6 Ekim 2015 Salı

Yokluğa Yazılanlar - 1

Hem her insanın çok iyi bildiği hem de kendilerinden saklayabildikleri sır ne?

Bir çoban, sürüsünün başında, bir kayanın dibine çömelmiş, dudaklarında ıslık, aklı hülyalarda, oturuyormuş. Kaval sesini duyunca hemen kalkmış, çimenlikte toplaşan sürünün ortasına gidip durduğundaysa şunu düşünmüş:
“Demek daha önce kavalı ben çaldığım için başa geçiyordum.”

Ne ironik! Kalbe en geç ulaşan sestir, en gür, en öfkeli çıkan. En narin en letafetlisi ise akla bırakılan bir yumurta. Yumurtanın içinde de nice yumurtalar var. Sabır ve imanla dünyaya bir ejderha getirilebildiğini biliyoruz.
Dünyaya gerçekten gelmediğini, sadece bir gölge olduğunu bil de ona göre yaşa! Önce yumurta olma kararlılığını göster!

Peki. Doğumun sırrını söyleyecek var mı aranızda? Bu kaçıncı? Hadi git bir daha doğ. Ama bu sefer yüzünü yıka da öyle çık misafirlerin karşısına!
Bu soruyu sorduklarında düşünmeni istemiyorum artık, cevabın her zaman hazır olmalı.

İki kere doğmak şarttır. Biri anadan biri bedenden.*

Onlar seni seyrediyor sen onları. İyice baksan kendini görürsün. Senin içinde doğuyorlar, her an, her saniye… Kuluçkadan kalkıp hepsini suya götürme vakti gelmedi mi? Ama senin övündüğün iş doğmak. Bunun matah bir şey olduğunu sanıyor ve ölüme de bu yüzden canı gönülden koşuyorsun.
Hakikat şu ki, doğmayı layıkıyla biliyor olsan ölmezsin.

Bir yılan eğiticisi, eğittiği yılanın her geçen gün kendisine benzediğini farketmiş. İyice izlemiş bir süre. Bakmış ki yüzü, mimikleri oturuyor, ağzını açar açmaz arkasından çıkarttığı bıçağını savurup kesmiş kafasını.
“Kimbilir,” demiş, “benim hakkımda bilmediğim ne acı hakikatler söyleyecekti!”
Senin içinde de bir yılan var ve o da kendisini sen zannediyor.

Kahvenin birinde seksen yaşlarında bir ihtiyar lafa başlamış. “Hehey gidi günler hey, ben burada küçük bir çocukken şu vardı, bu vardı, şöyleydi böyleydi…”
“Hiçbir şey bildiğin yok,” demiş orada, masaların arasında oyuncağıyla oynayan altı yaşlarında bir çocuk. “O dediklerin yaşanırken ben de oradaydım, o olay şöyle cereyan etmişti…”
Duygulanmış ihtiyar pür dikkat onu dinlerken, “Hatırlıyorum seni,” demiş sonra parmağını uzatarak, “ben senin yaşlarında falandım, sen de benim yaşlarımdaydın, o gün aynen bu hikâyeyi anlatıyordun orada…”

Hatırlamak yaşamaktır, düşünmek yaşanacak olanı kurmaktır. Bir tohumdur hatırlamak. Ağacın bilgisini içinde taşır. 

Düşünmeden önce mi yaşadın sonra mı? İşte ilk önce bilinecek şey budur. Hem geleceği hem de geçmişi aynı anda görmek istiyorsan önce ikisinin aynı anda yaratıldığını bilmelisin.

Delinin biri heykelin karşısına oturmuş. Saatler müthiş bir sükûnetle geçmiş. Şöyle demiş sonunda: “İşte hayatın karşısında ben de böyle sabırlı olmalıydım.”

Dünya denen şu zindandaki tüm sohbetler, lakırdılar, bilmişlikleri toplasan tek bir kelimedir: İmdat çığlığı. Bazısı bunu bilir de ağlamaktan başka bir şey yapmaz. Bazı bilgelerse gülmeyi seçerler. Çünkü çirkinliğin çocuksu kibiri onlara komik gelir.

Deli ikinci gün yine geçmiş heykelin karşısına ve bu sefer başlamış alay etmeye. Ama ne alay! Her türlü şekilde iki saat boyunca aşağılamış onu. Sonunda birden durmuş ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya girişmiş. Yanına koşturan hastabakıcı neler olduğunu sorunca da şöyle cevap vermiş:
“Benimle çok kötü alay etti. Sonuçta ben de insanım, bir yere kadar dayanabildim.”

Cümle bir kuyu, içine taş atsan sesi seksen doksan yıl sonra gelir. Taşı attığını falan unutmuş olursun da o ses gaipten geldi sanırsın.
“O,” diye yankılanır beyninde.
“Hayır, ‘Ben’,” diyemezsin.
Cevap sen tam da gidecekken gelmiş ve geride kalanın ne olacağını bilmenin huzuru kaplamıştır içini…

Tam ölmeden önce yatağının çevresini sarmış ailesine öğüt vermek için bir hikâye anlatmaya girişmiş bir adam. Birisini örnek vererek laflarına devam edecekken o kişinin ismini unutunca duralamış. Ardından hem düşünmeye hem de oğullarına kızlarına sormaya başlamış. “Kimdi o yahu, tam da dilimin ucunda, söylesenize!”
Böyle kendini paralarken ve diğerleri de hep beraber cevabın ne olduğunu bulmaya çalışırken birden kafası yatağa düşüp, cansız kalakalmış adam.
Yanına koşturmuşlar. “İsimlerin ne önemi vardı baba!” diye bağırmış bir oğlu, “Hikâyeyi anlatsaydın ya!”
Bu sırada, babasının son nefesini vermediğinin farkında olan büyük oğul yatağın yanına varıp adamın ağzına yapışmış. Açar açmaz da irkilerek geri çekilmiş ve “Söyleyemediği onca şey işte bu nefeste gizliydi,” demiş. “Ama öyle kokuyordu ki konsantre olamadım.”

Kullanmaya kalkanın kullanıldığını sana söylememişler miydi? 

Her şey sana ders vermek için çırpınırken sen onları emrine verilmiş, kullanacağın nesneler olarak görüyorsun.
“Dinle,” sözünün anlamı üzerine düşün geceleri de çığlıkları duy. Her şey mütemadiyen aynı mutlak egoyu zikrediyor.
Patron rolüne soyunmakta ısrarlıysan fabrikaların nasıl yönetileceğini öğren bari. İşçilerinin, müdürlerinin arasında dolaş, neler konuştuklarını dinle, mutlu olup olmadıklarını, nelerden şikâyetçi olduklarını anla. Fabrikanın ruhunu bilmeyen işini nasıl büyütür?
Gerçek bir patron olunca aslında işçi olduğunu kavrayacaksın, o zaman da aslında kimin için çalıştığını...
Bu evrendeki her şeye tek tek dönüşmeden insan olabileceğini mi zannettin?
Dinle!

Şehrin birinde her şeye hâkim olduğunu, aklıyla her işi çözebileceğine inanan bir yargıç yaşıyormuş. Ailesini mum gibi tutar, günlük işlerini saniyesi saniyesine planlar, her şey de onun düzeninde tıkır tıkır işlermiş. Görmediği şey, çevresinde, onun için didinen güçlermiş. Bu kandırmaca içinde yaşaması, böbürlenmesi için koşuştururlarken bir yandan da kıkır kıkır gülmekteymişler. Amaçları ona, tam da dorukta olduğunu zannettiği gün müthiş bir ders vermek, yaşamını allak bullak etmekmiş.
Civarda yaşayan bir Kutup olan biteni görür, zavallıya acır da, yıllardır ağzını açıp bir tek laf etmezmiş. O gün artık daha fazla dayanamamış. Yanından geçerken “Nasılsın Yargıç efendi,” demiş. 
“İyiyim, sağol,” diye hafif ters bir şekilde cevap vermiş Yargıç. Ne kadar meşgul olduğunu gösterir şekildeymiş ses tonu.
“Gerçekten iyi misin Yargıç Efendi?” demiş Kutup.
Bu sefer durmuş Yargıç. “Tabii ki iyiyim, sen ne demek istiyorsun?”
“İyi öyleyse, ben de bunu merak etmiştim,” diyerek dönüp ilerlemiş Derviş.
Bir süre onun arkasından kuşkuyla bakmış yargıç, sonra kafasını sallayarak yoluna devam edecekken birden düşüp ölmüş.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu hikâye ne anlatıyor? Çalışanın, didinenin her zaman koruyup kollanacağını, lütuf göreceğini olmasın! Bazen kibir de affedilir, ölümle mükâfatlandırılır. Yeter ki amellerinde içten ol.

Hz Mevlana, zenginin birine sormamış mıydı, “Günahını mı çok seviyorsun, malını mı?” diye? Ne cevap vermişti zengin. “Tabii ki malımı…” Dememiş miydi Hz Mevlana ona: “Ama günahın seninle gelecek, malın mülkün burada kalacak.”

Öyle bir kale inşa etmişsin ki anlatılmaz. Peki, onu yıkmak için düşmanlar yaratmaya uğraşman niye şimdi? Kendi sarayında tutsak olduğunu mu anladın? Gizli gizli, koca bir ordu gelse de beni çırılçıplak bıraksa, diye geçiriyorsun gönlünden, bütün gün gözlerin ufukları tarıyor ama baktığın yer yanlış. Düşman içeride, dostlarsa uzak diyarlarda… Kaleye gözleri gibi bakıyor, her yanını siliyor, çatlaklarını kapatıyorlar. Sanki her gün santim santim yükseliyor duvarlar.
Seni kurbanlık bir koyun gibi hazırlıyorlar kesime…

Kalenin burcunda düşmanı gözlemek için bekleyen muhafızın hikâyesini biliyor musunuz? Ortalık zifiri karanlıkmış, etrafta çıt çıkmıyormuş. Ağzında biraz balgam birikince muhafız aşağıya tükürmüş ve anında homurtular yükselmiş oradan:
“O da ne!” “Bu ne edepsizlik…” “Hangi kendini bilmez…”
Aşağısı düşman kaynıyormuş, iğne atsan yere düşmeyecek. Usul usul geri çekilmiş muhafız.
“En iyisi gidip güzel bir uyku çekmek,” diye mırıldanmış koğuşlara doğru ilerlerken.

Bugüne kadar hep egonu dinledin. Bir gün de, yokluk âlemini dinle. Belki orada kulakların söyler ağzın dinler, ne dersin?
Yokluk neyle konuşur? Senin hal’inle. Olup olabileceğin her şey, duyguların, bilişin, sezişin, sebeplerin, varoluşun birleşip bir sese dönüşür. İşte oraya sığar dünyanın her saniye yaratılışı.

Çok konuşan bir adam varmış. Aynı hikâyeleri bıkmadan, usanmadan anlatır durur, insanlar o masalarına gelmesin diye gözünün içine bakarlarmış.
Bir gün kasabaya yeni bir adam gelmiş. Her yerde arayıp onu bulduktan sonra yanına giderek şöyle demiş: “Senin methini çok duydum, söylediğin her şeyi merak ediyorum. Zamanım var, param da, istediğin kadar iç, ye ama bana hikâyelerini anlat.”
“Hepsini mi?” diye sormuş o.
“Evet,” demiş adam.
“Bilmem ki,” demiş o kafasını kaşıyıp yüzünü buruşturarak. “Sıkılmaz mısın?”

İki günü bir olan bizden değildir. * Bir cümleyi iki kez işitip ikisinde de aynı manayı algılayanlar bizden hiç değildir.

Ağlayarak annesinin yanına koşup, “Dünya beni kandırıyor anne! Hissediyorum, bir sürü güzellikle beni tuzağa düşürmeye çalışıyor,” diye bağıran bir çocuk gördünüz mü siz? Çocuklar büyüklerin işini gücünü anlayacak kapasitede değildir. Eğlence isterler, oyun isterler. Çelmeyle, düşer biraz ağlar, sonra gülerek koştururlar. Diğer çelmelerde de aynı şey tekrarlanır.
Peki, çelme takmak da nereden aklına geldi şimdi? Yaratıcıyı taklit etmeye utanıyor musun?
Çocukluk 12 yaşlarında, delikanlılık da 20 yaşlarında biter derler. Yalan! Çocukluk ölümle biter.
Şu ciddi ciddi, kelli felli adamların oyunlarına da bakın. Almışlar ellerine tahta kılıçları, at başlarını, daldan tüfekleri birbirlerini öldürüyor, ona buna plastik yemekler satıyorlar. Doyumsuzluk içinde bağırıyorlar durmadan. “İstiyorum, istiyorum, istiyorum…” Çelmeye takılıp düşüyor, ağlıyor ve tekrar gülerek kalkıyorlar ayağa. “İstiyorum.”
Peki, “İstiyorum,” demek nereden akıllarına geldi. Utanmıyorlar mı şeytanı taklit etmeye…

20 yıldır evli bir adam, evliliğinden sıkılmış, gözü hep dışarıdaymış. Sonunda kararını vermiş, ayrılmış karısından. Dört beş ay sonra övünerek koluna taktığı bir kadınla arkadaşlarının karşısına dikilmiş. Gözlerine inanamamışlar. Eski karısının neredeyse aynısı. Aynı yaşlarda, aynı boylarda, gözleri bile aynı renk. Ya konuşması, gülüşü!
“Bu ne perhiz ne lahana turşusu arkadaş,” demiş biri dayanamayıp.
“Ama,” diye diklenmiş hemen adam. “Bu o değil ki, ne alakası var!”

Küçük bir çocuğa, “Şu iki koyunu görüyorsun ya, onlar sence birbirinin aynı mı?” diye sordum. Baktı çocuk. Aynı renk, kılları aynı şekilde kırpılmış, aynı boyda, çimlerin üzerinde otluyorlardı. Kafasını salladı, hı hı, diyerek. Hâlbuki onların biri doldurmaydı.
Çocuk da diğer çocuklardan farklıydı ama benim için bir farkı yoktu. Hepsi de aynı cevabı verecekti bu soruya.
Birisi kalktı dedi ki: “Onlar aynı şekil konuşsun diye sen doldurdun bir koyunu!”
“Evet,” dedim gururla, “Bu da hem yaratmaya hem de gerçeği surata vurmaya delalet eder.”

Kim ki seninle laf yarıştırıyor, o aslında senden konuşuyor. Kendinle didişip durman ne komik! Sussan, hiçbir şey söylemesen o da keser sesini. Gözünü kapasan başlar yine dırdıra.

Yıllarca kör olduğunu bilmeden yaşayan, gözü açıldığı anda ise bir duvara toslayan kişiye ne demeli? Duvar hep oradaydı ama sen içinden geçip gidiyordun, dediler ona. Napayım, bari tekrar kapayayım gözlerimi, dedi o.

Kim ki gözlerini aç artık, diyorsa ona bir tokat at ki, göreceğin şeyin o olduğundan emin olasın.
Ne demişti Peygamber Efendimiz: “Beni görene ne mutlu. O ne mutlu kişidir ki beni göreni görmüştür.”
Gerçekse, somut bir şekilde orada seninleyse, gözlerini gönül ferahlığıyla kapayabilirsin. O seni gitmen gereken yere götürecektir.

Bir ihtiyar, evinin önüne sandalye atmayı, geleni geçeni izlemeyi pek seviyormuş. Karşısındaki oteldeymiş bir vakittir gözü: Giren hep bir sürü müşteri, çıkansa birkaç kişi oluyormuş. Otelin arkasına yanına falan bakıp başka bir kapı göremeyince dayanamamış, gidip sormuş otelin sahibine. 
“Onlar bizi biz de onları pek sevdik,” demiş adam. “Artık müşteri değiller, yanımızda yaşıyorlar.” 

Öyledir, gireni çıkanı izlemeye alıştırılmışlardır, kendi gönülleriyle hal’de kalanları görme yetileri yoktur.
Veliler de gönüllerindeki aynada görünmedikçe kimseye bakışlarını çevirmezler. Gir içeri de, o koca oteli gör, nasıl da tüm dünya orada ikâmet ediyor da her sabah evlerinde, yataklarında uyandıklarını zannediyorlar.

Bir yerde yalnız yaşayan çok yaşlı bir adam varmış, tam karşısındaki apartmanda da yine yakın yaşlarda bir kadın. O civara yeni taşınan bir iki aile durumu görünce kafalarında uyanması gereken fikir uyanmış, bir süre sonra ikisine de çıtlatmışlar, “İkiniz de yaşlısınız, bir araya gelsenize, birbirinize destek olursunuz.”
“Haklısınız, ne diyelim,” demiş ikisi de ve herkesi sevindirip nikâh kıymışlar.
İki gün sonra, aynı mahallede yaşayan bir adam apartmanda o ailelere sormuş: “Nasıl yaptınız bu işi?”
“Neyi,” demişler.
“Onlar boşanmıştı, kırk yıldır konuşmuyorlar, her gün kavga ediyor, birbirlerini ikide bir mahkemeye veriyorlardı.”
“Hadi ya!”
“Ya bunadılar,” diye devam etmiş adam… “Ya da…” İşte tam burada kafasını sallayıp gülerek kesmiş lafı. Ne diyeceğini siz bulun.

Tanrının meclisinde kurt ile kuzu yan yana oturur da kendilerinin "Bir" olduğunu sanırlar.

O mecliste aklın başındaysa, insana benzer kimseyi görmezsin, birbirinden nefret eden hayvanların ve hırıltıların arasında kalır da çıldıracak gibi olursun.
Sen kaçma! Varsın aklın kaçsın oradan.

 Üstadı bulmadan kim üstad olmuş. Tanrıyı bulmadan kim tanrı olmuş.

Okyanusa ulaşan damla okyanus olur
Ama dağın zirvesindeki bir kaya dağ değildir, sadece kayadır.

Sperm insandır
Gözyaşı insanlıktır.
Kan bedeldir
Ama cümlenin içindeki bir kelime, anlam değil, sadece kelimedir...

Kendine bir dağ bulmalısın. İçinde, uzanıp dinlenecek koskoca bir göğsü olmalı. Uykuda gergin sayıklamaların yankılarla çok uzaklardan geri döndüğünde sana bir an önce uyanman gerektiğini fısıldamalı. Gözlerini açtığında dağla birleştiğini, başına bulutların sürtündüğünü farketmelisin. Yüklendiğini mutlak olanı ve onunla gördüğünü dünyanın batışını… Senin güzelliğin ve saflığın olmasa hiçbir zaman hiçbir şeyin yükselemeyeceğini… Dağların sırrı budur işte. Yükselmişlerdir ve nasıl yükseldiklerini bilirler, böylece alçalmazlar…



 * Sultan Veled

Hiç yorum yok: