1930 Salvador Dali, Paul Eluard, Max Ernst, Man Ray, Luis Bunuel, Joan Miro, Marcel Duchamp…
Jean Claude Carriére: Yaratıcı akımlar birbirini tanıyan ve aynı anda aynı arzuları paylaşan küçük gruplardan çıkmıştır daima. Arkadaştırlar neredeyse. Tanışabildiğim bütün sürrealistlar Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden kısa süre sonra, bir şeyin onları Paris’e doğru çektiği hissine kapıldıklarını söylemişlerdi bana. Man Ray Amerika Birleşik Devleri’nden, Max Ernest Almanya’dan, Bunuel ve Dali İspanya’dan, Bejamin Péret Toulouse’dan geliyordu; Paris’te benzerleriyle birlikte yeni diller ve imgeler yaratacaklarıyla buluşmak üzere çıkmışlardı yola. Aynı olgu “Beat Generation”, “Yeni Dalga”, Roma’da biraraya gelen İtalyan sinamacılar vs. için de geçerli. Hatta, hiçliğin ortasında ortaya çıkıveren XII. ve XIII. Yüzyıl Acem şairleri için. Hayranlık verici o şairleri saymek isterim: Attâr, Mevlâna, Celâleddin Rumî, Sadi, Hafız, Ömer Hayyam… Hepsi birbirini tanıyordu ve hepsi, demin işaret ettiğiniz şeyi, yani kendinden öncekinin belirleyici etkisini onaylamıştı. Sonra birden şartlar değişti, ilham kurudu, gruplar bazen birbirine düştü, çoğu zaman dağıldı ve serüven kısa sürdü. İran örneğinde, korkunç Moğol istilalarını da rolü olmuştur.
Umberto Eco: Allan Chapman’ın güzel bir kitabını hatırlıyorum, XVII. yüzyılda Oxford’da, Royal Society çevresinde, birbirlerini etkileyen çok parlak bir dizi âlimin varlığının, fen bilimlerinde nasıl olağanüstü bir atılım yarattığını anlatır. Otuz yıl sonra, bitti gitti. Aynı tecrübe XX. yüzyılın başında Cambridge’de matematik alanında da yaşandı.
Jean Claude Carriére: Bu anlamda, herekesten ve her şeyden uzakta bir dâhi tasavvur edilemez. La Pléiade şairleri; Ronsard, du Bellay, Marot dostturlar. Fransız klasikleri için de aynı şey geçerli. Moliére, Racine, Corneille, Boileau, hepsi biribini tanıyordu, o kadar ki Moliére’in piyeslerini – çok saçma da olsa – Corneille’in yazmış olduğu bile söylenebildi. Büyük Rus romancıları mektuplaşırdı, hatta Fransa’daki meslektaşlarıyla bile: Turgenyev ve Flaubert mesela. Şayet bir yazar eleme mağduru olmak istemiyorsa, ona ittifak kurması, bir gruba katılması, tek başına kalmaması tavsiye edilir.
Umberto Eco: Shakespeare’in esrarı, sıradan bir oyuncunun o dâhiyeane eseri nasıl yaratabildiğinin anlaışlamamasından gelir. Shakespeare’in oyunlarının Francis Bacon tarafından yazılmış olabileceğini uydurmaya kadar varır iş. Ama öyle değil. Shakespeare tek başına değildi. Gayet eğitimli bir toplumda, öbür Elizabeth Çağı şairlerinin arasında yaşıyordu.
Jean Claude Carriére: Şimdi, cevabını bilmediğim bir soru geliyor. Neden bir dönemde, bir sanat dili, diğer tüm sanat dillerini saf dışı bırakıp öne çıkıyor? Rönesans’ta İtalya’da resim ve mimari; XVI. yüzyılda İngiltere’de şiir; XVII. Yüzyılda Fransa’da tiyatro; ardından felsefe; bir sonraki yüzyılda Rusya’da ve Fransa’da roman vs. Mesela hep merak etmişimdir, sinema diye bir şey olmasaydı Bunuel hayatta ne yapabilirdi diye. François Truffaut’nun kesin yargılarını da hatırlıyorum: “İngiliz sineması yoktur, Fransız tiyatrosu yoktur.” Sanki tiyatro İngilizmiş, sinema da Fransızmış gibi. Fazlasıyla sert, esnek olmayan bir ifade bu besbelli.
(Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın - U. Eco - J. C. Carriére - Can)
Dali, Moreno Villa, Luis Buñuel, Gabriel García Lorca and Rubio Sacristán.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder