6 Aralık 2008 Cumartesi

Hayali Sohbetler Bürosu

Yolda yürüyoruz…
Kalabalık azgın bir dereyse biz de paçalarımızı sıyırmış şıpıdak şıpıdak yürüyen devleriz...
“İnsanlara ne yapmalarını söyleyen 900’lü bir hat açılsa nasıl olur,” diye soruyor birden Dr Sayko..
“Kim söyleyecek bunu? Hattı direkt olarak Tanrı’ya mı bağlayacağız?” diye cevaplıyorum çevreye bakınırken.
“Yoo, biz söyleyeceğiz işte. Ne dersek onu yapacaklar.”
“Noolacak sonra?”
“Yaşam bizim belirlediğimiz bir düzende akacak abicim? Ne noolacak!”
Sinire kapılmayı reddeden durgun suratına bakarak bir süre düşünüyorum. “En iyisi bunu yapabilecek bir bilgisayar geliştirmek önce,” diyorum sonra. “Hepsiyle uğraşmak zor olur.”
“O bilgisayarı denetleyecek de bir bilgisayar yapmak gerekir o zaman.”
“Hayır, onu biz denetleriz. Ama önce kursa gitmemiz lazım.”
“Bilgisayar denetleme kursu diye bir şey duymadım ben.”
“Onu da biz açıcaz.”
“Başında kim duracak.”
“Bir bilgisayar daha geliştirmek lazım!”
Telefonum çalıyor. Açıyorum. Tok bir ses selamsız sabahsız hemen olaya girişiyor: “Sol tarafınızdaki sarı binada bir fotoğraf sergisi var.”
“Pardon, kimle görüşüyorum?”
“Bir dost.”
Kapanıyor telefon pat diye.
“Nooldu abicim,” diyor Sayko merakla göz kırparak.
“Şurada kokteyl varmış.”
“Oraya girmeyin,” diyor bir başka ses, gergin bir çınlamayla. Hemen dibimizde…
Dönüp bakınıyor ama telaşla yürüyen insanların arasında olayla ilgisi olabilecek birisini göremiyorum. Başımı Sayko’ya doğru çevirdiğimde ise onun, güzelce bir kadını durdurup “Pardon, siz mi seslendiniz?” diye sorduğuna şahit oluyorum.
“Oğlum,” diyorum kadın kafasını sallayarak uzaklaşırken. “Ses erkek sesiydi.”
“Öyle mi?” diyor şaşkın gibi görünen bir suratla. “Bana kadın sesi gibi geldi.”
Sonra kendimizi hızlı hızlı yürürken buluyoruz. Kokteyle duyduğumuz açlık, mantığı hafif kaydırarak zaman atlamasına yol açmış olmalı... Tam apartmandan içeri girecekken bir daha duyuyorum aynı şeyi: “Oraya girmeyin!” Öyle güçlü ve net ki. Hemen dönüyorum ve mal mal beni inceleyen Sayko’ya bakıyorum. Bir Allahın kulu bile yok dar sokakta, bizden başka.
“Oğlum, şaka yapma lan!”
“Ne şakası be abicim. Hem ağzımı burnuma getiriyorsun hem de üste çıkıyosun yağ gibi.”
İkimiz de kafalarımızı sallayıp, birbirimizin samimiyetine bir an bile güvenmeden asansöre doğru yollanıyoruz. İçeri girip kapıyı çekiyor, daracık yere zar zor sığışarak paneldeki numaralara bakıyoruz. Yedi numaralı düğme zemin katın altında duruyor. Allah Allah!
Gözlerimiz buluşuyor hemen.
“İlginç di mi?”
“Bir laz dizaynı bence.”
“Yer mi yetmedi acaba?”
“İşte ben de onu diyorum. Hesaplama hatası olmalı.”
“Bak şimdi aklıma ne geldi. Asansörlere bir şaka butonu koysalar nasıl olur. Basıyorsun, tepeden su püskürten düzenek çalışıyor. Her seferinde ayrı düğmeye de geçebilir rasgele…”
Yeri yanlış butona bakmaya devam ediyor o. “Yedi numarada oturan herif fazla alçakgönüllüdür belki. Deniz gördüğü için nazar değeceğinden de korkuyor olabilir.”
“Tümüyle nazarlıktan giysi niye yapmıyorlar sence?”
“Bilmem. Doğumda ameliyatla alnın tam ortasına bir nazarlık taşı yerleştirilse yine çözülecek sorun. Ama çözmek isteyen yok.”
“Nazar enerjisini iyi enerjiye çevirebilecek bir düzenek yapılabilir mi acaba? Buhar gibi yakıcı bir şey nasıl lokomotifi yürütmek için kullanılıyorsa…”
Tak tak tak!
Bulduğum fikri tartmayı hemen bırakıyorum. Asansörün kapısının çalınması hiç de hayırlı bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Tüylerim ayaklanıveriyor. Neden korktuğumu bilmesem de o kutu gibi yerde üstüme binen kaçma dürtüsünün salaklığıyla iyice afallıyorum. Ve bu cümle de beni ele geçiren hislerin yansıması oluyor. “Açsana oğlum, ne bekliyorsun!”
Şüpheyle kapıya bakıyor Sayko. “Niye açayım be, kimse girsin.” Onun da tırstığı açıkça belli oluyor o an. “Giir!” diyor sonra.
Ne bir ses geliyor karşılık olarak, ne de kapı açılıyor.
“Bas ta çıkalım ya,” diyorum. “Binseydi. Gerizekalı!”
7 numaraya basıyor Dr Sayko ikiletmeden.
“Oğlum,” diyorum hemen. “Fotoğraf derneği üçüncü kattaydı.”
“Şu yedi numaraya bir bakalım, ineriz sonra abicim, merak ettim.”
“İyi,” diyip telefonuma o an gelen mesaja bir göz atıyorum. “Afferin size. Bir dost.”
“Bu dostu da sikicem haa,” diyorum.
“Kim o be!”
“Bir dost işte… Allahtan karımla ilgili bir şeyler yumurtlamıyor…”
Söylediklerimi düşünür gibi yaparken bambaşka bir şey soruyor Dr Sayko birden. “Abicim, bir şeyi merak ediyorum. Tiyatro ödülleri dağıtılırken sence suflörlere ne diye en iyi suflör ödülü verilmiyor? Başroldeki adamın başarısında hiç mi katkısı yok iyi bir suflörün?”
Kabinin içinde bakışlarımı gezdirirken tabana yoğunlaşıyor dikkatim. “Asansörler düşeceği zaman niye hava yastığı açılmıyor ki?” diyorum dalgın bir sesle. “Halat koptu diyelim. Yastık resimli düğmeye bastın mı duvarlara doğru genişleyip düşüşü de yavaşlatır.”
“Süperman düşen bir asansörü dıştan tutup kaldırıyor, tamam da, içindeyken o düşüşe karşı hareket edebilir mi acaba? Ne dersin?…”
“Gözlerinden çıkaracağı ısı ışınlarıyla tabanı keser ve dışarı çıkar, bundan kolay ne var!”
“Aslında düşse de bir şey olmaz ki herife, götüne kriptonit giresi!”
“Cep telefonuna ihtiyacı olmaması da gıcık bir olay, istediği yere şak diye gidip istediği kişiyle görüşebilir. Kanser riski de kalmıyor böylece.”
“Haa, bak, geçen gün aklıma ne geldi,” derken hatırladığı şeyin heyecanıyla ellerini birbirine çarpıyor Dr. “Sahibini tanıyan telefon!” Alkış bekleyerek bana bakarken, suratımı en ifadesiz haline bulayarak bekliyorum.
“Bir başkası alınca kişnediğini düşünsene ağbicim. Süper olmaz mı?”
“Saman da verecek misin evde?” diyorum huysuz bir tavırla. Kutu gibi yerde bir türlü üst kata varamamanın sıkıntısından olsa gerek. “Niye gelmedik hâlâ yaa? Yavaş da çıkmıyor…”
Tak tak tak!
Kapı çalınıyor. Hem de asansör giderken…
“Bu hiç de hoş bir olay değil,” diyorum hem yutkunup hem Sayko’ya bakarak. Ama yokoluyor o önümden. Yani siliniyor yavaş yavaş ve o durumda bile konuşmaya devam edebiliyor: “Hayattan bir şeyleri silebilen bir silgi bulmuş İsveçli bir bilimadamı. Duymuş muydun? Hımm. Sonra noolmuş peki biliyor musun? Küçük oğlu, gece uyurken silmiş onu ve karısını. Ardından da yemiş silgiyi...”
“Hiç bu kadar saçma bir şey duymamıştım,” diyorum gözlerimi kırpıştırarak. Ardından da ovalıyorum ama Sayko’nun silinmesini engelleyemiyor bu çabalarım.
“Oğlum, yok oluyorsun.”
Tak tak tak!
Kapıya bakıyorum şaşkın.
Ver birden bir sarsıntı oluyor.
Gözüm şakkadanak açılınca neler olduğunu kavramakta zorlanıyorum! Öyle bir pozisyonda büzüşmüşüm ki boynum neredeyse kırılacak.
Beni sarsmayı bırakıyor Dr Sayko ve şöyle diyor garip bakışlarla. “Uyuyakalmışız abicim asansörde.”
Kurşun asker gibi dikiliveriyorum ayağa. “Nasıl olur oğlum?” Yine kapıdan tarafa bakıyorum. “Çıkıyor asansör hâlâ… Ne kadar uyuyabiliriz ki?”
“Bilmem.”
Asansör, birisinin bu soruyu sormasını beklermiş gibi duruveriyor. Dışarının ışıklı, kahkahalı, bardak çınlamalı atmosferinin neşe dolu gürültüsü içeri doluyor birisi ansızın sesi açmış gibi.
“Yedi numara da kokteyle çıkıyormuş demek. Aman ne espri!”
Dr. Sayko şüpheli bir bakışla soruyor…
“Açayım mı?”
İkimizin de sinirleri biraz gerilmiş durumda olduğundan sesim biraz yüksek çıkıyor: “Açmıycaksan niye çıkardın oğlum bizi buraya?”
İttiriyor o ve seslerin bir televizyondan değil de kanlı canlı gerçeklikten yükseldiği ortaya çıkıyor. Köftelerle, kıtır tavuk parçalarıyla, kırmızılı beyazlı ışıl ışıl parıldayan şarap bardaklarıyla kalabalığın arasında koşuşturan garsonları görünce hop diye asansörün dışına konuveriyoruz.
“Sergi açılışlarında niye otomatik çalışacak bir raylı sistem kurmuyorlar da bu kadar garsonu çalıştırıyorlar, anlamıyorum,” diyor Sayko.
“Ben sergi açsam, sulu yemekler veririm,” diyorum. “Patlıcan musakkayla ayran mesela.”
“Niye yapacaksın ki bunu?”
“Hiiç, gıcıklık olsun diye.”
Ağzı tüm dişlerini dışarı dökercesine açılmış bir kadın pür neşe yaklaşıp kendini tanıtıyor ve sergi salonunun yöneticisi olduğunu söyledikten sonra, içkilerin yerini gösterip galiba sıçarken de koruduğu o muhteşem pozitif enerjisiyle uzaklaşıp gidiyor.
“Burası soğuk mu, yoksa bana mı öyle geliyor,” diyor Dr Sayko.
O söyleyince soğuğu ben de algılıyorum ama cıbıldak cıbıldak gezen insanlara bir göz atınca ısınıveriyorum yine.
“Şarabı içtimidiydik hiçbi şeyimiz kalmaz. Yürü.”
İnsanlar sanki yürüyeceğimiz anlamış gibi hafif çekiliyorlar önümüzden.
“Bana mı öyle geliyor yoksa…” Bakıyor Dr, bir kaşı havada. Benim de kaşım kalkıyor. Düşündüğüm şeyi mi söyleyecek diye bekliyorum. “Şu herifin dolaştırdığı kalamar mı?” diyor büyük bir coşkuyla ve garsonun yolunu kesip bir kürdana beş tane sığdırarak geri dönüyor. “İster misin?”
“Iıh,” derken dönüp geldiğimiz noktaya bakıyorum ve asansörü göremeyince tüylerim şak diye ayağa dikiliyor. Kokteyldeki insanları tarıyorum ardından bir çabuk. Aykırı bir şey farkedemeyince, asansör aşağı indiğinde panel de içeriye göçüyor demek diye düşünerek bu garip tasarıma bir alkış patlatıyorum içimden.
“Yürüsene abicim,” diyor Sayko.
Yönetici kadın gülümsüyor.
Bir adam, “Kırmızı şaraptan alın, çok güzel,” diyor.
Önümüzden hafifçe çekilen insanların arasından ilerliyoruz.
Tak tak tak!
Kulak kabartıyorum, hemen yanıbaşımda çınlayan sese. Sanki hala asansörün içindeyiz. Öylesine net geliyor.
“Duydun mu?” diyorum Dr Sayko’ya.
“Neyi?” diyor o. Gözleri ileriye fikslenmiş, beni de çekiştiriyor.
Şarap bardakları ve şişelerle donatılmış beyaz örtülü masanın arkasında pişmiş kelle gibi sırıtan görevliler, davetkar bir şekilde bardakları doldurmaya girişiyorlar.
Dönüp bize bakıyor bir tip. Hulk bu. Elindeki kadehi kaldırırken “Ooo abicim, gelin yahu,” diyor. “Nerede kaldınız?”
Tak tak tak!
Dururken Sayko’yu da kolundan tutup yerine mıhlıyorum. Şüpheyle çevreme bakınıyorum sonra.
“Nooldu abicim?” diye soruyor o.
Hızla tarıyorum her tarafı. Nezaket dolu gülüşlerle donanmış pasparlak yüzler bize dönüyor ağırdan.
“Gel,” diyorum Dr Sayko’ya. “Şuraya doğru gidelim.”
“Yaa, şarabımızı alalım, sonra gidelim nereye gideceksek.”
“Boşver şarabı falan da beni dinle,” derken onu çekmeye devam ediyorum.
“Hoop, ağbicim, gelsenize ya,” diye bağırıyor Hulk arkamızdan.
Önümüzdeki insanlar kalabalıklaşıyor ve her an biraz daha zorlaşıyor aralarından geçmek.
“Hulk’un elinde sadece bir kadeh vardı,” diyorum neredeyse fısıldayarak.
“Eee?”
“O asla tek kadeh almaz, en az üç kadehle döner masaya.”
“Bu doğru da, biz niye geri dönüyoruz,” diye soruyor Sayko haklı olarak.
Tak tak tak!
“Ana! Kapı çaldı,” diyor Sayko.
“Yaa, sen de duymaya başladın,” diyorum. “Koş.”
İnsanları alenen ittirerek asansörün olması gerektiği yere doğru hareketleniyorum. Bundan sonrası, aslında pek de anlatmaktan hoşlanacağım bir şekilde gelişmiyor. Korkuyorum haliyle ve içine düştüğüm o iğrenç panik duygusu birazcık denetimi yitirmeme yol açıyor. Keçi sakallı bir tipe diz atıyor, sıska bir kadının çenesine okkalı bir yumruk oturtuyorum. “Çekilin laan!” diye bağırıyorum tükürekler saçarak.
“Abicim sakin ol,” diye bağırıyor Dr. “Tamam, kokteyl kötü ama bu kadar da agresif olmana gerek yok.”
Tabi ki onu dinlemiyorum. Masadan kaptığım bir bardağı, “Arkadaşım, konuşabiliriz,” diyerek üstüme gelen uzunca bir adamın boynuna saplıyorum. Arkama baktığımda kanların tümüyle Sayko’nun suratına fışkırdığını görüyor ama ne bu detayla ne de arkadaşımın, “Aaıh, naapıyosun yaa!” diye ciyaklarken önündeki otuz yılı hapiste geçirecekmiş havasına bürünen hüzünlü suratıyla ilgilenmiyorum. Kapının olması gerektiği yere ulaştığımın farkında olarak elimi ileri uzatıyorum ve birden sanki sihirli bir söz söylenmiş gibi önümüzde beliriyor asansör.
Açıyorum!
Bir cin! Ufak tefek, ateş saçlı, basık burunlu bir şey. Daha çok bizim Sarıyer’deki börekçinin cüce hali gibi, orasından burasından alevler yükselmese.
“Sonunda be bilader!” dedikten sonra, o incecik, rahatsız edici sesiyle, arkamızda bir yerlere, “Siktirin gidin lan, rahat bırakın çocukları,” diye bağırarak dışarı çıkıyor ve işte tam da o anda algılıyorum her tarafın buz kestiğini. Işıklar ve insanların yaygarası ansızın sönüp yokoluyor. Sadece rüzgar ve soğuk kalıyor. Dr Sayko’yla birlikte dönerken bomboş bir terasta olduğumuzu görüyoruz. Ve hemen cine bakıyoruz yine, mal gibi açılmış ağızlarımızla.
Aklımdan hep merak ettiğim bir şeyi, cinlerin birbirleriyle birleşerek voltran gibi büyük bir şey oluşturup oluşturamadıklarını sormak geçiyor ama susmayı yeğliyorum.
“Gariptir, onu görünce bir korku hissetmedim ben,” diyor Sayko. “Genetik olarak kodlanmış olabilir mi acaba bu sahne beynimizde?”
“Hala rüyada olmamız da muhtemel,” diyorum ben.
Dönüp birbirimize aynı anda sıkı bir tokat atıyoruz. Bir şey değişmiyor.
“Bu sahnenin kodlanmadığı belli, bayağı bir acıdı be,” diyorum, suratım buruşmuş.
Yanımızdan kafasını sinirli sinirli sallayarak geçip, o paytak yürüyüşüyle terasın öbür tarafına doğru ilerliyor Cin. Ve konuşmaya da başlıyor üç dört metre sonra: “Çok büyük bir tehlike yaşadınız. Beni dinlemediğinize inanamıyorum. Bakın!” İleride bir yeri işaret ediyor küçücük, toprak rengi parmağıyla. “Şarap sunum masasının bulunduğu yer şu boşluktaydı. Sizi oraya sürmeye çalışıyorlardı. Yedinci kattan aşağıya düşüp paramparça olacaktınız.”
“Oraya gitmezdik ki,” diyor Dr Sayko. “Hulk bize verecekti elindeki bardakları.”
Sinir içinde dönüyor cin. “Anlamıyor musun?” diye tiz bir şekilde bağırıyor. “Hulk falan yok. Hepsi, toplumun bilinçaltının oluşturduğu hayali bir sahneydi.”
“Hologram sinema ha, ilginç bir fikir!” diyor Dr Sayko.
“Daha çok serap gibi bir şey,” diyor Cin.
“Toplumun bilinçaltının siktirik sergi sahnesinde bizim ne işimiz var peki?” diye soruyorum, hiçbir şey anlamamış olarak.
Oraya, kenarıya oturup ayaklarını sarkıtıyor Cin. Biz de yanına doğru ilerliyoruz.
“İnsanlar sizi istemiyor arkadaşlar,” diyor garip bir kikirdemeyle. “Bilinçli bir seçim değil bu. Alt benlikte oluşan yoğun yıkıcı enerjinin sonucu. Size karşı duyulan gizli nefret bu türden serap tuzakları hazırlayabilir, bu doğal. Sonuçta, yabancısınız. Bir ayrıksı otu gibi sökülüp çöpe atılmanız gerekiyor.”
“Adam gibi isteselerdi atlardık belki,” diyor Sayko. “Böyle puştluklardan hiç hazetmiyorum ama.”
Oturuyoruz cinin iki yanına. Aşağıda karıncalar kadar küçücük insanlarla dolu, içiçe girip yıvış yıvış bir organizma oluşturmuş kalabalıkta birisinin bize el işareti yaptığını görüyorum.
“Gördünüz mü?” diyor Cin hiç beklemeden. “Şu herif işte. Bilinçsizce bir anda yukarıya doğru el işareti yapmak geldi içinden.”
“Al o zaman amına koyayım,” diyerek el işaretini geriye iade ediyor Dr Sayko.
Dengeleri bozulan insanlar, neden olduğunu anlamadan, aşağıda tekme tokat birbirlerine girişiyorlar.
“Peki ya sen?” diye soruyorum. “Sen bize niye yardım ettin ki?”
“Bir dost aradı,” diyor Cin, ellerini şaap diye kemikleşmiş dizlerine vurarak. “Tehlikede olduğunuzu söyledi.”
Bir süre konuşmuyoruz. Sonra Dr Sayko “Kediler bu yükseklikten düşünce ölmüyor ya, bunu aslanlarla da denediler mi acaba?” diye soruyor.
“Peki ya cinler,” diyorum ben de. “Buradan düşsen mesela…”
“İtersen götünü sikerim bak,” diyor Cin.
“Yok canım,” diyorum. “Sadece soruyordum.”
“Feci şekilde şarap istiyor canım,” diyor Sayko.
“Size hemen şimdi şarap bulurum ama, üç kere anırırsanız,” diyor Cin.
Anırıyoruz.
Uzunca bir süre neşeyle alkışladıktan sonra “Alın size şarap,” diyor iğrenç bir şekilde, sanki tıslarcasına gülerek.
Gözlerimiz parmağının gösterdiği yeri buluyor ve hayretler içinde yine ona dönüyoruz.
“Beğenemediniz mi?” diyor bir bana bir Dr Sayko’ya bakarak. Delirmiş iki top gibi takır takır oynuyor gözleri yuvalarında.
Aşağıda, İstiklal caddesinin tam ortasında açılan şarap gölü, sokak lambalarının güçlü ışıkları altında kıpır kıpır oynaşıyor.
“Kaliteli, merak etmeyin, Porto, ruby.”
“Uzun da bir pipet ver bari,” diyor Dr Sayko.
“Atlamanız lazım,” diyor Cin. “Başka türlü olmaz.”
“Sana güvenmiyorum,” diye bağırıyorum hemen. “‘Bir dost’ martavallarına da inanmıyorum. Her şeyi ayarlayan sendin. Bu da başka bir tuzak!”
Yamuk bir gülüşle dikiliyor yerinde. Saçlarının alevleri bir metre kadar yukarıya yükseliyor. “Seçim sizin. Israr yok.”
“Ben inanıyorum arkadaş,” diyerek bir anda kendini aşağı atıyor Sayko.
Boşalıveriyor karnım. Korku içinde geri çekiliyorum. Gözlerim çoktan kapanmış bile.
Beynimden Dr Sayko’yla geçirdiğimiz güzel anlar geçmeye başlayacak gibi olsa da daha ilk görüntüde kulağıma şloop, diye yoğun bir su sesi ulaşınca, duyduklarıma inanamayarak uzanıp aşağıya bakıyorum.
Şarabın içinden bir anda belirip rahat kulaçlarla şap şup yüzmeye başlıyor Dr Sayko.
“Hâlâ bu işte bir iş olduğuna ina…”
Küçücük eller sırtımdan büyük bir güçle ittiriyor ve havada uçarken buluyorum kendimi.
“Aaaıh ananı..!”
“Sana tavsiyem şu,” diye bağırıyor arkamdan Cin. “Bu dünyada sadece kime güvenip kime güvenmeyeceğini bil, hayatın boyunca mutlu yaşarsın.”
“Sana güvenmiyoruuum!” diye var gücümle haykırırken şarabın içine gömülüyorum bir kurşun gibi ama yumuşacık. Her yanımı sarıyor kekremsi dokunuşlar bir anda. Dibe vardığımı hissediyorum. Kafam karmakarışık. İstesem orada, yüzlerce yıl kalabilecekmişim gibi geliyor. Ama özlüyorum dışarıyı. Ve ayaklarımı çırpıp yüzeye ulaşıyorum bir çabuk. Dr Sayko’yla, bizi görmeyen nefret dolu insanların arasında birbirimize şarap sıçratarak mutluluk dolu kahkahalar patlatıyoruz.
Ve şaaap, diye düşüyor Cin tam aramıza…

Hiç yorum yok: