30 Kasım 2011 Çarşamba
Yes - Awaken
Sonbaharın ilk günü, alacakaranlıkta ufka bakarken dinlenmeli. Yaratılmış dünyaların anahtarı. Geri dönmeyi umursamayanlar için
Liberalizmin İkiyüzlülüğü
(Ergin Yıldızoğlu'nun yazısından alıntılanmıştır.)
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.
Halbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, Financial Times yazarlarının bile övgüyle bahsettiği “Liberalizm: Bir Karşıt Tarih” başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyuyor(1): İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.
“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor.
Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.
İşçiler, çocuklar ve köleler
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Caroline eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-E.Y) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.
Genelde bireysel özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, insan hakları, kuşkuculuğun ve aklın önemi gibi kazanımların liberalizm sayesinde elde edildiğine inanılır.
Halbuki felsefe profesörü Dominico Losurdo’nun 2005’te İtalya’da, 2011’de de İngiltere’de yayımlanan, Financial Times yazarlarının bile övgüyle bahsettiği “Liberalizm: Bir Karşıt Tarih” başlıklı çalışması karşımıza başka bir tarihsel panaroma koyuyor(1): İnsanlığın tüm bu kazanımları, ilk kez liberal gelenek tarafından, mutlak monarşiye, kiliseye karşı gündeme getirilmiş olsalar bile ancak liberalizmin dışladıkları, köleler, yoksullar, işçiler daha da ilginci, liberalizmin baş düşman ilan ettiği Jakobenlerin, onların mirasını devralan Marx’ın, Engels’in izinden gidenler tarafından liberalizme karşı mücadele içinde geliştirilebildiğini görüyoruz.
“Eski rejime” karşı liberal görüşlerle mücadele eden kapitalist sınıfın, kendi ekonomik kazancını arttırmak için sömürgecilikten, soykırımdan çekinmemiş, çıkarlarıyla çelişen her konuda, otoriter, baskıcı görüşleri benimsemekten, şiddet uygulamaktan kaçınmamış olması büyük bir paradoks oluşturuyor.
Ekonomik liberalizm daha başından siyasi liberalizmden (özgürlüklerden) kopmuş. Kapitalist sınıf kendisi gibi olmayanları dışlamış, liberalizmin ilkelerini onlara uygulamamış. Siyasi özgürlükleri geliştirmek için dışlayıcı, “ötekileştirici” anlayışlara, ideolojilere karşı mücadeleyi de liberalizmin dışladıkları üstlenmiş. Siyasal özgürlükleri geliştirmek için mücadele edenler de kısa sürede, liberalizmin tanımladığı “ekonomik özgürlükler” kavramıyla hesaplaşmak zorunda olduklarını görmüşler.
İşçiler, çocuklar ve köleler
Bu “ikiyüzlülük”, kapitalist sınıf “devrimci barutunu” yitirdikten sonra gelişmiş bir hastalık değil. Losurdo, liberal düşüncenin tarihine bakınca, bu ikiyüzlülüğün “devrimci” döneme de damgasını vurduğunu gösteriyor. Örneğin Losurdo, okuyucusuna liberal düşüncenin kurucusu sayılabilecek John Locke’un aynı zamanda, köleciliğin ateşli bir savunucusu olduğunu anımsatıyor. Locke, “bir insanın bir başkasının tutarsız, belirsiz, bilinemez ve gelişigüzel iradesine tabi olamayacağını” ileri sürerken aynı zamanda, “Caroline eyaletinin her özgür bireyi, siyah köleleri üzerinde mutlak otoriteye sahip olacaktır” diyebiliyor. Amerika’nın 1775 bağımsızlık deklarasyonu, “bütün insanların (aslında erkekleri kastediyor-E.Y) eşit yaratıldığını, yaratıcının bu insanlara verdiği hakların ellerinden alınamayacağını” savunurken aynı anda köleleri insan saymayarak bu haklardan dışlıyor; bu tutumunu da “Yaratıcı”nın (Tanrı’nın) iradesine dayandırıyordu. Losurdo, çalışmasında liberallerin iktidarında köleciliğin hızla geliştiğini, Amerika’daki köle sayısının, 1700’de 330 binden 1800’de üç milyona, 1850’de de altı milyona çıktığını gösteriyor.
Köylü Kurnazlarına Asla Anlayamayacakları Bir Öğüt
Yalan zeka işidir
dürüstlük ise cesaret.
Eğer zekan yetmiyorsa
yalan söylemeye
cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.
Victor Hugo
dürüstlük ise cesaret.
Eğer zekan yetmiyorsa
yalan söylemeye
cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.
Victor Hugo
Ferhan Şensoy Sormuş - Neden Neden Neden
Yüzmek zayıflatıyorsa balinalar neyi yanlış yapıyorlar?
Mısır yağı mısırdan, ayçiçeği yağı ayçiçeğinden elde ediliyorsa;
bebek yağı
nereden elde edilmektedir?
Süper yapıştırıcı her şeyi yapıştırdığı halde niçin içinde bulunduğu
tüpün
iç cidarlarını yapıştırmamaktadır?
Niçin yanlış çevrilen telefon numarası hiçbir zaman meşgul çalmaz?
Niçin falcıya gitmeden evvel randevu almak gereklidir?
Eğer bugün hava sıcaklığı 0 derece ise ve yarın iki kat daha soğuk
olacaksa,
yarın hava kaç derece olacaktır?
Niçin "tek heceli" kelimesi diyebilmek için dört hece
kullanmaktayız?
Neden insanlar gökyüzünde 400 Milyon yıldız var denildiğinde
inandıkları
halde, yeni boyalı yazan yüzeyi elleriyle yoklarlar?
Niçin limonlu gazozların içerisinde bir sürü suni tatlandırıcı
varken
bulaşık deterjanında gerçek limon suyu kullanılmaktadır?
Evli insanlar gerçekten daha mı uzun yaşamaktadırlar yoksa öyle mi
hissetmektedirler?
Işık 300.000 km/sn hızla yayıldığına göre karanlık hangi hızla
çökmektedir?
Işık hızında giden bir arabada oturduğumuzu varsayarsak, farları
yakınca ne
olur?
Bir şizofren intihar etmekle tehdit ediyorsa, rehin alma suçundan
yargılanabilir mi? Ahmet Necdet Sezer bu işe ne der?
Niçin fare kokulu kedi maması yok?
Kadınlar niçin tuvalete yalnız gidemezler?
Teflona hiçbir şey yapışmadığı halde teflon tavaya nasıl
yapışmıştır?
24 saat açık benzin istasyonlarının kapılarında neden kilit vardır?
Kar küreyicisinin şoförü sabah işine neyle gelmektedir?
Birçok tüketim maddesinde "Buradan açınız" yazmaktadır, eğer "Başka
bir
yerden açınız" yazsaydı ne yapmamız gerekirdi?
Eğer uçağın kara kutusu kaza anında parçalanmıyorsa neden bütün uçak
bu
kutunun üretildiği maddeden yapılmamaktadır?
İnsan midesindeki asitlerin yediğimiz her türlü eti ve daha doğrusu
her şeyi
parçalayabildiğine göre niçin midemizi de parçalamaz?
Neden turuncu renge ''kavuniçi'' derler de ''portakal dışı''
demezler?
Aslında bana sorarsanız kabak içleri daha turuncu ama millet
kavunlara
takmış işte..
Neden bozulan otobüsün yolcuları bizim otobüsümüze aktarıldığında
onlara
mülteciymişler gibi bakarız?
Neden her gördüğümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalışırız?
Millet
olarak Dünya'da kaybolma kompleksimiz mi vardır?
Neden insanlar birbirlerine sarılınca sağa sola sallanırlar?
Neden öğrenciler ilköğretimin besinci sınıfına kadar öğretmene
"öğretmenim"
diye seslenirken altıncı sınıfta bir anda "hocam" diye seslenmeye
başlarlar?
Neden sınavlarda "4 yanlış bir doğruyu götürür" seklinde bir
uygulama ile
öğrenciler cezalandırılırlar da "4 doğru bil, bir doğru da bizden"
seklinde
bir kampanya başlatılıp zekâya ve riske girme cesaretine ödül
verilmez?
Neden mavi bir sebze veya meyve yoktur?
Neden sokakta çiftleşen köpekleri ayırmak için üzerlerine su
dökülür? Doğada
yapışıp bir daha ayrılamamış köpek çiftleri var mıdır?
Neden insanlar kapalı bir alandan yağmur yağan alana çıkınca
kafalarını
eğerler? Yağmura duyulan saygıdan mıdır yoksa ondan tırstığımız için
midir?
Neden dükkânını kapatıp giden esnaf, kapıya "10 dakika sonra
dönücem" yazar,
ne zaman gittiğini nasıl anlarız?
Televizyona çıkan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki bütün
insanların
izlediğini sanırlar? Örn: Su anda 70 milyon kişi bizi izliyor...
Neden gözlerinden öperim denir? İnsan vücudunda öpülecek daha
uygunsuz bir
yer var mıdır? Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?
Düğünlerde neden "Dom Dom Kursunu" ile göbek atılmaktadır. "Bir avcı
vurdu
beni, bin avcı beni yedi" gibi sözler esliğinde kendinden geçen
başka
milletler var mıdır?
Neden tüm Türk filmlerinde sevişme sahnesi tam başlayacakken
duvardaki
tabloya zum girilir? Kameraman hatası mıdır, yönetmen i.neligi mi?
Neden bazı kızlarımız şirin bir hayvancağız gördüklerinde
"inanmıyorum!"
derler, inanılmayacak olan nedir?
Cumartesi ve Pazartesi'nin neden kendi isimleri yoktur?
Mısır yağı mısırdan, ayçiçeği yağı ayçiçeğinden elde ediliyorsa;
bebek yağı
nereden elde edilmektedir?
Süper yapıştırıcı her şeyi yapıştırdığı halde niçin içinde bulunduğu
tüpün
iç cidarlarını yapıştırmamaktadır?
Niçin yanlış çevrilen telefon numarası hiçbir zaman meşgul çalmaz?
Niçin falcıya gitmeden evvel randevu almak gereklidir?
Eğer bugün hava sıcaklığı 0 derece ise ve yarın iki kat daha soğuk
olacaksa,
yarın hava kaç derece olacaktır?
Niçin "tek heceli" kelimesi diyebilmek için dört hece
kullanmaktayız?
Neden insanlar gökyüzünde 400 Milyon yıldız var denildiğinde
inandıkları
halde, yeni boyalı yazan yüzeyi elleriyle yoklarlar?
Niçin limonlu gazozların içerisinde bir sürü suni tatlandırıcı
varken
bulaşık deterjanında gerçek limon suyu kullanılmaktadır?
Evli insanlar gerçekten daha mı uzun yaşamaktadırlar yoksa öyle mi
hissetmektedirler?
Işık 300.000 km/sn hızla yayıldığına göre karanlık hangi hızla
çökmektedir?
Işık hızında giden bir arabada oturduğumuzu varsayarsak, farları
yakınca ne
olur?
Bir şizofren intihar etmekle tehdit ediyorsa, rehin alma suçundan
yargılanabilir mi? Ahmet Necdet Sezer bu işe ne der?
Niçin fare kokulu kedi maması yok?
Kadınlar niçin tuvalete yalnız gidemezler?
Teflona hiçbir şey yapışmadığı halde teflon tavaya nasıl
yapışmıştır?
24 saat açık benzin istasyonlarının kapılarında neden kilit vardır?
Kar küreyicisinin şoförü sabah işine neyle gelmektedir?
Birçok tüketim maddesinde "Buradan açınız" yazmaktadır, eğer "Başka
bir
yerden açınız" yazsaydı ne yapmamız gerekirdi?
Eğer uçağın kara kutusu kaza anında parçalanmıyorsa neden bütün uçak
bu
kutunun üretildiği maddeden yapılmamaktadır?
İnsan midesindeki asitlerin yediğimiz her türlü eti ve daha doğrusu
her şeyi
parçalayabildiğine göre niçin midemizi de parçalamaz?
Neden turuncu renge ''kavuniçi'' derler de ''portakal dışı''
demezler?
Aslında bana sorarsanız kabak içleri daha turuncu ama millet
kavunlara
takmış işte..
Neden bozulan otobüsün yolcuları bizim otobüsümüze aktarıldığında
onlara
mülteciymişler gibi bakarız?
Neden her gördüğümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalışırız?
Millet
olarak Dünya'da kaybolma kompleksimiz mi vardır?
Neden insanlar birbirlerine sarılınca sağa sola sallanırlar?
Neden öğrenciler ilköğretimin besinci sınıfına kadar öğretmene
"öğretmenim"
diye seslenirken altıncı sınıfta bir anda "hocam" diye seslenmeye
başlarlar?
Neden sınavlarda "4 yanlış bir doğruyu götürür" seklinde bir
uygulama ile
öğrenciler cezalandırılırlar da "4 doğru bil, bir doğru da bizden"
seklinde
bir kampanya başlatılıp zekâya ve riske girme cesaretine ödül
verilmez?
Neden mavi bir sebze veya meyve yoktur?
Neden sokakta çiftleşen köpekleri ayırmak için üzerlerine su
dökülür? Doğada
yapışıp bir daha ayrılamamış köpek çiftleri var mıdır?
Neden insanlar kapalı bir alandan yağmur yağan alana çıkınca
kafalarını
eğerler? Yağmura duyulan saygıdan mıdır yoksa ondan tırstığımız için
midir?
Neden dükkânını kapatıp giden esnaf, kapıya "10 dakika sonra
dönücem" yazar,
ne zaman gittiğini nasıl anlarız?
Televizyona çıkan insanlar neden kendilerini Türkiye'deki bütün
insanların
izlediğini sanırlar? Örn: Su anda 70 milyon kişi bizi izliyor...
Neden gözlerinden öperim denir? İnsan vücudunda öpülecek daha
uygunsuz bir
yer var mıdır? Kimse kimseyi gözünden öpmüş müdür?
Düğünlerde neden "Dom Dom Kursunu" ile göbek atılmaktadır. "Bir avcı
vurdu
beni, bin avcı beni yedi" gibi sözler esliğinde kendinden geçen
başka
milletler var mıdır?
Neden tüm Türk filmlerinde sevişme sahnesi tam başlayacakken
duvardaki
tabloya zum girilir? Kameraman hatası mıdır, yönetmen i.neligi mi?
Neden bazı kızlarımız şirin bir hayvancağız gördüklerinde
"inanmıyorum!"
derler, inanılmayacak olan nedir?
Cumartesi ve Pazartesi'nin neden kendi isimleri yoktur?
29 Kasım 2011 Salı
28 Kasım 2011 Pazartesi
Yüzde Doksan Dokuz Süper Sınıfa Karşı - Ergin Yıldızoğlu
Uzun yıllardır, neo-liberal restorasyon altında adeta tartışılması tabu haline gelen, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimleri, bunların ekonomik zenginliğin ve siyasi gücün dağılımıyla bağlantısı, mali krizle birlikte yeniden gündeme gelmeye başladı, özellikle bu yıl toplumsal muhalefette görülen kabarmayla birlikte... “Biz yüzde 99’u oluşturuyoruz” sloganı tam da bu durumun çok güzel bir ifadesi değil mi?
Sermayenin yeni sınıf yapılanmaları
Kapitalizmin halen devam etmekte olan yapısal krizinin, sermayenin merkezden çevreye doğru kriz eğilimlerini dışlaştırmaya başladığı 1970’ler, aynı zamanda çokuluslu (ulus ötesi) şirketler konusunun da büyük ilgi çekmeye başladığı yıllardı. Ancak, bu alanda emperyalizm kavramıyla da bağlantılı olarak başlayan canlı tartışmalar, 1980’li yıllarda ve özellikle 1989’dan sonra, “Tek yol kapitalizm” dogmasını yerleştiren neo-liberal restorasyon döneminde (1980-1999) giderek arka plana itildi ve çalışmalar çok az sayıda “inatçı” araştırmacının çabalarıyla sınırlı kaldı.
Halbuki sermaye uluslararasılaşması hızlanır, yeni biçimler üretmeye başlarken, kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi eski biçimler, örneğin “finans-kapital” (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesinin ifadesi), bu kez uluslararasılaşmış bankalar ve sanayi tekellerinin birleşmesiyle uluslararası finans-kapital olarak geri geliyordu. (örneğin, V. Andreff, Capital and Class No. 22, 1984).
Sermayenin uluslararasılaşmasının, Avrupa Birliği sürecinin, sermaye üzerinde yaşayan sınıf yapılarında gündeme getirdiği olası dönüşümler, yeni sınıf şekillenmeleri, az sayıda araştırmacı arasında da olsa ilgi çekmeye başlıyordu. Kees van Der Pjil, 1984’te, Atlantik Egemen Sınıfının Oluşması çalışmasını yayımladı (bu çalışma 2002’de genişletildi). William I. Robinson ve Jerry Harris’in “Küreselleşme ve ulus ötesi kapitalist sınıf” (Science & Society, Bahar, 2000) makalesi, Leslie Sklair’in Ulus Ötesi Kapitalist Sınıf (2000) ve daha yeni bir çalışma olarak William Carrol’un, Ulus Ötesi Kapitalist Sınıfın Oluşumu (2010) kitapları da tartışmalara önemli katkılar yaptı.
Ancak bu araştırmaların hemen hepsi, şu veya bu biçimde kapitalizme eleştirel yaklaşan, Marksist eğilimli yazarlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu yüzden geçen ayın sonunda sonuçları yayımlanan ve New Scientist dergisinde de aktarılan araştırma ayrı bir öneme sahip. İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden, “sistem analizi” alanında uzmanlaşmış üç bilim insanının (S. Vitali, J. B. Glattfelder ve S. Battiston) The network of global corporate control (Şirketlerin küresel denetim ağı) çalışması, Londra Üniversitesi’nden makro ekonomi uzmanı, John Driffil’in vurguladığı gibi, az sayıda insanın küresel ekonomiyi denetleyebildiğini göstermeyi değil, küresel sistemin daha istikrarlı bir hale getirilmesi için gereken bilgileri oluşturmayı amaçlıyor. Ama araştırma, aslında tam da bu güç yoğunlaşmasını ortaya koyuyor. Araştırmanın yazarlarından Glattfelder’in News Scientist yazarlarına söylediği gibi, ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor. (The New Scientist, 24 Ekim 2011)
Sermayenin küresel ağları ve ‘süper sınıf’
Vitali, Glattfelder ve Battiston bulgularını şöyle özetliyorlar: “Ulus ötesi şirketlerin dev bir boyunbağı yapılanması (dar ilişkiler geliyor, bir düğüm oluşturuyor ve genişleyerek, açılarak devam ediyor - E.Y) oluşturduklarını gördük. Denetim ilişkilerinin büyük bir kısmı aralarındaki ilişkiler çok sıkı örülmüş mali kurumların oluşturduğu çekirdeğe akıyor. Bu çekirdeği bir ‘süper varlık’ olarak görebiliriz.” Yazarlara göre bu “süper varlık” gerek araştırmacılar gerekse de politika yapıcılar açısından yeni ve önemli sorunları gündeme getiriyor.
Araştırma, ekonomik veri toplayan Orbis’in, 2007 veri bankasında bulunan 194 ülkeden 37 milyon ekonomik varlık arasında OECD’nin ulus ötesi varlık (TNC) tanımına (birden fazla ülkede yerleşik olmakla birlikte bir eşgüdüm içinde, içlerinden birinin egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiren yapılar) uyan 43 bin 60 şirket saptayarak, bunların dünya üzerindeki etkilerini ve mülkiyet yapılarındaki yoğunlaşmayı soruşturuyor. (Rapor: http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf)
Bu TNC yapıları, 116 ülkede yerleşik bulunuyor; 1318 bağlantı noktası (stratejik düğüm oluşturan yapılanma) oluşturuyorlar, iştirakler yoluyla 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyorlar.
Bu TNC’ler içinde en büyüklerinden oluşan yüzde 36’sının 47 bin 819 hissedarı (karar almaya etki yapacak büyüklükte hisseye sahip olanlar), 399 bin 696 iştiraki var. TNC’lerin yüzde 36’sını oluşturan en büyük 15 bin 491 şirket TNC’lerin oluşturduğu ağın küresel “işletme gelirlerinin” yüzde 94’ünü denetliyor. Stratejik bağlantı noktası oluşturan 1318 şirket, TNC’lerin küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini, sahip oldukları dev sanayi şirketleri aracılığıyla da toplam küresel gelirlerin yüzde 60’ını ediniyorlar.
Bu 15 bin 491 büyük şirket içinde 737 şirket tüm TNC’lerin toplam varlıklarının yüzde 80’ini elinde tutuyor. Bunların içinden 147 “süper varlık”ın payıysa yüzde 40. Bu “süper varlıkların” dörtte üçünü de Barclays Bank, Goldman Sachs gibi mali kuruluşlar oluşturuyor.
Mülkiyet dağılımındaki yoğunlaşmaya bakınca, 190 ülkeden 47 bin 819 hisse sahibinin 83 ülkede yerleşik, mülkiyetlerini de 38 ülkede yoğunlaştırmış TNC’lerde pay sahibi olduğu görülüyor.
Bitirirken, bu verilere toplumsal bir boyut eklemek için “süper varlık” kavramından, David Rothkopf’un 2008’de yayımlanan kitabının başlığını oluşturan “süper sınıf” kavramına geçebiliriz.
Rothkopf karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini denetleyen 14 büyük firma (aile) koyuyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor. Rothkopf, 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, “yüzde 99 yüzde 1’e karşı” sloganıyla ayaklananlar haksız mı? Böyle adaletsiz ve üstelik dünyayı bir uygarlık krizine taşıyan bu ekonomik modeli terk etmek gerekmez mi?
Sermayenin yeni sınıf yapılanmaları
Kapitalizmin halen devam etmekte olan yapısal krizinin, sermayenin merkezden çevreye doğru kriz eğilimlerini dışlaştırmaya başladığı 1970’ler, aynı zamanda çokuluslu (ulus ötesi) şirketler konusunun da büyük ilgi çekmeye başladığı yıllardı. Ancak, bu alanda emperyalizm kavramıyla da bağlantılı olarak başlayan canlı tartışmalar, 1980’li yıllarda ve özellikle 1989’dan sonra, “Tek yol kapitalizm” dogmasını yerleştiren neo-liberal restorasyon döneminde (1980-1999) giderek arka plana itildi ve çalışmalar çok az sayıda “inatçı” araştırmacının çabalarıyla sınırlı kaldı.
Halbuki sermaye uluslararasılaşması hızlanır, yeni biçimler üretmeye başlarken, kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi eski biçimler, örneğin “finans-kapital” (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesinin ifadesi), bu kez uluslararasılaşmış bankalar ve sanayi tekellerinin birleşmesiyle uluslararası finans-kapital olarak geri geliyordu. (örneğin, V. Andreff, Capital and Class No. 22, 1984).
Sermayenin uluslararasılaşmasının, Avrupa Birliği sürecinin, sermaye üzerinde yaşayan sınıf yapılarında gündeme getirdiği olası dönüşümler, yeni sınıf şekillenmeleri, az sayıda araştırmacı arasında da olsa ilgi çekmeye başlıyordu. Kees van Der Pjil, 1984’te, Atlantik Egemen Sınıfının Oluşması çalışmasını yayımladı (bu çalışma 2002’de genişletildi). William I. Robinson ve Jerry Harris’in “Küreselleşme ve ulus ötesi kapitalist sınıf” (Science & Society, Bahar, 2000) makalesi, Leslie Sklair’in Ulus Ötesi Kapitalist Sınıf (2000) ve daha yeni bir çalışma olarak William Carrol’un, Ulus Ötesi Kapitalist Sınıfın Oluşumu (2010) kitapları da tartışmalara önemli katkılar yaptı.
Ancak bu araştırmaların hemen hepsi, şu veya bu biçimde kapitalizme eleştirel yaklaşan, Marksist eğilimli yazarlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu yüzden geçen ayın sonunda sonuçları yayımlanan ve New Scientist dergisinde de aktarılan araştırma ayrı bir öneme sahip. İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden, “sistem analizi” alanında uzmanlaşmış üç bilim insanının (S. Vitali, J. B. Glattfelder ve S. Battiston) The network of global corporate control (Şirketlerin küresel denetim ağı) çalışması, Londra Üniversitesi’nden makro ekonomi uzmanı, John Driffil’in vurguladığı gibi, az sayıda insanın küresel ekonomiyi denetleyebildiğini göstermeyi değil, küresel sistemin daha istikrarlı bir hale getirilmesi için gereken bilgileri oluşturmayı amaçlıyor. Ama araştırma, aslında tam da bu güç yoğunlaşmasını ortaya koyuyor. Araştırmanın yazarlarından Glattfelder’in News Scientist yazarlarına söylediği gibi, ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor. (The New Scientist, 24 Ekim 2011)
Sermayenin küresel ağları ve ‘süper sınıf’
Vitali, Glattfelder ve Battiston bulgularını şöyle özetliyorlar: “Ulus ötesi şirketlerin dev bir boyunbağı yapılanması (dar ilişkiler geliyor, bir düğüm oluşturuyor ve genişleyerek, açılarak devam ediyor - E.Y) oluşturduklarını gördük. Denetim ilişkilerinin büyük bir kısmı aralarındaki ilişkiler çok sıkı örülmüş mali kurumların oluşturduğu çekirdeğe akıyor. Bu çekirdeği bir ‘süper varlık’ olarak görebiliriz.” Yazarlara göre bu “süper varlık” gerek araştırmacılar gerekse de politika yapıcılar açısından yeni ve önemli sorunları gündeme getiriyor.
Araştırma, ekonomik veri toplayan Orbis’in, 2007 veri bankasında bulunan 194 ülkeden 37 milyon ekonomik varlık arasında OECD’nin ulus ötesi varlık (TNC) tanımına (birden fazla ülkede yerleşik olmakla birlikte bir eşgüdüm içinde, içlerinden birinin egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiren yapılar) uyan 43 bin 60 şirket saptayarak, bunların dünya üzerindeki etkilerini ve mülkiyet yapılarındaki yoğunlaşmayı soruşturuyor. (Rapor: http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf)
Bu TNC yapıları, 116 ülkede yerleşik bulunuyor; 1318 bağlantı noktası (stratejik düğüm oluşturan yapılanma) oluşturuyorlar, iştirakler yoluyla 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyorlar.
Bu TNC’ler içinde en büyüklerinden oluşan yüzde 36’sının 47 bin 819 hissedarı (karar almaya etki yapacak büyüklükte hisseye sahip olanlar), 399 bin 696 iştiraki var. TNC’lerin yüzde 36’sını oluşturan en büyük 15 bin 491 şirket TNC’lerin oluşturduğu ağın küresel “işletme gelirlerinin” yüzde 94’ünü denetliyor. Stratejik bağlantı noktası oluşturan 1318 şirket, TNC’lerin küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini, sahip oldukları dev sanayi şirketleri aracılığıyla da toplam küresel gelirlerin yüzde 60’ını ediniyorlar.
Bu 15 bin 491 büyük şirket içinde 737 şirket tüm TNC’lerin toplam varlıklarının yüzde 80’ini elinde tutuyor. Bunların içinden 147 “süper varlık”ın payıysa yüzde 40. Bu “süper varlıkların” dörtte üçünü de Barclays Bank, Goldman Sachs gibi mali kuruluşlar oluşturuyor.
Mülkiyet dağılımındaki yoğunlaşmaya bakınca, 190 ülkeden 47 bin 819 hisse sahibinin 83 ülkede yerleşik, mülkiyetlerini de 38 ülkede yoğunlaştırmış TNC’lerde pay sahibi olduğu görülüyor.
Bitirirken, bu verilere toplumsal bir boyut eklemek için “süper varlık” kavramından, David Rothkopf’un 2008’de yayımlanan kitabının başlığını oluşturan “süper sınıf” kavramına geçebiliriz.
Rothkopf karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini denetleyen 14 büyük firma (aile) koyuyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor. Rothkopf, 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, “yüzde 99 yüzde 1’e karşı” sloganıyla ayaklananlar haksız mı? Böyle adaletsiz ve üstelik dünyayı bir uygarlık krizine taşıyan bu ekonomik modeli terk etmek gerekmez mi?
Artık Başladı
Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluştuğuna dikkat çekmiştim: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu saptamalar andaki gerçekliği yansıtıyor olabilir. Ama Fukuyama bir yana, Tarık Ali gibi “eski tüfeklerin”, “komünist partilerin” de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da aynı gerçekliğin parçası. Meydan işgallerinin oluşturduğu “hareket” yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor! Bu yeni hareket yaratıcı olmayı gerektiriyor, çünkü “gelenek”, kimi unsurlarını içinde barındırsa da yeni bir “durumla” karşı karşıya; bu nedenle hazır, siyasi talepleri, pratik örgütsel cevapları yok. Öyleyse “geleneğin” ayakta kalabilmesi yolunda devam edebilmesi için bu cevapların bulunarak “yenilenmesi” gerekiyor. İyi de bu durumun geleneğin önüne getirdiği sorular neler? Soruları aramaya, bu yeni durumun kaba bir “zaman-mekân” haritasını çıkarmayı deneyerek başlayabiliriz sanırım.
İlk geniş çaplı, şiddetli öğrenci olayları 2010 yılının mayıs ve kasım aylarında İngiltere’de patlak verdiyse de bunların yeni “durumun” oluşturduğu “küme”ye ait olduğunu o zaman söylemek olanaklı değildi. Bu yeni durum 17 Aralık günü Tunus’ta patlak veren kitle eylemleriyle başladı. Cezayir, Mısır (Tahrir), Bahreyn, ABD’de Wisconsin işçi protestoları ilk kez, “Burası Tahrir Meydanı” diyerek, alakasız gibi görünen iki “olay” arasında bağlantı kurdu. Bu bağlantı bize evrensel bir hareketle dolayısıyla yeni bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. Sonra İspanya’da Porto del Sol, Yunanistan’da Sintagma, hiç beklenmedik bir biçimde Wall Street işgali geldi... Bunu İngiltere’de St. Paul Meydanı işgali izledi. Başka birçok kentte “işgal olayları” başladı. İngiltere’de Londra’nın Tottenham mahallesinde patlak veren isyan, yağma, başka mahalleleri ve kentleri de etkiledi.
İngiltere devletinin bu olaylara cevabı, kimi düşünceleri suç kategorisine almaya, 9 Kasım’da, lise öğrencilerinin de katıldığı protesto yürüyüşünde plastik mermi kullanma tehdidine kadar varan bir polis şiddeti, kapalı devre TV kameralarını, en son yüz tanıma tekniklerini, Twitter, Facebook gibi ağları da kullanarak gerçekleştirilen 3000’den fazla tutuklu, alabildiğince ağır cezalar oldu.
Tüm bu protesto ve işgal olaylarına katılanların sayısının 7 milyarlık dünya nüfusu içinde binde birlerle bile ifade edilemeyecek kadar küçük olmasına karşın, yarattıkları haber ve tartışma dalgasının dünya medyasını, web sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Filozoflar, siyaset bilimciler, ekonomistler, “herkes” bu “yeni durum” üzerinde düşünüyor, yazıyor. Bunlardan olaylara katılanların toplumsal profilinin, teknolojilerinin, davranış biçimlerinin, yaşadıkları toplumlardan bağımsız bir benzerlik taşıdığını öğreniyoruz. Hepsi birden tek “evrensel” bir “küme” (küme teorisi bağlamında) oluşturuyorlar. Toplamları bu “küme”nin büyüklüğünü aşıyor.
Bu yeni “durumun” bileşenlerinin oluşturduğu kümenin “zamanına” bakınca, neden bu kadar önemli bir “durumla” karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliyoruz. Bu yeni “durum”, ekonomik, siyasi (uluslararası hegemonya ve liberal demokrasi), ideolojik (serbest piyasa söylemi), psikolojik (hazlara odaklı tüketimin bireyinin finansal durumu) ve nihayet ekolojik (küresel ısınma ve gıda, su) krizlerinin çakıştığı “yerde” ortaya çıktı. Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Meydan işgalleri, işte bu krizlere karşı bir tepkiyi temsil ediyor, “insanlık böyle devam edemez” diyor. Bu noktada “komünist geleneği”, “peki öyleyse ne yapmalı”, “nereden başlamalı” ve “nasıl” sorularını sormaya zorluyor.
“Cesaret”, bu “uygarlık krizi”nin ve ona neden olan kapitalizmin aşılabileceğine inanmaya devam etmekle ilgiliyse, “sabır”ın da, düzenin, hareketi, yeniden kapitalizmin, “demokrasi”nin dünyasını kabul etmeye çekecek uzlaşma önerilerine, “jestlerine” kulakları kapayarak telaşa kapılmadan, çalışmaya, bu sorulara “geleneği” yenileyecek, insanlığın önünü açacak cevaplar bulmak için çabalamaya ait olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık başladı...
Ergin Yıldızoğlu
İlk geniş çaplı, şiddetli öğrenci olayları 2010 yılının mayıs ve kasım aylarında İngiltere’de patlak verdiyse de bunların yeni “durumun” oluşturduğu “küme”ye ait olduğunu o zaman söylemek olanaklı değildi. Bu yeni durum 17 Aralık günü Tunus’ta patlak veren kitle eylemleriyle başladı. Cezayir, Mısır (Tahrir), Bahreyn, ABD’de Wisconsin işçi protestoları ilk kez, “Burası Tahrir Meydanı” diyerek, alakasız gibi görünen iki “olay” arasında bağlantı kurdu. Bu bağlantı bize evrensel bir hareketle dolayısıyla yeni bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. Sonra İspanya’da Porto del Sol, Yunanistan’da Sintagma, hiç beklenmedik bir biçimde Wall Street işgali geldi... Bunu İngiltere’de St. Paul Meydanı işgali izledi. Başka birçok kentte “işgal olayları” başladı. İngiltere’de Londra’nın Tottenham mahallesinde patlak veren isyan, yağma, başka mahalleleri ve kentleri de etkiledi.
İngiltere devletinin bu olaylara cevabı, kimi düşünceleri suç kategorisine almaya, 9 Kasım’da, lise öğrencilerinin de katıldığı protesto yürüyüşünde plastik mermi kullanma tehdidine kadar varan bir polis şiddeti, kapalı devre TV kameralarını, en son yüz tanıma tekniklerini, Twitter, Facebook gibi ağları da kullanarak gerçekleştirilen 3000’den fazla tutuklu, alabildiğince ağır cezalar oldu.
Tüm bu protesto ve işgal olaylarına katılanların sayısının 7 milyarlık dünya nüfusu içinde binde birlerle bile ifade edilemeyecek kadar küçük olmasına karşın, yarattıkları haber ve tartışma dalgasının dünya medyasını, web sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Filozoflar, siyaset bilimciler, ekonomistler, “herkes” bu “yeni durum” üzerinde düşünüyor, yazıyor. Bunlardan olaylara katılanların toplumsal profilinin, teknolojilerinin, davranış biçimlerinin, yaşadıkları toplumlardan bağımsız bir benzerlik taşıdığını öğreniyoruz. Hepsi birden tek “evrensel” bir “küme” (küme teorisi bağlamında) oluşturuyorlar. Toplamları bu “küme”nin büyüklüğünü aşıyor.
Bu yeni “durumun” bileşenlerinin oluşturduğu kümenin “zamanına” bakınca, neden bu kadar önemli bir “durumla” karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliyoruz. Bu yeni “durum”, ekonomik, siyasi (uluslararası hegemonya ve liberal demokrasi), ideolojik (serbest piyasa söylemi), psikolojik (hazlara odaklı tüketimin bireyinin finansal durumu) ve nihayet ekolojik (küresel ısınma ve gıda, su) krizlerinin çakıştığı “yerde” ortaya çıktı. Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Meydan işgalleri, işte bu krizlere karşı bir tepkiyi temsil ediyor, “insanlık böyle devam edemez” diyor. Bu noktada “komünist geleneği”, “peki öyleyse ne yapmalı”, “nereden başlamalı” ve “nasıl” sorularını sormaya zorluyor.
“Cesaret”, bu “uygarlık krizi”nin ve ona neden olan kapitalizmin aşılabileceğine inanmaya devam etmekle ilgiliyse, “sabır”ın da, düzenin, hareketi, yeniden kapitalizmin, “demokrasi”nin dünyasını kabul etmeye çekecek uzlaşma önerilerine, “jestlerine” kulakları kapayarak telaşa kapılmadan, çalışmaya, bu sorulara “geleneği” yenileyecek, insanlığın önünü açacak cevaplar bulmak için çabalamaya ait olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık başladı...
Ergin Yıldızoğlu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)