21 Eylül 2010 Salı

ZAMANSIZ ADAMIN ANILARI


Görevler Silsilesi - Hikaye Devam Ediyor

Tabağımdaki su böreği sanki nefes alıyor. Buğular yağlı nefis bir kokuyu da alıp yükseliyor burnuma doğru. O kadar açım ki, lokmaları ne zaman bitirdiğimi anlamıyorum bile. İştahım çayımdan bir yudum almama bile izin vermemiş. Bardağı ağzıma götürürken pencereden dışarı bakıyorum. Orta yaşlarda, beyaz tenli bir kadın duvarın dibine büzüşmüş ağlıyor. İyi giyimli. Düzgün bir tipe benziyor. Kimse yardım etmiyor ona. Yanından sanki gözleri böyle bir şeye kapalıymış gibi geçip gidiyorlar. Derdinin ne olabileceğini düşünürken tekrar içeriye bakıyorum ve tabağımın silme su böreği dolu olduğunu görüyorum.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diyor garson.
“Yok sağol,” diyorum.
Çaya gidiyor elim. Kısa bir kararsızlık anından sonra çatala yöneliyor. İlk lokma sevilmeyi bekleyen bir kedi gibi yerleşiyor damağıma.
Deja-vu bu. Aynı anı yaşıyorum daha beş dakika geçmeden. Her şeyin farkında olmak ne güzel! Keyifle, bir çırpıda bitiriyorum önümdekileri. Çayımdan bir yudum alırken pencereden dışarı bakıyorum. Ağlıyor kadın duvarın dibine kendini bırakmış. Dönünce garsonu başımda buluyorum yine. Tabağım dolu.
“Sağol, ama doydum ben,” diyorum.
Gülüyor şaka yapmışım gibi. Yine de bir şüphe ışığı oynaşmıyor değil gözlerinde.
Yemeğe girişiyorum sanki onun varlığını bir anda unutmuşum gibi.
“Hep böyleydin sen,” diyor birisi. Kafamı kaldırıp, sessizce karşıma kurulmuş arkadaşıma bakıyorum. Tuncay bu. “Kimseye değer vermezdin. İnsanları dinler gibi yapardın.”
O bir şeyler anlatırken esneme tutardı beni hep. Gülme isteğimi zor tutuyorum şimdi. “Bu ne? Beni suçlama günü mü?” derken tabağıma eğilip bir lokma daha atıyorum ağzıma. Esniyorum sonra kendimi tutamayıp…
Dokularının zayıflayıp havada bir yerlere tutunmaya çalışırcasına titreştiği anı yakalıyorum kafamı kaldırdığımda. Silinip gidiyor sonra birden. Su böreği büyüyor sanki; neredeyse ağzıma sığmıyor. Zorla başarıyorum yutkunmayı.
“Senden nefret ediyorum,” lafıyla birlikte bir kız beliriyor karşımda. “Gerçekten nefret ediyorum.”
Tanımıyorum onu.
“Ne o, şimdi de tanımamazlığa mı geliyorsun beni?” diye soruyor sinirli bir gülüşle.
“Çıkaramadım,” diyecekken yüklem anlamını kaybediyor. Yavaştan kaybolmaya başlıyor o da. “Bir dakika, yapma bunu, lütfen, sana söyleyeceğim çok önemli şeyler var,” diyor panik ve kızgınlık karışımı bakışlarla. “Bir kere olsun karşındakinin hislerini paylaşmayı denesen noolur?”
“Ben bir şey yapmıyorum.”
“Biliyor musun korkağın tekisin sen…”
Lafını bitiremeden kayboluyor. Bir hüzün çöküyor üstüme. Kaçarmışçasına dışarıya dönüyor gözlerim. Duvarın dibinde, aç bir berduş gibi büzüşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyor kadın. Bir Allahın kulu durup sormuyor derdini. Ona yardım etmeliyim diye düşünmek bile kaslarımı ip gibi geriyor. Doğrulmaya çalışıyorum ardından ve görüyorum ki tabağım dolu. Çaydan sımsıcak buğular yükselip burnuma yaklaşıyor. Yıvışık, yaşlı bir konsomatristi andırıyor hareketleri.
“Başka bir isteğiniz var mıydı?” diye soruyor, başımda bekleyen garson.
“Hesabı alabilir miyim?” derken birden bir yıldırım gibi iniyor beynime şok. Elim cüzdanıma gidiyor hızla. Dışarı çıkarırken, nasıl olup da param olup olmadığına bakmam, diye öfkeyle soruyorum kendime. Ne zannediyorum ki kendimi! Gerçekle yüzleşirkense suratım buruşuveriyor: Cüzdanım bomboş!
“Anneniz ödedi hesabı beyefendi,” diyor o sırada garson.
“Nasıl!”
“Anneniz hesabı ödedi. Dört porsiyon karışık su böreği, dört çay.”
Kafam karışmış bakıyorum ona. “Nereden tanıyorsunuz beni? Annem…”
“Tanımamız gerektiği zaman her müşteriyi tanıyoruz beyefendi. Üstelik her şey bu kadar açıkken...”
Onu küçümsediğimi ima eden, suçlu hissettirecek, anlayış bekleyen bir bakış atarak dönüp gidiyor. Dışarı çıkıyorum ben artık konuşmayı beceremeyerek. Ayaklarımı sürüdüğümü farkediyorum küçüklüğümde kafam karıştığında yaptığım gibi. Utanç içinde durup trafiğe kaldırıyorum başımı. Koca bir el, tek tek figüran koyuyor kaldırıma. Kalabalıklaşıyor birden ortalık. Yapay gülüşler kaplıyor her yanı. Tiyatro salonlarında, oyun başlamadan önce görülen bir uğultu doluyor kulaklarıma. Beni tutup kendine çevirdikten, bir an inceledikten sonra tekrar yerime koyuyor el…

Orta yaşlı, aşırı ince bir adam... Sarı saçlarını özenle briyantinlemiş. Uzun, kemikli kolları vücuduna sonradan eklemlenmiş sanki. Üstünde smokin, bir elinde değnek… Trafiğin ortasına yerleştirdiği sandalyenin üstünde, topukları bitişik, kendinden emin bir şişinmeyle yay gibi geriliyor. Görünmez bir orkestranın, onun kıvrak el hareketleriyle oluşan coşkuyu halka fevkalade bir şekilde yansıttığını yüzündeki zaferane gülüş pek güzel anlatıyor. Gülüyor kaldırıma birikmiş insanlar.
“Arkadaşım, hangi türküyü çaldığını söyle de biz de eşlik edelim,” diye bağırıyor birisi.
Alıp denize doğru savuruyor onu koca el.
Yanımda bir kadın konuşuyor aynı anda. “Duymuyorlar, o kadar etkili ki? Ama anlayamaz onlar… Hayır, anlayamazlar!”
Kırklı yaşlarda, iyi giyimli, hoş bir kadın bu… Az önce duvara sırtını dayamış ağlayan kadını andırıyor. Gözlerini yummuş, müziği tüm duyularıyla hissettiğini ilan edercesine hafif kaldırmış çenesini. Huşu içinde titreşiyor dudakları.
Duymaya çalışıyorum. Hiçbir şey ulaşmıyor kulaklarıma. Tekrar maestroya bakıyorum sonra. Pilli bir oyuncaktan farksız, yerinde duramıyor. Terler yanaklarından çenesine akıp smokinine damlıyor. Yükseltiyor müziği. Gözlerini sıkıca kapatmış, dişlerini sıkarak gülmeyle ağlama arası bir mimik sergiliyor bunu yaparken. Ellerini bel kısmına indirip birden yukarı kaldırıyor. Sonra bir daha yapıyor aynı şeyi. Değnek yukarıda titreşiyor.
Önce karışıyor caddenin öteleri. Kornalar fırlıyor havaya. Bazı arabalardan öfkeyle dışarı çıkıyor insanlar. Küfür ederken ağızlarından tükürükler saçılıyor. Dükkânlarından fırlayıp Allah belanızı versin demekten kendilerini alamıyor esnaflar. Arabalar dört yol ağzında birbirine giriyor. Bağırıyor az önce orkestra şefine gülen herkes avaz avaz...
Düşüveren omuzlarından aşağı sarkıyor ansızın kolları maestronun. Çenesi de buluşuyor göğsüyle. Yorgun, bitkin, zorlukla nefes alıyor. Bitiyor müzik.
Koca bir el yukarıdan inip tek tek alıyor insanları. Birbirine geçmiş, kaportaları yamulmuş arabaları da denize savuruyor çabuk hareketlerle. Beni alıp kendine çeviriyor. Sonra tekrar yerime koyup saçlarımı düzelterek hiç vakit geçirmeden gökyüzünün maviliğine gömülüveriyor…

Boyası dökülmüş duvarın yanında, kadının vücudu zangır zangır titriyor. Parmakları saçlarına geçmiş. Sanki birden her yandan üstüne yumruklar tekmeler inecekmişçesine büzüşmüş vücudu. Yaklaşıyorum ürkek bakışlarla çevremi yoklayarak.
“Pardon, iyi misiniz?” Uzanıp omzunu tutuyorum hafifçe. “Yardım edebileceğim bir şey varsa…” Öne doğru bir adım daha atıp bakışlarını yakalamaya çalışıyorum. Utançla çeviriyor mora çalmış yüzünü duvara doğru. “Bir yeriniz mi ağrıyor? Sizi…”
Lafımı bitiremeden sağımda, uzaktan, köşebaşının orada bir bağırış patlıyor.
“Arkadaşım, naapıyorsun sen?”
Doğrulup bakıyorum. Beyaz saçlı, güdük, domuz suratlı bir herifin doğruca beni hedef aldığını görüyorum konuşurken. “Aklına bile getirme!”
“Neyi?” diye soruyorum şüpheyle. Düşmanca ifadeyi üstüne alır almaz öfkeye boğulan yüzümün kırmızıya çaldığını algılayabiliyorum.
“Cezalı o,” diyor iki metre kadar yakınımdaki başörtülü teyze sinirden öksürüğe boğularak.
Duyuyorum o sırada. Tatlı bir melodi süzülüyor, yerdeki kadının sinire tutulmuş, birbirine çarpıp tıkırdayan dişlerinin arasından. Daha çok, bir kemanı andırıyor. Hızla akıp gidiyor notaların arasında bir şeylerden kaçmak istermiş gibi…
“Ağlıyor o,” diyorum domuz suratlı adama dönerek. “Bir derdi olmalı.”
Her yandan sinir içinde bağırmaya girişiyor halk. Korkuyu melodiye dökmekle görevli bir opera korosu geliyor aklıma. Çevrem kin ve öfkeyle sarılıyor ansızın.
“Orada kalacak o,” laflarını tükürürcesine söylüyor bir yaşlı. Bastonunu güçsüz elinde zorlukla kaldırırken her yanı zangırdıyor. “Adi orospu!”
“Özür dileyecek önce,” diye bağırıyor küçük bir kız çocuğu, cırtlak sesiyle.
Üflemeli çalgılar kemanın arkasında tehditkâr bir tonda yükseliyor.
“Anlamıyorsunuz,” diyorum ben ve bir başkasının ağzından konuştuğumu algılıyorum aynı anda. “Duymayı bilmiyorsunuz. Dinlemiyorsunuz!”
Sevmeyi bilmiyorsunuz, lafı beynime oturuyor ama konuşamıyorum daha fazla. Çevremi saran güruhun iyice yaklaştığını görüyorum. Nefretle bakıyorlar yüzüme. Susuyor kadın birden. İnsanlar da önce bir sendeleyip sonra kafaları karışmışçasına bir tereddütle beni izlemeye devam ediyorlar. Yumuşacık bir ıslık doğuyor o anda arkamdan. Tatlı, folklorik bir melodi... Yumuşuyor günün sert konturları. Herkes dönüp yürümeye başlıyor birden. Bizi daha önce hiç görmemişler gibi... Bazıları şakayla sırtına vuruyor yanındakilerin. Esnaflar içeri girmek üzere dükkanlarına dönüyor. Ve o sırada iniyor koca el yukarıdan. Kadını alıp yerine bir orangutan koyup çekiliveriyor.
Beni kendine çevirip bakıyor sonra. Ardından tekrar yerime koyup gömleğimi düzelttikten sonra bulutların arasına gömülüp yok oluyor.
Ağlıyor orangutan, duvara sağ omzunu yerleştirmiş, iki büklüm dövünerek…

Zamansız Adamın Anıları - Tümü İçin.

Hiç yorum yok: