25 Ağustos 2010 Çarşamba

ZAMANSIZ ADAMIN ANILARI

Cadde hareketli. İnsanlar hayatlarındaki son anı yaşıyorlarmış ve cenaze işlemlerini gerçekleştirmek için Mezarlıklar Müdürlüğü kapanmadan yetişmeleri gerekiyormuş gibi hırsla arşınlıyorlar yolları.
Ben yürüyemediğimin farkındayım bir süredir. Sanki boşa dönüyor bacaklarım. Yeri yakalayamıyorlar bir türlü. Patinaj atmak gibi… Duygusal bir sorun olmalı, diye düşünüyorum. Arkadaşım uzaklışıyor gitgide. Ne o ne başkaları duyuyor beni. Yükselmeye başlıyorum yerden. Çabuk olmalıyım, derken hafif telaşlanıyorum. Bir şeyler düşünmeliyim. Hem de derhal. Güzel bir şeyler. Bir anı. Gelecekle ilgili bir umut…
Yeniden doğacağım o an geliyor o sırada aklıma.
Tekrar konuyor yere ayaklarım. Az önceki bağırışım yankılanıyor havada. Dönüyor arkadaşım. “Naapıyorsun oğlum, hadisene,” diyor. Akıyor altımdan yol. Herkes gibi, ben de yürüyüyorum.
Büyük bir başarı bu!

Saat altıyı on geçiyor.
Bira bardağını masaya yapıştırdıklarını anlıyorum sonunda. Çekmeyi bırakırken kıpkırmızı oluyor, sırıtmaya çalışıyorum. Gülüşüyor arkadaşlar, garsonla birlikte…

Yalnızım. Bir an daldığımı hatırlıyorum. Sonra açtım gözlerimi ve herkesin dağıldığını gördüm. Bir ayna koymuşlar önümdeki sandalyeye. Uyanıyor aksim. Geriniyor. Beni görünce karşısında seviniyor…

Sokağın ucundan bana doğru gelen aileye takılıyor gözüm. On yaşlarında sarışın bir oğlan... Babası saçlarını okşuyor. Anne günün keyfini yansıtan bir kahkaha patlatıyor. El ele yaklaşıyorlar. Yanımdan geçerlerken oğlan bana doğru koşturuyor ani bir kararla. Masaya dayanıp gözlerime bakıyor dimdik. Çocuk bakışları değil bunlar. Göz kırpıp gülüyorum yine de içten.
“Naaber?”
“Böyle mutlu göründüğümüze bakma,” diyor o birden, çabuk çabuk. “Babam beni taciz ediyor.”
Koşturup gidiyor sonra.
Sıkıntı üstüme çullanıveriyor. Aynadaki aksime dönerken beynimde soru işaretleri öylesine bir kalabalık oluşturuyor ki çoğu eziliyor parmaklıkların altında. Birasını kaldırıp “Yaa, bırak,” diyor aksim. Ama devamını getiremiyor. Dönüp yola bakıyor kafasını dağıtmak üzere…

Yolda yürüyorum hızlı hızlı. Meditasyonla başlangıca dönmek mümkün mü acaba? Derin yoğunlaşmada hız yapmak ya da? Çok çok hızlı yürürken hiçbir şey düşünmemeyi başarsam yok olur muyum bir süre sonra?
Düşünce akışımı üstüme doğru yönelmiş, garip bir şekilde sırıtan hırpani bir herif bozuyor. Bir deli olmalı. Üstündeki takım elbise yağ lekeleriyle kaplı. Pantalonunun sağ dizinden altı yok neredeyse. Kulağıma eğiliyor. Geriye çekiliyorum ben. Bir kez daha yaklaşıyor isteksizliğimi takmadan. “Bir filmden çıktım ben,” diyor kıkırdayarak. “Bu dünyaya ait değilim.”
“Hangi filmden?” diyorum alaycı.
“Pelikülden oluşmuşum,” diye devam ediyor o. “İnsan değilim. Bak!” Elimi çekip koluna koyuyor. “Sık.”
Sıkıyorum. Lastik gibi bir şey kolu... Klark çeken gözleri sahne ışıklarını üstüne almış bırakmıyor. Tüylerim diken diken olurken, çekiyorum elimi hızla.
“Döneceğim bir gün,” diyor o. “İğrenç burası.” Uzaklaşmak üzere hareketleniyor.
“Hangi film?” diyorum bir kez daha.
“Unuttum ismini,” diyor elini sallayarak. “Boktan bir şeydi zaten ama yine de buradan iyiydi.”

Kitapçının önünde bir kalabalık toplanmış, karşıdaki binanın üçüncü katına doğru bakıyorlar. Onları taklit ediyorum ben de. Bir kadın, boşlukta asılı kalmış dönüyor çığlıklar atarak. İp falan yok onu tutan. Mantıksız bir görüntü bu… Önümdeki tip, yanındaki tombul kadına açıklama yapıyor: “Vicdan boşluğu bu bence. Başka bir şey gelmiyor aklıma.”
Önlerindeki tip onlara dönüyor. “Tanıyorum onu. Kerhanede çalıştı yıllarca.”
“İntihar ettiğini gözlerimle gördüm,” diyor elli yaşlarında bir adam. “Ağzımız yüreğimize geldi ama orada kalıverdi bir anda.”
“Düş, düş, düş,” diye bağırıyor bir grup genç.
“Hep orada kalacaksa, yemek su falan vermek lazım ama,” diyor meraklı kadın.
Yükseliyor birden intihar eden kadın dördüncü kata doğru…

Telefonum çalıyor. Refleksiv bir şekilde saatime bakarken niye böyle yaptığımı düşünüyorum. Saate göre mi açacağım telefonu? Sekize beş var. Numarayı tanımıyorum. Aç’a yavaşça bastırırken bu seferde buna takılıyor kafam. Temkinli davranmak neyi değiştirebilir ki telefon açarken.
“Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın?”
Sanki ağzında lokma varmışçasına garip bir sesle konuşuyor karşımdaki. Abarttığını düşünüyorum biraz.
“Evet,” diyorum, düşünme ihtiyacı bile hissetmeden ve bir deja-vu algısıyla allak bullak oluyorum. Sanki aynı soruya binlerce kere aynı cevabı vermişim gibi geliyor…
“Bekle. Yağacak şimdi.”
Gökyüzüne kaldırıyorum kafamı. Söylediği doğru. Parça parça süzülüyor insanların üstüne bir şeyler. Küçük ya da büyük, dar ya da geniş, hafif ya da ağır oldukları anlaşılamıyor. Ruhani bir ışıkla aydınlanıyor çatıların üstü. İniyor parçalar kuş tüylerine benzer bir asillikle. Yakalıyorum bazılarını. Gözlerime yaklaştırıyorum ve görüyorum ki sahte bunlar. Sentetik, yapay… Kıvırır kıvırmaz dağılıp gidiyorlar.
Telefonum çalıyor yine. Açıyorum.
Bir kahkaha atıyor adam. “Ne zannediyordun ki?”

Hiç yorum yok: