16 Ağustos 2011 Salı

Tarihe Tanıklık - İslam Dünyası Neyi Nasıl Kaçırdı

Altın Çağ
8’inci ve 12’inci yüzyıllar arasında Müslüman düşünürlerin, Yunan bilim ve felsefesinin etkisinde olduğu görülüyor. O nedenle, İslam dünyasında bilgi üretimi ve eğitim kilise etkisindeki Hıristiyan dünyasından farklı bir gelişim çizgisi izledi. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından miras kalan çok zengin bir kültüre sahip olan Ortadoğu, ayrıca, Yunan ve Bizans’tan gelen eğitim görenekleri yanında İran ve Hint eğitim görenekleriyle de tanıştı; onları harmanladı. Bunun sonucu olarak Ortadoğu’da çok verimli bir bilim ortamı oluşmaya başladı. İslam bilimi bu zengin kültürün üzerinde yeşerebilirdi.
Abbasiler döneminde (750-1258) bilginlerin önü açılmıştı. Bağdat dünyanın bilim merkezi olmuş, bilginler bu merkezde toplanmaya başlamıştı. Beytü’l Hikme (Abbasi halifesi Me’mun tarafından 830’da Bağdat’ta kurulan kütüphane), Yunan, Latin, İran kültürü gibi farklı kültürlerin arapça çevirilerini içeren büyük bir kütüphane oldu. MÖ 300’lü yıllarda var olan İskenderiye Kütüphanesi’nin rolünü oynayabilecek hale geldi. Yazık ki bu kütüphane, Moğolların istilasıyla, 1258’ de Hülagû Han tarafından yakılmıştır.
Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim merkezi olmadığı için, İslam dünyası o tarihten sonra bilgin ve filozof yetiştiren ortamdan yoksun kaldı. Bunun sonucu olarak, İslamın Altın Çağı (İslam Rönesansı) diye adlandırılan bu parlak dönem, meyvelerini veremeden kapanmış oldu. Bu olgu, kuşkusuz, yalnız İslam kültürü için değil, dünya kültürü için de büyük bir kayıptır. Ama İslamın Altın Çağı’nı kapatan başka nedenler de vardır.
Gerçekte, daha 1250’lere gelmeden, İslam dünyası bilimde ve eğitimde Ortaçağ katolik kilisesinin düşünce sisteminin etkisine girmeye başlamıştı. Bu yönelişte, akli ilimler yerine vahyi ilimleri öne çıkaran İmam Gazzâlî’nin etkisi büyüktür. Gazzali’nin Müslümanlıkta ağırlık kazanan görüşleri, Selçuklulara ve Osnanlılara da geçmiştir.
Zaman zaman İran, Moğol, Selçuklu ve Haçlı ordularının tehdidi altında kalan Emeviler ve Abbasiler Müslümanlığın yayıldığı geniş topraklarda merkezi bir otorite kuramadılar. Merkezi otoritenin olmadığı yerlerde yetişen Fârâbî (879-950), İbn Sînâ (980-1037) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozoflar İslami öğretiyi bilim ve felsefenin akılcı öğretisiyle birleştirmeye uğraşıyordu. Bilginin tevhidi diye adlandırılan bu akımın düşünürleri, böyle dar bir çerçeveye sıkışıp kaldığı için, ilham aldıkları Yunan düşünürlerini geçemediler.
Öte yandan, Beytü’l Hikme yakıldıktan sonra, İslam dünyası onun yerini alabilecek bir bilim merkezi kuramadı. Merkezi yönetimden uzak coğrafyalarda önemli filizlenmeler başladı; ama çabuk kurudular. Rasathaneler iyi almanaklar (zîc) düzenlediler. Almanaklar, yıldızların gök haritasındaki yerlerini, kıbleyi, namaz vakitlerini belirlemek gibi önemli sayılacak bilimsel bilgiler üretti.
Ancak daha öteye gidip İskenderiyeli Batlamyüs’ü aşamadılar. El-Harezmi (770-840), El-Battani (858-929), Ebul Vefa (940-998), Beyruni (973-1051) gibi adlar matematik, trigonometri ve astronomi alanlarında önemli pratik bilgiler ürettiler. Bunlar da büyük teoremlere dönüşemedi. Biyolojik bilimler, pratik tıp ve eczacılığın sınırlarını aşıp doğa araştırmasına dönüşemedi. Henüz kimya ile simya ayrımı yokken Câbir ibn Hayyân, İbnü’l Heysem gibi bilginler doğa bilimlerinde (fizik, kimya) deneye başvurdu.
Bütün bu çabalar, dünyada bilimsel bilgi üretimine atılan ilk adımlardan sayılırlar. Ancak sürekliliği olan devlet desteği alamadıkları için kurumlaşamadılar. Bilgi üretimi kuşaktan kuşağa geçmek yerine, hevesli kişilerin çabaları ve yaşamlarıyla sonlandı. Dolayısıyla, ortaya çıkan pratik bilgiler bilimsel teorilere dönüşemedi.
MARIFETULLAH (ALLAH’IN BİLGİSİ)
İslam dünyası 12’inci ve 18’inci yüzyıllar arasında, sanki kilisenin Avrupa’da yaptıklarını taklit etmiştir. Yunan felsefesi ve bilimi terkedilmiştir. Artık, ilim Halik’e ulaşmak için yapılacaktır.
Bunun sonucu ağır olmuş, İslamın altın çağı, giderek İslamın Ortaçağı ’na dönüşmüştür. Bu dönemde, önce Selçuklu Türkleri, sonra Osmanlılar merkezi İslam devletinin (en büyük) sahibidirler. Her büyük imparatorlukta olduğu gibi, devletin güvenliği ve devamı her şeyin üstündedir. İnanç (mezhep) tartışmalarına son vermek, İslam hukuku oluşturmak, amaca uygun eğitim kurumları kurmak öncelikli hedefler arasındadır.
Sünni öğretisi bu işe çok uygundur. “Akli bilimler” geriye itilmiş, “nakli bilimler” öne konmuştur. Halik ’e ulaşmayan mahlukat’ın bilgisi değersizdir. Medreseler, dergâhlar, tarikatlar din merkezli eğitim verirler. Bu dönemin mükellimleri “vahyi” bilgiyi “akli” bilgi ile bağdaştırmaya uğraşırken mutasavvıflar “vahyi” bilgiyi insanın duyu ve sezilerine dayandırmaya uğraşıyordu. Bilim ve bilgi üretimi ancak kelam, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerden ibarettir. Bu çerçevede, “akli” bilgiler, ancak “vahyi” bilgileri açıklamak için vardır. Devlet desteği ile yaygınlaşan ve kurumlaşan medreselerde yapılan iş bilim değil, Ehlü’l- İlm adı verilen İslam bilginlerinin islami bilgiler öğretimidir.
Bazı medreselerde matematik ve astronomi derslerine yer verildiği görülse de bu alanlarda bilgi üretimi yoktur. Üstelik, altın çağ döneminde, Ehlü’l- İlm geçimini başka uğraşlarla kazanıyor, bilgi üretiminde bağımsız kalabiliyordu. Bu dönemde ise medresede öğretim yapan müderrisler, geçimlerini yaptıkları öğretim faaliyetinden kazanıyorlardı. Dolayısıyla, medresenin ilkelerine uymak zorundaydılar; bilgi üretiminde, altın çağın alimleri kadar özgür değillerdi.
Medreselerde öğretim dilinin Arapça oluşu ister istemez, Türk dilinin gelişip bilim ve kültür dili olmasını engellemiştir. Bilimsel kitapların Türkçe’ye çevrilmesine hiç gerek kalmaması, bilim terimlerinin Türkçe karşılıklarının üretilmesini gereksiz kılmıştır. Edebi eserlerde, Türkçe karşılığı olan kavramların Arapça terimlerle ifade edilmesi adeta eserin değerini arttıran bir modaya dönüştü. Sonuçta okumuş kesimin dili ve özellikle yazı dili halk dilinden tamamen koptu. Cumhuriyetin Türk dilini bilim ve kültür dili haline getirmek için harcadığı çabalar önemli başarılar sağlamıştır; ama dilde yaratılan sancıları toplum hâlâ çekiyor.
RÖNESANS
İslam dünyası kendi ortaçağına girmişken, Hıristiyan dünyası rönesansı yaşamaya başlar. 15’inci yüzyılda, Avrupa kentlerinde üniversiteler kurulmaya başlanmıştır. Bu üniversitelerin medreselerden önemli bir farkı vardır. Üniversiteleri kuran devlet değil, burjuva sınıfıdır. Dolayısyla, üniversiteler merkezi bir otoriteye bağlı değildir. Her biri kendi öğretim programını serbestçe düzenleyebilmektedir.
Rönesansın ortaya çıkış nedeni, kilise baskısını yoketmek, aklı özgürleştirmektir. Bu olgunun avrupa üniversitelerine büyük etkisi vardır. Her şeyden önce, üniversiteler laik eğitim yapıyor, profesörleri özgürce araştırma yapıyor ve düşüncelerini yayabiliyor. Orada bilim, medreselerde olduğu gibi “vahyi bilgi”nin nakli değil, “akli bilgi”nin üretilip yayılmasıdır.
İslam toplumu ile Hıristiyan toplumunu farklı biçimlendiren esas etmen budur. Beş yüzyıl “vahyi bilgi”nin nakli ile uğraşan islam toplumu bilgi üretimini unuttu. Hıristiyan toplumu ise, bu süre içinde, bağnazlıklardan sıyrılıp “akli bilgi” üretmeyi sürdürdü. Çok basit görünse de gerçek budur. Akdenizin güney sahilindeki toplumları kuzey sahilindeki toplumlardan farklı yapan neden, kaderleri değil, yüzyıllar boyunca onlara sunulan eğitim sistemidir. 12’inci yüzyıldan beri akıl melekelerini kullanmaktan alıkonulan toplumların bilgi üretmesi nasıl beklenebilir?
ZORUNLU UYANIŞ
18’inci yüzyıldan cumhuriyete kadar olan dönem, en büyük İslam devleti olan Osmanlı’nın varlığını sürdürme hamleleriyle doludur. Bilim ve teknoloji üreten Batı’nın askeri üstünlüğüne karşı koyabilmek için, Osmanlı, önce askeri okullarda “akli bilgi” öğretimini gerçekleştirmeyi istemiştir. 1772 yılında Topçu Mektebi, 1773 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, 1775 yılında Hendese Odası, 1827 yılında Dar-ül Tıbb-ı Amire, 1839 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane, 1871 yılında Mühendishane açıldı. “Dünyevi” işlerle uğraşmayan medreselerden umudu kesen Osmanlı, sivil okullarda da “akli bilgi” öğretimine geçmeye başladı. 1839 yılında Rüştiye, 1845 yılında Mekteb-i Fünûn-i İdâdiye, 1848 yılında Darülmuallimin, 1859 yılında Kız Rüştiyesi, 1870 Darülfünun, 1870 Darülmuallimat, 1891 yılında Darülmuallimin-i Aliye kuruldu. Bu okulların açılışı ve açılanların ıslahı peş peşe geldi. Yazık ki çok geç kalınmıştı. Yeni okulların açılışı, Batı eğitim sistemi ile 7 yüzyılda oluşan uçurumu yok edemiyordu. Osmanlının yapmaya kalkıştığı her yenilik 7 yüzyılda “vahyi” bilgilerle dolan kafaların tepkisini çekiyordu. Gerçek olan şey, 7 yüzyılda “uhrevi” bilgilerle dolan kafalara “dünyevi” bilgileri sokmak mümkün olmuyordu. Osmanlı kaçınılmaz sona geldi.
TİMUR KARAÇAY

Hiç yorum yok: