Bu, Prof. Tom Nairn’in, Open democracy sitesinde yayımlanan yorumunun başlığıydı. Tom Nairn halen ulusalcılık, Britanya kurumları, İskoçya konularında Durham Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürüyor. Nairn, İskoçya’nın, bir referandumla bağımsızlığını ilan etmeye hazırlanmakta olmasından kalkarak, yorumuna “Küresel kapitalizmin hiper-imparatorluğunun basıncını dengelemeye yönelik yeni yönetişim biçimleri aranıyor, İskoçya kendi direnişini geliştiriyor, İngiltere onu izleyebilir mi” sorusuyla başlıyor.
Nairn yazısında, Jacques Attali’nin 2006’da yayımlanan Geleceğin Kısa Tarihi çalışmasından “küresel kapitalizmin hiper-imparatorluğu” kavramını alarak, “kapitalist küreselleşme dalgasının şoklarına karşı, tepki olarak 200’den fazla yeni ulus doğabilir saptamasını” aktarıyor. Nairn’e göre, “İskoçya, bu dalganın tam ortasında Katolonya ve Kürdistan da...”
Nairn, hiper-imparatorluğun küresel çapta “devletlerin yapı çözümünü talep ederken”... “sosyal demokrasi de yeni bir biçim almalıdır” diyor, ekliyor: “Buna karşılık”... “tarih merkantilist dönemin başındakini andıran bir çap değişikliğini dayatıyor. Tam anlamıyla ‘daha küçük daha iyidir’ değil, ama eğilim bu yanda”. Kısacası, Attali’ye göre, tarih, etnik, dil ve hatta dini anlamda homojen ve küçük ulus devletlere doğru gidiyor. Nairn bu eğilimi, imparatorluğa bir direniş biçimi olarak destekliyor. Ben aynı düşüncede değilim.
Liberal entelijansiya ve ‘hiper-imparatorluk’
“Küreselleşme”, bir ABD dış politikası (“The Next NATO”, The National Interest, 1 Sept 2001) olarak gündeme geldiğinde “önünde durulamaz”, “mutlaka uyum sağlanması gereken” bir süreç olarak sunuldu. Liberal entelijansiya da hemen kolları sıvayarak, “ulus devlet dönemi sona eriyor” fantezisini üretmeye başladı. Ancak “küreselleşme ve ulus devletin gerilemesi” denkleminin en azından üç tarihsel, teorik sorunu vardı.
Birincisi, tarihe bakınca, “küreselleşme sürecinin” finansal balonlaşmayla birlikte geldiği, bir aşamada mali krize, ekonomik depresyona, büyük jeopolitik altüst oluşlara, çok şiddetli ulus devlet reflekslerine yol açtığı görülüyordu. Bu kez de öyle oluyordu ve bunu “önlenemez”, gereklerinin yerine getirilmesi “kaçınılmaz” bir süreç olarak tanımlamak, uçuruma doğru gözü kapalı bir yürüyüş demekti.
İkincisi, ABD’nin “küreselleşme” politikası pratikte, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak tüm piyasaların, kaynak havzalarının, kaynak taşıma yollarının, tedarik zincirlerinin ve coğrafyalarının ABD liderliğindeki küresel sermayenin, kültür endüstrisinin kullanımına açılması anlamına geliyordu. Bunun gerçekleşebilmesi için de yerel çıkarı öne çıkaracak tüm siyasi akım ve projelerin bastırılması gerekiyordu. Bu bağlamda en etkin araç (özellikle dini /etnik nedenlerle baskı atında tutulan halkların seçkinleriyle kurulan mutabakatların ekonomik krizin etkileriyle bozulmaya başladığı bir dönemde) bunların tümünün, hiçbir ayrım gözetmeksizin, ırkçılıkla, faşizmle özdeşleştirilen bir ulusalcılıkla suçlanmasıydı. Bu süreçte liberal entelijensiya çok işlevsel oldu: Antiemperyalizm ulusalcılıkla eşitlendi, uydurma bir “ulusalcı sol” kavramı üzerinden faşizm çağrıştırıldı, bu çağrışımın karşısına da liberal demokrasi konuldu.
Üçüncüsü, her türlü yerel projeyi ve önceliği savunmayı ulusalcılıkla suçlayanların perspektifi, tarihsel olarak, her aşamada ulusalcılığa eleştirel mesafelerini korumaya çalışarak, şoven ulusalcılığın elinde yaşadıkları felaketleri anımsayarak dikkatle, kuşkuyla yaklaşan komünist gelenekten çok farklıydı.
Bu “ulusalcı sol” avcıları, aynı anda enternasyonalizmi savunmuyor, emperyalizm kavramından köşe bucak kaçıyorlardı. Bunlar antikapitalist değildi; her türlü toplumsal eleştirileri, demokrasi ve özgürlük talepleri gelip kapitalizmin sınırında duruyordu. Bu “ulusalcı sol” avcıları, sosyal demokrasinin, işsizliği azaltma, toplumsal talebi destekleme amaçlarını, bunun için devlet kaynaklarını kullanma eğilimini de paylaşmıyorlardı. Bunlar, özelleştirmeden, yabancı sermayenin denetimsiz girişinden yanaydılar; refah devletine, sosyal demokrat politikalara karşı “sadaka” toplumunu savunuyorlardı. Tüm bunlardan hareketle de bu liberal entelijansiyanın “hiper-imparatorluğun” memurları ya da “yararlı salakları” olduğu sonucuna ulaşmak hiç de zor değildi.
Küreselleşmenin, mali balonlaşmanın, tam da öngörüldüğü gibi bir mali krize, “büyük bunalıma”, hızlı yoksullaşmaya, toplumsal, jeopolitik altüst oluşlara yol açmaya başladığı bir dönemde, “küreselleşme engellenemez, ulus devlet bitiyor” söyleminin de yerini bir başka fanteziye bırakması gerekiyor.
Attali’nin, Prof, Nairn’in de ister istemez bu yeni “fanteziyi” dile getirdiklerini düşünüyorum: Daha küçük, homojen ulus devletler aslında imparatorluğa direnmenin bir yoludur.
Tarih bize tam aksini söylüyor. Uluslararası tedarik zincirleri, kaynak kullanım ağları enerji sistemleri, dijital ağlar dünyasında, küçük, homojen, ulus devletler, çaplarından dolayı fiziki olarak, homojen yapılarından dolayı da kültürel olarak sermayenin imparatorluğuna direnemeyecekler, aksine, “imparatorluğun vesayetindeki” kaynaklardan yararlanabilmek için hizmet sunma, sadık “vasal” olma yarışına girecekler; girmeye başladılar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder