Geçen hafta İngiltere’de sokaklar yanıyordu, dünya ekonomisinde de borsalar... Bu olayları açıklamaya çalışan politikacıların, medya kanaat önderlerinin söylemlerinde, çok sık “akıldışı”, “çürüme”, “çöküntü”, “panik” gibi kavramlara başvurdukları görülüyordu. Bu iki olay arasında bağ kurmaya çalışan bir yoruma ben rastlamadım. Halbuki geçen hafta yayımlanan bir araştırmanın bulguları tam da böyle bir bağlantıya işaret ediyordu.
Sokaklardaki ‘şey’ aslında neydi?
Medyada öne çıka(rıla)n görüntülere bakınca, insan bir ahlaki tiksinme duygusuna kapılıyor. Dükkânı yağmalanan yaşlı berber, bakkal, büyük mağaza zincirlerinin yerel şubelerinin yanı sıra, yağmalanan, yakılan bir sürü yerel dükkân, önce dayak yiyen, sonra bizzat kendisine yardım edenler tarafından soyulan Malezyalı öğrenci, bunlara benzer çok sayıda garip olay...
Medyanın bunları öne çıkarırken amacı, izleyicilerde tam da bu tiksinti duygusunu uyandırmak, “olayı” toplumsal ahlakın sınırlarını aşan birkaç olguya indirgeyerek, “kamuoyu” gözünde mahkûm etmekti. Böylece düzen partileri (Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi) açıklamalarında “alt sınıfların ahlak çürümesi” savları üzerinde yoğunlaşarak olanları sıradan zabıta vakasına indirgeyerek, dikkatleri 30 yıldır yedikleri “haltlardan”, böylece yarattıkları vahşi ve talancı kapitalizmden uzaklaştırma olanağı elde ediyorlardı.
Ama sokaktaki görüntülere bir adım geri çekilerek, medyadaki “kanaat önderleri”nin kanaatlerine aldırmadan bakınca, sokaklardaki “şey”in, “yozlaşmış” (sinsice ima edildiği gibi siyah) gençlerden başka bir şey olduğunu görmek olanaklı.
Birincisi, Tottenham’da sokaklara çıkanlarla, hem Londra’nın başka mahallelerinde hem de İngiltere’nin başka kentlerinde sokaklara çıkanların sosyal, demografik ve eylem tarzı alanlarında ortak özellikler sergiledikleri görülüyordu. Karşımızda, birkaç bireyin eylemine, bir mahalle veya kent halkına, yerel koşullara indirgenemeyecek, hepsi birden aynı “kümeye” sokulabilecek olaylar, aslında bir büyük “olay” var. Reuters muhabirinin Londra’nın Hackney bölgesinde yaptığı bir araştırma, ayaklanmaya, yağmalara katılanların salt “yoldan çıkmış”, “vahşileşmiş” gençlerden değil, bunların yanı sıra onların anne ve babalarından, işsiz gençlerin yanı sıra ücretle çalışanlar kesiminden siyah, beyaz ve Asyalı insanlardan oluştuğunu ortaya koyuyordu. Olaylarla ilgili olarak bugüne kadar tutuklanan 2 bin 250 kişinin toplumsal profili de bu gözlemleri destekliyor.
Reuters’in araştırması, bölgedeki insanlar arasında, yıllardır toplumsal harcamaları kamu yatırımlarını kısarak, kapitalist sınıfın vergilerini azaltarak devletin, toplumun kaynaklarını, toplumun en zengin kesimine transfer eden “vahşi kapitalizme” yönelik güçlü bir tepkinin olduğunu gösteriyordu. Olaylara katılan 40 yaşlarında bir kadının Kanal 4 haberlerinde dediği gibi, “bankerler milyarlarca sterlini yağmalarken üç, beş dükkânın sözü mü olur”du.
Geçen hafta işaret ettiğim gibi, “vahşi kapitalizmin” etkilerinin ilk kez hissedildiği 1981-85 döneminde aynı bölgelerde benzer ayaklanmalar yaşanmıştı. Bu anlamda sokaktaki “şey”in vahşi kapitalizmin “semptomu” olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
“Olayın” tarihsel boyutu aslında çok daha güçlü. Temmuz sonunda yayımlanan “Kemer sıkma ve Anarşi: Avrupa’da Bütçe Kesintileri ve Toplumsal Huzursuzluklar, 1919- 2009” (Jacobo Ponticelli, Hans-Joachim Voth, Austerity and Anarchy: Budget Cuts and Social Unrest im Europe, 1919-2009; http://ssrn.com/abstract=1899287) başlıklı bir araştırma, gelişmiş ülkelerde uygulanan kemer sıkma politikalarıyla, toplumsal “kaos” (protesto eylemleri, ayaklanmalar, suikastlar, genel grevler) artışı arasında çok yakın bir ilişki olduğunu gösteriyor. Araştırma ekonomik büyüme hızındaki artışla “kaos” göstergelerindeki artış arasında, özellikle kriz dönemlerinde, örneğin 1965’ten sonra, ters yönde bir ilişki olduğunu da ortaya koyuyor.
Kısacası sokaklardaki “şey”, ne Başbakan’ın iddia ettiği gibi “toplumun hastalıklı” bir kesimine indirgenebilecek ahlaki yozlaşma ne de İngiltere’ye özgü bir şey. Sokaktaki “şey” kapitalizmin tarihi boyunca, özellikle en denetimden kaçmış vahşi biçimlerinin sergilendiği dönemlerde ürettiği bir semptom. Bu yüzden egemen sınıfların korkusunun boyutları çok büyük, tepkileri çok şiddetli...
Yağmanın büyüğü başka yerde...
Bu mali krizde devletlerin, bankaları kurtarmanın faturasını halklarına ödetme çabalarına bakınca insanın aklına Brecht’in “Bir banka kurmakla karşılaştırdığında, bir banka soymak nedir ki?” sözleri geliyor, hele geçen hafta borsalarda yaşanan sert dalgalanmalardan sonra...
Önceki hafta, Berlusconi, İtalya’da toplumsal harcamalarda derin kesintilere gideceğini açıklayınca biraz sakinleşen piyasalar, Standard and Poor’s’un ABD’nin kredi notunun “AA+”ya düşürmesiyle yeniden şiddetle dalgalanmaya başladı. Haftanın ikinci yarısında, ABD Merkez Bankası faizleri iki yıl boyunca arttırmayacağını açıklayınca borsalar “rahat bir nefes aldılar”. Borsalar tümüyle, hükümetlerin kesintiler yoluyla kendi halklarını soyarak, borç ödemeye kaynak ayırma kapasitesine odaklanmış durumdalar. Toplumun geri kalanının ne olacağı umurlarında değil.
Ancak bu kısa dönemli, bencil yaklaşımın sorunları da giderek ortaya çıkıyor. Geçen hafta yayımlanan veriler 2008’den bu yana tüm kurtarma paketlerine karşın ABD ekonomisinin hemen hiç reel büyüme yaşayamadığını ortaya koyuyordu (Financial Times, 10/08/11). AB ekonomisi de yavaşlıyor. Kısacası bankaları kurtarmaya giden 12 trilyon dolara karşılık, ortada genel müdürlere verilen mültimilyon dolarlık ikramiyelerden başka bir şey yok.
Yaklaşık 10 yıldır, finansallaşmanın ve borç köpüğünün arkasındaki belirleyici etkenin, aşırı üretim, yetersiz talep sorunu olduğunu vurguluyorum. Yaklaşık 30 yıldır kredi genişlemesiyle ertelenen sorun nihayet ertelenemez noktaya geldiği için bu mali kriz patlak vermişti.
Pimco’nun (dünyanın en büyük bono yönetimi şirketi) kurucu Bill Gross’un geçen hafta Washington Post’taki “Amerika’nın borcu en büyük sorun değil” başlıklı yazısını okuyunca, sermayenin zirvelerindekiler de Marx’ı okumaya başladılar galiba diye düşündüm. Gross, “Borç bir hastalık değil, bir semptomdur. ... Hastalık... tüketim ve yatırım yetersizliğidir. Borç sorunu, özel ve kamu kredi piyasalarında buna karşı geliştirilen antidotun istismar edilmesinden kaynaklandı” diyor, ekliyordu: “Biz ve küresel rakiplerimiz on yıllardır yetersiz toplam talep sorunuyla boğuşuyoruz. Şimdi açıkça görülüyor ki kaldıraç (borçlanarak yatırım yapmak) denen sihirli iksir artık tükendi... Krizin kalbinde borç değil toplam talep eksikliği yatıyor. ... Kapitalizmin bu potansiyel olarak ölümcül hastalığı birçok uzun dönemli maddi trendin üründür.”
Bill Gross “ölümcül hastalıktan” söz etmekte haklı. Hükümetler, talep yetersizliği sorunu yerine, piyasaların baskısıyla, harcamaları kısarak borç ödemeye odaklandıkça, Ponticelli&Voth araştırmasının gösterdiği gibi “kaos” kaçınılmaz oluyor, İngiltere’de yaşananlara benzer olayların yaygınlaşması da.
Ergin Yıldızoğlu'nun Sokaklar ve Piyasalar yazısından...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder