Eşiği bir el gibi kavrayan ayak tabanlarının altında betondan bir deniz uzanıyordu. Neredeyse yarım kilometre yukarıdaydı. Hepsi de zevksizce griye çalan araçların alt alta üst üste akışı midesini bulandırıyordu. Soğuk havada, yapay, sıcacık bir rüzgar yalayıp geçiyordu bir tişört bir pantolonla örtülmüş bedenini. Bileğinden dirseğine kadar uzanan bilgi kemerine baktı kimbilir kaçıncı kez. Saat asılı kalmıştı. Geçmiyordu saniyeler. Kulağıyla, vücuduyla aklıyla onun içindeydi ne zamandır, başka bir şey kalmamıştı dünyasında. Uzunca bir süre sadece bakıp sonra irkilircesine bir refleksle bir dakika kaldığını farkedince yüzünde garip bir ifade oluştu. Tekrar aşağıya dikti bal rengi gözlerini. Midesine koca bir taş oturmuştu aniden. Bu sefer, derken birden sustu. Kuruyan dudaklarını yaladı. Arkadaşının telefonunu aldığında nasıl da sevindiği geldi aklında. Aletlerin devir dönüşüm anında her gün sadece bir dakika için kapalı kaldığını öğrendiğini söylüyordu. Öğrenmişti her şeyi. Dakikası dakikasına. Bunları söylerken nasıl da neşeliydi onun da sesi. Gelemeyecekti ama yanına. Tek başına yaşayacaktı kaderini. İletişim aygıtını kapattığında neden bu kadar sevindiğini düşünmüştü hemen. Dönüştürülmüş köpeğini ana caddede bir kafeteryanın önüne terkedişi de geldi oturdu aklına. Hüznün üstüne çökmesine izin vermemek için kafasını salladı hemen. Çaldı saat birden. Büyüdü ses. Düşünmeyecekti artık. Söz vermişti kendisine. Yaylanışı yavaşlatılmış bir zamanda gerçekleşti. Atlayışı da öyle. Uçuşu havada. Ve o anda, açık bırakılmış iki pencere arasındaki cereyandan farksız bir anaforla üstüne geldi otoritenin soluğu. Çekip aldı onu. Kendinden geçerken gözyaşlarının hem aktığını hem de anında yanaklarında kuruyuverdiğini hissediyordu. Bir odada açtı gözlerini. Bembeyaz duvarlara baktı yutkunarak. Titriyordu her yanı. Alınmıştı yine. Tam zamanında. Asla izin vermeyeceklerdi intihar etmesine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder