Onurlu insanlar vardı eskiden, bir cüzzamlı gördüklerinde, emerlerdi parmaklarını annesinin memesine yapışmış çocuklardan farksız, ağlatırlardı onu şaşkın, sessizliği kovarlardı kış kış, kalmazdı havada salakların lafları, her seferinde affeder içeri alırlardı camın önünde dört dönen dedikoduyu, tırnak izleriyle dolu yüzleri ışıl ışıl parıldardı sevdiler mi, cümle sağanağında açmazlardı mantık şemsiyelerini, utancı gördüler mi aynada, şapkalarını çıkartır, alelacele selam verirlerdi, iş yerinden bir tanıdıkla karşılaşmışlar gibi, anlamadan bilir, bilmeden fark ederler, yine de bir isim koyup yok etmekten kaçınırlardı sahteliği, bıçaklardan görünmezdi sırtları, intihar koltuklarının altına sıkıştırılmış ağır aksak yürürken, yenik düşmeye mahkum başlarını dik tutmayı başarırlardı omuzlarının ortasında, gözlerinin tam ucunda dururdu kocaman yaşlar, dayanamaz, içine atlayıp yüzerdi sahtekârlar, boğmazlardı onları, yere düşürüp ezmezlerdi, öylece metanetle dururlardı ufka bakarken, uyuyorlar mı yaşıyorlar mı bilemezler, gözlerini sımsıkı kapatır, güzel şeyler düşünmeye çalışırlar, boş yere hapse tıkılmış bir mahkumun saldığı sıkıntılı nefes yerleşirdi hemen akıllarına, titrek bir kolda havaya dikilmiş Molotof kokteylinden betona damlayan umutsuzluk, çocuğunu tokatlamış bir babanın gözünü kırpmadan duvara bakışı gece boyunca…
Ve aynı gece, takılmış kalmışken bozuk bir saat gibi, asılıyken tarihin tozlu dolabında
karısının eli uzanıp bulurdu kendisininkini yumuşacık
“Uyu artık” derdi fısıltıyla karışık.
Öpücükle uzanırdı o sonsuz. Sarılırken dört bir yandan dolanırdı bedenine narin kollar. Havada uçuşan nefesler kurşundan kelebeklere benzerdi. Kalkardı bir süre sonra sessiz, sadece düşüncesiyle. Mutfağa yürüyüşü binlerce kez yinelenir, iç içe geçerdi yaşamlarının duvara vuran gölgeleri. Bir bardak suyun boş yarısı anca geçerdi boğazından. Geriye dönerken koridorda dururdu birden. Oğlunun soluklarıydı kollarına yapışan. İçeri çekildiğini anladığında geçmişi de takılırdı peşine. Bir bakardı ki eğilmiş öpüyor onu, küçücük yüzüne yerleşmiş o beyaz tepede, şiş yanağında duruyor dudakları. Pikeyi üstüne örterken kendi bedenine kaçardı soğuk. Saçlarını okşarken ölmüş babasının elleri de kendi kafasında dolaşırdı sanki. Dedesi de dururdu yanında. Gülecek gibiydi. Gözleri kıpır kıpırdı yuvalarında. Takdir etmek için mi çıkmıştı karanlıktan? Duvara dönerdi gözleri. Bir yıl kadar önce çekilmiş bir fotoğraf dururdu orada. Kim çekmiş olabilir ki yaşanmamışlığı? Yüzlerine yapışmış neşe kırıntılarıyla kırlarda koşmadılar hiç. Arkalarında bir kale. Burçta durmuş el sallıyor kendisi. Taştan bir ev. Kapısında duruyor. Uzanmış yatıyor çimlerin üstünde, aklında güzel bir düşünceyle. Gelecek uzanmış aşağıya neredeyse tutup çekiverecek onu. Daha çok var bunlara, derdi kafasını sallayıp. Benim yaşamım olmasın bu, derdi dedesi. Aynısı benim de başımdan geçti, diye karışırdı lafa babası. Osururdu oğlu uykusunda. Diğer tarafa dönerken açılırdı yine beli. “Uyu artık,” derdi karısı içeriden mırıl mırıl. Resmin içinden geçerdi bu sefer odaya. Kalenin burcuna taşınmıştı yatak. Bir martı karşılardı onu her zamanki gibi. Gözlerinin önünde salınırken o güne kadar tanıdığı herkese benzerdi biraz. Güneşten kendisine uzanan ele takılırdı sonra bakışları. Yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu bilemezdi. Aşağıda, taş sokaklardan takır takır geçerdi bir at arabası. Pır pır uçup yatağın ucuna konardı küçücük bir serçe. Kimbilir nerelerden uzanıp bulurdu tekrar onu karısının eli. Bir esinti yalayıp geçerdi yüzünü. Kapanırdı gözleri. O güzel düşünce, tam da o sırada gelip otururdu aklına. Ne kadar da doğru derdi kafasını sallayıp. Gülerdi dedesiyle babası oralarda bir yerde. Bir şeyler değişecek diye beklerdi. Hemen o anda…
Uyuduğunu anlamazdı ve asla hatırlamazdı o güzel şeyi uyandığında…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder