9 Ocak 2009 Cuma

Hayali Sohbetler Bürosu – Cep Telefonları ve Fısıltılar

Dr Sayko’yla kampüsten çıkmış Karaköy’e doğru yürüyoruz. Sokağa kadar inen bulutların içinde gidiyor kafalarımız çoğunlukla. Basınç resmen vücuda gelmiş; arkadan yaklaşıp şakaklarımızı, omuzlarımızı falan sıkıştırıp kaçıyor. Kadınlar deodorantlarını çıkarmış pis havayı kovmaya çalışırken aklıma bir şey geliyor.
“Dünyada niye mavi cilde sahip bir insan yok acaba? Evrimin bu kadar renksiz olması normal bir şey mi sence?”
“Ben de niye sadece bir kafamız ve tek bir beynimiz olduğunu düşünüp dururum,” diyor Dr Sayko. “Yetmeyeceği belli işte.”
“Şey de garip,” diyorum. “Niye erkek kadın ayrımı olsun ki? İnsanlar hem dişi hem erkek olamaz mıydı?”
“Sanki işler karışırdı o zaman biraz,” diyor Sayko garip bir bakışla.
“Yanlış anlama,” diyorum hemen. “Öyle bir şey istediğimden söylemedim yani. Evrimi şaapıyordum, ondan şey oldu.”
Şişko, koca dudaklı bir kadın yaklaşıyor yanımıza. Delice bir gülüş var yüzünde. Selam verecek gibi dursa da öyle yapmıyor. Önce Sayko’ya sarılıp iştahla öpüyor, sonra da benim üstüme atlıyor. Şappırt, diye bir ses çıkıyor o koca dudaklara sıkıca çekilen sağ yanağımdan.
“Merhaba,” diyorum çekinik. Kim olduğunu çıkarmaya çalışıyorum bir yandan. Bir adım geriye çekilmiş dudaklarını yalıyor kadın ve sanki bir sonraki hamlede hangimizi öpeceğini belirlemek istiyormuş gibi bir Sayko’ya bir bana bakıp duruyor. Duymazdan geliyor sorumu.
“Tanıyor musun?” diyor Sayko bana bakarak.
“Yoo,” diyorum ve tam da o anda seçimini yapıyor boyaya batmış süslü şişko. Vücudundan beklenmeyecek bir çeviklikle Dr Sayko’nun üstüne atılıp yapışıyor. Bu sefer hedefi dudaklar. Kaçmaya çalışıyor Dr Sayko. Kadının yüzünü tüm gücüyle ittiriyor ama nafile. Yere yuvarlanıyorlar beraber. Naapacağımı bilemiyorum. Nefes alamadığı belli Doktor’un, burnunu engelleyen şiş yanaklardan. Debeleniyor. Öne hamle yapıp bacağımı son hızla indiriyorum bu tecavüzcü şişkonun tam kıçına ama beklediğim gibi bağırmıyor. Şlop diye ayağım götüne batıyor ve sıkışıp kalıyor orada. “Hassiktir,” diye bağıran ben oluyorum hafif korkmuş olarak ve durmuş bizi izleyen güruhtan yardım isteyeyim mi, diye düşünüyorum. Ama öküz gibi güldüklerini görünce vazgeçiyorum. Bacağımı bir kez daha çekmeye çalışınca götümün üstüne oturuyorum dengemi kaybedip. Dr Sayko daha zavallı durumda. Nefes alamadığı için mosmor ve duyguları rencide olduğu için de ayaklarını kollarını sallayıp duruyor. Uzanıp saçını yakalamaya çalışıyorum kadının, fakat ne zamandır spor yapmadığım için kütükleşmiş vücudum bir türlü esnemiyor. Belki de zor durumda olan ben olmadığım için hafif kaçıyorum eziyete girmekten. Dr, delice bir çabayla kadının her yanına yapışıp çekiştiriyor ve ittirmeye uğraşıyor. Saçları o da akıl ediyor tabi ki. Ama nafile. Zarar vermeden dolaşmaya başlıyor bir süre sonra elleri kadının kafasında. Sanki kaderine boyun eğmişte tecavüzden zevk alıyormuş gibi. Duraklıyor sonra birden. Bir şey arıyor. Evet, yakalıyor. Ve çekiyor.
Pıss, diye bir ses çıkıyor kadının kafasından. Bir çığlık atarak, şak diye yükseliyor Sayko’yu öpmeyi bırakıp. Ayağım hala götünde olduğu için ansızın öne çekiliyor ve yerlerde bir şeye tutunmaya çalışıyorum. Çünkü havayı delicesine bir sesle dışarı verirken bir balon gibi uçup gitmeye çalışıyor kadın. Tıpa mı vardı yani başında? Şişko değil artık. Tutacak bir şey bulamadığım için yükseliyorum. Yarım metre yukarıya kadar çıkıyor kafam. “Anasını, imdaaat!” diye bağırıyorum ve tam da o anda çıkıyor ayağım saplandığı yerden. Ben yere çakılırken kadın da sönerek Fındıklı sırtlarına doğru uçup gidiyor.
Yerde bir süre soluk alıp veriyoruz. Ardından kalkıp üstümüzü başımızı silkeliyoruz.
“Bu neydi şimdi?” diye soruyor Dr Sayko.
“Bunu sadece tanrı bilebilir,” diyorum.
Yürümeye başlıyoruz kafamızda sorularla. “Püü,” diye elini suratımıza doğru sallayıp tükürüyor seyirci grubundan bir yaşlı.
“O da mı balon sence?” diyor Dr.
“Olabilir,” diyorum.
Hakikaten de yavaş yavaş yükseliyor adam kalabalığın arasından. Ve sonra diğerleri. Gökyüzü balondan insanlarla kaplanırken biz ilerlemeye devam ediyoruz.
“Böyle bir sahneyi rüyamda gördüğüm bir rüyanın içinde, bir rüya havuzunda bakirelerin rüyalarını izleyen bir adam anlatmıştı bana,” diyor Dr Sayko.
“Geçende teyzemin falında da çıkmıştı,” diyorum ben de. “Havada küçücük yüzlerce balonlar gördüğünü, bunların kısmet olduğunu söylemişti.”
“Ne kısmet ama!” diyor Sayko ve tam da o anda ters dönen insanların ceplerindeki paralar yağmur gibi iniyor üstümüze.
“Ha ha haa!” diye gülüyorum. “Gördün mü bak!”
“Hay sikiyim,” diyor o, nasıl olduysa hep onun kafasına düşen madeni paraları kovalamaya çalışırcasına elini kolunu sallarken. Durup bakıyor sonra. “On kuruş, elli kuruş, topla topla bitmez be.”
“Damlaya damlaya göl olur oğlum,” diyorum. “Az laf çok iş. Başlayalım hemen.”
Diyorum ama arkamızdan yükselen uğultular yüzünden işe koyulamadan dönüp bakıyoruz ve hakikaten de, çizgiromanlarda olduğu gibi saçlarımız havaya dikiliyor. Ve bir saniye bile beklemeden kaçıyoruz oradan. Çünkü yüzbinlerce insan paranın kokusunu almış, tramvay yolundan, arabaların yanından üstünden her bi tarafından deli gibi oraya koşturuyor. Üstelik bunlar balon da değil. Aç ve işsiz kahvede oturan heriflerin yırtıcı kadınları. Uçacak kadar puştluk düşünememiş, gün boyu bulgur hesabı yapmış olanlar.
Ceplerimiz boş kafamız da boş, bir tek ağzımız dolu Tophane’nin önünde buluyoruz kendimizi.
“Tam bu saatte, buradan domuzlarla dolu bir tramvay geçtiği söyleniyor,” diyor Dr Sayko. “Bekleyip bakalım mı gerçek mi diye.”
“Yaa bırak,” diyorum, ellerinde tüfeklerle orada durmuş bir iki avcıyı süzerek. “Bir an önce çıkıp bir şeyler içelim. Sinirlerim gerildi benim bu olaylardan.”
“Tamam bilader, sakin ol,” diyip yürüyor Dr Sayko benimle beraber.
“Sayıların gizemi diye bi şeyden bahsediyorlar ya,” diyorum. “Amma palavra ha. Ulan o zaman matematik derslerinde ne gizemler çözülürdü.”
“En büyük gizem iki kere ikide,” diyor Dr Sayko. “Sonunda illa dört diye bitirip gizemini yoketmeye çalışıyorlar.
“Şu sokak numarasına bak,” diyorum sonra. “111.1. Ne gizemi var bunun. 11 kere söyleyince mi bir şey oluyor? Yüz on bir nokta biiir!”
“Biir,” diye bağırdıkları duyuluyor insanların evlerinden ve dükkanlarından. Ve sessizlik geliyor ardından. Sanki tüm sokak ikinci seferi bekliyor…
“Susalım istersen,” diyor Dr Sayko yutkunarak.
“Hımm,” diyorum şüphe içinde. “Neyse, inanmıyorum ben gizeme falan.”
“Dur abicim,” diye bağırıyor o sırada birden Dr Sayko.
Duruyorum ben de. Ve paat, diye patlıyor önümüzde intihar eden bir adamın bedeni. Derin bir nefes alıyorum hemen. Üstünden atlarken kan tutmasın diye gözlerimi kapatıyorum.
“Rüyamda bunu da görmüştüm Allahtan,” diyor Dr.
“Peki bunu da görmüş müydün?” diye bağırıp el işaretini çakıyorum suratına.
Bakıyor garip bir şekilde. Bozulmuş değil de şaşırmış gibi. “Demek gördün diyorum.”
O esnada da telefonlarımız çalıyor. İkimizin birden.
“Buyrun,” diyorum. Ama tam da o an aşağı taraftan gelen silah sesleri karşımdakinin cevabını duymamı engelliyor. Şangır şungur indiği anlaşılıyor bir yerlerin camlarının. Acı çekiyor bir şeyler hork gork diye homurdanarak. Kapatıyorum açıktaki kulağımı. “Affedersiniz, duyamadım ne dediğinizi.”
“Önemli değil,” diyor etkileyici bir ses. “Şimdi beni iyi dinle.”
“Kimsiniz?”
“Söyliycem bi dakka.”
“Bankadan arıyorsanız şu anda sizin kampanyalarınızı dinleyecek halim yok.”
“Yaa kardeşim, bi dinlesene.”
Sinirli tavrı bende de gıcık yapıyor. Öfkem bir anda yükseliyor beynime kadar. “Dinlemezsem noolur!” diyorum gardımı alarak. Dr Sayko’ya bakıyorum bi de. O da kafasını sallıyor sinirli sinirli. Hemen hemen aynı triplerde olduğumuzu görüyorum.
Gülüyor o an tip yalak bir şekilde. “Lütfen,” diyor. “Çok önemli bir şey söyliycem.”
“Söyle bakalım,” diyorum delikanlı tavrımı bozmadan.
“Ben şeytanım ve senden çok önemli bir şey istiycem. Karşılığını da kat be kat alacaksın.”
“Hadi yaa.”
“İnanmadın mı?”
“Yanıma gelip kuyruğunu kıçına sokarsan inanırım.” Sayko’ya gülerek bakıyor, bir el işaretiyle telefonda bir manyakla muhattap olduğumu anlatmaya çalışıyorum.
“Telefona bak şimdi,” diyor.
“Bakmazsam ne olur.”
Derin bir nefes veriyor sıkıldığını göstererek. “Lütfen. Şu formaliteleri hemen aşalım da konuya gelelim istiyorum.”
“Peki,” diyorum ve kadranda yüzünü görünce donuma doldurmamak için sıkıyorum her tarafımı. Telefonu elimden atmak istesem de bir şey buna karşı geliyor.
“Ekrana sahte görüntü yansıttın falan dersin sen şimdi. Yaklaştır telefonu yüzüne.”
Sesim titriyor. “Yaklaştırmazsam noolur?”
Bir şey demiyor. Sadece kısa bir gülüş duyuluyor. Ben de inadı sürdürmüyorum. Merak baskın geldiği için söylediğini yapıyorum ve bir dil yanağımı sıcacık yalayıveriyor telefonu dayadığım anda. İğrenerek uzaklaştırıyorum kendimden ve vızıltıya yakın bir ses geliyor oradan “Şimdi inanmışsındır herhalde.”
Tekrar kulağıma getiriyorum telefonu. Telefondan dil çıkıp yalarsa, hah bu şeytandır demek biraz saçma gelse de bu türden ayrıntıları sorgulamanın işin vehametini azaltmayacağını bilerek soruyorum: “Ne istiyorsun?”
“Dr Sayko’yu öldürmeni,” diyor. “Dur, hemen hayır deme, ne teklif edeceğimi bir dinle.”
Kapatıyorum telefonu sinir içinde. Dönüp Sayko’ya bakacakken onun da telefonunu kapattığını ve kaçamak bir bakış attığını görüyorum bana. Yüzlerce fikir dört bir yönden gelen küçük dalgalar gibi birbirine çarpıyor beynimde. Diyorum ki içimden, aynı anda çaldı telefon, o da şeytanla konuştu. Evet, muhakkak öyle oldu.
“Kimdi arayan?” diye aynı anda soruyoruz.
Gülüyorum ve “Bankadan,” diyorum önemsemezmiş gibi. “Seninki?”
“Web işi. Yarın teslim etmem lazım da…”
Vay ibne diyorum içimden. Kesin yalan söylüyor. Ama ben de söyledim. Yani kötü bir niyeti yoktur belki. Benim gibi. Canımı sıkmak istememiştir. Sonra aklıma şu boktan fikir düşüyor. Ya ona da aynı teklifi yaptıysa peki? Benliğim nasıl yani, diyor. Kendisini mi öldürecek? Hayır yahu, diyorum sinirle. Beni öldürmesini teklif ettiyse yani. Eee. Ne eesi be. Kabul etmiş olamaz mı? İşte böylece yürüyoruz yukarıya doğru. Tüylerim havada ve midem iğrenç bir şekilde kasılmış.
“Abicim,” diyor o. “Hani iki telefonu çaldırıp mısır patlatıyorlar ya. On telefonu piknikte ateş yaktığımız dallar gibi çatıp üstüne tavuk koysak pişirebilir miyiz mesela?”
O konuşmaya başladığında irkildiğimi farketti mi anlayamıyorum yüzünden. “Az önce telefonumuz aynı anda çaldı, ordan mı aklına geldi?”
“Hee,” diyor tereddüt kokan bir bakışla. “Ne tesadüf di mi?”
Ve yine çalıyorlar! Tesadüfe bak. Hemen açıyorum. Sanki bir saniye daha hızlıyım Dr Sayko’dan.
“Teklifimi duymak ister misin?”
“Hımm. Eee… Bilmem…”
“Dinle. Asos’ta taş bir konak. Dışında bir kule, yine taştan. Sahilde bir tekne. Bankada da bir milyon euro.”
“Yok,” derken sesim titriyor. Ama kendimi toparlayıp bağırarak söylüyorum son lafı. “İlgilenmiyorum!” İrkiliyor yanımızdan geçenler.
Telefonu kapatır kapatmaz hızla Dr Sayko’ya bakıyorum. O da aynı şekilde bağırıp bana dikiyor gözlerini.
“Yine mi banka?” diyor.
Kafamı sallayıp, onun da yine web şirketinden aradılar, deyişini izliyorum. Dudak hareketleri yavaşlayıp tek tek söylüyor her harfi. Güvenme ona, diye bağırıyor birden benliğim. Fakat bu sefer ben karşı çıkıyorum. Bağırarak reddetti ya bir şeyleri, diyorum. Ne biliyorsun önce kabul edip sonra sana artistik yapmadığını, diye soruyor. Verecek bir cevap bulamıyorum. Gözlerim kısılıyor. Şüphe ve öfke beynimde nereye gideceğini bilemez bir hortum gibi dönüyor.
Tekrar çalıyor telefonlar. Hemen açıyoruz.
“Bak,” diyor şeytan. “Sen onu öldürmezsen o seni öldürecek. Bu işten kazançlı çıkmak varken neden…”
Kapatıyorum. Ama Dr Sayko beni taklit etmiyor bu sefer. Biraz daha dinleyip bir şeyler geveliyor ağzında. Yoldan araba geçtiği için duyamıyorum bir şey. Gülerek dönüyor telefonu kapattıktan sonra.
“Bi rahat bırakmıyolar be. Çok beğenmişler diğer şirkete yaptığım işi.”
“Yaa yaa, öyledir,” diye mırıldanıyorum.
“Ne dedin abicim?”
“Hiç bi şey.”
Kaçamak bir bakıştan sonra tekrar yola düşüyoruz. Bir daha arıyor şeytan. Sadece teklifini arttırmakla kalmıyor, az sonra Sayko’nun bir yere uğraması gerektiğini söyleyerek yanımdan uzaklaşacağını söylüyor. Arkadaşa güvenmek ha, diyor, çok safsın. Ve biraz ileride, bir taşın altına silah koyduğunu, almamın sağlığım açısından oldukça hayırlı olacağını anlatıyor. Bu sefer o kapatıyor telefonu. Artık kafamda şüphe falan kalmıyor. Sayko’nun teklifi kabul ettiğinden emin oluyorum. Ve on saniye geçmeden “Abicim, bi beklesene, şu dükkana borcum vardı, onu kapatıp geliyorum hemen,” diyerek ne kadar haklı olduğumu suratıma vuruyor Dr.
“Tamam, burdayım,” deyip o içeri girene kadar bekliyorum ve hemen sonra koşturup on metre ilerdeki taşı kaldırıyorum. Gerçekten de bir silah duruyor orada. Pantalonumun arkasına koyup geri dönüyorum hemen. Ellerim cepte, ıslık çalarak kitapçının vitrinine bakıyorum. Geliyor Sayko yüzü allak bullak. Gülmeye çalışıyor ama beceremiyor. Telefonlarımız çalıyor yine o anda. Yol bomboş. Konuşma duyulmasın diye arkamızı dönüyoruz birbirimize.
“Alo!”
Ve ansızın, hiç beklemediğim bir şekilde bağırıyor Şeytan. Hem benim hem Sayko’nun telefonundan yükseliyor sesi. “Ateş ediyor!”
Müthiş bir panikle dönmeye ve arkadan silahı çekmeye çalışıyorum. Dr Sayko’nun da pörtlemiş gözlerini yamulmuş ağzını görüyorum aynı anda. Tabanca elime oturuyor. Hızla öne geliyor kolum. Karnım kasılıyor. Sayko’nun da eli havada çünkü. Biraz daha hızlı, diye bağırıyor benliğim. Yükselen elimi gözlerimle takip edip tam zamanında basıyorum tetiğe. O da basıyor.
Ve silahlardan çıkan tazyikli su yüzümüzde patlıyor. Duramıyoruz. Basmaya devam ediyoruz tetiğe. Saniyeler yavaş yavaş akıyor. Üstümüz başımız sırılsıklam, Allahımız kaymış olarak gözlerimizden süzülen yaşlar tabancanın suyuyla karışırken Şeytan deliler gibi gülüyor telefonlarımızdan….
“Ulan ne adamlarsınız be!” diye bağırdığını net bir şekilde duyabiliyorum…

Hiç yorum yok: