Uzun yıllardır, neo-liberal restorasyon altında adeta tartışılması tabu haline gelen, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimleri, bunların ekonomik zenginliğin ve siyasi gücün dağılımıyla bağlantısı, mali krizle birlikte yeniden gündeme gelmeye başladı, özellikle bu yıl toplumsal muhalefette görülen kabarmayla birlikte... “Biz yüzde 99’u oluşturuyoruz” sloganı tam da bu durumun çok güzel bir ifadesi değil mi?
Sermayenin yeni sınıf yapılanmaları
Kapitalizmin halen devam etmekte olan yapısal krizinin, sermayenin merkezden çevreye doğru kriz eğilimlerini dışlaştırmaya başladığı 1970’ler, aynı zamanda çokuluslu (ulus ötesi) şirketler konusunun da büyük ilgi çekmeye başladığı yıllardı. Ancak, bu alanda emperyalizm kavramıyla da bağlantılı olarak başlayan canlı tartışmalar, 1980’li yıllarda ve özellikle 1989’dan sonra, “Tek yol kapitalizm” dogmasını yerleştiren neo-liberal restorasyon döneminde (1980-1999) giderek arka plana itildi ve çalışmalar çok az sayıda “inatçı” araştırmacının çabalarıyla sınırlı kaldı.
Halbuki sermaye uluslararasılaşması hızlanır, yeni biçimler üretmeye başlarken, kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi eski biçimler, örneğin “finans-kapital” (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesinin ifadesi), bu kez uluslararasılaşmış bankalar ve sanayi tekellerinin birleşmesiyle uluslararası finans-kapital olarak geri geliyordu. (örneğin, V. Andreff, Capital and Class No. 22, 1984).
Sermayenin uluslararasılaşmasının, Avrupa Birliği sürecinin, sermaye üzerinde yaşayan sınıf yapılarında gündeme getirdiği olası dönüşümler, yeni sınıf şekillenmeleri, az sayıda araştırmacı arasında da olsa ilgi çekmeye başlıyordu. Kees van Der Pjil, 1984’te, Atlantik Egemen Sınıfının Oluşması çalışmasını yayımladı (bu çalışma 2002’de genişletildi). William I. Robinson ve Jerry Harris’in “Küreselleşme ve ulus ötesi kapitalist sınıf” (Science & Society, Bahar, 2000) makalesi, Leslie Sklair’in Ulus Ötesi Kapitalist Sınıf (2000) ve daha yeni bir çalışma olarak William Carrol’un, Ulus Ötesi Kapitalist Sınıfın Oluşumu (2010) kitapları da tartışmalara önemli katkılar yaptı.
Ancak bu araştırmaların hemen hepsi, şu veya bu biçimde kapitalizme eleştirel yaklaşan, Marksist eğilimli yazarlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu yüzden geçen ayın sonunda sonuçları yayımlanan ve New Scientist dergisinde de aktarılan araştırma ayrı bir öneme sahip. İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden, “sistem analizi” alanında uzmanlaşmış üç bilim insanının (S. Vitali, J. B. Glattfelder ve S. Battiston) The network of global corporate control (Şirketlerin küresel denetim ağı) çalışması, Londra Üniversitesi’nden makro ekonomi uzmanı, John Driffil’in vurguladığı gibi, az sayıda insanın küresel ekonomiyi denetleyebildiğini göstermeyi değil, küresel sistemin daha istikrarlı bir hale getirilmesi için gereken bilgileri oluşturmayı amaçlıyor. Ama araştırma, aslında tam da bu güç yoğunlaşmasını ortaya koyuyor. Araştırmanın yazarlarından Glattfelder’in News Scientist yazarlarına söylediği gibi, ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor. (The New Scientist, 24 Ekim 2011)
Sermayenin küresel ağları ve ‘süper sınıf’
Vitali, Glattfelder ve Battiston bulgularını şöyle özetliyorlar: “Ulus ötesi şirketlerin dev bir boyunbağı yapılanması (dar ilişkiler geliyor, bir düğüm oluşturuyor ve genişleyerek, açılarak devam ediyor - E.Y) oluşturduklarını gördük. Denetim ilişkilerinin büyük bir kısmı aralarındaki ilişkiler çok sıkı örülmüş mali kurumların oluşturduğu çekirdeğe akıyor. Bu çekirdeği bir ‘süper varlık’ olarak görebiliriz.” Yazarlara göre bu “süper varlık” gerek araştırmacılar gerekse de politika yapıcılar açısından yeni ve önemli sorunları gündeme getiriyor.
Araştırma, ekonomik veri toplayan Orbis’in, 2007 veri bankasında bulunan 194 ülkeden 37 milyon ekonomik varlık arasında OECD’nin ulus ötesi varlık (TNC) tanımına (birden fazla ülkede yerleşik olmakla birlikte bir eşgüdüm içinde, içlerinden birinin egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiren yapılar) uyan 43 bin 60 şirket saptayarak, bunların dünya üzerindeki etkilerini ve mülkiyet yapılarındaki yoğunlaşmayı soruşturuyor. (Rapor: http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf)
Bu TNC yapıları, 116 ülkede yerleşik bulunuyor; 1318 bağlantı noktası (stratejik düğüm oluşturan yapılanma) oluşturuyorlar, iştirakler yoluyla 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyorlar.
Bu TNC’ler içinde en büyüklerinden oluşan yüzde 36’sının 47 bin 819 hissedarı (karar almaya etki yapacak büyüklükte hisseye sahip olanlar), 399 bin 696 iştiraki var. TNC’lerin yüzde 36’sını oluşturan en büyük 15 bin 491 şirket TNC’lerin oluşturduğu ağın küresel “işletme gelirlerinin” yüzde 94’ünü denetliyor. Stratejik bağlantı noktası oluşturan 1318 şirket, TNC’lerin küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini, sahip oldukları dev sanayi şirketleri aracılığıyla da toplam küresel gelirlerin yüzde 60’ını ediniyorlar.
Bu 15 bin 491 büyük şirket içinde 737 şirket tüm TNC’lerin toplam varlıklarının yüzde 80’ini elinde tutuyor. Bunların içinden 147 “süper varlık”ın payıysa yüzde 40. Bu “süper varlıkların” dörtte üçünü de Barclays Bank, Goldman Sachs gibi mali kuruluşlar oluşturuyor.
Mülkiyet dağılımındaki yoğunlaşmaya bakınca, 190 ülkeden 47 bin 819 hisse sahibinin 83 ülkede yerleşik, mülkiyetlerini de 38 ülkede yoğunlaştırmış TNC’lerde pay sahibi olduğu görülüyor.
Bitirirken, bu verilere toplumsal bir boyut eklemek için “süper varlık” kavramından, David Rothkopf’un 2008’de yayımlanan kitabının başlığını oluşturan “süper sınıf” kavramına geçebiliriz.
Rothkopf karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini denetleyen 14 büyük firma (aile) koyuyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor. Rothkopf, 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, “yüzde 99 yüzde 1’e karşı” sloganıyla ayaklananlar haksız mı? Böyle adaletsiz ve üstelik dünyayı bir uygarlık krizine taşıyan bu ekonomik modeli terk etmek gerekmez mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder