26 Ağustos 2011 Cuma

Jonas Löfgren









Jian Chong Min






Anthology Of The Day

James – Waltzing Along
Paolo Nutini – Coming Up Easy
Rod Stewart – Maggie May
Firewater – Woke Up Down
Mark Lanegan – Don’t Forget Me
Kate Bush – Wuthering Heights
Bob Marley – Forever Loving Jah
Dinah Washington – I’ve Got You Under My Skin
Alphaville – Forever Young
Mike Oldfield – Moonlight Shadow
Billy Idol – Rebel Yell
Talk Talk – Life’s What You Make It
Depeche Mode – It’s No Good
AHA – Take On Me
Wings – Nineteen and Eighty Five
Paul McCartney – Tug Of War
REM – Man On The Moon
Radiohead – House Of Cards
Massive Attack - Teardrop
The Charlatans – I Just Can’t Get Over Losing You
Blonde Redhead – Falling Man
Broken Social Scene – Stars and Sons
The Tiger Lillies – Pretty Lisa
Clare Fader – Animal Charm

Dilediğimce

Ah, Tanrı dünyayı yeniden yaratsaydı
Yaratırken de beni yanında tutaydı;
Derdim: "Ya benim adımı sil defterinden,
Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı."

Ömer Hayyam

Şanslı Birkaç Kişi

Şanslı birkaç kişiden biriyim ben
Koku duyusu olmayan

Patron hak iddia eder de
Karımla düşüp kalkmak isterse
Karışmam karımın banyoya girmesine
Karışmam en güzel elbiselerini giymesine,
Kokusu duyulmaz özendirme partisinin;

Onur Bakanı çelerse kızımın aklını
ve susturursa beni bir ihale vererek
Babalık ücreti olur bu
Salmaz kokusunu;

Para ayinleri nedeniyle büyücü doktora
Götürürsem eğer annemi
Beklemeyin hatırlamamı
Yıllar önce kesilmiş
Göbek bağı kokumu
Ya da kokusunu birleşen kanın
Atarsam kardeşimin kellesini
Awure çorbasına

Almıyorum ufacık çocukların
Açlık geğirtileri kokusunu
Köpeğime yedirmek amacıyla
Ekmeklerinden kopardığımda;

Şanslı birkaç kişiden biriyim ben
Koku duyusunu yitirmiş

Edward Oluwafemi Oladepo Ojo Fatoba 

Fahişe

Ne kadar çok tanrı var
Seks kaldırımlarında yürürken
Fahişelerin adımlarına yol gösteren;
Utangaçlığın iktidarsız kıldığı
Ergenlerin tanrısı,
Hep aynı tarafa yatmaktan usanmış
Evli adamların tanrısı
Başkalarının arzularına bel bağlayan
Pezevenklerin tanrısı,
Yardımcıları devriye arabalarının
Koltuklarının altına gizlenen
Polislerin tanrısı,
Yirmi santimlik tokmağıyla
Ortak erdemi elinde tutan
Yargıçların tanrısı
Kahrolası zeytin dalıyla birlikte sağa sola saldıran
Papazların katolik tanrısı
Kocaları uykularında konuşmayan
Ve artçı etkiler duymayan
Ev kadınlarının tanrısı.

Edward Oluwafemi Oladepo Ojo Fatoba

19 Ağustos 2011 Cuma

Anthology Of The Day

Black Sabbath – Planet Caravan
Rainbow – Stargazer
Uriah Heep – Easy Living
Deep Purple – Anyone’s Daughter
Emerson Lake & Palmer – Still You Turn Me On
AC/DC – You Shook Me All Night Long
Golden Earring – Radar Love
Cheap Trick – Oh Caroline
Nick Drake – Cocaine Blues
Ramblin’ Jack Elliott – Cocaine
Firewater – I Often Dream Of Trains
Louis Armstrong – All Of Me
Reverend Glasseye – No Road Out Of Houston
Clarence Williams’ Blue Five – Cake Walking Babies
Chuck Prophet – The Hurting Business
Mussorgsky – Night On The Bare Mountain
Art Zoyd – La Ville
Miriodor – Pyramide
The Black Heart Procession – It’s A Crime I Never Told you About The Diamonds In Your Eyes
The Decemberists – The Wanting Comes in Waves/Repaid
The Walkmen - Victory

16 Ağustos 2011 Salı

Kargalar Oyuncaklar Saatler Traktörler ve Bulutlar




Caras Ionut

Tarihe Tanıklık - İslam Dünyası Neyi Nasıl Kaçırdı

Altın Çağ
8’inci ve 12’inci yüzyıllar arasında Müslüman düşünürlerin, Yunan bilim ve felsefesinin etkisinde olduğu görülüyor. O nedenle, İslam dünyasında bilgi üretimi ve eğitim kilise etkisindeki Hıristiyan dünyasından farklı bir gelişim çizgisi izledi. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından miras kalan çok zengin bir kültüre sahip olan Ortadoğu, ayrıca, Yunan ve Bizans’tan gelen eğitim görenekleri yanında İran ve Hint eğitim görenekleriyle de tanıştı; onları harmanladı. Bunun sonucu olarak Ortadoğu’da çok verimli bir bilim ortamı oluşmaya başladı. İslam bilimi bu zengin kültürün üzerinde yeşerebilirdi.
Abbasiler döneminde (750-1258) bilginlerin önü açılmıştı. Bağdat dünyanın bilim merkezi olmuş, bilginler bu merkezde toplanmaya başlamıştı. Beytü’l Hikme (Abbasi halifesi Me’mun tarafından 830’da Bağdat’ta kurulan kütüphane), Yunan, Latin, İran kültürü gibi farklı kültürlerin arapça çevirilerini içeren büyük bir kütüphane oldu. MÖ 300’lü yıllarda var olan İskenderiye Kütüphanesi’nin rolünü oynayabilecek hale geldi. Yazık ki bu kütüphane, Moğolların istilasıyla, 1258’ de Hülagû Han tarafından yakılmıştır.
Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim merkezi olmadığı için, İslam dünyası o tarihten sonra bilgin ve filozof yetiştiren ortamdan yoksun kaldı. Bunun sonucu olarak, İslamın Altın Çağı (İslam Rönesansı) diye adlandırılan bu parlak dönem, meyvelerini veremeden kapanmış oldu. Bu olgu, kuşkusuz, yalnız İslam kültürü için değil, dünya kültürü için de büyük bir kayıptır. Ama İslamın Altın Çağı’nı kapatan başka nedenler de vardır.
Gerçekte, daha 1250’lere gelmeden, İslam dünyası bilimde ve eğitimde Ortaçağ katolik kilisesinin düşünce sisteminin etkisine girmeye başlamıştı. Bu yönelişte, akli ilimler yerine vahyi ilimleri öne çıkaran İmam Gazzâlî’nin etkisi büyüktür. Gazzali’nin Müslümanlıkta ağırlık kazanan görüşleri, Selçuklulara ve Osnanlılara da geçmiştir.
Zaman zaman İran, Moğol, Selçuklu ve Haçlı ordularının tehdidi altında kalan Emeviler ve Abbasiler Müslümanlığın yayıldığı geniş topraklarda merkezi bir otorite kuramadılar. Merkezi otoritenin olmadığı yerlerde yetişen Fârâbî (879-950), İbn Sînâ (980-1037) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi filozoflar İslami öğretiyi bilim ve felsefenin akılcı öğretisiyle birleştirmeye uğraşıyordu. Bilginin tevhidi diye adlandırılan bu akımın düşünürleri, böyle dar bir çerçeveye sıkışıp kaldığı için, ilham aldıkları Yunan düşünürlerini geçemediler.
Öte yandan, Beytü’l Hikme yakıldıktan sonra, İslam dünyası onun yerini alabilecek bir bilim merkezi kuramadı. Merkezi yönetimden uzak coğrafyalarda önemli filizlenmeler başladı; ama çabuk kurudular. Rasathaneler iyi almanaklar (zîc) düzenlediler. Almanaklar, yıldızların gök haritasındaki yerlerini, kıbleyi, namaz vakitlerini belirlemek gibi önemli sayılacak bilimsel bilgiler üretti.
Ancak daha öteye gidip İskenderiyeli Batlamyüs’ü aşamadılar. El-Harezmi (770-840), El-Battani (858-929), Ebul Vefa (940-998), Beyruni (973-1051) gibi adlar matematik, trigonometri ve astronomi alanlarında önemli pratik bilgiler ürettiler. Bunlar da büyük teoremlere dönüşemedi. Biyolojik bilimler, pratik tıp ve eczacılığın sınırlarını aşıp doğa araştırmasına dönüşemedi. Henüz kimya ile simya ayrımı yokken Câbir ibn Hayyân, İbnü’l Heysem gibi bilginler doğa bilimlerinde (fizik, kimya) deneye başvurdu.
Bütün bu çabalar, dünyada bilimsel bilgi üretimine atılan ilk adımlardan sayılırlar. Ancak sürekliliği olan devlet desteği alamadıkları için kurumlaşamadılar. Bilgi üretimi kuşaktan kuşağa geçmek yerine, hevesli kişilerin çabaları ve yaşamlarıyla sonlandı. Dolayısıyla, ortaya çıkan pratik bilgiler bilimsel teorilere dönüşemedi.
MARIFETULLAH (ALLAH’IN BİLGİSİ)
İslam dünyası 12’inci ve 18’inci yüzyıllar arasında, sanki kilisenin Avrupa’da yaptıklarını taklit etmiştir. Yunan felsefesi ve bilimi terkedilmiştir. Artık, ilim Halik’e ulaşmak için yapılacaktır.
Bunun sonucu ağır olmuş, İslamın altın çağı, giderek İslamın Ortaçağı ’na dönüşmüştür. Bu dönemde, önce Selçuklu Türkleri, sonra Osmanlılar merkezi İslam devletinin (en büyük) sahibidirler. Her büyük imparatorlukta olduğu gibi, devletin güvenliği ve devamı her şeyin üstündedir. İnanç (mezhep) tartışmalarına son vermek, İslam hukuku oluşturmak, amaca uygun eğitim kurumları kurmak öncelikli hedefler arasındadır.
Sünni öğretisi bu işe çok uygundur. “Akli bilimler” geriye itilmiş, “nakli bilimler” öne konmuştur. Halik ’e ulaşmayan mahlukat’ın bilgisi değersizdir. Medreseler, dergâhlar, tarikatlar din merkezli eğitim verirler. Bu dönemin mükellimleri “vahyi” bilgiyi “akli” bilgi ile bağdaştırmaya uğraşırken mutasavvıflar “vahyi” bilgiyi insanın duyu ve sezilerine dayandırmaya uğraşıyordu. Bilim ve bilgi üretimi ancak kelam, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlerden ibarettir. Bu çerçevede, “akli” bilgiler, ancak “vahyi” bilgileri açıklamak için vardır. Devlet desteği ile yaygınlaşan ve kurumlaşan medreselerde yapılan iş bilim değil, Ehlü’l- İlm adı verilen İslam bilginlerinin islami bilgiler öğretimidir.
Bazı medreselerde matematik ve astronomi derslerine yer verildiği görülse de bu alanlarda bilgi üretimi yoktur. Üstelik, altın çağ döneminde, Ehlü’l- İlm geçimini başka uğraşlarla kazanıyor, bilgi üretiminde bağımsız kalabiliyordu. Bu dönemde ise medresede öğretim yapan müderrisler, geçimlerini yaptıkları öğretim faaliyetinden kazanıyorlardı. Dolayısıyla, medresenin ilkelerine uymak zorundaydılar; bilgi üretiminde, altın çağın alimleri kadar özgür değillerdi.
Medreselerde öğretim dilinin Arapça oluşu ister istemez, Türk dilinin gelişip bilim ve kültür dili olmasını engellemiştir. Bilimsel kitapların Türkçe’ye çevrilmesine hiç gerek kalmaması, bilim terimlerinin Türkçe karşılıklarının üretilmesini gereksiz kılmıştır. Edebi eserlerde, Türkçe karşılığı olan kavramların Arapça terimlerle ifade edilmesi adeta eserin değerini arttıran bir modaya dönüştü. Sonuçta okumuş kesimin dili ve özellikle yazı dili halk dilinden tamamen koptu. Cumhuriyetin Türk dilini bilim ve kültür dili haline getirmek için harcadığı çabalar önemli başarılar sağlamıştır; ama dilde yaratılan sancıları toplum hâlâ çekiyor.
RÖNESANS
İslam dünyası kendi ortaçağına girmişken, Hıristiyan dünyası rönesansı yaşamaya başlar. 15’inci yüzyılda, Avrupa kentlerinde üniversiteler kurulmaya başlanmıştır. Bu üniversitelerin medreselerden önemli bir farkı vardır. Üniversiteleri kuran devlet değil, burjuva sınıfıdır. Dolayısyla, üniversiteler merkezi bir otoriteye bağlı değildir. Her biri kendi öğretim programını serbestçe düzenleyebilmektedir.
Rönesansın ortaya çıkış nedeni, kilise baskısını yoketmek, aklı özgürleştirmektir. Bu olgunun avrupa üniversitelerine büyük etkisi vardır. Her şeyden önce, üniversiteler laik eğitim yapıyor, profesörleri özgürce araştırma yapıyor ve düşüncelerini yayabiliyor. Orada bilim, medreselerde olduğu gibi “vahyi bilgi”nin nakli değil, “akli bilgi”nin üretilip yayılmasıdır.
İslam toplumu ile Hıristiyan toplumunu farklı biçimlendiren esas etmen budur. Beş yüzyıl “vahyi bilgi”nin nakli ile uğraşan islam toplumu bilgi üretimini unuttu. Hıristiyan toplumu ise, bu süre içinde, bağnazlıklardan sıyrılıp “akli bilgi” üretmeyi sürdürdü. Çok basit görünse de gerçek budur. Akdenizin güney sahilindeki toplumları kuzey sahilindeki toplumlardan farklı yapan neden, kaderleri değil, yüzyıllar boyunca onlara sunulan eğitim sistemidir. 12’inci yüzyıldan beri akıl melekelerini kullanmaktan alıkonulan toplumların bilgi üretmesi nasıl beklenebilir?
ZORUNLU UYANIŞ
18’inci yüzyıldan cumhuriyete kadar olan dönem, en büyük İslam devleti olan Osmanlı’nın varlığını sürdürme hamleleriyle doludur. Bilim ve teknoloji üreten Batı’nın askeri üstünlüğüne karşı koyabilmek için, Osmanlı, önce askeri okullarda “akli bilgi” öğretimini gerçekleştirmeyi istemiştir. 1772 yılında Topçu Mektebi, 1773 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, 1775 yılında Hendese Odası, 1827 yılında Dar-ül Tıbb-ı Amire, 1839 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane, 1871 yılında Mühendishane açıldı. “Dünyevi” işlerle uğraşmayan medreselerden umudu kesen Osmanlı, sivil okullarda da “akli bilgi” öğretimine geçmeye başladı. 1839 yılında Rüştiye, 1845 yılında Mekteb-i Fünûn-i İdâdiye, 1848 yılında Darülmuallimin, 1859 yılında Kız Rüştiyesi, 1870 Darülfünun, 1870 Darülmuallimat, 1891 yılında Darülmuallimin-i Aliye kuruldu. Bu okulların açılışı ve açılanların ıslahı peş peşe geldi. Yazık ki çok geç kalınmıştı. Yeni okulların açılışı, Batı eğitim sistemi ile 7 yüzyılda oluşan uçurumu yok edemiyordu. Osmanlının yapmaya kalkıştığı her yenilik 7 yüzyılda “vahyi” bilgilerle dolan kafaların tepkisini çekiyordu. Gerçek olan şey, 7 yüzyılda “uhrevi” bilgilerle dolan kafalara “dünyevi” bilgileri sokmak mümkün olmuyordu. Osmanlı kaçınılmaz sona geldi.
TİMUR KARAÇAY

Agus Ampuh Wibowo




 
 

Din ve Hipokampus

Son yapılan bir araştırma, dini inanç spektrumunun zıt iki kutbunda yer alan kişilerin beyinlerindeki hipokampus bölgesinin atrofiye (hacim azalması, küçülme) olduğunu ortaya çıkarttı. Başka bir deyişle, yoğun dini deneyimler ile herhangi bir dine bağlı olmama durumunda hipokampus bölgesi küçülüyor.
Duke Üniversitesi’nden Amy Owen ve ekibinin beyin ile din arasındaki ilişki konusunda yürüttüğü araştırmanın sonuçları, 30 Mart tarihli PloSONE isimli online dergide “Dini Etmenler ve İleri Yaşlarda Hipokampusta Küçülme” başlığı altında yayımlandı.
Hipokampus kısa vadeli anıları, uzun vadeli anılara dönüştürmekte yaşamsal bir rol oynar. Aslında Alzheimer’lı hastaların kalıcı anılar oluşturamamasının nedeni hipokampuslarının atrofiye olmasıdır. Bu organ ayrıca hareketleri de etkiler. Özetle hipokampusun küçülmesi 1) yeni anıların oluşturulmasında 2) insanların yön tayininde sorun yaşamalarına yol açar.

Anthology Of The Day

Red Hot Chili Peppers – Otherside
Pixies – Here Comes Your Man
Frank Black – Test Pilot Blues
ELO – Above The Clouds
Roy Orbison – Only The Lonely
Foreigner - Urgent
Elvis Presley – Guitar Man
Nazareth – Love Hurts
The Kinks – You Really Got Me
Primus – Welcome To This World
Cat People – Everyone Can Tell You
David Bowie – Let’s Dance
Deus - Slow
Lunatic Soul – Summerland
Petrojvic Blasting Company – Fido Oro
The Peculiar Pretzelman – Gone to Jericho
Tom Waits – More Than Rain
Eliades Ochoa – Estoy Hecho Tierra
Ennio Morricone – For A Few Dollars More
Yann Tiersen – Les Jours Tristes
Tindersticks – Trouble Every Day

Tarihe Tanıklık - Bellek Şampiyonları

Kasım 2005’te Çinli işadamı Chao Lu, pi sayısını 67 bin 890’ıncı ondalık basamağına dek ezberleyerek Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi. Lu’nun basamaklar dizisini ezberlemesi bir yılını, basamakları ezbere okuması da 24 saati aşkın bir süreyi aldı.
Lu bu süreçte bir dizi biçimsel bellek geliştirme (mnemonik) yönteminden yararlandı.
Örneğin, sayılardan oluşan uzun bir listeyi ezberlemek için bu yöntemlerden yararlanan bir kişi, bellek bilimde “sesçil sistem” olarak bilinen bir yöntemle, 0 ile 9 arasındaki her sayıya ünsüz bir harf vererek sayıları dört basamaklı öbeklere ayırabilir.
Daha sonra her bir öbeğe ünlü harfler ekleyerek onları sözcüklere dönüştürebilir. Ardından her sözcük için bir imge oluşturulup, bu imgeler zeki bir “bellek sarayı” içindeki odalara yerleştirilebilir.
Bellektekilerin yerleştirilmesi amacıyla bu tür öyküsel ya da zeki haritaların oluşturulmasına “yer yöntemi” adı verilir. Daha sonra bu odalarda gezinilmek suretiyle, imgeler bellekte yeniden canlanarak sayı dizilerine dönüştürülebilirler. Benzer bir yaklaşım, gelişigüzel sözcüklerden oluşan uzun bir listenin anımsanmasına da yardımcı olabilir.
Ne var ki, kimi bellek şampiyonları, çoğumuzun boy ölçüşemeyeceği yeteneklere sahip.
Yüz yıl önce Rus gazeteci Solomon Shereshevsky ,sözcük ve sayılardan oluşan uzun listeleri akılalmaz bir beceriyle anımsayabilmesinden ötürü, kapsamlı bir biçimde araştırıldı.
Bunu yaparken görünürde çok da büyük bir çaba harcamadığına tanık olundu: Shereshevsky yalnızca 3 dakikalık bir çalışmayla 50 sayıdan oluşan bir listeyi baştan sona ve sondan başa doğru ezbere okuyabilmekteydi.
Bulgular onun bu başarısında bellek bilimi yöntemlerinin katkısı dışında, sinestezi olarak da bilinen duyum ikiliğinin de yardımı olduğunu ortaya koymaktaydı. Shereshevsky için her sayının farklı bir kişiliği varken - 1 boylu poslu, gösterişli bir adam, 2 ateşli bir kadın vb. - öteki sözcüklerin sesleri canlı renkleri ve tatları çağrıştırıyor ve onları çok daha anımsanabilir duruma

Robotlar Konusunda Bilmediklerimiz


“Robot” sözcüğü Çek dilinde “angarya” anlamındaki robota sözcüğünden geliyor. Sözcüğü ilk kez Çek yazar Karel Capek, 1921 yılında sahneye konan R.U.R (Rossum’un Evrensel Robotları) adlı oyununda kullandı. Oyunun kötü biten sonunda robotlar ayaklanarak yaratıcılarını öldürürler. Robotların yaratıcılarından geriye yalnızca biri kalır.
1981 yılında Kawasaki fabrikasında çalışan Japon bir işçi robot kolunun çarpması sonucunda yaşamını yitirdi. Kazara olduğu söylenen bu olay bilinen ilk robot cinayeti olarak tarihe geçti.
Günümüzde kullanımda olan endüstriyel robotların sayısı bir milyonun üzerinde. Bu robotların hemen hemen yarısı Japonya’da bulunuyor.
Ünlü düşünür Platon’un arkadaşlarından Tarentumlu Arkitas İ.Ö. 5. yüzyılda buhar ya da basınçlı havayla çalışan ve tarihin ilk robotu olarak kabul edilen mekanik bir kuş yaptı.
Leonardo da Vinci 1495 yılında zırhlı bir insansı makinenin planlarını çizdi. Mühendis Mark Rosheim da NASA’nın Mars’ta sömürge kurma girişimine katkıda bulunmak amacıyla bunun işlevsel bir minyatürünü oluşturdu.
Yavaş ama kararlı.” Spirit ve Opportunity adlı gerçek Mars robotları üç yılı aşkın bir süre boyunca Kızıl Gezegen çevresinde yaptıkları uzun ve yorucu yolculuklar sonucunda yaklaşık 17 kilometrelik bir yol kat ettiler. Durdurulamayan bu zeki robotlar 90 gün dayanabilmeleri niyetiyle tasarlanmışlardı.
ABD’ye ait 4000 askeri robot Irak’ta yol kenarlarına yerleştirilen bombaların izini süren keşif aygıtlarından ve PackBot olarak bilinen uzaktan kumandalı robotlardan oluşuyor.
PackBot’un üreticisi iRobot, özdeş bir çevre-algılayıcı teknolojiye sahip olan ve iki milyonu aşkın sayıda satış yapan Roomba adlı robot elektrikli süpürgelerin de üreticisi olarak biliniyor.
Afganistan’daki Taliban savaşçılarının mağaraların yerini saptamaya çalışan ABD robotlarını geri çevirmek ya da etkisiz kılmak amacıyla merdivenlerden yararlandıkları söyleniyor. 
Dünyanın ilk insansı robotu sayılan Elektro 1939 yılında yaşamımıza girdi. Westinghouse tarafından üretilen yaklaşık iki metre boyundaki bu robot yürüyebiliyor ve yedi yüzü aşkın sözcüğü “söyleyebiliyordu”. Sözcükler konuşma benzetimi yaratmak amacıyla 78 devirlik plaklara kaydedilmişti.
Elektro daha sonra 1960 yapımı “Sex Kittens Go to College” adlı düşük bütçeli filmde yer aldı.
Bristol Robotics Laboratuvarı’ndan Chris Melhuish çürük elma ve ölü sineklerden elektrik üretmek amacıyla bakterilerle dolu yakıt pilleriyle çalışan robotlar oluşturdu. Sonuçta kendi yiyeceklerini arayan robotlar oluştu.
Avustralyalı araştırmacılar E.coli bakterilerinin devinimlerini taklit edebilen minik robotlar oluşturmaya çalışıyor. Bu robotların iğneyle hastaya aktarılması suretiyle içeriden biyopsi yapılması tasarlanıyor.
Sibernetik profesörü Kevin Warwick kendisini dünyanın ilk siborgu (insan robot karışımı organizma) olarak nitelendiriyor. Sol koluna yongalar yerleştirilmiş olan Warwick kapılara, yapay bir ele ve elektrikle çalışan tekerlekli iskemleye uzaktan kumanda edebiliyor.
Japonya’nın NEC System Technologies şirketi ile Mie Üniversitesi tarafından ortaklaşa üretilen Winebot adlı robot, farklı şarap, peynir ve meze türlerini ayırt edebiliyor...ama bir yere kadar. Winebot’un bir süre önce bir gazetecinin elini İtalyan jambonuyla karıştırdığı söyleniyor.
Kafa ve boyun biçiminde bir monitörü olan RoCo ile duygusal ipuçlarına yanıt vermek üzere tasarlanan Leonardo’yu geliştirmekte olan Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne bağlı Medya Laboratuvarı, robotları kişiselleştirmeye çalışıyor.
Robot uzmanı Henrik Christensen’in öngörülerine bakılırsa, insanlar önümüzdeki dört yıl içinde robotlarla cinsel ilişkiye girecekler.

Marina Bychkova'nın Bebekleri
















Türkiye ve Gerçekler - Seçmece Usulü

Çorum, Amasya, Yozgat, Çankırı ve Tokat gibi İç Anadolu kentlerinde evlenemeyen veya dul kalan erkekler, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden çocuk yaştaki kız çocuklarını eş olarak “satın alıyor”. Kız çocukları, 1000 ile 5 bin lira arasında “satılıyor”. Bu yolla binlerce kız çocuğu evlendiriliyor.
Bu yolla evlenen, adının açıklanmasını istemeyen bir kişi şunları anlatıyor:
“Yaşadığımız ilde Güneydoğu’yu bilen kişiler var. Bunlarla bir kente gidiyorsun ve burada bu işleri ticaret gibi gören kişiler var. Onlar hangi evde nasıl kız var biliyor. Mesela köye gidiyorsun tüm köy kızları sıraya diziliyor. Sen içlerinden birini seçiyorsun. Sonra kızlar gidiyor. Bu kişiler size soruyor, hangisini beğendin diye. Sen de karar veriyorsun. Sonra fiyatları söyleniyor. Fiyatlar ise 1 ile 5 bin TL arasında değişiyor. Uygun olanı alıp geliyorsun. Kızların itiraz etme şansı hiç yok. Kimi zaman ailesi de sizinle geliyor.”

Yeni bir tahmin yöntemi: METİN MADENCİLİĞİ

Metin madenciliği olarak bilinen yeni bir tahmin yöntemi internette var olan çok sayıdaki veriyi araştırıp ortaya çıkartmak ile ilgili bir faaliyettir. Bu yöntem istatistiksel tahminlere, hükümet politikalarına ve pazarlama taktiklerine yepyeni bir yüz kazandırabilir.
Bloglara, tweet’lere, Facebook bilgilerine örnekleme yoluyla eriştiğiniz zaman dünya kamuoyunun bir konu hakkında ne düşündüğünü öğrenip, gelecek hakkında tahminlerde bulunabilirsiniz.
Araştırmacılar şu ana kadar, borsa hareketleri hakkında tahminlerde bulunmak için ulusal endişe düzeyini ölçen bir yöntem geliştirmiş durumda. Diğerleri Google’dan yararlanarak tahminlerde bulunabiliyor.
Bu sadece bir başlangıç. Bazı şirketler, internetin çok geniş bir alanını tarayarak daha güvenilir tahminler yapmaya çalışıyor. Merkezi Kaliforniya’da bulunan WiseWindow adında bir şirket Facebook’taki ve diğer sosyal sitelerdeki 77 milyon insanın dile getirdiği görüşleri takip ettiğini iddia ediyor. Şirket bir madenci gibi önce trendler ile ilgili ipuçlarını araştırıyor ve bunları rakiplerini alt etmek isteyen şirketlere pazarlıyor. Bu tür şirketlerin tahminleri derinlikli olarak test edilmiyor; en azından sonuçlar kamuya bildirilmiyor.
Bu, tüm insanlar için iyi bir gelişme. Örneğin hükümetler ekonomik trendleri yakından takip ederlerse, ekonomik durgunluk veya krizi daha başlangıç evresinde engelleyebilme şansına kavuşabilirler.
Ancak bunun sakıncaları da var. Blog yazıları ve duygularımızı paylaştığımız tweet’ler reklamcılara malzeme olabiliyor. Hepimiz çok geniş kapsamlı bir pazar araştırmasının parçası haline geliyoruz. İstesek de istemesek de…
(Cumhuriyet Bilim Teknik)

Sokaklara Büyüteç - Londra Ayaklanmasının İç Yüzü - Sistem ve Gerçekler

Geçen hafta İngiltere’de sokaklar yanıyordu, dünya ekonomisinde de borsalar... Bu olayları açıklamaya çalışan politikacıların, medya kanaat önderlerinin söylemlerinde, çok sık “akıldışı”, “çürüme”, “çöküntü”, “panik” gibi kavramlara başvurdukları görülüyordu. Bu iki olay arasında bağ kurmaya çalışan bir yoruma ben rastlamadım. Halbuki geçen hafta yayımlanan bir araştırmanın bulguları tam da böyle bir bağlantıya işaret ediyordu.
Sokaklardaki ‘şey’ aslında neydi?
Medyada öne çıka(rıla)n görüntülere bakınca, insan bir ahlaki tiksinme duygusuna kapılıyor. Dükkânı yağmalanan yaşlı berber, bakkal, büyük mağaza zincirlerinin yerel şubelerinin yanı sıra, yağmalanan, yakılan bir sürü yerel dükkân, önce dayak yiyen, sonra bizzat kendisine yardım edenler tarafından soyulan Malezyalı öğrenci, bunlara benzer çok sayıda garip olay...
Medyanın bunları öne çıkarırken amacı, izleyicilerde tam da bu tiksinti duygusunu uyandırmak, “olayı” toplumsal ahlakın sınırlarını aşan birkaç olguya indirgeyerek, “kamuoyu” gözünde mahkûm etmekti. Böylece düzen partileri (Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi) açıklamalarında “alt sınıfların ahlak çürümesi” savları üzerinde yoğunlaşarak olanları sıradan zabıta vakasına indirgeyerek, dikkatleri 30 yıldır yedikleri “haltlardan”, böylece yarattıkları vahşi ve talancı kapitalizmden uzaklaştırma olanağı elde ediyorlardı.
Ama sokaktaki görüntülere bir adım geri çekilerek, medyadaki “kanaat önderleri”nin kanaatlerine aldırmadan bakınca, sokaklardaki “şey”in, “yozlaşmış” (sinsice ima edildiği gibi siyah) gençlerden başka bir şey olduğunu görmek olanaklı.
Birincisi, Tottenham’da sokaklara çıkanlarla, hem Londra’nın başka mahallelerinde hem de İngiltere’nin başka kentlerinde sokaklara çıkanların sosyal, demografik ve eylem tarzı alanlarında ortak özellikler sergiledikleri görülüyordu. Karşımızda, birkaç bireyin eylemine, bir mahalle veya kent halkına, yerel koşullara indirgenemeyecek, hepsi birden aynı “kümeye” sokulabilecek olaylar, aslında bir büyük “olay” var. Reuters muhabirinin Londra’nın Hackney bölgesinde yaptığı bir araştırma, ayaklanmaya, yağmalara katılanların salt “yoldan çıkmış”, “vahşileşmiş” gençlerden değil, bunların yanı sıra onların anne ve babalarından, işsiz gençlerin yanı sıra ücretle çalışanlar kesiminden siyah, beyaz ve Asyalı insanlardan oluştuğunu ortaya koyuyordu. Olaylarla ilgili olarak bugüne kadar tutuklanan 2 bin 250 kişinin toplumsal profili de bu gözlemleri destekliyor.
Reuters’in araştırması, bölgedeki insanlar arasında, yıllardır toplumsal harcamaları kamu yatırımlarını kısarak, kapitalist sınıfın vergilerini azaltarak devletin, toplumun kaynaklarını, toplumun en zengin kesimine transfer eden “vahşi kapitalizme” yönelik güçlü bir tepkinin olduğunu gösteriyordu. Olaylara katılan 40 yaşlarında bir kadının Kanal 4 haberlerinde dediği gibi, “bankerler milyarlarca sterlini yağmalarken üç, beş dükkânın sözü mü olur”du.
Geçen hafta işaret ettiğim gibi, “vahşi kapitalizmin” etkilerinin ilk kez hissedildiği 1981-85 döneminde aynı bölgelerde benzer ayaklanmalar yaşanmıştı. Bu anlamda sokaktaki “şey”in vahşi kapitalizmin “semptomu” olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
“Olayın” tarihsel boyutu aslında çok daha güçlü. Temmuz sonunda yayımlanan “Kemer sıkma ve Anarşi: Avrupa’da Bütçe Kesintileri ve Toplumsal Huzursuzluklar, 1919- 2009” (Jacobo Ponticelli, Hans-Joachim Voth, Austerity and Anarchy: Budget Cuts and Social Unrest im Europe, 1919-2009; http://ssrn.com/abstract=1899287) başlıklı bir araştırma, gelişmiş ülkelerde uygulanan kemer sıkma politikalarıyla, toplumsal “kaos” (protesto eylemleri, ayaklanmalar, suikastlar, genel grevler) artışı arasında çok yakın bir ilişki olduğunu gösteriyor. Araştırma ekonomik büyüme hızındaki artışla “kaos” göstergelerindeki artış arasında, özellikle kriz dönemlerinde, örneğin 1965’ten sonra, ters yönde bir ilişki olduğunu da ortaya koyuyor.
Kısacası sokaklardaki “şey”, ne Başbakan’ın iddia ettiği gibi “toplumun hastalıklı” bir kesimine indirgenebilecek ahlaki yozlaşma ne de İngiltere’ye özgü bir şey. Sokaktaki “şey” kapitalizmin tarihi boyunca, özellikle en denetimden kaçmış vahşi biçimlerinin sergilendiği dönemlerde ürettiği bir semptom. Bu yüzden egemen sınıfların korkusunun boyutları çok büyük, tepkileri çok şiddetli...
Yağmanın büyüğü başka yerde...
Bu mali krizde devletlerin, bankaları kurtarmanın faturasını halklarına ödetme çabalarına bakınca insanın aklına Brecht’in “Bir banka kurmakla karşılaştırdığında, bir banka soymak nedir ki?” sözleri geliyor, hele geçen hafta borsalarda yaşanan sert dalgalanmalardan sonra...
Önceki hafta, Berlusconi, İtalya’da toplumsal harcamalarda derin kesintilere gideceğini açıklayınca biraz sakinleşen piyasalar, Standard and Poor’s’un ABD’nin kredi notunun “AA­­+”ya düşürmesiyle yeniden şiddetle dalgalanmaya başladı. Haftanın ikinci yarısında, ABD Merkez Bankası faizleri iki yıl boyunca arttırmayacağını açıklayınca borsalar “rahat bir nefes aldılar”. Borsalar tümüyle, hükümetlerin kesintiler yoluyla kendi halklarını soyarak, borç ödemeye kaynak ayırma kapasitesine odaklanmış durumdalar. Toplumun geri kalanının ne olacağı umurlarında değil.
Ancak bu kısa dönemli, bencil yaklaşımın sorunları da giderek ortaya çıkıyor. Geçen hafta yayımlanan veriler 2008’den bu yana tüm kurtarma paketlerine karşın ABD ekonomisinin hemen hiç reel büyüme yaşayamadığını ortaya koyuyordu (Financial Times, 10/08/11). AB ekonomisi de yavaşlıyor. Kısacası bankaları kurtarmaya giden 12 trilyon dolara karşılık, ortada genel müdürlere verilen mültimilyon dolarlık ikramiyelerden başka bir şey yok.
Yaklaşık 10 yıldır, finansallaşmanın ve borç köpüğünün arkasındaki belirleyici etkenin, aşırı üretim, yetersiz talep sorunu olduğunu vurguluyorum. Yaklaşık 30 yıldır kredi genişlemesiyle ertelenen sorun nihayet ertelenemez noktaya geldiği için bu mali kriz patlak vermişti.
Pimco’nun (dünyanın en büyük bono yönetimi şirketi) kurucu Bill Gross’un geçen hafta Washington Post’taki “Amerika’nın borcu en büyük sorun değil” başlıklı yazısını okuyunca, sermayenin zirvelerindekiler de Marx’ı okumaya başladılar galiba diye düşündüm. Gross, “Borç bir hastalık değil, bir semptomdur. ... Hastalık... tüketim ve yatırım yetersizliğidir. Borç sorunu, özel ve kamu kredi piyasalarında buna karşı geliştirilen antidotun istismar edilmesinden kaynaklandı” diyor, ekliyordu: “Biz ve küresel rakiplerimiz on yıllardır yetersiz toplam talep sorunuyla boğuşuyoruz. Şimdi açıkça görülüyor ki kaldıraç (borçlanarak yatırım yapmak) denen sihirli iksir artık tükendi... Krizin kalbinde borç değil toplam talep eksikliği yatıyor. ... Kapitalizmin bu potansiyel olarak ölümcül hastalığı birçok uzun dönemli maddi trendin üründür.”
Bill Gross “ölümcül hastalıktan” söz etmekte haklı. Hükümetler, talep yetersizliği sorunu yerine, piyasaların baskısıyla, harcamaları kısarak borç ödemeye odaklandıkça, Ponticelli&Voth araştırmasının gösterdiği gibi “kaos” kaçınılmaz oluyor, İngiltere’de yaşananlara benzer olayların yaygınlaşması da.

Ergin Yıldızoğlu'nun Sokaklar ve Piyasalar yazısından...

Savaş İçin Sebep Üreticileri

1898’de o esnalar İspanyol sömürgesi olan Küba limanına demirlemiş ABD’nin “Maine” zırhlısı gece vakti ani bir patlama ile batıverir. 260 denizci ölür. Olayı İspanyolların yaptığına dair en ufak bir kanıt olmadığı halde suç onların üzerine atılır. Bunun üzerine çok geçmeden ABD-İspanya savaşı başlar. ABD İspanyolları önce Küba’dan sonra Filipinler’den atar ve buralara el koyar. Bu olay ABD’nin “emperyal vizyonu”nun başladığı ilk olaydır.
Aynı olay medya açısından da ilginç “dersler”le doludur. Dönemin basın tröstü sahibi William Randolph Hearst doğrudan ve inanılmaz biçimlerde sahte haberlerle savaş kışkırtıcılığı yapmıştır. (Orson Welles ünlü filmi “Yurttaş Kane”nde aslında Hearst’ün hayatını anlatmıştır.) O kadar ki Küba’ya yolladığı ve ortalığın sakin olduğunu gördüğünde geri dönmek isteyen muhabirine “Kalmanı istiyorum. İşin savaş kısmını ben hazırlayacağım” diye telgraf çekerek basın tarihine geçmiştir.
İkinci örnek vakamız doğrudan bizi ilgilendirmektedir. 1915 yılında Avustralya’nın Broken Hill Kasabası’nda bir piknik trenine saldırı olur ve bunu Türklerin yaptığı ileri sürülür. Bunun üzerine Avustralya savaşa asker toplamakta zorlanırken binlerce kişi “gönüllü” olarak askere yazılır. İşte binlerce Anzak’ı Çanakkale’ye getiren olay budur. İşin komiği söz konusu olayın Türklerle hiçbir ilişkisi yoktur. (Saldırgan olduğu söylenenler iki Afgan’dı.) Hatta ortada Türk bile yoktur!
Diğer bir olay ise ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine sebep olan “Lucitania Komplosu”dur. Amerikalıların Avrupa’da sürüp giden savaşa oldukça “isteksiz” olmalarının bir sonucudur. 1915 yılında Alman Genelkurmayı İngiltere’ye silah sevkiyatı yapan tüm gemileri batıracağını açıklaması üzerine tertiplenmiştir. İngiliz bandıralı bir Transatlantik olan Lucitania 1159 yolcusuyla Alman U-Boat’larının saldırısı sonucu batar. İçindeki 128 ABD vatandaşının ölmesi Amerikan kamuoyunu biranda Almanlar aleyhine çevirir. Almanlar böylesi bir gemiyi batıracaklarını önceden ilan ettikleri halde İngilizler hem gemiyi askeri amaçlı kullanmışlar hem de sivilleri yolcu olarak alarak çoğu kendi vatandaşı olan insanların hayatlarını da tehlikeye atmışlardır. Bunun tek nedeni ise İngilizlerin savaşta sıkışması ve kendilerini kurtaracak tek çareyi ABD’nin savaşa girmesinde görmeleridir. Bu amaçla kendi gemilerinin batırılmasına, vatandaşlarının ölümüne adeta çanak tutmuşlardır.
Devam edelim; 1 Eylül 1939 tarihi Polonya’nın işgali ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması da bir komplo neticesidir. Almanlar Polonya sınırında “mizansen” bir saldırı düzenlerler. Bunun için morglardan kimsesiz cesetler toplanır ve Alman askeri üniforması giydirilir. Sınırda senaryo dahilinde bir “çatışma” düzenlenir. Polonya üniforması giyen Almanlar ateş açmış ve Polonyalılar Almanları öldürmüş gibi gösterilir. Cesetlerin fotoğrafları hemen servis edilir. Artık savaşın “bahanesi” hazırdır. Zaten tetikte bekleyen Alman orduları Polonya’ya adeta dalarlar. Japonların 1931’de Mançurya’yı işgali de aynıdır. Bizzat Japon subayları tarafından demiryollarına sabotaj tertiplenmiş ve bu işgal gerekçesi sayılmıştır. Aynı şekilde ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girmesine yol açan 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbour saldırısının istihbaratı ve işaretleri önceden alındığı halde önlem alınmamış, çoğu artık işe yaramayan, eskimiş Pasifik deniz filosunun batırılmasına adeta göz yumulmuştur. Bunun nedeni ise Amerikan halkının savaşa girmedeki isteksizliğidir. Ertesi sabah Askerlik şubelerinin önü gönüllü kalabalıklarla doludur ve ABD resmen savaşa girmiştir!
ABD’nin Vietnam Savaşı’na dahil oluşu da “uyduruk” ve “olmayan” bir saldırı sonucudur. 1964 Ağustos’unda Tonkin Körfezi’nde devriye gezen Maddox destroyeri sözüm ona Vietkong hücumbotlarınca saldırıya uğramıştır. Gerçekte ise böyle bir saldırı yoktur. Amerikalılar boşluğa ateş açmışlar ve bunu herkese “saldırıya uğradık” diye yutturmuşlardır. O kadar ki Başkan Johnson’ın “Ulusa Sesleniş” konuşması bile çoktan hazırdır. Gerçekte ise bu hadise CİA’nın “34 Alpha Planı” dahilindeki bir olaydı. Aynı şekilde ABD’nin Küba’ya yönelik “Domuzlar Körfezi” bozgunundan sonra Genelkurmay Başkanı General Lemnitzer “Northwoods Planı”nı hazırlar. Söz konusu planda Guantanamo’daki ABD üssüne “sahte saldırılar”, bir ABD uçağının Küba MİG’i süsü verilmiş uçaklarca düşürülmesi gibi maddeleri vardır. Amaç Küba’ya saldırı gerekçesi hazırlamaktır. Ancak Başkan Kennedy’den onay alamazlar.

(Atilla Akar)