Türkiye’nin şu anda en önemli gündem maddesi, ülkemizdeki hapishane yetersizliğidir. Tarikat sempatizanı ılımlı faşist islam güçleri tarafından içeri tıkılacak bu kadar aydın varken, hapishane sayısının zavallılığı meclisimizin yeteri kadar çalışmadığını, seçimden sandık kaçırma-sadakalı sosyalı hizmet-üstüne şiddetle vazife olan davaların savcılığı-dış politikada bir fare gibi kükreyerek dağı ürkütme ve hemen ardından miyavlayıp manco isteme çalışmaları gibi gereksiz işlerle uğraştıklarını göstermektedir. Askere yüklenmeyi vazife edinmiş liberal kesimin gözden kaçırdığı şu basit olgu da hayli şaşırtıcıdır. Ast üst ilişkisi toplumun özgür! ve bağımsız! kurum-çalışanlarının beyinlerine tamamen hakim olmuş, sermayedar-hoca-mahalle baskıcıları-uluslar arası arabulucular kendilerine ne emir verirse mantıksızlığını bir an bile düşünmeden tüm demagoji güçleriyle yerine getirmeye soyunmaktayken, karşı kampın gönüllü ya da taraflı askerliğini seçmiş bu emir kulları askere neden haksız bir nefretle yüklenmektedir, anlaşılamamaktadır. Descartes bu günleri görse, “Düşünmüyorum, öyleyse kazanıyorum,” diyeceği kesindir. Örnekleri çoğaltırsak Platon’dan; “Demokrasi en sağlıklı sömürü rejimidir.” Marks’tan, “Sermayenin en önemli üretimi cehalettir.” Darwin’den “İnsanın evrimi hukukun çöktüğü yerde başlayacaktır,” gibisinden vecizeler duymamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Son halife, tuz koktuysa yemeğe pasta koyun dese de millette onu alacak para kalmamış, sadaka olarak hükümet pastanelerinden gönderilecek paketleri beklemektedir. Hah. Şimdi de gelelim ikinci gündem maddesine. Dünyayı kasıp kavuran küresel krizde hükümetin büyük başarısı, ortaya çıkan verilerin yanlış irdelenmesiyle göz ardı edilmektedir. Yüzde otuza yakın işsizlik ve çarpıcı bir bütçe açığıyla ülkeyi yoksulluğa teslim ederek cahil kul sayısını arttırmayı hedefleyen Amerikan projesi parti müthiş bir iş başarmakta, aç ve gardı düşmüş insanlarının beynini televizyon papağanlarıyla bir güzel yiyerek sorgulanma ihtimalini de tamamen ortadan kaldırmaktadır. Üçüncü maddemiz sıradan kelimelerde kavram karmaşasıdır. Darbelerden en kötü darbeyi yiyen doksan yıllık laikler darbeci balonunun içine atılmış, dışarı çıkmak için ettikleri her laf aleyhlerine sivil darbeciler tarafından darbeci olarak kullanılmaktadır. Demokrasi, faşistlerin, siyasal dincilerin ve sömürü güçlerinin en sevdiği sözcüğe dönüşmüş, üstüne bir de özgürlük koyarak şerbetin yanında şapır şupur götürmeye, tabi ki bünyede yol açtığı rant kilosu tahribatıyla da şiştikçe şişmeye başlamışlardır. İşin vahimi bu şişkinliği giderecek bir sosyalist soda da hâlâ piyasaya sürülememiştir. Ezber bozma teriminin dönüştüğü anlam da, her tür gerçek üstünde bokunu çıkarana kadar dezenformasyon yaratmak olmuştur. Ezberi bozulmuş birisi olarak, bozulmuş ezberimi bozmaya çalışanlar canımı gerçekten çok sıkmaktadır. Gözüme çarpan bir başka detay da, televizyon kanallarının tartışma programı altında dürüst bir gazeteciyi altı yedi çakalla stüdyoya kapatıp Allah ne verdiyse girişmesidir. Ülkedeki tüm güç odaklarının bizzat “taraf” olduğu şu evrede yakalanan büyük konsensus, küresel güçlerin iyi niyetli, insancıl, bir anne şefkati içeren o sırtlan okşayışlarını yanlış anlayan ve ısrarla insanımızı ucuz işgücü objesi yapmayız, açlığa mahkum etmeyiz, topraklarımızı sattırmayız diyen ulusalcı edepsiz darbecilerin önünde kapkara bir geleceğe açılan beyaza boyanmış harika bir duvardır. Demokrasinin tüm gereklerini yerine getiren böylesine muazzam bir yapının yanına en otoriter imparatorlukta bile ulaşılamamıştır. Çünkü din simsarlarının ağzından din lafı çıktığı anda bilincini kaybedip, ağzı köpüren, hafızasını kaybeden başka bir toplum yoktur.
DİN!
Ben deyince hiçbir şey olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder