Merkez Bankası, enflasyon hedefini tutturmak, bunun için de döviz kurunu ne yapıp edip terbiye etmek için, bol keseden döviz rezervlerini harcayıp duruyor. Merkez Bankası’nın, enflasyon hedefini 2011’de ıskalayıp yüzde 5 yerine yüzde 10.5 gerçeği ile karşılaşmasında, dövizin tırmanışı elbette etkili oldu. Özellikle yılın ikinci yarısındaki hızlı kur artışı, ithalattan kaynaklanan maliyet enflasyonuna yol açtı. Ama hepsi bu mu? Yükselen fiyatların tüm günahını döviz artışına yıkmak doğru mu? Değil elbette. Enflasyonun detaylarına bakıldığında, özellikle alt-orta sınıfların gelirlerini sollayan TÜFE’deki yüzde 10.5’lik artışta, sebze-meyve fiyatlarının yüzde 25.5 oranında artmış olması önemli bir yer tutuyor.
Tarım ürünlerindeki yüksek fiyat artışlarında arz yetersizliği, üretim eksikliği en önemli etken. “Kendi kendine yeten tarım ülkesi Türkiye” günleri geride kaldı. Türkiye, tarımın canına okuyan IMF-Dünya Bankası programlarıyla tarımda gerileyen bir ülke, ne yazık ki!..
1980 sonrası “yapısal uyum” adı altında uygulanan programlarla, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını çokuluslu tarım-gıda tekellerine açmaya zorlandı. Temel gıda üreticiliğine dayalı üretim tabanları çökertilen bu ülkeler, tekellerin belirlediği koşullarda mal üretmeye yönlendirildiler. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulandığı bu ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir duruma düştüler. Gıda üretimleri geriledi, fiyatları yükseldi, üstelik, net tarım ithalatçısı durumuna düştüler. Buna karşılık, dünyada gıda üretimini ve dağıtımını bir avuç şirket daha çok kontrol etmeye başladı. GATT Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne güç kattı.
Aynı şeyler Türkiye’nin de başına geldi. Dünya Bankası’nca hazırlanan Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP), tarımda fiyat, kredi ve girdi desteklerinin ortadan kaldırılarak doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini istiyordu. Ama bu kadarla yetinmiyordu; istekler arasında, tarım birliklerinin işlevsiz hale getirilmesi, bazı ürünlerde kota uygulamasına geçilmesi, kimilerinde ise üretim alanlarının daraltılması da vardı. Sonuç, tarımda hızlı bir çöküş, kırdan kente yığınsal göçler, tarımdaki tüm dağıtım, pazarlama ve Ar-Ge etkinliklerinin de yerli ve yabancı tekellere devredilmesi oldu.
***
2000 başlarında milli gelirde yüzde 12 olan tarımın payı 2011’de yüzde 8’lere gerilemiş durumda. Toplam tarım alanı 24.4 milyon hektar ama bu alanın ancak 16.3 milyon hektarı ekiliyor ve sadece 2.7 milyon hektar alanı sulamaya açılmış durumda.
Yetersiz üretim ve izlenen ucuz kur politikası, Türkiye tarımını da dış ticarette net ithalatçı durumuna düşürdü. 2006’ya kadar yılda 600 milyon dolar fazla veren tarım dış ticareti, 2007’den bu yana hızla net ithalatçı durumuna düştü.
2007’de 1 milyar dolara yaklaşan tarımda dış ticaret açığı, 2009 krizinde 250 milyon dolara kadar indi ama 2010’da 1.5 milyar dolara tırmandı, esas patlamayı ise 2011’de yaptı. 2011’in ilk 11 ayında 8.1 milyar dolara çıkan tarım ithalatı nedeniyle tarım dış ticaret açığı 3.6 milyar doları buldu.
Tarımdaki bu dağılma ve gerilemeyi AKP iktidarı önlemlerle azaltacağına, seyirci kaldı ve tarıma bütçe destekleri, bütçenin yüzde 2’sine indi. Tarım desteklerinin gerileyişini, milli gelire oranında da görebiliyoruz. Çok değil, 2007’de milli gelirin yüzde 0.71 oranındaki tarım destekleri 2011’de yüzde 0.56’ya indi. 2012 bütçesinde öngörülen ise milli gelirin yüzde yarımını ancak bulacak. Destek yetersiz kaldıkça, iklim şartlarının da olumsuz seyretmesinin etkisiyle, üretim düşük kalmaya ve gıda enflasyonu sürmeye mahkûm.
Varlık içinde yokluk yaratanların enflasyonu indirmek için üretimi arttırmak yerine, Don Kişot misali, dolar değirmenlerine saldırmaları, bakalım ülkeyi nereye götürecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder