kırıntılarıyla kırlarda koşmadılar hiç. Arkalarında bir kale. Burçta durmuş el sallıyor kendisi. Taştan bir ev. Kapısında duruyor. Uzanmış yatıyor çimlerin üstünde, aklında güzel bir düşünceyle. Gelecek uzanmış aşağıya neredeyse tutup çekiverecek onu. Daha çok var bunlara, derdi kafasını sallayıp. Benim yaşamım olmasın bu, derdi dedesi. Aynısı benim de başımdan geçti, diye karışırdı lafa babası. Osururdu oğlu uykusunda. Diğer tarafa dönerken açılırdı yine beli. “Uyu artık,” derdi karısı içeriden mırıl mırıl. Resmin içinden geçerdi bu sefer odaya. Kalenin burcuna taşınmıştı yatak. Bir martı karşılardı onu her zamanki gibi. Gözlerinin önünde salınırken o güne kadar tanıdığı herkese benzerdi biraz. Güneşten kendisine uzanan ele takılırdı sonra bakışları. Yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu bilemezdi. Aşağıda, taş sokaklardan takır takır geçerdi bir at arabası. Pır pır uçup yatağın ucuna konardı küçücük bir serçe. Kimbilir nerelerden uzanıp bulurdu tekrar onu karısının eli. Bir esinti yalayıp geçerdi yüzünü. Kapanırdı gözleri. O güzel düşünce, tam da o sırada gelip otururdu aklına. Ne kadar da doğru derdi kafasını sallayıp. Gülerdi dedesiyle babası oralarda bir yerde. Bir şeyler değişecek diye beklerdi. Hemen o anda…
Uyuduğunu anlamazdı ve asla hatırlamazdı o güzel şeyi uyandığında…
17 Mart 2011 Perşembe
Ve Sizin
Uykudayken yakaladım onu
benim uykumda
sizin
veya herhangi birisinin
dolandım bedenine
sarmaşıktan farksız,
bağırdım ismini
açıldı gözleri bir başkasının hayatına
kapandı benimkiler
ve sizin
belki de onun
rüya bindi sırtımıza
omuzlarımızda koca bir sır
ayaklarımızda ateş
uzaklık tam dibimizde
içinde olduğumu anladı birden
dehşet içinde döndü gözleri yuvalarında
inledi acıyla
ve siz
ve halk
ve polisler
ve imamlar
bir “ah” yükseldi gökyüzüne
patladı vicdandan havai fişekleri
süzüldü yavaşça masumiyet yaprakları
açıldı şemsiyeler
döndü füzeler
çevrildi silahlar
yok edecek bir suç bulamadılar…
benim uykumda
sizin
veya herhangi birisinin
dolandım bedenine
sarmaşıktan farksız,
bağırdım ismini
açıldı gözleri bir başkasının hayatına
kapandı benimkiler
ve sizin
belki de onun
rüya bindi sırtımıza
omuzlarımızda koca bir sır
ayaklarımızda ateş
uzaklık tam dibimizde
içinde olduğumu anladı birden
dehşet içinde döndü gözleri yuvalarında
inledi acıyla
ve siz
ve halk
ve polisler
ve imamlar
bir “ah” yükseldi gökyüzüne
patladı vicdandan havai fişekleri
süzüldü yavaşça masumiyet yaprakları
açıldı şemsiyeler
döndü füzeler
çevrildi silahlar
yok edecek bir suç bulamadılar…
Herkes Bilir
Herkes bilir, uçmak için
düşünmenin yettiğini
batmak zordur
herkesin aynı anda hatırlaması gerekir
bir zamanlar uçamadığını...
düşünmenin yettiğini
batmak zordur
herkesin aynı anda hatırlaması gerekir
bir zamanlar uçamadığını...
16 Mart 2011 Çarşamba
10 Mart 2011 Perşembe
9 Mart 2011 Çarşamba
Patavatsızlık Kültürü
Çalışkanlarla sosyaller; haksız, ölçüsüz biçimde öne çıkıyor. Duyarlı onca insandan dünya faydalanamıyor. Asırlardır patavatsızlık kültürü izliyoruz.
Tahir M. Ceylan
Tahir M. Ceylan
Cümleler - Tahir M. Ceylan
İnsana zıt gitme huyu, bir insanın kontrolüne girmekten korkanlara hastır
İnsan gövdesine başkalaşarak kendine “ben” der
Sosyal bir insan sahici bir insan olamaz
Işık hapsedilebilirse, hiç de depolanabilir
Kaderin tecellisini en kolay tembeller aksatır
Azalmak katılmak içindir
Bir gün dünyadan sıtma gibi depresyon da eredike edilirse, hümanizma kalmayacaktır
Tchaikovsky, Hemingway, Gaugin ve Zola depresyon yönünden tedavi edilmiş olsalardı, bugün kendilerini tanıtan o eserleri vermemiş olacaklardı
Yaşamı bütünüyle açıklamak isteyenlerin içinde hep dünyayı kontrol etmenin gizli arzusunu gördüm
Yaşamım içimdeki ham duyguları sıralanmış sözcüklere, işlenmiş düşüncelere döndürmekle geçti.
Yaşam, üç beş parça şeyin durmadan yer değiştirerek ürettiği sonsuz sayıda aslı olmayan görüntüdür. İki hidrojenden bir helyum, üç helyumdan bir karbon, trilyonlarca karbondan insan, milyonlarca trilyon karbondan dünya... Bu kadar ve başka bir şey yok.
İnsan gövdesine başkalaşarak kendine “ben” der
Sosyal bir insan sahici bir insan olamaz
Işık hapsedilebilirse, hiç de depolanabilir
Kaderin tecellisini en kolay tembeller aksatır
Azalmak katılmak içindir
Bir gün dünyadan sıtma gibi depresyon da eredike edilirse, hümanizma kalmayacaktır
Tchaikovsky, Hemingway, Gaugin ve Zola depresyon yönünden tedavi edilmiş olsalardı, bugün kendilerini tanıtan o eserleri vermemiş olacaklardı
Yaşamı bütünüyle açıklamak isteyenlerin içinde hep dünyayı kontrol etmenin gizli arzusunu gördüm
Yaşamım içimdeki ham duyguları sıralanmış sözcüklere, işlenmiş düşüncelere döndürmekle geçti.
Yaşam, üç beş parça şeyin durmadan yer değiştirerek ürettiği sonsuz sayıda aslı olmayan görüntüdür. İki hidrojenden bir helyum, üç helyumdan bir karbon, trilyonlarca karbondan insan, milyonlarca trilyon karbondan dünya... Bu kadar ve başka bir şey yok.
Yerli Tohuma Saldırı
Yeni Tohumculuk Yasası ile yerli tohum satışı yasak.
“Bitkisel üretim materyali olan tohum, bir ülkenin tarım sektörü için stratejik öneme sahiptir. Bu bağlamda, tohum üretim ve dağıtımını çokuluslu şirketlerin tekeline bırakan ülkelerin, bağımsız bir tarım sektöründen söz edebilmeleri olanaksızdır. Üstelik Türkiye 3 bini endemik (sadece Türkiye’de bulunan) 13 bin bitki çeşidine sahiptir. Bu yasanın çıkmasıyla beraber, Anadolu coğrafyasının genetik zenginliği GDO’larla tehdit altına gireceği gibi, patentlenme yoluyla da şirketlerin eline geçecek. Tasarı, devletin, tohum üretiminden sertifikalandırılmasına ve ticaretine dek tüm alanlardan çekilmesini ve bu görevleri kurulacak olan Türkiye Tohumcular Birliği’ne devretmesini öngörüyor.”
(Ziraat Mühendisleri Odası)
“Yerel tohumlarla sağlanan biyoçeşitliliğe, uluslararası tohum şirketleri ağır darbeler indiriyor. Örneğin daha önce domateste veya buğdayda nerede ise her köyün toprak ve iklim özelliklerine uyum göstermiş binlerce çeşidi, birkaç çeşide indirerek bunları da patent veya benzeri fikri mülkiyet halkları ile sahiplenmek istiyorlar. Binlerce kuşak çiftçinin geliştirdiği bu çeşitlere, birkaç genini değiştirerek el koyuyorlar. Buna biyokorsanlık diyoruz…. ABD’de birçok sebze çeşidi % 95′lere kadar varan oranlarda yeryüzünden silindi. FAO dünyada çeşit kaybının %75 olduğunu bildiriyor. Ülkemizde de yerel çeşitler daha çok dağ köylerinde kalmış. Küresel ısınma yerel tohumları her bakımdan üstün hale getiriyor. Çünkü bunlar değişen iklim koşullarına daha kolay uyum gösteriyorlar ve çoğu zaman daha az suyla hatta susuz yetiştirilebiliyorlar.”
-Uluslararası şirketlerin geliştirdiği çeşitlerin daha verimli olduğu iddiası doğru değil. Bu verim artışı kimyasal gübrelerle sağlanıyor. Ayrıca şirket çeşitleri hastalık ve zararlılara dirençsiz olduğundan kimyasal ilaç kullanmak kaçınılmaz oluyor. Araştırmalar yerel tohumlarla üretilmiş ürünlerin vitamin ve mineral maddeler başta besleyici özellikler yönünden şirket tohumlarından çok üstün olduğunu ortaya koyuyor. ABD’de yapılan bir araştırma ile 1950-1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre içinde 43 sebze ve meyvede 13 besin maddesinde besin değerlerindeki değişimler incelenmiş. Örneğin ıspanakta C vitamininde düşme oranı %52; soğanda ise %28’dir. (Davis, Donald R., ve ark. 2004, Changes in USDA Food Composition Data for 43 Garden Crops, 1950 to 1999, Jou. of the Am. College of Nutrition, Vol. 23, No. 6, 669–682.)
-Tohum ve hayvanlar bütün bir insanlığa aittir. Uluslararası şirketlerin (Novartis, Monsanto, Cargil, Dupont, ADN ve Bayer vb….) bunlara fikri mülkiyet hakları ile sahip çıkmaları doğru değil. Domates, biber, patlıcan, tütün gibi birçok bitki bize Amerika’dan geldi. Domatesin gelişinin üzerinden 100 yıl geçti. Patlıcan ve biberin ise 300 yıl önce geldiği tahmin ediliyor. Diğer yandan on bin yıl önce Anadolu’da geliştirilen buğday buradan bütün dünyaya yayıldı.
-Farklılıklar iyidir, çünkü hastalık ve iklimdeki değişikliklere bu tohum kolayca uyum gösterebilir. Şirketler yerel tohumları piyasadan silmek isterken, sadece kendi ıslah programlarında kullanmak üzere yaşamalarını istiyorlar. Onlara göre yerel tohumların yeri tarlalar değil gen merkezleridir.
(Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya)
“Bitkisel üretim materyali olan tohum, bir ülkenin tarım sektörü için stratejik öneme sahiptir. Bu bağlamda, tohum üretim ve dağıtımını çokuluslu şirketlerin tekeline bırakan ülkelerin, bağımsız bir tarım sektöründen söz edebilmeleri olanaksızdır. Üstelik Türkiye 3 bini endemik (sadece Türkiye’de bulunan) 13 bin bitki çeşidine sahiptir. Bu yasanın çıkmasıyla beraber, Anadolu coğrafyasının genetik zenginliği GDO’larla tehdit altına gireceği gibi, patentlenme yoluyla da şirketlerin eline geçecek. Tasarı, devletin, tohum üretiminden sertifikalandırılmasına ve ticaretine dek tüm alanlardan çekilmesini ve bu görevleri kurulacak olan Türkiye Tohumcular Birliği’ne devretmesini öngörüyor.”
(Ziraat Mühendisleri Odası)
“Yerel tohumlarla sağlanan biyoçeşitliliğe, uluslararası tohum şirketleri ağır darbeler indiriyor. Örneğin daha önce domateste veya buğdayda nerede ise her köyün toprak ve iklim özelliklerine uyum göstermiş binlerce çeşidi, birkaç çeşide indirerek bunları da patent veya benzeri fikri mülkiyet halkları ile sahiplenmek istiyorlar. Binlerce kuşak çiftçinin geliştirdiği bu çeşitlere, birkaç genini değiştirerek el koyuyorlar. Buna biyokorsanlık diyoruz…. ABD’de birçok sebze çeşidi % 95′lere kadar varan oranlarda yeryüzünden silindi. FAO dünyada çeşit kaybının %75 olduğunu bildiriyor. Ülkemizde de yerel çeşitler daha çok dağ köylerinde kalmış. Küresel ısınma yerel tohumları her bakımdan üstün hale getiriyor. Çünkü bunlar değişen iklim koşullarına daha kolay uyum gösteriyorlar ve çoğu zaman daha az suyla hatta susuz yetiştirilebiliyorlar.”
-Uluslararası şirketlerin geliştirdiği çeşitlerin daha verimli olduğu iddiası doğru değil. Bu verim artışı kimyasal gübrelerle sağlanıyor. Ayrıca şirket çeşitleri hastalık ve zararlılara dirençsiz olduğundan kimyasal ilaç kullanmak kaçınılmaz oluyor. Araştırmalar yerel tohumlarla üretilmiş ürünlerin vitamin ve mineral maddeler başta besleyici özellikler yönünden şirket tohumlarından çok üstün olduğunu ortaya koyuyor. ABD’de yapılan bir araştırma ile 1950-1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre içinde 43 sebze ve meyvede 13 besin maddesinde besin değerlerindeki değişimler incelenmiş. Örneğin ıspanakta C vitamininde düşme oranı %52; soğanda ise %28’dir. (Davis, Donald R., ve ark. 2004, Changes in USDA Food Composition Data for 43 Garden Crops, 1950 to 1999, Jou. of the Am. College of Nutrition, Vol. 23, No. 6, 669–682.)
-Tohum ve hayvanlar bütün bir insanlığa aittir. Uluslararası şirketlerin (Novartis, Monsanto, Cargil, Dupont, ADN ve Bayer vb….) bunlara fikri mülkiyet hakları ile sahip çıkmaları doğru değil. Domates, biber, patlıcan, tütün gibi birçok bitki bize Amerika’dan geldi. Domatesin gelişinin üzerinden 100 yıl geçti. Patlıcan ve biberin ise 300 yıl önce geldiği tahmin ediliyor. Diğer yandan on bin yıl önce Anadolu’da geliştirilen buğday buradan bütün dünyaya yayıldı.
-Farklılıklar iyidir, çünkü hastalık ve iklimdeki değişikliklere bu tohum kolayca uyum gösterebilir. Şirketler yerel tohumları piyasadan silmek isterken, sadece kendi ıslah programlarında kullanmak üzere yaşamalarını istiyorlar. Onlara göre yerel tohumların yeri tarlalar değil gen merkezleridir.
(Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tayfun Özkaya)
5 Mart 2011 Cumartesi
Üçüncü Dünyanın İğreti Entelektüelleri - Doğan Kuban
..........
Üçüncü Dünya Ülkeleri gibi elleri kolları bağlı toplumlarda bir ‘Hayır’cı Aydın’ grubu var. Bunlar yaşadıkları ortamın hastalıklarının farkında olan, çok kez iyi okumuş, yaşam koşulları genelde iyi, ve o koşulları iyileştirmeyi bir çağdaşlık gösterisi olduğu kadar, bilgi ve zekâlarının hakkı olarak gören insanlardır. Ve bu konforu yitirmemek için çaba gösterirler.
‘Hayır’cılıkları genelde topluma uyumsuzluktan kaynaklanan sürekli bir rahatsızlıktır. Batılı bir düşünce yapıları olduğu savlanabilir. Kendi ülkelerinde olmayan bilim, teknoloji, konfor, sanat, öğretim, görece özgürlüğün Avrupa ve Amerika’da olduğu bilincindedirler. Katılmak ve ortak olmak istedikleri entelektüel kaliteler Batıdadır. Yöntemleri batılıdır. Bir, iki yabancı dil bilirler. Bu özellikleriyle lider olacak vasıfları var gibi gözükür. Fakat yerel olanı gençliklerinde olabildiği kadar tanırlar. Halkla ilişkileri olduğu kuşkuludur. Kendi toplumlarına yabancılaştıkları için, kendilerine saygılarını yitirmedikleri zaman, politikacı da olamazlar.
Batılı gibi düşünerek, batılı gibi davranarak ve çevreye anlamaktan çok dışlayarak bakmak, ve geri kalmış, tutucu bir toplumda Batılı entelektüel gibi yaşamak akrobatik bir uğraştır. Kendi kendisiyle çelişik olmayı içerir.
Bu tür insanların birinci sorununun sevgisizlik olduğunu düşünüyorum. Bunlar ülkelerini, kendi toplumlarını ve tarihlerini sevmiyorlar. Onlara yabancı olmasalar bile, yaşamlarında yabancılaşmışlardır. Batılı yaşamın modalitelerini tanırlar. Edebiyat, tiyatro, konser, gezi, çağdaş yaşam konforu, kadın erkek ilişkilerinde özgürlük, inançsızlık, reklam, Batılı söylemin sivriliklerini benimserler. Vazgeçemeyecekleri bir şey vardır: Batılı konfor. Bu özellikleriyle geleneksel büyük toplumun parçası olmaktan çok çağdaş dünyanın üyeleridir. Dünyadaki aydının kaderini paylaşmaktan onur duyarlar. Fakat ülkeleriyle paylaştıkları şeyler çok azalmıştır. Kuşkusuz bu kişisel bir gözlem. Görünüşte tek olumsuz özellikleri toplumun büyük bölümüne yabancılaşmış olmalarıdır. Bunlar köy enstitülerinden, Anadolu’nun geri kalmış yörelerinden gelmezler. Halkın dilini, mantığını, yaşamını, musikisini, şiirini özümsememişlerdir. Olasılıkla pek çok aydın gibi bu gereksinmeyi duymazlar.
Fakat daha da önemli olan Türkiye’de ilk cumhuriyet kuşağının hiçbir idealine sahip olmamalarıdır.
Ülke, ulus, bağımsızlık, dil, özgürlük, özgünlük, gelişme, fakirlik, gericilik, milliyetçilik, vatanperverlik gibi kavramları dışlamışlardır. Ne var ki bu kavramları içeren söylemi Cumhuriyeti benimseyen aydınlar arasındadır. Hayırcı aydının tek hasmı da bunlardır. Hedef şaştığı için bu tür aydınlar sadece kendileri için yaşarlar. Gerçi maddi yaşamları tavırlarındaki şiddetle orantılı olarak iyileşir. İktidarı beğenmeseler de ondan yana olarak algılanırlar.
Benimsemedikleri bir toplumda yaşamak rahatsızlık vericidir. Yok olmamak için küçük gruplar oluşturmak zorundadırlar. Belirli bir konforu sürdürmenin en kolay yolu çıkarcılık, yalancılık ya da devekuşuluktur. Karşı oldukları gruplar toplumdan şikâyetçi olsalar bile ülkelerinin geçmişini, dilini, hatta tutucu buldukları halkını benimserler. Böylece ayakları ülkenin toprağına basar.
Üçüncü Dünya Ülkeleri gibi elleri kolları bağlı toplumlarda bir ‘Hayır’cı Aydın’ grubu var. Bunlar yaşadıkları ortamın hastalıklarının farkında olan, çok kez iyi okumuş, yaşam koşulları genelde iyi, ve o koşulları iyileştirmeyi bir çağdaşlık gösterisi olduğu kadar, bilgi ve zekâlarının hakkı olarak gören insanlardır. Ve bu konforu yitirmemek için çaba gösterirler.
‘Hayır’cılıkları genelde topluma uyumsuzluktan kaynaklanan sürekli bir rahatsızlıktır. Batılı bir düşünce yapıları olduğu savlanabilir. Kendi ülkelerinde olmayan bilim, teknoloji, konfor, sanat, öğretim, görece özgürlüğün Avrupa ve Amerika’da olduğu bilincindedirler. Katılmak ve ortak olmak istedikleri entelektüel kaliteler Batıdadır. Yöntemleri batılıdır. Bir, iki yabancı dil bilirler. Bu özellikleriyle lider olacak vasıfları var gibi gözükür. Fakat yerel olanı gençliklerinde olabildiği kadar tanırlar. Halkla ilişkileri olduğu kuşkuludur. Kendi toplumlarına yabancılaştıkları için, kendilerine saygılarını yitirmedikleri zaman, politikacı da olamazlar.
Batılı gibi düşünerek, batılı gibi davranarak ve çevreye anlamaktan çok dışlayarak bakmak, ve geri kalmış, tutucu bir toplumda Batılı entelektüel gibi yaşamak akrobatik bir uğraştır. Kendi kendisiyle çelişik olmayı içerir.
Bu tür insanların birinci sorununun sevgisizlik olduğunu düşünüyorum. Bunlar ülkelerini, kendi toplumlarını ve tarihlerini sevmiyorlar. Onlara yabancı olmasalar bile, yaşamlarında yabancılaşmışlardır. Batılı yaşamın modalitelerini tanırlar. Edebiyat, tiyatro, konser, gezi, çağdaş yaşam konforu, kadın erkek ilişkilerinde özgürlük, inançsızlık, reklam, Batılı söylemin sivriliklerini benimserler. Vazgeçemeyecekleri bir şey vardır: Batılı konfor. Bu özellikleriyle geleneksel büyük toplumun parçası olmaktan çok çağdaş dünyanın üyeleridir. Dünyadaki aydının kaderini paylaşmaktan onur duyarlar. Fakat ülkeleriyle paylaştıkları şeyler çok azalmıştır. Kuşkusuz bu kişisel bir gözlem. Görünüşte tek olumsuz özellikleri toplumun büyük bölümüne yabancılaşmış olmalarıdır. Bunlar köy enstitülerinden, Anadolu’nun geri kalmış yörelerinden gelmezler. Halkın dilini, mantığını, yaşamını, musikisini, şiirini özümsememişlerdir. Olasılıkla pek çok aydın gibi bu gereksinmeyi duymazlar.
Fakat daha da önemli olan Türkiye’de ilk cumhuriyet kuşağının hiçbir idealine sahip olmamalarıdır.
Ülke, ulus, bağımsızlık, dil, özgürlük, özgünlük, gelişme, fakirlik, gericilik, milliyetçilik, vatanperverlik gibi kavramları dışlamışlardır. Ne var ki bu kavramları içeren söylemi Cumhuriyeti benimseyen aydınlar arasındadır. Hayırcı aydının tek hasmı da bunlardır. Hedef şaştığı için bu tür aydınlar sadece kendileri için yaşarlar. Gerçi maddi yaşamları tavırlarındaki şiddetle orantılı olarak iyileşir. İktidarı beğenmeseler de ondan yana olarak algılanırlar.
Benimsemedikleri bir toplumda yaşamak rahatsızlık vericidir. Yok olmamak için küçük gruplar oluşturmak zorundadırlar. Belirli bir konforu sürdürmenin en kolay yolu çıkarcılık, yalancılık ya da devekuşuluktur. Karşı oldukları gruplar toplumdan şikâyetçi olsalar bile ülkelerinin geçmişini, dilini, hatta tutucu buldukları halkını benimserler. Böylece ayakları ülkenin toprağına basar.
4 Mart 2011 Cuma
Erkeklerin Meme Uçları
Vücudumuzda hiçbir işe yaramayan kalıntıların içinde en aptalcası erkeklerdeki meme başlarıdır. Bunların hiçbir işlevi yoktur fakat yok olmuyorlar. Dişi veya erkek, tüm embriyolar dişi vücut planına göre gelişir. Ancak 6. haftaya girildiğinde erkeklerin ‘Y’ kromozomları üzerindeki genler harekete geçer. Temel plana göre orada iki meme ucu bulunmalıdır. Böylece bunlardan genetik olarak kurtulamazsınız, çünkü bu müdahale dişilerdeki memelerin gelişimini olumsuz yönde etkiler.
Evrim Biyolojisi Profesörü Stephen Stearns
Evrim Biyolojisi Profesörü Stephen Stearns
Bilgisayar Oyunları Pazarının Durdurulamaz Yükselişi
1990'da on milyar dolar olan dünya oyun pazarı 2000'de 20 milyar, 2010'da ise 50 milyar dolara ulaşmış durumda. 2014'te bunun 84 milyar dolar olması bekleniyor. Aynı yıl dünya müzik piyasasının beklenen büyüklüğü 28 milyar dolar.
Fikirler - Tahir M. Ceylan
Bir şey yıkılırsa çocukların öğreneceği parçalar olur...
Pısırıkların güçlü tarafı; insanların gözünden kaçarak hayatta kalmalarıdır...
Biz beynimizle yalan söyleriz ve beyin yalanı başkasına söylemeyi beceremez hale gelirse kendine söylemeye başlar...
Önce tepki gösterir sonra düşünürüz ama önce düşünmüş sonra tepki göstermiş gibi yaparız...
Psikiyatrik bozukluk enerjinin korunumundan sapma halinde ortaya çıkar, tedavi ise organizmayı psikoenerjinin verimli kullanımına yeniden döndürmekle sağlanır, bunun yolu da kişiye enerji kaybettiği alanları göstermekten geçer.
Narsisistlerin tenleri ince olur, o yüzden tatlı ve incir yapıdadırlar ve yine o yüzden bencil olurlar...
Nesne özneyi bozandır...
İnsanlara bak köle gibi çalışıp kazandıklarını sefil gibi harcıyorlar, üstelik harcatanlar çalıştıranlar onları aynı zamanda. Köleleştirdiniz mi sefilleştirirsiniz de...
Her insanın işkence devresi bebekliğidir, orada ehlileşmiştir, o yüzden erişkinliğinde kimse asi değildir...
Melankolikler yitirilen nesneyi tamir etmek için onu içlerine almaz, onarımı dışarıdaki bir tezgahta yaparlar, bu tezgah bir kadın, bir erkek, bir ideoloji ya da edebiyat felsefe gibi bir alan olabilir, onarım bittiğinde nesne hırpalanıp tükenmiş olur, amaç da zaten budur...
Sakin ve devamlı, ilerleme böyle olmalı...
Pısırıkların güçlü tarafı; insanların gözünden kaçarak hayatta kalmalarıdır...
Biz beynimizle yalan söyleriz ve beyin yalanı başkasına söylemeyi beceremez hale gelirse kendine söylemeye başlar...
Önce tepki gösterir sonra düşünürüz ama önce düşünmüş sonra tepki göstermiş gibi yaparız...
Psikiyatrik bozukluk enerjinin korunumundan sapma halinde ortaya çıkar, tedavi ise organizmayı psikoenerjinin verimli kullanımına yeniden döndürmekle sağlanır, bunun yolu da kişiye enerji kaybettiği alanları göstermekten geçer.
Narsisistlerin tenleri ince olur, o yüzden tatlı ve incir yapıdadırlar ve yine o yüzden bencil olurlar...
Nesne özneyi bozandır...
İnsanlara bak köle gibi çalışıp kazandıklarını sefil gibi harcıyorlar, üstelik harcatanlar çalıştıranlar onları aynı zamanda. Köleleştirdiniz mi sefilleştirirsiniz de...
Her insanın işkence devresi bebekliğidir, orada ehlileşmiştir, o yüzden erişkinliğinde kimse asi değildir...
Melankolikler yitirilen nesneyi tamir etmek için onu içlerine almaz, onarımı dışarıdaki bir tezgahta yaparlar, bu tezgah bir kadın, bir erkek, bir ideoloji ya da edebiyat felsefe gibi bir alan olabilir, onarım bittiğinde nesne hırpalanıp tükenmiş olur, amaç da zaten budur...
Sakin ve devamlı, ilerleme böyle olmalı...
Sayısal Kişilik
Kendimizle karşılaşmamak için kendimizmiş gibi olanı, kendi simülasyonumuzu izliyor, takip ediyoruz. Sahte kendilikler arasında boşuna kendi izimizi arıyoruz. Bir izimiz, bir gölgemiz yok artık. “Gerçekleri izlediniz” diyen TV karşısında izlerini, gerçekliğini yitirmiş sayısal “ben” leriz. Kendi benliğimizi yaşadığımızı sanıyor, yeni teknolojilerin bize uygun gördüğü role, kimliğe bürünüyoruz. Bunun da gerçek kendimiz olduğu fikrine kapılıyoruz.
Oysa;
Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz.
Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz.
Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.
Ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz.
Jean Baudrillard
Oysa;
Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz.
Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz.
Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.
Ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz.
Jean Baudrillard
1 Mart 2011 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)