14 Eylül 2010 Salı

Zamansız Adamın Anıları


Metroda ışıklar gidip geliyor cızırdayarak. Bir gariplik var! Önümde oturan adamla üç koltuk yanındaki kadının yer değiştirdiğine yemin edebilirim. Bacak bacak üstüne atarken bir an donu görünüyor. Teninin beyazlığı çarpıyor yüzüme. Kızıl saçlarına doğru kalkıyor gözlerim. Camdan dışarı bakıyor o. Yüzünde karmakarışık duygular oynaşıyor sanki. Her an ağlayacakmış gibi görünüyor... Karanlığa batıyor yine vagon. Benim gözkapaklarım da kapanıp açılıyor aynı anda ve orada bir başkasının oturduğunu görüyorum şimdi. Hatırladığım herkesin yerinin değiştiğinden eminim hatta. Yerimde doğrulup neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Az önce sol çaprazımda oturan iki delikanlı şimdi ayakta duruyorlar. Birden, garip bir hisle irkilip yanıma dönüyorum. Orada, gülerek bana bakıyor kızıl saçlı kadın. Boynundan süzülen şeftali kokusunu içime çekerken ben de gülmeye çalışıyorum.
“Çok yalnızım,” diyor o.
Erkekliğimin ayağa dikildiğini hissedebiliyorum.
“Ben de.”
Işıklar sönüp tekrar geliyor bir sarsıntıyla.
Sağ çaprazda, biraz uzakta, uzun boylu yakışıklı bir adamın omzuna başını dayamış, elleri kenetli, ciddi bir yüzle bana bakıyor kadın…
....

Sabah olmalı. Saatlerdir buradayım. Aynı yerde! Soluk almayı unutmuş birisi için iyi dayandığım aşikâr... Horozlar deliler gibi ötüyor uzun bir süredir. Güneş yükselmeyi reddediyor Boğaz’ın karşı yakasından. Ne yapacağımı bilemez halde ayaklarımın hemen önünden denize kadar uzanan derin çukura bakmayı sürdürüyorum. Evim yok! Apartmanım yok! Beş katlı iki binanın arasındaki boşluk vücuduma sıkıca sarılmış sanki, dönüp gidemiyorum bir türlü. Sabah ezanı başlıyor birden. Çiğe batmış ceketimin içinde büzüşmüş, ellerimi ovuştururken bir ses duyuyorum. Oflayıp puflayarak bir yerlere tırmanmayı taklit ediyor olmalı birisi. Taşların kayışı, üç dört saniye sonra zemine çarpıp yuvarlanmaları da ulaşıyor kulaklarıma. Bir el konuyor o anda önüme. Cevat amcanın kafası çıkıyor çukurun içinden. Bana bakıyor endişeli. Aşırı yorgun görünüyor. Geriye çekiliyorum saygıyla. Çıkıp doğruluyor çok geçmeden. Yüzlerce soru hücum ediyor dilimin ucuna ama orada olmam uygunsuz bir şeymiş gibi şaşkınca ve biraz da sinir içinde söylendiğini fark edip, bakakalmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne gülüyor ne bir selam veriyor. Üstüne yapışmış toprakları temizliyor düşünceli bir şekilde…
“Apartmanımıza nooldu Cevat amca?” Orada geçirdiğim saatlerden ötürü olmalı, stresli ya da hayretle dolu çıkmıyor sesim. Sadece soruyorum.
Hiç beklemediğim bir şekilde, anlamamış gibi bakmaya devam ediyor o, yüzüme. “Sabah namazına gidiyorum evladım,” dedikten hemen sonra da hızla yola düşüyor.
Yetişmeye çalışıyorum. “Cevat amca, tanımadın mı beni?”
“Çok geç kaldım,” diyor nefes nefese. “Başlayacak.”
“Apartmanımız?”
Anlamsız bir şeyler sayıklayarak telaşla uzaklaşıyor. Aramızdaki mesafeyi korumak neredeyse imkânsız. Tam yakasına yapışmak üzere uzanmışken yerime mıhlanıp eskiden caminin yükseldiği geniş alana dikiyorum gözlerimi. Oradaki derin meteor çukurunun başına gelince, ters dönüp ayaklarını sallandırıyor ve yok oluyor bir çabuk Cevat amca. Son bir bakış. Başını sallıyor, onu izlediğime gerçekten kızgın. Ve çekiliveriyor bir köstebek gibi içeriye.
Çukurun yanına bırakılmış ayakkabıların arasından geçip denize doğru yürüyorum ben az sonra…

Zamansız Adamın Anıları kendine ait blogda devam ediyor...

Hiç yorum yok: